İlk kilise dağ başında bir mağaradır. Hıristiyanlığın din olarak yayılma stratejisinin teorisyeni Saint Paul ile beraber “münzevî kiliseler” yaygınlaşmıştır. İlk kiliselerin çoğu Anadolu’dadır ve dağ başlarındadır, hatta bazen yeraltındadır. Sosyal hayata karışmadığı yüzyıllarda, belli bir gizlilik içinde yürüyen hristiyanî ibadet -daha çok riyazet- inzivaya vazgeçilmez bir konum kazandırmıştır. Her papaz, yürüyen münzevî bir kilisedir. Günaha bulaşmamak için günahkârlara mesafeli durmak esastır.
Tanrı
devleti-yeryüzü devleti dilemması ve paylaşımı ile bir tür uzlaşma sağlandığı
Kutsal Roma sonrasında hayata yakınlaşan kiliseler, haşmetli münzevî yapılara
dönüşmüştür. Kilise şehir mimarisiyle bütünleşmekten çok yukarıdan bakmayı
tercih eder. Pazar ayinleri, rahip sınıfına hayatı ayaklarına çağırma üstünlüğü
bahşeder. Hristiyanî tedris ve riyazetin
merkezi olan ve sonraları birer bağımsız üretim birimi olarak da işlevini
genişleten manastırlar, sosyal hayattan tamamen soyutlanmış “münzevî yapılar”dır.
Kiliselerin kent merkezlerine kayması, rahip ve rahibelerin “inziva geleneği”nden
yetiştirilmelerine ve geleneği sürdürmelerine engel değildir. Manastırlar
hayata dışarıdan müdahalenin eğitimini almış ruhban yetiştirmektedir. İnzivacı
gelenek, hayata hayatın içinden değil, dışından ve daha çok da üstünden
müdahale edicidir. Bu geleneğin bugün açısından en yalın göstergesi:
Vatikan’dır. Esrarengiz ve entrikalarla dolu gizemli bir manastır intibaı veren
Vatikan, tüm hristiyan ulus-devletlerden soyut duruşu itibariyle münzevîdir;
dışarıdan ve biçimlendirici bir aktör olarak da inziva geleneğini
sürdürmektedir.
Cami başından
beri hayatla iç içedir. Tedris-riyazet-ibadet merkezi olarak gözüken medrese cami
ve tekkeler şehrin, mahallenin içinde; hatta herkesin ulaşabileceği, herkese
açık merkezî bir yere iskân edilmişlerdir. Buralarda yaşayan âmir ya da âlim
konumundaki insanlar arasında rahiplik hiyerarşisi değil, olsa olsa mesuliyet
farkı vardır. Bizde halvet vardır, inziva yoktur. Halvet Allah’la başbaşa olmaktır.
Çilehane vahut halvethane, inzivadan tamamen farklı; geçici ve istisnai bir
talim-terbiye aşamasıdır. Yeryüzü nasıl mescit kılınmışsa, “halvet” için de
yeryüzü tek adrestir; çünkü “Cümle mevcudat zâkir, cihan dergâhtır.” ibaresi riyazetin
özüdür. Tedris-riyazet-ibadet üçlüsünü ayrı düşünmek, müslümanların bugün
yaşadığı en ciddi sapmadır. Devletlerce güdümlenen ve denetim maksadıyla
desteklenen bu sapma, müslümanları organik bütün olmaktan uzaklaştırmış, din
görevlisi ile rahip ahlak olarak değilse de, işlev olarak yakınlaştırılmıştır. Allah’la
baş başa olmak için münzevî bir mekâna ve muayyen gün ve vakitlere hacet
yoktur. Tabiatın da tedric ile birbirine bağlanan kullardan mürekkep oluşundan
dolayı, beşeri ilişkiler (muaşeret) dediğimiz herşey insan dışındaki diğer
kullarla da beraber olmaktır. Halk, sadece insanlar topluluğu değil, halk-ı
âlemdir.
Bir keşiş için
tabiat, muteber bir nesne değildir; Rönesans’a kadar da batı anti-tabiattır;
çünkü tabiat günahkârların mekânıdır. Tabiata Aristocu akılla bakışın “resmî
bilim” oluşu bu yüzdendir. Rönesans: Tabiata muaşeret içerisinde yönelişin
değil, tabiatı sevmenin hiç değil; ihtiras, şehvet ve iştahın
aklîleştirilmesinin adıdır. Rönesansçı bilmek, günahkâr tabiat ve insanın efendisi
olmak için bilmektir. Bugünkü resmî bilim, salt hükmetmenin aracıdır. Kısa zamanda naif ve efsanevî Rönesans
aydınlarının fikirlerinden koparılarak, resmen avamîleştirilen aydınlanma
düşüncesi, bugüne kadar kesintisiz ulaşan uyarlamalarıyla arsız bir ortasınıf
ideolojisidir.
Modernizmin
mezhepleri konumunda olan liberalizm, sosyalizm gibi ideolojiler tarihin
dışından tarihe, hayatın dışından hayata müdahale niyetiyle inşa edilmişlerdir.
Aynı evrim çizgisi ve tarih şemasına sahip bu mezhepler, modernizmin akaidini
oluşturmuşlardır. Çağdaş bilim kurumları münzevî manastırların temeli üzerine
yükseldiği gibi, “aydın” denilen tip de münzevî rahiplerin cüppesinden
doğmuştur. Aydın, hayatı dışarıdan müdahale ederek biçimlendirmeye çalışan fenomendir.
En trajik aydın tipi ise, sistemin günahlarını yine sistemin yüzüne okumak
için, halktan kopuk bir dil benimseyen muhaliflerdir(!). Muhalif duruşu derhal
çağrıştıran post-modern münzevilerin beti bereketi olmayan söylev ve
söylemleri, garip bir günah çıkarma merasimine dönüşmektedir. “Söylüyorum
söylüyorum, kimse harekete geçmiyor!”
ifadesi, kendisine acıyan ve acındıran post-modern aydınların halet-i
ruhiyelerinin fotoğrafıdır. Muhalifi ve muhalif olmayanıyla aydın, hayalî bir “kimse”ye söyleyen ve kendisinden daha
çaresiz olan kitleler içinde münzevî yaşayan yalnız/yabancı rolüne kendini
kaptırmıştır. Bu çoğunlukla yabancı da değil, yalancı bir duruştur. Kitle iletişim
araçları vasıtasıyla yahut çarşıda, pazarda, panayırda, fuarda yakın mesafeli muaşeret,
“inziva” halini bozmaz; sadece “İnziva der-encümen” denilebilecek bir durum ve
duruş çıkartır.
“Halvet
der-encümen” müslüman bir topluluğu organik bir bütüne benzeştiren genel bir
ilkedir; evde, işte, ticarette, zenaatte “Halvet”e çağırır. “Bismillah” ile
başlanılması mümkün olmayan hiçbir iş meşru olamaz! İşbölümü esasına göre işletilen
makine-toplumlarda birey, kendi işine gömülen münzeviler gibi
değerlendirilmiştir. Kitleler rahibane inzivanın, teknikleşmesi suretiyle
“gözlerini kapayıp vazifesini yapan” münzevî bireylere çevrilmiştir. Bugün tüm
dünyaya hâkim olan ve yasalarla dayatılan toplum modeli, manastır
işletmelerinin tekâmülünden ibaret büyük çaplı işletmelerdir. “Halvet
der-encümen” çağrısı, “Hakk” kavramını hukukun insafına bırakmayan bir toplum
modelinin belkemiğidir. Bu çağrı daha ince ayar verici bir nitelikle:
Mesleğinde, ilminde, makamında v.s. hüner ve rütbe kazanan “seçkinler”e, tekebbüre
düşmemenin ihtarıdır.
Hülasası zor
bir konuda iki “ideal tip” çerçevesinde ve kısacık bir yazı içinde, yaptığım
atıfların tamamının bedeli uzun uzun ödenmiş ve hesabı verilmiştir. İnziva Özel
Sayısı, ileri tarihlerde dile getirmeyi düşündüğüm bir konuyu azıcık erkene
almış oldu. Dergilerde “özel sayı” uygulaması tahlile değer ve hazzetmediğim
bir hal almışken, böyle bir konuyu kıymetli bir buluş olarak değerlendirdiğimi
söylemeliyim. Yayınlanacak diğer yazıların “inziva”ya bakışları mutlaka farklı
olacaktır. Benim yaptığım: Soyutlama, tipikleştirme ve kavramlaştırma suretiyle
“kendi derdimi” anlatmaktan ibarettir. Dedikodu babından benden de soracak
olursanız, kesinlikle münzevî değilim; “Halvet der-encümen” ilkesine sıkı
sıkıya bağlıyım. Ancak dengeli bir dağılımın asla gerçekleştirilemeyeceğini
düşündüğüm, vasatını yitirmiş bir toplumun ferdiyim. İslamizmin kısa vadede kârlı
ama geçici dilinin uzantısı olarak bir tür münzevileştirme/laçkalaştırma
operasyonu da yürürlüktedir ve bu yüzden, ilkenin “Halvet” tarafı daha ağır basmaktadır,
elde değil!
Saygı ve muhabbetle, kaleminize sağlık Hocam.
YanıtlaSil