Evet, ben Nasrettin Hoca’nın biliyorum ama çok maruf bir Ortadoğu fıkrasıdır. Hoca da tekrar ederek pekiştirmiştir. Bu gibi fıkralar, belli bir coğrafyaya ait karakterleri tasvir ettiği için önemli ve anlamlıdır. Üzerine konuşmaya değer.
Tacir, Şam’da alacağını alır, satacağını satar. Sonra hana gidip, devesine binip Kûfe’ye azm-i rah eder... Hancı ve fedaileri devenin kendilerinin olduğunu iddia ederek, taciri kapı dışarı ederler… Tacir, hancıyı Şam valiliğine kanmayıp kendini halife ilan eden Muaviye’ye şikâyet eder. Muaviye, “Deven buğra mıydı?” diye sorar. “Evet” der Kûfeli ve devenin müzekkerliğine delil olarak zekerini gösterir... Muaviye, yoldan çıkmış tebaasına dönerek, “Ey cemaat, ben burada bir maya görüyorum. Ne dersiniz?” diye sorar. Yezidin babasının korosu, “Mayadır yâ emir-el müminin!” mukabelesinde bulunur. “Ey Kûfeli, git (Hz.) Ali’ye söyle: Muaviye’nin buğrayı maya görecek kafar, gözünı hırs ve kin bürümüş binlerce leşkeri var. Hak’tan, hukuktan dem vurmasın!”
Tacir, eli boş ve perişan Kufeye dönmüş olabilir, Hz. Ali’ye o uğursuz ihtarı da iletmiş olabilir ama Haydar-ı kerrar olan serden geçer Hakk’tan geçmez.
Rollerin sahteleştiği bir zamanda…
Mürailiğin ve takiyyenin bugün kapitalizm denilen “hükmetme arzusu”nun hakiki kölelerinin ahlakı olduğu bir vasatta…
Zalimin mahkemede aklanabildiği, mazlumun hüküm giydiği dünyada…
Ayağımızı süçtürme ya Rabb-el âlemin…
Bu bugünün değil, insanın kadim ahvalidir. Habil: Alidir; Kâbil: Muaviye…
Bugünün farkı “çokyüzlü kişilik”in pazara ve sokağa hâkim tip oluşudur. Modern kent, modern hayat “kişilik” geliştirmeyi engeller, “kişilikli” olana da düşmandır. Çokyüzlülüğe yüzsüzlük de denilebilir.
Hatta hükmetme arzusunu cici beylerin, onların ciciyye hanımlarının elinde, zaman zaman vahşi hayvanların seviyesine düştüğü görmekteyim. Koltuk, para, makam adeta hayvanların kendi hakimiyet alanlarını idrarlarıyla çizdiği gibi, “moderen mamo”lar da, koltuk ve daha çok da parayla çiziyorlar.
Alin size sağlam bir kapitalist tanımı, anti-kapitalist koltuğunda hakimiyet mıntıkası belirleyenler de mezkur yüzsüzlüğün, mütemmimidir….
Medeeeeeeeeeeeeeeeeeettt….
Bizim Sivas, 26 Eylül Perşembe
25 Eylül 2013 Çarşamba
11 Eylül 2013 Çarşamba
KANUN HÜKMÜYLE ADAMLARA HİTABIMDIR
Avukata
eskiden ihtiyacımız olmazdı, çünkü namuslu adamların kanunla işi olmaz.
Aklım
yetti yeteli kanunların sadece haksız iş yapanları cezalandırmalarının,
haklılara hizmet etmediğinin farkındayım. Hırsız, arsız, yolsuz mutlaka
kanunlara uygun bir namussuzluk yolu bulur ve namussuzluğunu da o şekilde
gerçekleştirir. Mafya filmlerinden öğrendiğimiz şu ki: İş adamı, yüksek
bürokrat, fiilen kanunsuz iş yapan mafya mensupları kanunsuz işlerini kanuna
uydurmak için mutlaka bu oyunu iyi bilen avukatlara ihtiyaç hissederler.
O mafya
filmleri daha ziyade batı ve hususen Amerika’ya mahsus bir hayat tarzını
yansıtıyordu ama artık Türkiye’de öyle bir ülkedir. Kanun kuvvetiyle kanunsuz
iş yapanlar, haksız çarklarına zarar gelir diye tedirginler. Basın, yani
gazeteler, yani bu gazetelerdeki satılmamış namuslu yazarlar toplumlardaki
haksızlıkları dile getirecek tek kuvvettir.
Haksızlıkları
dile getirince ne olur?
Kanun
kuvvetiyle kendilerini “büyük adam” hissedenler, derhal harekete geçerler,
medya içerisinde daima var olan satılık ve kiralık kalemlerle, haksızlığın
üzerine giden gazeteciyi yahut yazarı hedef alan bir kampanya başlatırlar. Aile
hayatına el atarlar, bilgisayarlarına girerler, sosyal medyada yaptıklarını büyütece
yatırırlar… Oralardan eğer bir şey bulurlarsa tehdit ve şantajla susturmaya
çalışırlar, o da olmazsa sanal âlemdeki yazışmalarını, tam SS subayları gibi
takibe alır ve “kanunen adam sayılma”nın gereğini yaparlar…
Yazar yahut
muhabir bir kurumu eleştiriyorsa, artık karşısına kiralık ve satılık kalemler
çıkmaktadır. Çünkü artık öyle gazeteciler vardır ki, peçeteci hükmündedir,
gazete kağıdı onların peçetesidir, patronlarının pisliklerini silerler. Hatırlarsınız,
bizzat benim de başıma gelmişti, bir kurumu eleştirmiştim, birileri beni kuruma
ihbar edip, cezalandırılmamı talep etmişlerdi. Olur, bütün bunlar olur ve
olağandır…
Bana olağan
gelmeyen şey haksızlıklara siyasetçilerin ve fiilen dava açması gereken
mercilerin bigâne kalışıdır. Haksız uygulamalardan o zaman sayın bakanlar,
müsteşarlar, genel müdürler vs. gibi şahısların da haberi vardır, hatta çıkar
beraberliği vardır. Bunu ihtimal dışı görürüm ama muhtemel olan bu zevatın
sadece koltuklarını dolduramayışı ve bu yüzden maslahatçılıkla idare ederek
geleceklerini garantiye aldıklarıdır.
Öyle ise tam
bir rezalet…
Ben, kendi
adıma üzerime düşeni her durumda yapacağım; çünkü kalem, üzerine yemin edilen
mübarek bir nesnedir. Eliniz kalem tutuyorsa sorumluluğunuzu yerine
getirmelisiniz, ya da susacaksınız. Susmamayı tercih ettim, ederim. Sonucuna da
katlanırım çünkü köle ahlakına sahip olup da kahramanlık şiiri yazan
deyyuslarla işim olmaz.
Efendi
olmanın gereğini de, bedelini de öderim…
Kanun
hükmüyle adam olanlarla, kanun kuvvetiyle reculiyet sahibi olmaya çalışanlarla
hesabı asla kapatmam, çünkü bu dünyada kapanan hiçbir hesap yoktur… İnsan bu
dünyadan göçtükten sonra da defteri kapanmaz; iyinin iyiliği sürer, kötünün
kötülüğü…
Artık
Türkiye’de başka bir devre girdi, içinde yaşadığımız şehir de…
Bundan böyle
namuslu insanların da avukata ihtiyacı olacak…
Haksızlığı ne
miktar söyleyeceğimi, icabında ince ince söveceğimi belirlemek için önce
avukata soracağım, sonra kanunen adam sayılanlara kanunun müsaade ettiği kadar…
Anlarsın ya…
Sabah sabah,
vira bismillah…
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)