13 Mart 2012 Salı

BAĞIMLILIĞIN LEGALİTESİ

Sektör, cari iktisadın en büyülü kavramıdır. “Sektörel bağlamda ele alındığında maliyetin fazlalığının kârı düşürdüğü gözlenecektir!” gibisinden geniş zaman kipindeki cümleler, “sektör”ün burnunu fena halde uzatmaktadır. Bu uzun burunlu mahlûkun hayatımıza girmediği meşru yahut gayr-meşru, helal yahut haram hiçbir alan yoktur. Oyuncaktan tayyareye, patlayıcıdan uyuşturucuya kadar herşeyin bir sektörü vardır; ne kadar masum değil mi? Giyinecekseniz giyim sektörü, soyunacaksanız soyum sektörü hizmetinizdedir… İnsanoğlunun ayrıca bir şey yapmasına gerek yoktur; sektör üretir, sektörler tükettirir, bizler de tüketiriz.
“Bağımlılık!” hayat tarzıdır modern insanın; kafasına, gönlüne göre bir şey yapamaz, alamaz, üretemez, satamaz; marketler, vitrinler ve reyonlar arasında kendine en uyanını seçebilir! Seçebilmenin, yani bu kadarcık hürriyetin tek bedeli paradır, evet sadece ve sadece paradır. Para ne kadar, hürriyet o kadar! “Bağımsızlık benim karakterimdir!” demenin tek yolunun karakterinizi açığa çıkaracak paraya sahip olmaktan geçiyor oluşu, insanların karakterlerini kullanamamaları sonucunu doğurmaktadır. Böylece bu kısır döngü, “bağımlılık”ı sıradanlaştırarak hayat tarzı hâline getirmektedir. Uyuşturucu madde bağımlılığı; sıradan çıkma çabasının ruhî temayülünün, fizikî bağımlılık batağına saplanışıdır.
Uyuşturucu madde bağımlılığı, belki de bağımlılığa alıştırılmış insan tipinin, “yeni bir yol” arayışıdır; yasaklanışı, yasak olmayan bağımlılıklar zincirine eklenme biçimidir. Uyuşturucu madde imal edenlerle, kullananlarla asayiş kuvvetleri vasıtasıyla girilen mücadele, bana traji-komik gözükmektedir. Uyuşturucu sektörü, diğer sektörlerden varlık sebebi olarak farklı değildir; birinin legal, birinin illegal oluşunun muhtemel nedeni, normali her durumda tayin etmeyi hak olarak gören modern iktidar anlayışıdır. Türkiye’nin legal afyon üretimini “İstanbul’u bombalarım!” tehdidi ile engelleyen Amerika’nın, afyon üretiminin illegal alana kayışına doğrudan zemin hazırladığı unutulmamalıdır. Uyuşturucu yapımında kullanılan afyon, o tarihten sonra kendine terörle, silah tacirleriyle içli dışlı bir sektör altyapısına kavuşmuştur. Amerika’nın uyuşturucu ihtiyacının(!) büyük oranda Latin Amerika ülkelerinin karşılanması ve bununla baş edemiyor oluşları, bu ülkenin hem iğrenç, hem de zavallı yüzüdür. Meksika mahreçli uyuşturucunun hesabını, Türkiye ile gören bir ülkeden bahsediyoruz!
Amerika’nın uzun burnunu soktuğu her Ortadoğu ülkesinde terör, terörün olduğu yerde de uyuşturucu sektörü vardır. Milli uyuşturucu sektörü(!) oluşturma ihtimaline karşı legal afyon ekimimizi baltalayan Amerika, diğer Ortadoğu ülkelerinde kurulan ekimlerin, imalathanelerin tek sebebidir; Anadolu ise büyük oranda transit bir ülke görünümündedir. Türkiye’nin narkotik asayiş kuvvetleri, rekor düzeyde –tüm Avrupa’da yakalananın üç katı kadar- uyuşturucu yakalamaktadır; ama imalathaneler talebi karşılamak için süratle çalışmakta ve sevkiyat sürmektedir. Teröre destek veren, tavır koymayan Avrupa ülkelerinin payına uyuşturucu kullanımının artması ve harcadıkları parayla terörü finanse etmek düşmektedir. Dünyaya, nizam vermeye çalışırken kara para ve kanlı ilişkileri kullanmakta sakınca görmeyenlerin, uyuşturucu ise mücadeleleri samimi değildir. Böyle olduğu için de hap, esrar, eroin, kokain gibi her gelir ve kültür düzeyine uygun uyuşturucunun yarı legal pazarlanıyor oluşu tabii karşılanmalıdır. Hedef kitlenin gençler oluşuna üzülebiliriz; ama bu üzüntü legal gösterilen üretim ve hayat tarzını baltaladığı için ise –ki bence öyle- üzüntü insanî temelden mahrumdur. Çünkü legal olarak tayin edilene nazaran illegal olarak belirleneni anlamak için, neyin legalleştirildiğine bakmak gerekir. Tüketim miktarını hazla, hazzı mutlulukla özdeşleştiren bir ahlâkî duruş; özünde uyuşturucu bağımlılığıyla barışıktır. Uyuşturucu patronlarının hayat tarzı ve sosyal ilişkileri imrendirilen, özendirilen legal patronlardan asla farklı değildir.
Sağlığını kaybeden içiciler yüzünden kaybolan işgücü hesaplarına bakılacak olursa dünya ekonomisi büyük zarar içinde gözüküyor. Bu bakış, işte dünya ekonomi ahlakının insana resmî bakıştır: sağlığını kaybetmemelisin, işgücü kapasitesi düşer. İşgücü kapasitesi dediğiniz şey ise, para cinsinden ifade edilmektedir. Uyuşturucu da para kazandırmaktadır, kazandırdığı para ekonomiye büyük katkılar sağlamaktadır. Dolayısıyla, emek ve işgücü hesapları ile uyuşturucunun toplumların zararına olduğunu savunmak, matematik yollarla desteklenen bir yalandır. Sağlık konusuna gelince, ne uğurda kullanıldığı gözetilmeden “sağlığın putlaştırılması” hazcılıktan başka bir şey değildir.
Bağımlılık denilince akla evvela keyif veren, sonra perişan eden uyuşturucu maddelerin akla gelir, ama konu sadece onunla sınırlı değildir. Hayatımızda hiç yokken, teklifsizce giren ve sonra biyolojik varlığımızın bir parçası farz ettiğimiz bağımlılıklarla kuşatılmışız. İnternet bağımlılığının uyuşturucu bağımlılığından farkı nedir? Sağlığımızı tehdit etmiyor mu, iş gücü verimini düşürmüyor mu, dahası hayal gücümüzü esir etmiyor mu? Uyuşturucuya ihtiyaç kalmadan uyuşmuş değil miyiz? Bunlar cevap bekleyen sorular değil; bizzat dünya geneline hâkim hayat tarzıdır. Bu hayat tarzını bir bütün olarak anlamadan soru sormak, sorunludur.
Neyin neden legal, neyin neden illegal olduğunu kendi hesabıma anlayabilmiş değilim. Legalin ve illegalin kimin legali ve illegali olduğunu sorsam, yanlış bir soru mu sormuş olurum?

5 Mart 2012 Pazartesi

KİTAP VE MEDENİYET

Giriş
“Kitap sahibi olmak” ilk ontolojik esas olarak, insanın dünya üzerinde topluluk halinde yaşamaya başlamasından bu yana bütün medeniyetlerin anahatlarını oluşturur; insanın tarihi kitapla beraber başlar. Sözün yazıyla kayda alınması, insan tecrübesinin geleneğe dönüşmesini sağlamıştır. İnsan artık hem konuşan, hem okuyan, hem yazandır. Kitap, ehl-i satır (yani yazar) ve konuşa konuşa iletişim kuran halk medeniyetin temelini oluşturur. Toplum hayatı, insan-kitap birliğinin, insan-insan, insan-tabiat ilişkilerine yansıması ve paylaşılmasıdır. Şifahî ile kitabî arasında birbirini besleyen ve bütünleyen dörtlü akış, medenî hayatın tazelenmesinin ve devamının biricik şartıdır.

I. “Muhkem Kitap” ve medeniyet
Medeniyet öncesi hayatında insanın kitaba ihtiyacı yoktur, çünkü “Hakk” ile olan teması doğrudandır. Yaşadıklarının öncesi ile sonrası arasında bir bağ kurması gerekmediği gibi, gelecekte kullanılmak üzere saklaması gereken bir bilgi de yoktur. İletişim vardır, ama iletişimi sağlayan dil, “Hakk katı”ndan insana ulaşan tek yönlü bir haber akışı içindir. Medeniyet öncesi dönemdeki haber akışı, insanın beraber olduğu varlıklarla biçim olarak aynıdır; ama insan muhtevasıyla farklı bir maceraya sahip kılındığı için, haber akışının biçimine muhalif eyleme ve eylediğinin sorumluluğuna taşımaya adaydır. Başka adaylar bu sorumluluktan kaçınmışlardır, dünya hayatının yüküne talip olmak, ona nizam vermeyi üstlenmeyi de tazammun eder.
İnsan yeryüzündeki macerasına, “sebep olan” ile beraber başlamıştır. “Sebep olan” kovulmuş, insan indirilmiştir; kovulan muhalif, insan haleftir. Söylenene tabi olmaktan, söylenenden yola çıkmak mesuliyetiyle indirilen insanın hilafeti, yoldaşı olan “Muhkem kitap” ile kaimdir. “Muhkem Kitap”, insanın muhalif eyleminden duyduğu nedametin mükâfatıdır, indirildiği yerdeki hayatının kolaylaştırıcısı ve düzenleyicisidir. Yoldaş’ın rehberliği ile insanın dünyadan “Hakk katı”na “yalnızca söyleneni yapmak”tan ibaret zamanlardan daha özgür bir biçimde dönüşü mümkün iken; “sebep olan” ve ona uyan mutlak ve daimi bir esaretle dönecektir. “Muhkem Kitap sahibi olmak!” ontolojik bir esas olarak, insanın topluluk halinde yaşamaya başlamasından bu yana bütün medeniyetlerin anahatlarını oluşturur. Nesiller değişir medeniyetler ise süreklilik gösterir; kitapla bağ kuramayan yahut kaybeden toplumlar, Hakk katında da, halk katında da muteber medeniyetler sergileyemezler, bazen de tamamen kaybolurlar. Medeniyet kavramı ne olumluluk ne olumsuzluk bildirir; dünya, olumlu ile olumsuzun iç içe yaşadığı gezegenin değil, hayatın adıdır; sırf insana ikaz olsun için de “ism-i tafdil” ile tesmiye edilerek vurgu kazandırılmıştır.
II. Doğru ölçmek ve tartmak
Medenî insan huzursuzdur; çünkü eyleyen ve sorumluluk sahibi bir şahsiyet olarak başkalarının hayatına müdahale özerkliğine sahiptir. Bu müdahalenin esası: Ölçmek ve tartmaktır. Kitap, özerklik içerisindeki insana, eyleminden sorumsuz olmadığı, aldığı habere göre eyleyebildiği medeniyet öncesi hayatın huzurlu haliyle bağ kuran biricik varlıktır. “Hakk” ile olan iletişim, “Muhkem Kitap” vasıtasıyla çift yönlü bir akışa dönüşmüştür. Kitap, “Hakk katı”ndan haber; insanın dünya üzerinde eylediği ise “Hakk”a ulaşan haberdir. Kitap ile insanın eylediği arasında mütekabiliyet kurulması çabası, dünya hayatının –medenî hayatın- tek hakikî mücadelesidir. Bu mütekabiliyet kurulabildiği kadar insan doğru ölçüp tartmayı becerebilir.
Medeniyet zahirî gerçekliktir, insana bağlı olarak değişir, değiştirilir. Zahirî olandan yola çıkmak dünya hayatının ön şartıdır; çünkü ne insana, ne de eşyaya zahir olanın dışında hiçbir şeyle hüküm biçilemez. İnsana medeniyet içerisinde düşen tek şey doğru ölçmek ve tartmaktır; doğru ölçmek ve tartmak dıştan nicelikle uğraşmak gibi gözükse de içten insanın niteliğinin tecellisidir. Nitelikli insan, “Muhkem Kitap” ile dünya hayatı arasında çift yönlü akış ile kurulan medeniyetlerin tek şansıdır. Niteliğin tükendiği yerde, medeniyet krizi başlar. Niteliği ve nitelikli insanı kendinden uzak tutmak suretiyle sübut bulan “modern medeniyet”, krizdedir; doğru ölçmek ve tartmak özelliğini kaybetmiştir.
Doğru ölçmek ve tartmak, bizzat ve bilinebilir “Hakk” değildir, ama “Hakk”ın tecellisi için tek yoldur; doğruyu yapmak mükellefiyeti olan insanın “Hakk”a dönüş yolculuğunun sağ salim sonuçlanmasının tek yoludur.
III. "Yürüyen Kitap" olmak: Ferdiyet ve Şahsiyet
Eşyanın zahiri ile ilgili düzenlemeler zamanla mukayyettir; bunların birikimi ve bütünleşmesi de medeniyeti oluşturur. İnsanın kitapla ve sözlü kültürle bütünleşmesinin ölçüsü; “İnsanın varabileceği kemal noktası”nı tarif ve tasvir eden “O yürüyen bir kitaptır” ifadesinde sübut bulmuştur. “Yürüyen Kitap” olmak hayatla kitap arasındaki bağı sağlam kurmak, mevcut ile geliştirdiği her türlü ilişkide -okuduğuyla, yazdığıyla, söylediğiyle, eylediğiyle- bu özelliği sergilemek demektir.
Kitap; tektir, tamdır, tekrarı yoktur. Kitap’tan sonra ışığını ondan alan “Kitap gibi kitaplar” yazılabilir; “gibi yazmak” yazar için ululuktur; Mevlana için “Peygamber değil, ama kitap sahibi!” denilmesi bu yüzdendir. “Yürüyen Kitap” da ferdiyetiyle tektir, tamdır, tekrarı yoktur. O’ndan sonra, onun gibi olmanın tahkiki başlamıştır; O’nu taklit tahkiktir, çünkü zamana dair olan (evvel ve ahir) ile mekâna dair olan (batın ve zahir) O’nun ferdiyetinde toplanmıştır. Ferdiyet’ten sonra şahsiyet gelir. Şahsiyetiyle tek olmak yolu her insana açıktır, şahsiyet tahkik sahibidir; tahkik sahibinin halk katındaki karşılığı “Kitap gibi adam” tabiridir. Kitap gibi adam, kitaptan aldığına kendini de katarak, sözün güzelini muhatabının seviyesine göre aktaran insandır. Bu insan, iyiliği (marufu) irfan haline dönüştürerek özü, sözü, eylediği bir olan arif kişidir. İrfan sahibi kişi kitap yazmış olsun olmasın bilen kişidir; ancak her yazan yahut bilen kişi irfan sahibi olmayabilir. Yazarın, yazdıklarıyla bildiği ve eylediği arasında birlik varolsa bile; bu, okuyan kişilerden tamamen bağımsız gelişen bir durumdur. Çünkü artık yazar değil, kitap ile karşı karşıyayızdır.
Eskiden de böyledir, ama özellikle matbaanın icadıyla başlayan süreçte, “yazar”ın muhatabıyla hiç karşılaşmadan ulaşması sürat kazanmıştır. Yazar olarak adlandırılan insanların yazdıkları gibi davranmak gibi bir mükellefiyetleri olmadığı gibi, pekçoğu neredeyse hayattan ve halktan kopuk olmakla o sıfatı kazanırlar. Herhangi bir kitap, yazılıp yayınlandıktan sonra yazarından bağımsızlaşır ve sayısız muhatabına ulaşır. Yazarın kim olduğuna ne eylediğine değil, satırlarda söylediğine bakmak kaçınılamaz bir zorunluluktur. Kitabından hareketle hayran olunan pekçok yazar, hasbelkader karşılaştığı okuyucusunu hayal kırıklığına uğratabilir. Okuyucu, yani okuduğunu anlayan kişi; yazarların dünyasında değil, kitapların dünyasındadır. Kitap; yazarı uykusunda, hatta dünyasını değiştirmişken bile iş yapan bir varlıktır ve varlığı, bugünün cehl-i mürekkep ile malûl vasatında, aritmetiğin anlatmaya kifayet edemeyeceği kadar hayatîdir.
Okuyan bir toplum olmadığımız doğrudur. Genellikle de bu konuda halk kabahatli bulunur; ancak, “Okuma oranının neden düşük olduğu” sorusu kadar; kitapların neyi yazdığı da önemlidir. Kitaplar, toplumun kültürüyle, şifahi akışıyla bir kesişme noktası yakalayamıyorsa orada hitap edenle (kitapla) muhatap (halk) arasında bağ kurulması zorlaşır. Sosyal bilimlerin araştırma nesnesi toplumdur; araştırma nesnesiyle irtibatsız yayınlar, bırakınız sıradan bir okuyucuyu, çok iyi bir okuyucuyu bile kendinden uzaklaştıran, ciddi bir anlatamama problemi taşımaktadır. “Kitap gibi adam” davranış düzeyinde Hakk’tan aldığını halka aktaran aynı zamanda kitapla beslenen insandır; yazar olması da gerekmeyebilir. Kitap ile hayatın, kitabî ile şifahînin, zamanî ile mekanînin aynı anda kavranamayışı, bir toplumun temel dinamiği olan “Kitap gibi adamların” yetişmemesi sonucunu doğurur ki, bu medenî hayatın kriz içine girmesi demektir. Soğuk gri kulelerde, çok kitap yazan ve bu üretkenliğini market ihtiyacı dışında, şehre inmediğine borçlu olduğunu söyleyen pek çok sosyal bilimci barınmaktadır.
“Kitap gibi adam”ların yetişmesi için, zamanın getirdiklerine şahsiyetli cevaplar veren, muhkem bilgiler ve çözümler sunan “Kitap gibi kitap”lara ihtiyaç vardır; bu da kitap gibi adam olmakla kalmayıp, yazmayı da üstlenen ariflerin işidir.
IV. Kâinat'ı okumak
Okumak; hem kitap, hem de kâinatı/tabiatı okumak/anlamak demektir. Tabiatı bir kitap gibi okumak, eşyanın dilini anlamak çabasıdır ve okumakla anlamak Hakk katında eş anlamlıdır. “Oku!”nun ve benzeri hitapların şeklen emir kipinde oluşu bu yüzdendir; malum ola ki seven sevdiğine arzusunu emir kipinde bildirmez ve vekiliyle onu kucaklamaz! Kâinatı okumaya dair ontolojik esas: Toplum katında, yani kitabın hayatla kesiştiği hatta bize okuduğumuzu “anlamak”, hatta yazandan daha iyi anlamak görevi yüklemektedir. Dünyada olup biteni anlamak istiyorsak, dünyayı anlatan bütün kitaplarla sağlam ve aynı zamanda şahsiyetli bir bağ kurmalıyız; çünkü “anlamak”, insanın kendi varlığını okuduğunun içine katmasıyla mümkündür. Eşya insanın nefesiyle soluk alıp verir, bu yüzden okumak kitabın dili ile eşyanın dilini aynı anda kavramaktır. Satırda yazılan, okuyanın sudurundan geçip yeniden kâinata dönmüyor, satırla yazılan da sudur imbiğinden süzülerek kâğıda düşmüyorsa; “ha bir kuru emektir!” ki, yazana, okuyana, kaleme, kâğıda yazık.
Satır ile sudur birliği ferdiyet demektir. Kişi ancak ferdiyetiyle herdem yeni, herdem çağdaş olma sıfatına hak kazanır ki, bu da ferdiyetin miktarınca marifet sahibi olmak demektir. Kitap ve kâinat ile münasebeti ontolojik esasa dayanmayan bir okumanın dilimizdeki muzip karşılığı “burnuyla okumak” tır; burnuyla okuyan toplumların yazarı da burnuyla yazar. Yazar daim burnuyla yazar, okuyan da daim burnuyla okursa; yazılanın Hakk ile hakikat ile bağı kopar, halk o zaman gerçeği yalan yalanı da gerçek olarak okur.

Sonuç
Hakk’ın “ümm” yani esas ve tek haber kaynağı, halkın ise ümmî olduğu medeniyet (dünya) öncesi dönemde insanın eylediği doğrudan doğruya Hakk’tır. İnsan, Hakk ile irtibatını medenî hayatla beraber “Muhkem Kitap” yoldaşlığıyla sürdürecektir. Medenî hayatta ümmîlik bitmemiştir, çünkü “Yürüyen Kitap”, ferdiyetiyle eşyanın dilini bilir olmak özelliğiyle Hakk’tan eylemiş, Hakk’tan söylemiştir ve ümmîdir. Bu yüzden medeniyet kitap ilişkisine dair ontolojik esaslar, evrimci bir çizgi ve istikamet bildirmeyip, bütünlüklü bir akış içindedir.
Satır ile sudur birliği insanı ümmî nazar sahibi kılar; ümmîlik, eşyaya “Şey”, tek ve tekil olanın nazarıyla bakmaktır. Ümmî nazar, insanın medenî hayat öncesi döneminin tersine, bahşedilen değil gayretle elde edilen bir usûldür ve esasa ulaşana kadar okumak, anlamak, ayıklamak çabasıdır. Usûl ile erilen kemâl noktası, tahkiktir. Âlem tahkik sahibi insanın varlığıyla kaimdir; bir toplumun eşyaya tabiata ve insana hukuk dâhilinde, yani doğru ölçen ve tartan bir medenî hayat tahakkuk ettirebilmesi de tahkik sahibi insanların çokluğuyla mümkündür; çünkü toplum vasatı onların kılavuzluğuyla Hakk’a bağlanırlar.
“Düşünüyorum o halde varım!” diyerek, kendini mutlaklaştıran, kendi dışındakine hayat hakkı tanımayan zorbalardan, “Düşünüyorum o halde Descartes var!” diyen mukallitlerden kurtulmanın ve gezegenimizi kurtarmanın yolu kitap ile dünyayı aynı anda okuyan; tabiata, “yetmiş iki millet ve onsekizbin âleme” temiz soluğuyla can katan “Kitap gibi adamlara” sahip olmaktır. Bu insanları yetiştirmek hem millî, hem de insanî görevdir.