22 Haziran 2015 Pazartesi




RAMAZAN MEDENİYETİ
 “Nerde eski Ramazanlar!” muhabbeti, ihtiyarlık da değil tastamam pörsümüşlük alametidir. Daüssıla (nostalji) edebiyatı, özellikle ve ne yazık ki deneme tarzının kolayca düşebildiği bir sığlığı da içinde barındırmaktadır. Yaşı henüz otuzlarda ve yevmi gazetelerde köşe kapmaca oynayan tıfıl yazarların, yücelttikleri yakın geçmiş ve çarpık mekânlar sahih olandan uzaklaşmanın derin çizgilerini taşıyor. Ramazan yazısı mı? Peeeh! Azıcık mahya ışıltısı, aç karına yemek tarifeleri, bıldırki iftar çadırı muhabbeti; bir değil birkaç Ramazan yazısına ziyadesiyle yeter. Modaya uyup bir Ramazan yazısı döktürmek için değil; utangaç, hatta korkak olmama rağmen hayatımın aşkını itiraf niyetiyle huzurdayım.
Ey Şehr-i Ramazan, ey canım, ey canımın içi!
Ben seni seviyorum, ben seni çok ama çook seviyorum, ben sana âşığım, ben sana vurgunum… Hayat denilen muammayı seninle çözdüm, zorluklarını seninle aştım. Seni kaç kere yaşadımsa, hakiki ömrüm, ömrümün müddeti odur; arda kalan günlerim dolgu malzemesi. Bana açlığın ne belâ olduğunu, iftarda içtiğim bir tas çorba öğretti. İtiraf ediyorum; hiç zengin iftar sofralarına gönüllü oturmadım, oturdumsa da lokmalarım boğazıma tıkandı. Evde bir sıcak şehriye çorbasıyla kendine gelen, tıka basa dolmamış bedenimle secdeye vardığım anlarda, miracın ne demek olduğunu hakkıyla tanıttın bana. Ey Hz. Ramazan! Senden ayrılmak hep güç oldu, seni uğurlarken hep hüzünlendim. Hiç ayrılmadık aslında, çünkü hüzün daimi vuslattır; kişi, kimin hüznünü çekiyorsa, onunla beraberdir... Çok acıktığım anlar sessizce oturdun yanıbaşıma ve ağır ağır yediğim bir kazan simidini mükellef ziyafete çevirdin. Kudret helvasından pay umarak salyalarını akıtan nefsimin bir simide fit oluşunu ibretle seyrettim. Dökülen susamları şahadet parmağımla tek tek toplayıp ağzıma götürme keyfini billâh hünkâr sofrasına değişmem. Seninle her şey güzel, her şey sevimli… Şu hoşlaşmadığım obez komşum var ya, yüzünde bir Haziran orucunun rengini gördüğümde onu bile sevmiştim.
Şehir mehir diyorlar! İnan senin ziyaret etmediğin şehir, gâvur parasıyla beş para etmez. Her biri bir akaidi ıstılah olan Osmanlıca tamlamaları, sondan başa doğru çözmeyi öğrenmem dil konusunda erken yaşadığım bir devrimdi. Ama henüz “şehr” kelimesinin ay anlamı da olduğunu bilmiyordum ve Şehr-i Ramazan tamlamasını Ramazan Şehri olarak anlıyor, yaşadığım şehrin bir aylığına Ramazan Şehri olduğuna kanaat getiriyordum. Teşrif-i kudümünle şehir daha medeni, evler daha temiz, insanlar daha edepli bir hale kavuşuyordu. Ramazan demek güzelin, iyinin, doğrunun “daha”sı demekti. Sonra “şehr”in ay anlamı olduğunu öğrendim, ama bu eşseslilik hep hoşuma gitti ve şehirler içinde en güzel şehrin Ramazan şehri olduğuna kanaat getirdim. Ey Ramazan, ey hilal yüzlü öğretmenim benim! Bir ay süreyle senin rahle-i tedrisinde adam gibi adama dönen şehirlerin ve şehirlilerin yerinde olsam, on ay yolunu gözler; on birinci ay senin önünde imtihana girer, kazanırsam kendimi medeni sayardım. Ama ben ne şehirim, ne şehirli; kendi halinde bir Ramazanlıyım, evet ben Ramazan sakiniyim hemşerim. Ramazan şehrini görmeyen şehirden şehir, o şehirde ikamet etmenin hazzını yaşamayandan da şehirli olmaz. N’ola, bütün şehirler, şu on bir ayda bir defa gerçek şehir olma yoluna girmişken, bayramdan sonra yeniden firavunlaşmaya meyletmeseler.
Ne kadar da güçlü bileğin var ey hilal yüzlü güzel. Sayende şu yumruğunu dünya da hiçbir pehlivanın açamadığı nekes adamın elleri gevşiyor ve “elinin kiri” akıyor, temizleniyor, katı kalbi yumuşuyor. Mahallenin müptezeli ilk günden itibaren ağzını çalkalıyor ve bir aylığına da olsa çocukların eğlencesi olmaktan kurtuluyor. Düşkün hovardalar oynaş nazarlarla öyle her gördüğü hatun kişiyi bizar etmekten vazgeçiyor, olması gerektiği gibi “Nazar ber-kadem” yaşama inceliğine erişiyor. Bir avuç mütekaidin ikametgâh adresi haline gelen mahzun mescitler birden bire gençleşiyor, minarelerin omuzları dikleşiyor. Ehl-i kıblenin çokluğunu görünce, mihrapların gözlerinden hayret ve sevinçle ışıkları saçılıyor.
Biz kazaklara çocuk sevmeyi de sen öğretiyorsun, ama sonra hemen unutuyor ve katılaşıyoruz. Senede bir ay evimize mihman olduğunda, oruç renkli yanaklarımız büyükler indinde kıymete binerdi. Ramazan çocukken sevilir, çünkü çocuklar en çok Ramazanlarda sevilir. Dar hacimli midelerinin esareti, çocukların özgürlüğüdür. Minik kalpleri kırmamak için gösterilen itina keşke bayramdan sonra da sürebilse. On ay ders çalışmaya test çözmeye mahkûm yavrularımızın yüksek not almaları dışında başını bile okşayamaz hale geldiğimiz şimdilerde de büyüklerin sevgileri oruç sayesinde bereketleniyor. Çocukluğumuzun adam yerine konulduğumuzu hissettiren o ilk sahur yemekleri ve arkasından ağzımız çalkalayıp vecd içinde ettiğimiz niyetler, unutulur mu? Kuşlukta acıkmaya başlar, öğleye varmadan da iftar ederdik. Yarım günlük oruçlara “direk” verir, büyükler iftara kadar kalan süreyi bisküvi arası lokum yahut akide şekeri ile bizden satın alarak, orucumuzu tamamlamışlık hissi verir; rahatsızlık duymamızı engellerlerdi. Bizi büyük adam olmaya hazırlamanın bir tür alıştırmasıydı o yarım günlük oruçlar. Sonra tamamladık; tamamlandık…
Ramazan bize her haliyle her tavrıyla bugünün yemeyi, içmeyi, israf etmeyi şiar edinen hâkim ahlâkına ve “çöp uygarlığı”na karşı durabileceğimiz bir merhamet ve şefkat medeniyetinin ruhunu sunuyor. Namaz tek tek insanları yükseltir ve şahsiyetimizi takviye eder; oruç ise tüm toplumun miracıdır. Ramazan ayı münasebetiyle girdiğimiz medeniyet ikliminden keşke hiç çıkmasak! Bir yolunu bulsak da on bir ayın tekmilini Ramazan gibi yaşasak. On bir ayın sultanının sultanlığı hiç bitmese. Mesela, iftar çadırları on ay boyunca da mecburi perhiz yapan fakirler için açık tutulsa. Hiç olmazsa bir yıllığına böyle bir yol açsak, belki bütün insanlık dönüp dönüp bize bakarak adamlık öğrenir. Belki, Birleşmiş Milletler, Ramazan ahlâkını Müslim, gayr-ı Müslim herkese örnek olarak sunar. “Nerdeeee!” demeyin, lütfen demeyin, bari siz demeyin. 

21 Haziran 2015 Pazar

YAZ RAMAZANLARI

Merhum Kaya Bilgegil haziran ortasında sakoyla bölüme girmektedir... Genç akademisyenler için bir yürüyen mektebin her hali önemli; hocayı sözün mıntıkasına çekmek için o günün bahanesi de ayağıyla gelmiştir. Taliban odaya damlar ve münasip bir lisanla, “Hocam, sakoyu çıkarmayı düşünmüyor musunuz?” sorusunu yöneltirler. Cevap; Erzurum’u, soğuğu, sakoyu, yaşlı mafsalların karıncalanmasını havidir ve hafiften sitemlidir:
­- Erzurum’un Temmuz soğukları da geçsin, çıkaracağım evladım!
Hocam, takvimde “eski hesap”ı takip eder miydi bilmem; ama ben takip ederim. Mayısın sonlarına kadar, kışlıklarımı çıkartmam ki bu da Haziranın başı demektir handiyse. Nükteyi çok tuttuğumdan, bana da kalın urbalarımı soranlara “Sivas’ın Ağustos soğukları da geçsin, yazlıkları çekeceğim!” derim. Nüktenin şeş cihetini anlayan fazla değil ama yine de bir şeyler anlaşılıyor ki, en mizah yoksunu bile tebessüm edebiliyor. Çocukların suçu yok; o günlerin bazı olumsuzluklarına rağmen merhum Hoca’nın muhatapları gibi teşne-dil öğrencilerimin çok sayıda olmasını isterdim. Bu yüzden azlarım çok kıymetli çoook!
Ramazan’ı sevmemek ne mümkün; azalıyorum ve yaşayacağım Ramazan sayısının azalışına da için için üzülmekteyim. Bu üzüntü anlaşılabilir mi, paylaşıla bilir mi bilmem; anlatmaya çalışayım… Bu dünyadan göçtükten sonra senede bir ay izin çıksa kudret-i haktan ve tercih hakkım olsa: Ramazan’da faniler arasında, hanemde olmayı isterdim; ama “Ramazan yaza mı geldi!” diye de sorardım. İftar ferahlığını ailemle yaşamayı, teravih namazını Ulu Cami’de kılmayı, namazı müteakip Zarif’in Çayevinde demlenmeyi isterdim. Ramazan bu kadar değil elbette, tek başına hilâl endamlı bir medeniyettir. Bir toplum, kalan on bir ayda, ayların sultanına ettikleri biati unutmasa, dünyanın en medenî ahalisi haline gelir.
İnanmazsınız… Yarım saat evvel işyerinden çıktığımda kezzap gibi bir sıcak vardı. Yarım saat sonra arabadan indim ve içeri girinceye kadar akşam serinliği(!) tepeden tırnağa silkeledi. Şimdi anladınız mı, Ramazan’ın yaza gelenini kıştan ziyade neden sevdiğimi? Kış günleri kısa ama sahurda çoğunlukla üşütüyorum, sabah midem havaleli… Zemheri ayazı ve oruçsun; katın açılmıyor ki açık havaya çıkasın, ayaz adamın dalağını kesiyor. Gerçi arabalıyız, ama oruç keyfiyle trafiğe katkıda bulunmak kalp kırma, kırılma riskini artırır, en iyisi evde tatsızlık çıkarmak… Hayat şartları eskisiyle kıyaslanmayacak derecede konforlu; tuvaletler bile kaloriferli, ayağımız yere değmiyor filan diyebilirsiniz ama benim gibi kemik yorgunu bir adamı kış Ramazanlarının daha güzel olduğuna ikna edemezsiniz. Çünkü konu sadece soğuk değil, şu teravihten sonra açık havada gıcırtılı tahta iskemlelere oturup ettiğimiz muhabbet, cennet taamı gibi bir şey… Hele işin içinde çekilir tarafından canlı müzik de varsa… Daha demin demedim mi İbrahim, Bakara meclislerini canlandıralım diye?
- Dedin abi dedin de; yokladım kamuoyunu herkesin arşivi varmış, CD’den dinliyorlarmış!
Dinlesinler! Canlı olan herşeyin ruhunu kabzederek, insanı canlı canlı kendi kuturlarına hapseden bir dijital âlemin varlığı bir dert, yokluğu çare değil. Ansiklopedi okunur mu, okurdum; tozlanmış ciltler yarım metre ötemde melûl melûl oturuyorlar. Çünkü internet acayip tasarruflu iş, afakî bilgiler bir tık ile emrinize amade…
Zarif’in çayevi sizlere ömür ama daha geniş ve denginizle denklenebileceğiniz hayli mekân var; her şehirde var. Bir de iftara kadar dimağı gıdasız kalmış ehl-i duhanın yele karşı duman üflemesi erbabı için ayrı bir keyiftir; nostalji üfürmüyor, tecrübemi konuşturuyorum. Zahmet etme sevgili editör, ağzımı ben bantlayayım, xxxxxa sağlığa zararlıdır! Geç saat, çayların hitamında bir de kahve, sahura kadar çakı gibi tutar adamı. Mevsim itibariyle izne ayrılanlar yahut öğleye kadar benim gibi uykuya da part-time oruç tutturma imkânı olanlar için Ramazan’ın kıymetini yazın idrak etmek daha hoş değil mi? İnceliğe dikkat; orucu uykuya değil, uykuya oruç tutturmak… Uyku borçlarımızı da eda ettikten sonra, ibadet ve bu ayın ziyneti mukabeleler; bizlere dünyanın en medeni, en munis yirmi dört saatini geçirtir.
Bastıramıyorum içimdeki yetimi, terli perçemini düzeltmeliyim!
Çocukluğumda da severdim/severdik yaz Ramazanlarını. O cami senin bu cami benim teravih namazı pasaportuyla şehri turlamış olurduk. Kaytardığımız da oludu; herkes camide bilirken, gecenin bir vaktine kadar oynar, ter tırnağımızdan akardı. Trafik yok, yollar karla kaplı değil, hava hâzâ oyun havası; kim tutabilir bizi. Hatimle teravihi de ilk kez bu gezmelerde tanıdım, ağır gelmişti; yarı yerde paldır küldür çıktık açık havaya. Yaz Ramazanları için arazi tahsis edilse, kısmı-azamını çocuklar doldurabilir.
Şehrin son şahitleri olan bir nesiliz. Akran ile de yollar bir iftarda, teravihte yahut çay ocağında mutlaka kesişiyor ve mazide kalan günleri yâd ediyoruz. Ne çok şey yaşamışız, anlata dinleye bitiremiyoruz. Seziyorum, gözü dayanıksız bazı arkadaşlar çaktırmadan mendili gözlerinin üzerinden geçiriyor… Bu üçüncü yaz Ramazanım ve Ağustos, yani Temmuz soğuklarını da savuşturmuşuz; bir sonraki o kadar uzak ki, hatıra ile hayalin kesiştiği yerde geleceğime göz kırpıyorum.

Bayrama ne kaldı ki, şunun şurasında…
ARIZALI SİSTEM
Sistemin kendisi arızalı, çünkü işlemiyor...
İşlemeyen bir demokrasi modelinde ısrarın cehalet ve tutuculuktan başka bir karşılığı yok...
Erken seçim üzerine konuşan statik kafalar, sistemin kendi içinde süregelen yapısal bozukluğun farkında değiller.
Koalisyonları tabana, yani seçme hakkına sahip olanlara yaptıracak iki aşamalı bir seçim ve tek başkanlık Türkiye için şart. Sadece Türkiye için değil, bütün demokrasiler için de böyledir; bazıları bunu fark ediyor, bazıları hâlâ "demokratlık" adına lafazanlık yapıyor.
Siyaset yapacak zemini sağlayamayan bir demokrasi, çaresizlik üretir.
Günümüz dünyasında merkezi kıvrak manevra kabiliyetine sahip olamayan demokrasi, süper güçlerin çok sevdiği bir oyalanma rejimidir.
"Üst akıl" dediğimiz güçler muamma değildir, bu işlemeyen demokrasi modelleri üzerinden "yalancı bahar rüzgarı" estirirler. Bir darbe, bir demokrasi biçiminde sürdürülen münavebeli matriksten kurtulmak, bence en acil problemdir.

17 Haziran 2015 Çarşamba

SÜLEYMAN DEMİREL YAZISI
Merhum babam Demokrat Partiliydi, hem ateşli mizaca sahipti…
Ailece de değil, tekmil sülale, her biri bir yere dağılan aşiret hep öyleydi.
Menderes’in idamı çok kara bir gündü, dışarıda davul, içeride ağıt sesi vardı; evin perdeleri kapalıydı.
İlkokula başladığımda Demokrat Parti yoktu, Adalet Partisi vardı ama hissedilebilir bir baskı hâlâ vardı üzerimizde. Cevap verecek takati bulduğunda halkın Demokrat Parti zemini, Adalet Partisini iktidara getirdi. Babam da saf tuttu ve harıl harıl çalışmaya başladılar, aynı iştahı bir de Milli Selamet Partisi’nin oluşturduğu dalgada görmüştüm.
Adalet Partisi milletvekilleri ile samimi idiler, doğrusu onlar da samimi insanlardı. Tabanla ilişkilerini sağlam yürütürler, makul her isteklerini yerine getirirlerdi. Babamın eli kolu dönüyordu ve Süleyman Demirel ile de tanışmıştı. Adalet Partisi babam gibi insanlarla seçim kazanıyordu, bir tür halkla ilişkiler bu şekilde yürüyordu. Babamın arkadaşlarının çoğunu tanıyordum, iyi insanlardı; siyasi görüşlerimiz değişse de dünya görüşlerimiz farklı değildi. Ufaktan şakalaşırdım ama hiç birini hiçbir zaman kırmamaya gayret ettim. Sağ kalanları da çok az zaten.
Süleyman Demirel dünyayı değiştirdi, hakkında çok şey söylenebilir; benim tavrım ölüm karşısında en münasip cümle ile dua etmektir. Sükût edip, sadece “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun.” ayetini okumak da sağlam bir mukabele olabilir müşterek kaderimize karşı. Süleyman Demirel, ilk gençliğimizden başlayarak hayatımızda önemli yeri ve rolü olan bir siyasi hareketin başıydı. Yaşamışız ve geçmiş diyelim, şu an başka söz gelmiyor aklıma, içimden tarafsız ve renksiz bir fikir de geçmiyor.
Babam ve arkadaşlarını ona bağlayan önemli gördüğüm bir hususu anlatayım. Süleyman Demirel, kendini oraya taşıyan halk adamlarını ismiyle tanırdı. Milletvekillerini, bakanlarını aşan ciddi bir müşkülatları olduğunda el attığı da olurdu. Partinin il binasına girerken babamı görmüş ve meselâ, o kadar kalabalık arasında “Gazi Efendi nassın, eyi misin!” deyip, hatırını sormuştu. Babam eşinin, dostunun çok işini yapmış, hastasına, işsizine o vasıtayla el atmıştı.
Milli Nizam Partisi’ne babam rahmetlinin meyli, Milli Selamet’ten fazlaydı… Biz genç kuşak ise AP zemininden anında ve sert koptuk, biraz da babamların kuşağına sert dalmıştık. Mason Demirel’e çakarken, onların mazilerini incittiğimizin farkına varamamıştık. Sonra sonra babam da, arkadaşları da bize hak verdi ve yolu da, sözü de bize bıraktılar. Biz de politikanın ne menem bir şey olduğunu anladık, politikayla yakın irtibatı sürdürenler oldu ama ben, seni uzaktan sevmek aşkların en güzeli(!) deyip, ırak durdum. Aslında yaşlandık. Yaşlanma faslı yalan olabilir, daha çok yorulduk.
Bu kıssadan, “Halk Adamı” profili çizerek yıllarca ülkeyi yöneten Süleyman Demirel’in, iletişim biçiminin hisse olarak kalmasını dilerim. Özellikle Ak Parti’ye karşı tabanda başlayan belirgin bir soğuma, lakaytlık ve derece derece yabancılaşmanın ipuçlarını da barındırıyor olabilir o hisse…

17 Haziran 2015, 10.49

11 Haziran 2015 Perşembe

GAYR-I RESMÎ DEVRİM TARİHİDİR

Ben pasta bilmem kültür farkıdır diyebilirler
Ekmek bulamazsam karnıma taş bağlarım.
Seni vecize yaptıkları gün geçilmiştin kıraliçem
Mahallenin milyonerleri ki bunlar güya asiydi
Karılarının gerdanına senin inci kolyeni taktılar.
Artmasın diye mumların sayısı o günden beri
Korsenle aldılar zarafetin tartısını darasını.  
Artık köylüler de ekmek derdinde değiller…

Yaş pastayı hiç sevmem yılışık gelir bana
Son tebessümü de geçebilir içimden cesur Mari’nin.
Fransız kalmayacağını düşünmüşümdür hep yaşasaydı
Kaçardı meselâ Zweig’in kaleminden bir âşığıyla...
Soğuk mühürlü asilzâdeler devlet olmak için
Karanlık ilan ettiler karalayarak kırallıkları
Mari habis bu yüzden isterik hattâ biraz da çirkin…

Cellâdının ayağına basıp özür dileyen bir kadını
Soyup seyrettirmektir şiarı şanlı devrimcilerin
Böylece kibar fahişeler ilk dansa sıraya girecektir
Burca bayrak dikmeli koku saçmalıdır çalılara
Harem cidarı uğruna ve geniş avlaklar için…
Paradır dinleri imanları bir de temiz çarşaflar
Halkı keyifleri için severler zehirli kelimelerle
Ölenleri özgürlük kahramanı kalanları kalantor…
Rezil destancılar türer sonra yüksek volümlü şairler
Münavebeli matkap gibi öperler yârin yanağını.

Cariyelik hukuktan düşürülür kölelik azad edilir
Devrimlerin cinsiyeti ancak yaşlanınca tanınır.
Şaibelidir önleri arkaları yolda yoldaşlıkları
Önce vurdurup en yakınını düzmece önderler
Sonra da hatırasına posta pulu bastırır.
Dövize dönüştürülebilir taze kan lazımdır çünkü...
Bir zaman marş üflenir ağrıyan kulaklara
Modern tütsüler minareleri bile bayıltır.

Sizin köleleriniz icat etti devrimi de frengi gibi
Taşıyıcısı müptelasından çok müşterisi pazarından…
Paris’te doğan Londra’da işlenen bir maden oldu sonra
Dağlara demokrasi getirdi mahvetti barbarları.
Çe tişörtlü dini bütün gündüz keşişleri tanıdık
Ve mehdiler yeşil ceketli beyaz devrim astarlı…
Maydanoz elbette çınar ağacının atasıdır
Benzeşir körpe kuzuyla da kart kurdun kulakları.

Ben pasta bilmem kültür farkıdır diyebilirler
Ekmek bulamazsam karnıma taş bağlarım.
Vecize yaptıkları gün seni geçilmiştin kıraliçem
Yeni engizisyoncuların en kâzip cadısıydın.
Mahallenin milyonerleri ki bunlar güya asiydi
Metreslerinin gerdanına senin inci kolyeni taktılar.
Artık köylüler de ekmek derdinde değiller.


Berat Demirci, Sivas, 11 Haziran Perşembe, Saat: 18.10.