RAMAZAN
MEDENİYETİ
“Nerde eski Ramazanlar!” muhabbeti, ihtiyarlık
da değil tastamam pörsümüşlük alametidir. Daüssıla (nostalji) edebiyatı,
özellikle ve ne yazık ki deneme tarzının kolayca düşebildiği bir sığlığı da
içinde barındırmaktadır. Yaşı henüz otuzlarda ve yevmi gazetelerde köşe kapmaca
oynayan tıfıl yazarların, yücelttikleri yakın geçmiş ve çarpık mekânlar sahih
olandan uzaklaşmanın derin çizgilerini taşıyor. Ramazan yazısı mı? Peeeh!
Azıcık mahya ışıltısı, aç karına yemek tarifeleri, bıldırki iftar çadırı
muhabbeti; bir değil birkaç Ramazan yazısına ziyadesiyle yeter. Modaya uyup bir
Ramazan yazısı döktürmek için değil; utangaç, hatta korkak olmama rağmen
hayatımın aşkını itiraf niyetiyle huzurdayım.
Ey Şehr-i Ramazan, ey canım, ey
canımın içi!
Ben seni seviyorum, ben seni
çok ama çook seviyorum, ben sana âşığım, ben sana vurgunum… Hayat denilen
muammayı seninle çözdüm, zorluklarını seninle aştım. Seni kaç kere yaşadımsa,
hakiki ömrüm, ömrümün müddeti odur; arda kalan günlerim dolgu malzemesi. Bana
açlığın ne belâ olduğunu, iftarda içtiğim bir tas çorba öğretti. İtiraf
ediyorum; hiç zengin iftar sofralarına gönüllü oturmadım, oturdumsa da
lokmalarım boğazıma tıkandı. Evde bir sıcak şehriye çorbasıyla kendine gelen,
tıka basa dolmamış bedenimle secdeye vardığım anlarda, miracın ne demek
olduğunu hakkıyla tanıttın bana. Ey Hz. Ramazan! Senden ayrılmak hep güç oldu,
seni uğurlarken hep hüzünlendim. Hiç ayrılmadık aslında, çünkü hüzün daimi
vuslattır; kişi, kimin hüznünü çekiyorsa, onunla beraberdir... Çok acıktığım
anlar sessizce oturdun yanıbaşıma ve ağır ağır yediğim bir kazan simidini
mükellef ziyafete çevirdin. Kudret helvasından pay umarak salyalarını akıtan
nefsimin bir simide fit oluşunu ibretle seyrettim. Dökülen susamları şahadet
parmağımla tek tek toplayıp ağzıma götürme keyfini billâh hünkâr sofrasına
değişmem. Seninle her şey güzel, her şey sevimli… Şu hoşlaşmadığım obez komşum
var ya, yüzünde bir Haziran orucunun rengini gördüğümde onu bile sevmiştim.
Şehir mehir diyorlar! İnan
senin ziyaret etmediğin şehir, gâvur parasıyla beş para etmez. Her biri bir
akaidi ıstılah olan Osmanlıca tamlamaları, sondan başa doğru çözmeyi öğrenmem
dil konusunda erken yaşadığım bir devrimdi. Ama henüz “şehr” kelimesinin ay
anlamı da olduğunu bilmiyordum ve Şehr-i Ramazan tamlamasını Ramazan Şehri
olarak anlıyor, yaşadığım şehrin bir aylığına Ramazan Şehri olduğuna kanaat
getiriyordum. Teşrif-i kudümünle şehir daha medeni, evler daha temiz, insanlar
daha edepli bir hale kavuşuyordu. Ramazan demek güzelin, iyinin, doğrunun
“daha”sı demekti. Sonra “şehr”in ay anlamı olduğunu öğrendim, ama bu eşseslilik
hep hoşuma gitti ve şehirler içinde en güzel şehrin Ramazan şehri olduğuna
kanaat getirdim. Ey Ramazan, ey hilal yüzlü öğretmenim benim! Bir ay süreyle
senin rahle-i tedrisinde adam gibi adama dönen şehirlerin ve şehirlilerin
yerinde olsam, on ay yolunu gözler; on birinci ay senin önünde imtihana girer,
kazanırsam kendimi medeni sayardım. Ama ben ne şehirim, ne şehirli; kendi
halinde bir Ramazanlıyım, evet ben Ramazan sakiniyim hemşerim. Ramazan şehrini
görmeyen şehirden şehir, o şehirde ikamet etmenin hazzını yaşamayandan da
şehirli olmaz. N’ola, bütün şehirler, şu on bir ayda bir defa gerçek şehir olma
yoluna girmişken, bayramdan sonra yeniden firavunlaşmaya meyletmeseler.
Ne kadar da güçlü bileğin var
ey hilal yüzlü güzel. Sayende şu yumruğunu dünya da hiçbir pehlivanın açamadığı
nekes adamın elleri gevşiyor ve “elinin kiri” akıyor, temizleniyor, katı kalbi
yumuşuyor. Mahallenin müptezeli ilk günden itibaren ağzını çalkalıyor ve bir
aylığına da olsa çocukların eğlencesi olmaktan kurtuluyor. Düşkün hovardalar
oynaş nazarlarla öyle her gördüğü hatun kişiyi bizar etmekten vazgeçiyor,
olması gerektiği gibi “Nazar ber-kadem” yaşama inceliğine erişiyor. Bir avuç
mütekaidin ikametgâh adresi haline gelen mahzun mescitler birden bire
gençleşiyor, minarelerin omuzları dikleşiyor. Ehl-i kıblenin çokluğunu görünce,
mihrapların gözlerinden hayret ve sevinçle ışıkları saçılıyor.
Biz kazaklara çocuk sevmeyi de
sen öğretiyorsun, ama sonra hemen unutuyor ve katılaşıyoruz. Senede bir ay
evimize mihman olduğunda, oruç renkli yanaklarımız büyükler indinde kıymete
binerdi. Ramazan çocukken sevilir, çünkü çocuklar en çok Ramazanlarda sevilir.
Dar hacimli midelerinin esareti, çocukların özgürlüğüdür. Minik kalpleri
kırmamak için gösterilen itina keşke bayramdan sonra da sürebilse. On ay ders
çalışmaya test çözmeye mahkûm yavrularımızın yüksek not almaları dışında başını
bile okşayamaz hale geldiğimiz şimdilerde de büyüklerin sevgileri oruç
sayesinde bereketleniyor. Çocukluğumuzun adam yerine konulduğumuzu hissettiren
o ilk sahur yemekleri ve arkasından ağzımız çalkalayıp vecd içinde ettiğimiz
niyetler, unutulur mu? Kuşlukta acıkmaya başlar, öğleye varmadan da iftar
ederdik. Yarım günlük oruçlara “direk” verir, büyükler iftara kadar kalan
süreyi bisküvi arası lokum yahut akide şekeri ile bizden satın alarak,
orucumuzu tamamlamışlık hissi verir; rahatsızlık duymamızı engellerlerdi. Bizi
büyük adam olmaya hazırlamanın bir tür alıştırmasıydı o yarım günlük oruçlar.
Sonra tamamladık; tamamlandık…
Ramazan bize her haliyle her
tavrıyla bugünün yemeyi, içmeyi, israf etmeyi şiar edinen hâkim ahlâkına ve
“çöp uygarlığı”na karşı durabileceğimiz bir merhamet ve şefkat medeniyetinin
ruhunu sunuyor. Namaz tek tek insanları yükseltir ve şahsiyetimizi takviye
eder; oruç ise tüm toplumun miracıdır. Ramazan ayı münasebetiyle girdiğimiz
medeniyet ikliminden keşke hiç çıkmasak! Bir yolunu bulsak da on bir ayın
tekmilini Ramazan gibi yaşasak. On bir ayın sultanının sultanlığı hiç bitmese.
Mesela, iftar çadırları on ay boyunca da mecburi perhiz yapan fakirler için
açık tutulsa. Hiç olmazsa bir yıllığına böyle bir yol açsak, belki bütün
insanlık dönüp dönüp bize bakarak adamlık öğrenir. Belki, Birleşmiş Milletler,
Ramazan ahlâkını Müslim, gayr-ı Müslim herkese örnek olarak sunar. “Nerdeeee!”
demeyin, lütfen demeyin, bari siz demeyin.