28 Aralık 2014 Pazar

ONTOLOJİSİZ MİLLİYETÇİLİK VE MEHMET ÂKİF

Mehmet Âkif Ersoy, Türk Düşüncesi'nin hâlâ aydın ve aydınlık ufuklarından biridir; Doğu’yu da Batı’yı da kendi içerisinde değerlendirmiş, lafı eğip bükmeden toplumuna bir çıkış yolu göstermeye çalışmıştır. Bu tahlil ve terkip özelliklerini taşıyan ve tavrını tavizsiz sürdüren ikinci bir müellif örneği batıcılardan da, yerli izler taşıyan düşünürler arasından da çıkmamıştır. Batılılarda örneği aranacak olursa Âkif, taşıdığı ciddiyetle Rönesans düşünürlerinin içerisine konulabilir ve geleceğe yönelik ciddi bir Türk Aydınlanması ülküsüne talip olanlar hâlâ varsa, köşetaşlarından biri şüphesiz Mehmet Âkif Ersoy'dur.

Mahalli Millî Hakikat Yolcusu
Âkif mahallîdir, mahallesinin çocuğudur ve İstanbul’un mahalle hayatını özgün ve özlü bir biçimde ayrıntılarıyla tasvir eder. Camiyi anlatırken bir Müslüman çocuğun saffetini aksettirir. Meyhaneyi anlatırken, hiç meyhane görmeyenlerin bile zihninde gerçeğin ta kendisi denilebilecek resimler çizer. Mezarlıklar, sokaklar, mahalle kahveleri, evler, akla hayale gelebilecek  bütün mekanlar en gerçekçi ve katı bir tarzda, ama ferah bir Türkçe ile Âkif'in şiirinde tek tek yerini almıştır. Buna hem tarihî, hem güncel gerçekliğe sahip insan tipleri de eklenince karşımıza sahih bir memleket manzarası çıkar.
Nadir mütefekkire nasip olan bütünü kavrama yeteneği Âkif’i mahallî, millî ve medeniyetler arası olanı aynı anda kavrayan "şahsiyet sahibi" bir aydın kılmıştır. Mahallî olanı daima taşıyan ve yaşayan biri oluşu, Âkif’e sarsılmaz bir aidiyet bilinci ve milletiyle ilgili olan her meseleye anında nüfuz edebilme gücünü kazandırmıştır. Milletini tarihi çerçevede eleştirir, bugün içerisinde değerlendirir ve gerçekçi bir biçimde cehaletten kurtulmanın, "Aydınlanma"nın yolunu, "içimizden biri" olarak gösterir. Onun yalın ve içeriden tesbitlerini mekteplisi de, ümmîsi de, cahili de anlar. Doğu ve Batı karşısındaki taklitçi tavırları hiddetle eleştiren Âkif’in tek davası “hakikat”tir. M.Cemal Kuntay’ın ifadesiyle gerçeği her şartta söyleyen bir erkişidir,hakikat karşısında “O dimdik alın, önüne bakacak kadar da (olsa) eğilemiyordu.”
Hakikat; duyan, kavrayan insanla, yani şahsiyetle alakalıdır. Şairimizde hakikâti gerçekleştirmenin yolu, döneminin "tekniğini alalım kültürünü almayalım" formülünün birazcık dışındadır. Millî şairimiz, market listesi ciddiyetiyle konuşulan "neyi alalım?" cenderesine asla sıkışmaz, daima "kim olarak almalıyız?" noktasındadır; alacağımız şeyi "kim olduğumuz" belirlemelidir. Her millet kendi yolunu, kendi tarih ve kültür akışı içinde tayin etmelidir.

Âkif’te Şiir Manzume İçiçeliği
Yalnız Âkif değil, Tanzimat sonrasının bütün yazar ve şairlerinde ortak kaygı “vatanın, milletin yahut imparatorluğun kurtarılması” düşüncesidir. “Kurtulma”nın yolları, şairleri saf şiirden uzaklaştırarak yer yer didaktik manzumelere sevketmiştir. İçlerinde hece yahut aruz vezniyle çok kötü manzumeler yazanlar olmasına rağmen, hepsi dili sanatkarane kullanmışlardır. Âkif dilini ve vezni en iyi kullanan şairimizdir. Duru bir Türkçe ve arızasız bir aruz yanyana geldiğinde, neyi konu ederse etsin nazmındaki iç musiki büyük bir şairle başbaşa olduğumuzu daima hissettirir. “Samimiyet” onun yazdıklarının en önemli vasfıdır, dolambaçlı yollar, fikir cambazlıkları yoktur; ne diyecekse tavizsiz ve tereddütsüz söylemiştir.
Âkif, “içindeki saf şair”i millî davası uğruna, bastırmıştır; bunun ona ızdırap verdiğini düşünüyorum. “Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm/Gördüm hazanında bu cennet yurdu/Gül devrinde gelsem bülbül olurdum/Yarab beni daha evvel getireydin nolurdu.” Dörtlüğünde ki naz ve sitem iç yakıcıdır. Sanatkar, özellikle şair, hayatı “kendine mahsus olan dünya”nın prizmasından geçirerek yeniden hayata dönendir; Âkif ise “kendine mahsus olan”ı örtmeye çalışarak, “herkesin derdini” yansıtmak gayretindedir, bu gayret çok yıpratıcıdır. Âkif’in şiirlerindeki “şiddet ve celal” kendi halini daha iyi anlatmaya yönelen bir şairin değil, memleketin halini daha vurgulu anlatmaya çalışan bir mustaribin feryadıdır. Bu feryat “İstiklal Marşı”nda bir nârâ avazıyla zirveye çıkmıştır.

“Millî Şair” ve Milliyetçilik
Âkif’i “Arap milliyetçisi, dinci” gibi sıfatlarla yaftalayarak refüze eden insanların yaşadığı bir vasata sahip olmak üzücüdür. Akif fasihtir; Türkiye’de “Fasih Türk” olmak giderek zorlaşmaya başlamıştır. Türk Milleti olmanın ne demek olduğunu on kıtalık bir şiire sığdırmak Âkif’e nasip olmuştur ve o bu yüzden “Millî Şair”imizdir.  Herkesin birbirini “ötekileştirdiği” bir düşüncesizlik ve stratejik kirlilik ortamında, İstiklal Marşının iki kıtasını değil tekmilini sevmek ve benimsemek  “ötekilerden biri” olma damgası yemeye yetmektedir. İstiklal Marşının tümünden bir “millet” ve “milliyetçilik” ontolojisi çıkar. Günümüzün giderek yaygınlaşan “parçacı ve parçalayıcı milliyetçilikleri” farklı maksatlarla Âkif’in çizmiş olduğu bütünden uzaklaştıkça, nesnesinden kopuk bir söyleme düşmektedirler; bu söylem bir noktadan sonra “milletsiz ve milliyetsiz milliyetçilik” gibi felaket bir sokak ideolojisine dönüşmektedir.
Âkif, kendi hakkında ve kendi şiiri hakkında fazla konuşmayan bir şahsiyettir. “Aczimin giryesidir bence bütün âsârım” mısraı onun hem şiir kudretini, hem tevazuunu göstermektedir. Şiirleri hakkında çok az konuşan adam, İstiklal Marşı’na “Milletimindir” diyerek imzasını atmamış ve konulan para ödülünü de sırtında onu soğuktan koruyacak bir paltosu bile yokken almamıştır. İstiklal Marşı’nı yazdıran şartlar ve duygular, onun diliyle daha güzel anlaşılır. Hasta yatağında İstiklal Marşı’ndan sözedilince, hastabakıcının yardımıyla doğrulur ve “İstiklal marşı… O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının ifadesidir. Binbir fecâyi karşısında bunalan ruhların, ızdıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz… Onu kimse yazamaz… Onu ben de yazamam… onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur… Allah bu millete, bir daha bir İstiklal Marşı yazdırmasın” der, yorularak uykuya dalar.
Mehmet Âkif, ek yeri olmayan bir adamdır, ona yöneltilecek her tenkid  samimiyetinin ve dava adamlığı vasfının gölgesinde kalmaktadır. O fildişi kuleden seslenen bir şair değil, Millî Mücadeleye fiilen katılan bir kahramandır. Onu şiirinden hareketle eleştirmek mümkün değildir, çünkü şiiri hayatıdır; hayatı hakkında “şahsa ait” bir şey ayıklamak ise mümkün görünmüyor. Kudretli bir sanatkâr olmasına rağmen, şiirinde ferdiyetini bu kadar bastıran ikinci bir şairin dünya edebiyatında örneği olduğunu sanmıyorum. Âkif’le güya aynı temaları paylaşan yığınlarca şair vardır, ama onların pek çoğu Milli Mücadele’den sonra “paye-i rıfat” koparmak için yazmıştır ve “resmî şair”dirler. Âkif ise milletinin şairidir, sıfatını  ona millet vermiştir. Âkif’in, hamasi şiirleri, kuru bir milliyetçilik söylemi değil, bir mücadele ve dava adamının hayatıyla bütünleşmektedir, bu yüzden yadırganmaz. Daha sonraki dönemlerde ise zayıf şair olup hamaset edebiyatı yapanlar parsayı toplamıştır. Âkif’in millet ve milliyetçilik anlayışı, sonraki dönemlerin siyasî milliyetçiliklerin tersine çok açık ve net çizgiler taşır. Millet olmanın vazgeçilmezleri olarak değerlendirdiği bütün unsurlar, onun yaşadığı dönemde yaşayanların az ya da çok müşterekleridir; günümüzde böylesine kapsamlı ve kapsayıcı bir bütünlük taşıyan perspektif ne aydınımızda vardır, ne de “milliyetçi/ulusalcı” ideologlarda. Her kesim kendi ideolojisine uygun bulduğu unsurlardan yola çıkarak bir millet ve milliyetçilik inşa etmektedir ve hepsi de bütünü kavrayamama marazına tutulmuşlardır.
Âkif’in “Allah bu millete, bir daha bir İstiklal Marşı yazdırmasın!” duasına amin demekle beraber; ülkemizin içinde bulunduğu millî sığlıktan kurtulmak için aydınımızın, ricalimizin, gençlerimizin İstiklal Marşı’nı bir millet ontolojisi olarak kavramalarını da temenni edelim. Ontolojik olandan yola çıkınca parçalar bütüne doğru yönelir; ümidimizdir.