22 Kasım 2011 Salı

AYAĞI POSTALLI ERKÂN-I HARBİN HİKÂYESİDİR

Asker milletizdir ve doğ­rudur...
Çünkü askerlik; daimi seferberlik haliyle yaşayan bir millet nez­dinde yalnızca kışlanın içi ile sınırlı kalamaz. Asker millet oluşumuza se­bep, vatanını cebinde gezdirerek yaşayabilecek bir kavim olmayışımızdır. Herşeyimiz bu vatanın içindedir; bu ülkenin çocukları da, "Herşey vatan için!"e samimiyetle inandılar. Bizim çocuklarımız “Has”tır, hiçbir zaman "Hassa askeri" olmamış; komutanları kim olursa olsun özde daima "Kuvvacı" kalmışlardır. Bu hususiyet; asker, sivil herkesçe idrak edilmesi gereken derin bir tecrü­benin ürünüdür. Zabiti milletine zıt düşen bir Türkiye’nin dirliği ve düzeni asla muhafaza edilemez.
Herkes iktiza ettiğinde askerdir ve bu ayıp da değildir. Cinsiyet hanesine erkek kaydı düşülmüşlerin "er­kişi"den sayılmaları için, vatanî görevlerini edaları, icmaen sübut bulmuş gibidir. Olmadık dolap döndürüp "çürüğe ayrılma"nın mütegallibe çocuklarınca açıkgözlülük sayıldığı duyulmaktaysa da; mazur sebeplerle bile askerlikten muaf tutulanlara reşit gözüyle bakılmaz; nakisaları başlarına kakınç olur. Üç-beş ay öncesine kadar, Anadolu vilayetlerinde "En büyük asker, bizim asker!" koçaklığıyla, günlerce asker yolculama şenlikleri düzenlenir­ken, bugünlerde aynı iştahın görülemeyişi üzerine; en başta apoletlilerin ve vatanı katmadeğer ile kâr mabeynine yerleştire­rek köşe üstüne köşe dönen sivil bezirgânların derinlikleri miktarınca dü­şünmesi gerekmektedir.

A.
Asker ocağı, İttihatçılarla beraber kışla merkezli "terakki" hareketinin halka belletilmeye ve benimsetilmeye çalışıldığı bir eğitim kurumu sayılmıştır. Savaş sonrasında harp sanatı, muvazzaflarımızın neredeyse ikinci meşguliyet alanı haline gelmiş; "Mekteb-i aslî kıta’dır!" sözünün geçerlilik alanı siviller üzerine vasi olmuştur. Gençler, asrî medeniyetle tanışıyor ve görgülerini artırmış olarak terhis oluyorlardı. Biraz da bu yüzden vatanî hizmeti firar­sız, vukuatsız bitiren gencin sözüne sohbetine kıymet verilir; düğün derneğe ismen buyur edilip, yer gösterilirdi. Köyüne "çift pırpır"la avdet eden delikanlıların adının ardına “çavuş” mutlaka eklenir, itibarı katmerlenirdi. Sivillikte de feraset ve maharetiyle tebarüz eden gençler; eski bir töre gereği kişiye hünerine atfen ad verilmesi gibi, askeri rütbe olan "çavuş"u, bir unvan olarak taşımaya layık görülürlerdi.
Özellikle köylükte, bir kişinin adının ardında çavuşu da varsa biline ki, askerde olduğu gibi, sivilde de erbab-ı hünerdir... Beyanımız onların serencamıdır; ahır encamları hayr ola.
a. Ali Okulu
Harf inkılâbı sonrası, kışlada hak edilen "çift pırpır", nere­deyse sayıları fazla olmayan lise diplomasına muadil bir mezuniyet belgesi hükmünde idi. Okur-yazar seviyesindeki ani düşüşü izale maksadıyla düşünülmüş "Ali Okulu" sayesinde, yeni harflerin cahili pek çok kimse ümmîlikten kurtulmuş; uygarlık yolunda, en azından kendi mektuplarını yazacak seviyede mesafe kat etmişlerdir.
Memlekette okur-yazar sayısını artırmak için bulunan çö­zümlerden biri de, selikası ve aritmetiği kuvvetli çavuşları "Eğitmen" vasfıyla istihdam ederek, tercihen kendi köylerine tayin olmuş­tur. Ki, askerde çavuşluğa yükselenlerin pekçoğu, eskiden ka­lemle tanış, yeni harflere geçişte de tanışıklığını sürdürmüş muhit­lerdendirler. Eğitmen çavuşlar yalnız çocuklara değil, yetişkinlere de kurslar açmışlar; kendilerine tahsis edilen mezbelelikleri mektebe tahvil ederek, maarif teşkilatımıza önemli hizmetlerde bulunmuşlar­dır.
b. Modernleşme ve asker ocağı
Şehirler, haber kaynakları yoğun ve teknik bilgiye daha açık yerleşim merkezleri olduklarından: Çavuşlar, medeniyet kılavuzlu­ğunu kâmilen köylerimizde icra etmişlerdir. Başta eğitmen çavuşlar olmak üzere, tamamı; ülkemizde hüküm süren "resmî pozitivizm"i derinden kavrayıp, kurmay ideologların erişemeyeceği bir idrakle sivilleştirmişler; modern teknikleri tarlada, harmanda tatbik etmişlerdir. Bu ilginç ve cesur girişimciler, su değirmenlerini traktör gücüyle döndürerek "ateş değirmeni"ne tebdil etmişler ama hanımların, "Un kavruk çıkıyor, ekmeği tutturamıyoruz!" şikâyetini de ciddiye alarak, kas­nağın hızını onların arzularına uyarak ayarlamakta zerre tereddüt göstermemişlerdir.
Çavuşlarla beraber, köylerimizde mütereddit karşılanan "gâvur icadı" bilgilere ilgi artmış; kendi çocuklarının ellerinde tehlike olmaktan çıkacağına inanılan pekçok teknolojik yeniliğe kapı açıl­mıştır. Çavuşlar, sayıları giderek artan traktörlerle tarla sürerken, taze hevesle pulluğu derine daldırdıklarında, ihtiyarlar hemen mü­dahil olur, toprağı bir buçuk karıştan derin sürmemek gerektiğini ikaz ederlerdi. Giderek, ayağı çarıklı erkân-ı harplerin kerevetinin bir kıyısına da ayağı "postal" görmüşler için yer açılması zaruret olmuş­tur.
Gerçi, onbaşı ve çavuşların "Frenk gömleği" denilen kravat yaka mintanları, çarıklıları birazcık huylandırıyorsa da, bilgelikle bilgi tez zamanda arifane bir itidale kavuşmuştur. Böyleyiz: Sert dönüşler, keskin virajlar bize göre değil!
c. Çavuşlar ve çaylaklar
"Manda yuva yapmış söğüt dalına/ Yavrusunu sinek kap­mış duydun mu(!)" gibi, mantığı zorlayanları da dâhil, türküler, ha­kikate dem tutar. Şu da onlardan biri işte; koşuluş sebebi, siz deyin anlı şanlı bir çavuşa mecliste yeterli ilgi gösterilmeyişi, ben diyeyim dünür gidilen kızın çavuşluğun kıymetini takdir edemeyişi... Her ne hal ise, çavuşumuz biraz burkulmuş, biraz öfkelenmiştir; koyuver­miştir avazını:
"Beni çavuş sanmayın,
Bir bölüğün başıyım..."
Öyledir... Çavuş deyip de geçilmez. Mekteb-i aslî kıta ise; kıt­ay-ı aslî çavuştur; bir bölüğün başıdır o. Çavuş, askerlik sanatının inceliklerine vakıf olmakla kalmayıp, dersini verecek kadar müte­bahhirleşmiştir; üstelik harpte ve sulhde kendisiyle daima aynı ka­dere sahip erlerin hakikî hamisidir. Askerî argoda "çaylak", "acemi kuş" gibi sıfatlarla anılan yeni tertip erler, dağıtım olup da vatan uf­kunda kanat çırpana kadar, çavuşların komutası ve merhameti al­tındadırlar.
Anadolu insanı, gurbette hemşeriliği herşeyin üstünde tu­tar; memlekette iyi geçinemeyenler bile, yabanda birbirine arkalanır. Hemşeriliğin en çok revaç bulduğu yer ise kışladır; bir gün önce silâhaltına alınanın, bir gün sonrakinden kıdemli addedildiği mantık takdirinde; acemi erlerin, kendi vilayetlerinden bir çavuşun bölüğüne düşmesi nimettendir. Arkalarında kudemadan dağ gibi hemşerisi bulunan çömezler, göze girmenin de, arazi olmanın da yollarını ça­buk keşfederler.
(Camilere yakın, tahta taraba çayocaklarında vakit aralarını yorgun fısıltılarla muhabbet ederek dolduran ihtiyarlara rastlamışsı­nızdır. Zamanın acımasız kılıcıyla biçilen hafızalardan geriye, alabil­diğine berrak tek köşe kalmıştır; orada da çocukluk ve askerlik hatıraları kayıtlıdır.
Sohbet o köşenin kıvrımlarında dolanır durur. Bir bakarsı­nız, altmışını çoktan devirmiş, çakı gibi iki neferin omuzları, filan köylü ya da mahalleli çavuşlarının kara haberiyle küçülmüş; yirmi­sinde bir civanı kaybetmişçesine yanmadadırlar.
Birinin bıraktığı yerden, sözü öteki alarak, rahmetlinin nasıl alaya nam salmış bir çavuş olduğunu, dürüstlüğünü, mertliğini, hemşericanlılığını anlatırken; gözoyuklarına biriken yaşları gizlemek için de azami gayreti gösterirler.
Bir iki hoperlör öksürüğü ile söz hitama erer.
Pür ihtiram ezanı dinledikten sonra, "İnna lillahi....." ayetini tasdik edip, iskemlelere dayanarak ağır ağır doğrulurlar.
Vakit ikindidir...)
d. Onbaşılar da mühim insanlardır
Onbaşılara haksızlık etmeyelim, “tek pıpırlı”lar da memleketin has çocuklarıdır; yalnız, rütbelerinin sivillikte çavuşla­rınki kadar kıymet-i harbiyesi yoktur. "Tertip" oldukları halde biri ça­vuş, diğeri onbaşı iki arkadaş tatlı tatlı şakalaşırlar. Çavuş, diğerine onbaşı diye hitap ederken, çevredeki­lere de işmar yoluyla kıdem farkını işittirir; onbaşı da vaziyeti anında kavrayarak, "Emret komutanım!" ı çakarak, latifeye letafet katar.
Onbaşılar da mühim insanlardır; hem mühim, hem iyi.
Evliya Çelebi(!) anlatır ya hani: Mahallenin kadınları çeşme­başında keşik beklerlermiş. O esnada bir yeniyetme, selamsız-sabahsız naylon bidonunu sıranın en başına şeklemesine dikmiş. İçlerinden tazece bir gelin, bir elini böğrüne yerleştirip en kostak edasıyla, "omuzluk"u tehdit makamında sallayıp, çıkışmış. Sonradan gelen, umursamamış ve kasılarak "Benim kocam yüzbaşı!" deyip, haksızlığına eş durumundan meşruiyet kazandırmak istemiş. Tazece gelinimiz beri durur mu "Benim kocam da, onbaşı!" demiş ve kadıncağızın su kabına bir tekme kondurarak sıradan çıkarmış. Tabii, kadınlardan en güngör­müşü; garibenin kötü bir niyetinin olmadığını, "kışlanın dışı"nın ahvalini bilmediği için hamlık ettiğini anlatarak, sükûneti sağlamış; sonra da bidonunu doldurup, sırtını tıpışlayarak yolcu etmiş.
Onların yol gözleyen hanımları da iyidirler; hem iyi, hem se­vimli.
e. Asker resimleri
"Er mektubudur görülmüştür" damgalı zarflarla eve ulaşıp ele değende bir bayram havası estirir asker resimleri. Suretteki tebessüm, asker ailelerinin hasretini giderir, gönüllerine emniyet hissi verir.
Çavuş resimlerinin ise apayrı bir havası vardır. Gıcır gıcır tö­ren üniformasıyla çektirilmiş resimlerde: yüz, çift perdahlı sinekkay­dıyla olduğundan daha pürüzsüzleşmiş; şapkanın tereği, nizamî eğiminden daha dik durmadadır ve alnı saç hattına kadar açmıştır. Bilekteki on yedi taşlı "Hıslon" ya da "Nacar" marka saat, akreple yel­kovanın doğruladığı rakamları gösterebilecek zaviyeden objektifi ni­şan tutmuş; "pırpır"ların bütün "çıtak"lığıyla sergilenebilmesi niye­tiyle sağ omuz yarım çark edilerek, ileriye çıkarılmıştır.
(Çavuş bekârsa, anası; son mektupla gelen resmi göğsüne yerleştirerek, ansızın keşfettiği, ne vakit serpildiğine akıl erdiremediği gelin namzedi kızın evine yönelir.
Kapıyı döver, "bizim it, sizin eve balta getirdi mi(!)" gibi tuhaf bir bahaneyle, içeri buyur edilmeyi bekler.
Eşikten ağır ağır geçen çavuş anası, zihninden de konuyu nasıl çıtlatacağının, resmi hangi vesileyle gösterebileceğinin hesabını yapmaktadır.
Laf lafı açar, gelin namzedi kızın anası, o değilden askerden söz edince; o da yine o değilden, oğlunun anlı şanlı bir çavuş oldu­ğundan başlayarak, terhisine kaç gün kaldığına varanaca anlatır. Kızın da gözucuyla görebileceği bir anı kollayarak, elini koynuna so­kup resmi çıkarır.
Resme bakmamak nezaketsizliğine düşmemek için, kısa fa­kat dikkatli nazarlarla göz gezdirilir. Ana yüreğinin sevecenliği içeri­sinde yadırganmayan hamleler hedefine ulaşmıştır.
Kız ailesi, kalorisi iyi hesaplanmış karavana va düzenli sa­bah talimleri sayesinde dolunay değirmisi bir hal almış çavuş çehre­sine ısınmaya başlar.
Mütevekkil, nasiplisini bekleyen kızcağız da; matruş yüzde daha bir belirginleşmiş, hilal kaşların ve bir çift siyah gözün ikide bir karşısına dikilmesine kani olamaz. Bu halin hicabından yüzü kıza­rırken, gönlünden bir yol da eloğluna doğru uzamadadır.
Gitmelerin gelmelerin ardı arkası kesilmez; iki aile arasın­daki "yuva kızdırma" faaliyetleri, çavuş terhis olana kadar sürer.
Sonrası; Allahın emri, Peygamberin kavli...)
Çavuş resimleri, işçiliği düşük ahşap çerçevelerde, evlerin kıblesine düşmeyecek şekilde duvarlara raptedilerek, suretin aslı öl­dükten sonra bile, ter-ü taze muhafaza edilir; resimlerin asıldığı yük­seklik ve çerçeve ebadının, Mushaf ve hüsn-ü hatları gölgede bırak­mamasına dikkat edilirdi.

B.
İkinci Cihan Harbi sonralarına kadar inkılâp buyruklarını, asrîleşmenin daha erken ve hızlı tezahür ettiği şehirlerimizin cazibe­sini, yurdun köşe bucağına ulaştırmada "kışla", esaslı bir köprü vazi­fesi görmüştür. Eşiğin dışını gurbet bilen, aklı erdikten sonra da taş çatlasın senede üç-beş kere şehre inme ihtiyacı hisseden kır in­san­ları; vilayet hududu dışına çoğunlukla askerlik münasebetiyle çıka­rak, göreneklerini artırma imkânına kavuşabilmektedirler.
a. Yatak ütüsü
Çavuşlar, askerlikte öğrendikleri hafif su çileyip, ütü yerleri dengi dengine gelecek şekilde akşamdan yatağın altına uzatılarak, sabaha ütülenmiş çıkan pantolon giyinmeyi, icab ettikçe sivillikte de sürdürmüşlerdir. Şehre inerken "yatak ütüsü"yle ütülenmiş panto­lonun üzerine, siyah kruvaze ceketi de çekti mi, filinta kesilirler.
Şehir dönüşü, ceketin cebine itinayla yerleştirilmiş gazete, çavuşluğun şiarındandır."Gazete yalan mı söylüyor!" saflığının hü­küm sürdüğü yıllarda, köye giren gazeteler, öyle bir günde tedavül­den kaldırılmaz; evden eve, elden ele gezdirilerek, birkaç günlüğüne matbu dedikodu malzemesi olurdu. Her santim sütunu maruf hale geldikten sonra da imha edilmeyen gazeteler; raf altlarına örtü, kitap­lara cilt olur; kırılmış pencere camlarına hamurla yapıştırılarak ihti­yaç savarlardı.
Bazı eski kafalar(!), ekmek gibi kağıda da hürmet gösterirler, sağda solda buldukları gazete kâğıtlarını ayakaltından kaldırarak duvar deliklerine sokarlardı. Gazetenin çok maksatlı tasarruf tarzına, sigara kâğıdı yerine ikame edilişini de eklersek, bugün tomar tomar çıkan gazetelerin hepten ziyan olduğunu düşünmemek elde değil.
b. Umur-u hariciye ve asker ocağı
Üst dudağı ortalayan ve halkın "kubur taşı"na benzettiği, başparmak enliliğindeki kara bıyıkların poz kestiği yıllarda, "ıra­dıyo"(radyo); şehirlerimizde bile nadir bulunur bir cihazdır. Kıraathanelerde, ağaların açtığı odalarda, bataryalı radyolardan Alaman ordularının zaferleri anons edilirken; köy halkı haberi dinlemekten ziyade, kendi konuşup kendi dinleyen "alamet"i tema­şayı tercih ederlerdi. "Umuru hariciye"si kuvvetli şahıslar olarak bu­rada da çavuşlar devreye girerek, fahrî haber yorumculuğunu üst­lenirler.
Acans (ajans) bittikten sonra, "Radyo ne demek istedi?" su­aliyle dolu nazarlar, bilirkişi vasfını bi-hakkın kazanmış çavuşa çev­rilir. Çavuş ise, kendini hafiften naza çekerek, iskemle gıcırtılarının dinmesini, halakanın tamamlanmasını bekler... Pirinç çay kaşıkla­rıyla, üzerinde sarı yaldızla "hoş geldiniz" yazılı bardakların temasın­dan doğan "çın çın"lar, her zamankinden daha yavaş; bir yudum çaylık molalarla şekerlenen sohbet her zamankinden daha tatlıdır. Acans adeta unutulur, radyonun uzaklardan gönderdiği haberin yerini, çavuşun mahallî vurgular da katarak yaptığı yorum alır. Birkaç çavuşun iştirakiyle gerçekleşen haber sonraları, tam bir mü­nazaraya dönüşür; sözaralarına serpiştirilen "Filan paşa tatbikatta demişti ki, bu Almanlar..." gibi takviyelerle işe yarı resmi bir hava verilerek ilgiyi artırma yoluna gidilir.
Yeni bir dönemle beraber, ülkede o günlere kadar görülme­dik bir teknolojik patlama yaşanır; transistorlu radyolar da her eve girmeye başlar. Radyonun tekâmülünde üçüncü sırada bulunan "cep radyosu" ile köy yollarında teferrüç, çavuşlarımıza nasip olmuş­tur. Hükümetin tamı tamına on iki buçuk liraya çıkardığı çavuş ma­aşı, evden gelen ufak tefek harçlıklarla birleşince, azımsanmayacak bir yekûn teşkil eder. Karavana haricine fazlaca imrenmeyip, nakdini muhafaza eden çavuşlar; tezkereyi alıp nizamiyeden çıkınca, gıcır onlukları bozdurur bozdurur harcarlar. Hısım-akrabaya alınan he­diyelerle istiap haddi aşıldığından, palaskayla bağlanarak sağlama alınmış asker bavulunun bir köşesinde, küflü saman rengini almış bir fanilaya sarılmış cep radyosu da vardır.
Çavuşların şahsa özel titreşimde ses çıkartan cep radyola­rıyla dolaşmaları hoş görülürken; daha sonra ortaya çıkan Alamancıların desinler için on iki pilli radyolu teypleri sonuna kadar açarak verdikleri metazori konserler, "çiğlik" olarak değerlendirildi.
c. Sinema ajanı çavuşlar
Şehre gittiğinde, zamanının bir kısmını sinema keşif gezile­rine ayıran çavuş, seyre değer bir filmi kafaya koyar; işin gücün az bir zamanı da traktör koşarak, gençleri uygun gördüğü filmin gös­terildiği sinemanın suaresine yetiştirir. Dönemin mendil ıslatan film­leri, erkek bir milletin delikanlılarına sinema loşluğunda bol bol gözyaşı akıtma fırsatı bahşederken; bir yandan da kılık kıyafet­ten, köy dövüşlerine kadar sirayet eden yeni alışkanlıkları zihinlere ekmektedir.
Çavuş ve maiyeti gecenin geç vaktinde sinemadan çıkarak, saatte yirmi dört kilometre hızla şehir yollarında toz kaldırırken; şehirdeki tekmil motorlu araç trafiği, şevrole (Chevrolet) ya da, bıyık (Buick) bir­kaç otomobil, az sayıda burunlu otobüs ve "askeriye bozması" da deni­len, inşaat malzemesi taşımada kullanılan cemse eskilerinden ibaret... Bu yıllar, başparmak enliliğindeki bıyıkların yerini, Ayhan Işık’ın da yaygınlaşmasını kolaylaştırdığı "duble" (douglas) bı­yıkların, köy delikanlılarınca da taklit edildiği yıllardır.
Sonrasında zaman, çılgın bir raksa kapılır, saatin sarkacı kopar; daha dün dediğimiz birçok şey gibi, çavuşların içtimai bün­yemizde yerine getirdikleri rol de, çok eski zamana ait, vesikalandırılması zor bir tarihî olay gibi zamana garkolmuştur. İyi de olmuştur, bu oluştan sonradır ki, iki yüz yıllık başa bağlı avarelik halinden silkinme ve canlılık hali başlamıştır. Artık memleketin vasat evladı hayata çeyrek tayınlık zaviyeden bakmamaktadır; meslek sa­hibi olmanın gerekliliğini anlamışlar ve kendi sınırlarını ciddi ciddi zorlamaya başlamışlardır.
d. Sivilleşme zamanıdır
Çavuşlar ve onbaşılar ve erler; kışlanın dışında işçi, me­mur, küçük esnaf ebadında, güç ve akıllarının yettiğince sivil ve mütevazı bir dünya inşa ettiler. Onlar ve evcimen kadınları diş­ten tırnaktan artırarak, öz sermaye ve helal lokmalarla "kaplanlar" yetiştirmeye başladılar; lakin gündoğumunda uzun vuran karaltıları, tenekeden akçe kesen kalpazan girişimcileri ürkütmededir.
Ulufeci aydının henüz keşfedemediği, ya da kast-ı mahsu­sayla horgördüğü Anadolu kafasında herşey berraklaşmaya yüz tutmuş, hakikî ve hukukî anlamıyla "serbest piyasa" düzeni, törenin verdiği munislik ile mezcedilmeye başlanmıştır. "Has"lar, "piyano pi­yano modernizm" rakımını çoktan aşmışlardır. Korkanların korkusu: Asrîleşmenin elden gidiyor oluşudur! Yoksa avare bozkurdun, av arayan kaplana dönüşümü, bizantinist hilelerle niçin durdurulmaya çalışılsın; ya da millet ekseriyeti böyle bir düşünceye niçin kapılsın.
Ve kemirgen bir acaba: Bu rüyada tekfurların da yeri var mıdır? Hafızamızı hayli zorlamamız lazım. Böylesine çetrefilli so­rularla meşgul olduğumuz şu sıralar çavuş ya da onbaşı lakabının eratı artık kesmediğini işittirmek iste­rim; askeri unvanlar ve elbiseler dar geliyor paşalar, dar!
Z. Sonuç
Kışlanın içini fazla dolaşmadan, çavuşların (onbaşıların da) yakın tarihimiz ve sosyal hayatımızdaki yerlerini, harici sahnelere de başvurarak temaşaya çalıştık; parantezler açtık. Adları majüsküllü geçen büyük tarihî şahsiyetlerin çok çok altlarında, yazmayı yeni öğrenen bir çocuğun kaleminin titrekliğiyle yatık el yazısıyla istif edilmiş "çavuş" kelimesi çok mu küçük bir ayrıntıdır sizce?
Oysa çavuşlar/mehmetçikler; yeryüzünde "yanaşık düzen" dolaşmanın imkânsızlığını anlayıp, hür adımlarla yürüyüşe geçtiklerinde bir değil, birkaç ülkeyi kendi parantezleri dahlinde demokratlaştı­rabi­lecek cevhere sahiptirler.

4 Kasım 2011 Cuma

Eski Mesel

I.
Derler ki: Söz para etmez, söylersin geçiverir.
Kaç eder, kaça gider, kaç verir, kaça verir?

“Kaç”tan başka soru mu kaldı, şimdi?
kim düşünür “dört sual”e cevabı şimdi?
“How much money” ah o frenk dilberi
çığırından çıkardı kadınları erkekleri…
Orda how much, burda “kap kaç?” düzeni
sürdü soframızdan nurlu alınterini.
Faiz asaletmeab, asillerin asili
her doğanın ikizi her göçenin varisi.

Üç öğün kamçı yedi borcun altında kaldı
taksit taksit tükendi yiğitlerin yüreği.
Tefeciler çalımlı kurumlu hem de meşru
centilmen haramiler şehre karakol kurdu.
Bir koşu markete var dolduruver poşete,
ne varsa sal sepete iştahımız dokuz kat.
Çöp dağları tevatür kalkınma göstergesi
gerçek dağlarsa arsa parselle parselle sat.

Bir günah yüzünden sürgün olduk cennetten
tükettik günahı da cennet kuralım derken.

II.
Derler ki: Eski meseldir aşk, elde kalan bu
deşeleme eski meselleri devran bu.

Ey ilk dersi kaçıranlar, ipek hırkalılar
bir ömür sarartanlar “mutlu musun?”la!
Tenzilatlı aşk romanları yazılır sizler için
“Verevine Yalnızlık” meselâ, sezon sonu;
son satırdan başlamalı okumaya.

Yalnızlık ki şirklerin en basiti en ucuzu...

Evsiz kızların yalnızlığı acayip fiyakalı
kart eleştirmenler içinse derin mevzu…
Karışır birbirine rock’n roll, ferah feza;
Sarı sevdalar çekeriz, hormonlu şarkılarla...
Devir: Post-aşk devridir, aşka darbe zamanı:
waoooow demek düşer bize, yedi elif miktarı.

Değil, yanlış, yalan, eğri! Neresini düzeltmeli
Aşk bu aşk! Gazete havadisi değil ki...