30 Nisan 2012 Pazartesi

İNZİVA VE HALVET


         İlk kilise dağ başında bir mağaradır. Hıristiyanlığın din olarak yayılma stratejisinin teorisyeni Saint Paul ile beraber “münzevî kiliseler” yaygınlaşmıştır. İlk kiliselerin çoğu Anadolu’dadır ve dağ başlarındadır, hatta bazen yeraltındadır. Sosyal hayata karışmadığı yüzyıllarda, belli bir gizlilik içinde yürüyen hristiyanî ibadet -daha çok riyazet- inzivaya vazgeçilmez bir konum kazandırmıştır. Her papaz, yürüyen münzevî bir kilisedir. Günaha bulaşmamak için günahkârlara mesafeli durmak esastır.

Tanrı devleti-yeryüzü devleti dilemması ve paylaşımı ile bir tür uzlaşma sağlandığı Kutsal Roma sonrasında hayata yakınlaşan kiliseler, haşmetli münzevî yapılara dönüşmüştür. Kilise şehir mimarisiyle bütünleşmekten çok yukarıdan bakmayı tercih eder. Pazar ayinleri, rahip sınıfına hayatı ayaklarına çağırma üstünlüğü bahşeder.  Hristiyanî tedris ve riyazetin merkezi olan ve sonraları birer bağımsız üretim birimi olarak da işlevini genişleten manastırlar, sosyal hayattan tamamen soyutlanmış “münzevî yapılar”dır. Kiliselerin kent merkezlerine kayması, rahip ve rahibelerin “inziva geleneği”nden yetiştirilmelerine ve geleneği sürdürmelerine engel değildir. Manastırlar hayata dışarıdan müdahalenin eğitimini almış ruhban yetiştirmektedir. İnzivacı gelenek, hayata hayatın içinden değil, dışından ve daha çok da üstünden müdahale edicidir. Bu geleneğin bugün açısından en yalın göstergesi: Vatikan’dır. Esrarengiz ve entrikalarla dolu gizemli bir manastır intibaı veren Vatikan, tüm hristiyan ulus-devletlerden soyut duruşu itibariyle münzevîdir; dışarıdan ve biçimlendirici bir aktör olarak da inziva geleneğini sürdürmektedir.

Cami başından beri hayatla iç içedir. Tedris-riyazet-ibadet merkezi olarak gözüken medrese cami ve tekkeler şehrin, mahallenin içinde; hatta herkesin ulaşabileceği, herkese açık merkezî bir yere iskân edilmişlerdir. Buralarda yaşayan âmir ya da âlim konumundaki insanlar arasında rahiplik hiyerarşisi değil, olsa olsa mesuliyet farkı vardır. Bizde halvet vardır, inziva yoktur. Halvet Allah’la başbaşa olmaktır. Çilehane vahut halvethane, inzivadan tamamen farklı; geçici ve istisnai bir talim-terbiye aşamasıdır. Yeryüzü nasıl mescit kılınmışsa, “halvet” için de yeryüzü tek adrestir; çünkü “Cümle mevcudat zâkir, cihan dergâhtır.” ibaresi riyazetin özüdür. Tedris-riyazet-ibadet üçlüsünü ayrı düşünmek, müslümanların bugün yaşadığı en ciddi sapmadır. Devletlerce güdümlenen ve denetim maksadıyla desteklenen bu sapma, müslümanları organik bütün olmaktan uzaklaştırmış, din görevlisi ile rahip ahlak olarak değilse de, işlev olarak yakınlaştırılmıştır. Allah’la baş başa olmak için münzevî bir mekâna ve muayyen gün ve vakitlere hacet yoktur. Tabiatın da tedric ile birbirine bağlanan kullardan mürekkep oluşundan dolayı, beşeri ilişkiler (muaşeret) dediğimiz herşey insan dışındaki diğer kullarla da beraber olmaktır. Halk, sadece insanlar topluluğu değil, halk-ı âlemdir.

Bir keşiş için tabiat, muteber bir nesne değildir; Rönesans’a kadar da batı anti-tabiattır; çünkü tabiat günahkârların mekânıdır. Tabiata Aristocu akılla bakışın “resmî bilim” oluşu bu yüzdendir. Rönesans: Tabiata muaşeret içerisinde yönelişin değil, tabiatı sevmenin hiç değil; ihtiras, şehvet ve iştahın aklîleştirilmesinin adıdır. Rönesansçı bilmek, günahkâr tabiat ve insanın efendisi olmak için bilmektir. Bugünkü resmî bilim, salt hükmetmenin aracıdır.  Kısa zamanda naif ve efsanevî Rönesans aydınlarının fikirlerinden koparılarak, resmen avamîleştirilen aydınlanma düşüncesi, bugüne kadar kesintisiz ulaşan uyarlamalarıyla arsız bir ortasınıf ideolojisidir.

Modernizmin mezhepleri konumunda olan liberalizm, sosyalizm gibi ideolojiler tarihin dışından tarihe, hayatın dışından hayata müdahale niyetiyle inşa edilmişlerdir. Aynı evrim çizgisi ve tarih şemasına sahip bu mezhepler, modernizmin akaidini oluşturmuşlardır. Çağdaş bilim kurumları münzevî manastırların temeli üzerine yükseldiği gibi, “aydın” denilen tip de münzevî rahiplerin cüppesinden doğmuştur. Aydın, hayatı dışarıdan müdahale ederek biçimlendirmeye çalışan fenomendir. En trajik aydın tipi ise, sistemin günahlarını yine sistemin yüzüne okumak için, halktan kopuk bir dil benimseyen muhaliflerdir(!). Muhalif duruşu derhal çağrıştıran post-modern münzevilerin beti bereketi olmayan söylev ve söylemleri, garip bir günah çıkarma merasimine dönüşmektedir. “Söylüyorum söylüyorum, kimse harekete geçmiyor!” ifadesi, kendisine acıyan ve acındıran post-modern aydınların halet-i ruhiyelerinin fotoğrafıdır. Muhalifi ve muhalif olmayanıyla aydın, hayalî bir “kimse”ye söyleyen ve kendisinden daha çaresiz olan kitleler içinde münzevî yaşayan yalnız/yabancı rolüne kendini kaptırmıştır. Bu çoğunlukla yabancı da değil, yalancı bir duruştur. Kitle iletişim araçları vasıtasıyla yahut çarşıda, pazarda, panayırda, fuarda yakın mesafeli muaşeret, “inziva” halini bozmaz; sadece “İnziva der-encümen” denilebilecek bir durum ve duruş çıkartır.

“Halvet der-encümen” müslüman bir topluluğu organik bir bütüne benzeştiren genel bir ilkedir; evde, işte, ticarette, zenaatte “Halvet”e çağırır. “Bismillah” ile başlanılması mümkün olmayan hiçbir iş meşru olamaz!  İşbölümü esasına göre işletilen makine-toplumlarda birey, kendi işine gömülen münzeviler gibi değerlendirilmiştir. Kitleler rahibane inzivanın, teknikleşmesi suretiyle “gözlerini kapayıp vazifesini yapan” münzevî bireylere çevrilmiştir. Bugün tüm dünyaya hâkim olan ve yasalarla dayatılan toplum modeli, manastır işletmelerinin tekâmülünden ibaret büyük çaplı işletmelerdir. “Halvet der-encümen” çağrısı, “Hakk” kavramını hukukun insafına bırakmayan bir toplum modelinin belkemiğidir. Bu çağrı daha ince ayar verici bir nitelikle: Mesleğinde, ilminde, makamında v.s. hüner ve rütbe kazanan “seçkinler”e, tekebbüre düşmemenin ihtarıdır.

Hülasası zor bir konuda iki “ideal tip” çerçevesinde ve kısacık bir yazı içinde, yaptığım atıfların tamamının bedeli uzun uzun ödenmiş ve hesabı verilmiştir. İnziva Özel Sayısı, ileri tarihlerde dile getirmeyi düşündüğüm bir konuyu azıcık erkene almış oldu. Dergilerde “özel sayı” uygulaması tahlile değer ve hazzetmediğim bir hal almışken, böyle bir konuyu kıymetli bir buluş olarak değerlendirdiğimi söylemeliyim. Yayınlanacak diğer yazıların “inziva”ya bakışları mutlaka farklı olacaktır. Benim yaptığım: Soyutlama, tipikleştirme ve kavramlaştırma suretiyle “kendi derdimi” anlatmaktan ibarettir. Dedikodu babından benden de soracak olursanız, kesinlikle münzevî değilim; “Halvet der-encümen” ilkesine sıkı sıkıya bağlıyım. Ancak dengeli bir dağılımın asla gerçekleştirilemeyeceğini düşündüğüm, vasatını yitirmiş bir toplumun ferdiyim. İslamizmin kısa vadede kârlı ama geçici dilinin uzantısı olarak bir tür münzevileştirme/laçkalaştırma operasyonu da yürürlüktedir ve bu yüzden, ilkenin “Halvet” tarafı daha ağır basmaktadır, elde değil!