“VAH GÂVURCUKLARIM”
Tanışmamıza
vesile olan bu yazıyı Ayşe Şasa’ya ithaf ediyorum.
"Bize ne oldu?"
deyip, başımızı avuçlarımızın arasında sıkmaya başladığımızda yerkürenin yarısı
hâlâ alnımıza zimmetliydi. Donanmamız yenildi, ordumuz ric'at etti, birkaç
arşın toprak kaybettik; ama bütün denklemler yine de bizsiz bir yere
varmıyordu... Say ki, dilimiz sürçmüş,
ayağımız boşa gelmişti; geçerdi.
Geçmedi...
Sonraları da "Bize ne
oldu?" diye çok suâl edildi; edildikçe de ne gafil, ne cahil, ne biçare
olduğumuz hükmüne varıldı. Mezkûr hüküm kesinleşti, birçoğumuz artık taşıyamaz
olduk bu ağır suâli. Birçokları ise köhne şarkın arkasından teneke çalarak;
"ne oldu" yu bırakıp, "ne olmalıyız"la ünsiyet ettiler.
Ölmüşten el çekmek gibi birşey idi yaptıkları; güya ölmüştük, "Biz"
diye birşey kalmamıştı.
Galiba suâl, baştan beri yanlış
seçilmişti.
Haçlı seferlerinin,
birincisinden itibaren Türkler sahneye çıkmış, sonuncusuna kadar da kılıcı
elden bırakmamıştır.Teşehhüd miktarı verilen molaları papalar muhtemelen
doğunun göz kamaştırıcı zenginliklerini, Türklerin barbarlığını anlatarak
dolduruyor, yeni ordular derlemek için değerlendiriyorlardı. Engizisyonun,
mücrimlerden eli kılıç tutabilenleri haçlı ordusuna asker yazmak suretiyle
ödüllendirdiği hesaba katılırsa, papaların mesailerinin ağır olduğu su
götürmez.
Haçlı seferleri; batılıların
doğuyu fethetmek, İslâm medeniyetinin zenginliklerini ele geçirmek yerine, ağır
yenilgilere uğramalarıyla sonuçlanmıştır. Bu durum: bizim, sürekli
yenilen bir düşmana sahip olmanın verdiği emniyet hissiyle "kendini
tekrar" alışkanlığına tutulmamızın; Avrupanın yeni arayışlara yönelmesinin
hazırlayıcısı olmuştur. Osmanlı "meydan okuması"nın Viyana kapılarını
sarsar olmasıyla iyice sıkışan Avrupa,
kendi imanından şüphe etmeye başlar.
a.
Viyana kuşatıldığı sıralarda,
papalık sallantıdadır; çok sonradan protestanlıkla, yahut hristiyanlığın
yahudilikten etkilenmesiyle izah edilmeye çalışılan süreç başlamıştır. Devrinin olayları içerisinde
merkezi bir konuma sahip protestanlığın ilk azizlerinden Luther'in haricî bir
etki olarak Türkleri hesaba katması, her iki yaklaşımdan daha az ciddi ve mühim
değildir: Kitab-ı Mukaddes iki zalimden bahsetmetedir: Papalık ve Türkler..
Papalık, İncil'i yanlış anlamıştır, bu yüzden hristiyan dünyasının bir
"tecdid-i iman" hamlesine ihtiyacı vardır. Türkler ise fizikî
güçleriyle Avrupayı sarsmaktadır. Hristiyanlar var güçleriyle bu iki hasıma
saldırmalıdır.
Papalığa itimadın kalmadığı bir
zeminde yeşeren bu fikirler, İslâm tehdidi karşısında gerileyen batının iman
dünyasını hareketlendirir. Hareketliliğin ilk aktörü kilisedir ve Türk
irfanının şekillendirdiği medeniyetin temel dinamiklerini tanımak gibi ciddi
bir çabaya girmek yerine, acilen ve "nasıl olursa olsun" Türk meydan
okumasını durduracak ezici bir "güç"e ulaşmayı hedef olarak gösterir.
"Nasıl olursa olsun!" gözükaralığı Avrupalıları, tabiatı tarihin
hiçbir döneminde görülmedik kadar savruk ve hoyratça istismar eden bir zihnî ve
ahlakî bir dönüşüme sürükler.
b.
Müslüman dünyaya karşı yaşanan
mağlubiyetleri kiliseyi hırpalama gerekçesi olarak kullanan tecdidî (reformic)
hareketler, gerçek sarsıcı etkisini, -muharref bir gelenekten besleniyor olsa
da- eşyayı tasarruf itibariyle munis çizgiler taşıyan hristiyan imanında
göstermiştir. Reformun sonucunda Batılılar, vahyedilenden koparak süren bir
geleneğin oluşumunda Yahudiliğin, Eski Yunan düşüncesinin ve Roma hukukunun
etkilerini anlamak, bir "arınma" çabasına girmek yerine; geçmişe
karartma uygulayarak, tekamül sonucu biçimlenmiş varsaydığı eklektik bir
medeniyet inşasını tercih eder. Bu tercih, hristiyanlığın
bünyesinde, ilki İsevî tebliğden izler taşımasına rağmen, ortaçağ boyunca
yaşanan teokratik sapmadan daha keskin ikinci büyük kırılmaya yol açmıştır.
Kapitalizmin protestanlıkla
irtibatlandırılması; dünya tarihi Avrupadan ibaret sayıldığında doğruluğu
mümkün, yeryüzünde bizim ve tabii başkalarının da yaşadığı hesaba katıldığında
yanlış olmasa da eksik bir analiz
olacaktır. Protestan hareket, hristiyan dünyanın düştüğü zillete sebep olarak
papalığı göstermiş, meydanlarda İncil'in yanlış yorumlanıyor olduğunu
seslendirmiştir. İslâm dünyasının fizik üstünlüğünü ise (bütün hasımaneleğine
rağmen) ulaşılması gereken bir hedef kabul ederek de ifadesini ve hızını bulmuş oluyordu. Bu hâl, bizde yaşanan
"ecnebinin tekniği alalım ama an'anesini asla!" ya da "İslâm
terakkiye mani değildir, yanlış yorumlanmaktadır." sözleriyle ifadesini
bulan çaresizlik psikozuna benzemektedir.
Osmanlı topraklarındaki
reformcular ve aydınlanma mukallitleri nasıl dini dünyevîleştirmek için,
"batının kaşaneleri"nden ilham alıyorlarsa; Avrupadaki ilk
yenilikçiler de ilhamlarını "doğunun ihtişamı"ndan almaktaydılar.
Ve, "za'f-ı telif ile
mâlul" idiler.
c.
Kant, Tanrı'nın bir defa kutsal
kitapta, bir defa tabiatta, bir defa insan kalbinde, bir defa da akılda tecelli
ettiğini iddia eder. Batı, uzun mücadelelerden
sonra kutsal kitapta tecelli eden tanrıyı kiliseye, insanların kalbinde tecelli
eden tanrıyı kilisenin içerisindeki günah çıkarma hücresine ikamete memur
kıldı. İkisi azadlı kaldı: akıl ve
tabiat. Kutsal kitaptan ve kalpten mahrum akıl/insan, tabiata diz çöktürerek
sırlarını elinden aldı; akıl daha sonra, teknolojiyi bir kamçı gibi eline
yerleştirerek, kendine muhalif gördüğü herşeye diz çöktürmeye devam etti.
Teknolojinin efsanevî tarihine
göre: Bundan iki yüz küsur yıl evvel Cornwall'deki maden ocaklarında ilk
buharlı makinalar kükrediklerinde, batıl itikatlı insanların dizlerinin bağı
çözülmüş, bu kara şeytanlar karşısında titremişlerdi. Ama bilgili kişiler,
onları ayağa kaldırmış ve demişlerdi ki, bunlar "kara şeytanlar"
değildir, bir ad vermemiz gerekirse ancak "Demir Melekler" demeliyiz. O günlerden sonra "kara
şeytanlar" karşısında dizleri titreyen batıl itikatlıların dini
fesholunmuş; yerine "Demir Melekler"in takviyesiyle dünyaya
dizçöktürmeye azmedenler eliyle "yeni" bir din ikame edilmiştir.
İnsanlar zaman zaman
zenginliği, malı, itibarı taşıyamamak yüzünden "ne oldum!" deliliğine
nasıl tutuluyorlarsa, medeniyetler de eriştikleri kudretin zirvesinde kendi cazibelerine
hayran olup meczuplaşmakta ve "güç kompleksi"ne tutulmaktalar galiba.
Shakespeare'in taşıdığı melâl
tevekkeli değil:
"İnsanoğlu,
ey insanoğlu;
Minik
bir makam elbisesi bürünmeyegörsün,
En
cahili kesilir en bildiğinin...
Sonra,
sırçadan varlığı ile dönüp arş-ı âlâya
Kızışmış
maymunlar gibi, öyle hokkabazlıklar eder ki,
Hüzne
boğar melekleri."
d.
Said Halim Paşa'nın keşfiyle:
"Evet eski hristiyanlık yerine yeni bir din çıkıyor. Bu yeni din de
zuhuruna sebep olan inanç ve an'aneleri devam ettirebildiği müddetçe
yaşayacaktır. Bunun da birtakım emelleri, hayalleri olacak; taraftar ve
muarızları bulunacaktır. Şüphesiz ortaya çıkan müstebit ve kandırıcı yayıcıları
da, gayret ve taassub bakımından en meşhur hristiyan azizlerinden geri
kalmayacaklardır." Öyle de olmuştur, engizisyon
mahzenlerinin dudağını uçuklatacak zulüm teknikleri, henüz bitmemiş ve modern
damgalı yüzyılımızda müstemleke valileri
ve subayları tarafından uygulanagelmiştir.
Batının ateşli haçlı
ahlakından, hesapçı teknik sömergecilik ahlakına dönüşümü, Ortaçağ karanlığının
ruhunu taziz kılacak niteliktedir. Bu teknik yağmacılık esnasında dünya görüşü
çapında etkinliğini yitiren Kilise, batı geleneğinin çarpan kalbi olmaktan
iyiden iyiye sıyrılıp, kurum niteliğine bürünmüş; ancak, "Yeni
Hristiyanlık"a hizmette kusur etmemiştir. Yerli halklar telef edilirken,
güçsüz ülkelerin tabii ve beşeri kaynakları gasben batılı devletlerin
hazinelerine naklolunurken; keşişler bir yandan Manitu'yu, Buda'yı
"teslis"e dönüştürmenin gayreti içerisindedirler. İşin garibi hristiyanlar,
daha önce görülmedik kadar, kendi dışındaki toplulukların inancını sarsar
olmuştur. Kenyalı bir lider, "Avrupalılar yurdumuza geldiklerinde
koyunlarında İncil vardı; İncil bize kaldı, topraklarımız onlara!" derken,
batılının yeni dinlerini yayarken eski hristiyanlıkla nasıl bütünleştiklerinin
de tesbitini yapmaktadır.
Toynbee'nin "incilden
koparılıp, yanlış olarak yorumlanmış" dediği, komünizmin
ideologlarının da sömürülen topraklara ve sömürgecilere bakış tarzında hiçbir farklılık
yoktur. Engels; Cezayir, 1848' de Fransızlar tarafından işgal edilirken,
kapitalizmin teşekkül ve yayılmasının dini vehimleri ortadan kaldırarak,
geleceğin komünist devrimine zemin hazırlıyor olduğu iddiasıyla,
"Cezayirin fethi, uygarlığın ilerlemesi açısından önemli ve talihli bir
olaydır... Çöl bedevilerinin özgürlüğünün yokedildiğine üzülebilsek de
unutmamalıyız ki bu aynı bedeviler bir eşkiya millettir." diyerek,
sömürgecilere tezahüratta bulunuyordu.
Evet, batılı yeni bir imana
kavuşmuştu ama, bu yeni iman: hristiyanî uygulamaları, hristiyanlığa inanmadan
yapmaktan başka birşey gibi görülmüyordu.
B.
"Vah Gavurcularım!"
Müslüman oğuz Türkünün
asırlarca him hime yaşadığı gayr-ı müslim unsurlara karşı muamelesi, kul
hakkına ve adalete riayete dayanıyordu. Efsaneler, bir kültürün hakıkî
şifresidir.. Osmanlı'nın "başkaları"na bakış tarzı da Evliya
Çelebi'nin tevatüren anlattığı bir efsanede billurlaşır: İstanbul muhasarısında
Bizans'ta mukim Yavedud adlı veli, surları döğen Şahi ve Balyemez'in güllerini,
şehir sakinlerine zarar gelmesin gayret ve himmetiyle izale eder; bir yandan da
"vah gavurcuklarım!" der, merhamet gösterirmiş. Sabrı taşan genç
Fatih, çevre evliyayı istişareye çağırır ve himmet diler.. Yavedud, irtihal
eder, şehrin kapıları açılır. Sultan'ın da fethi müteakip
bizans ahalisine karşı geliştirdiği tavır, "gavurcuklarım"
muamelesinin hukuken tescili olmuştur.
a.
Gavur savaştığımızda düşmandı;
bir azamız haline geldikten sonra, sırtları daima okşanır; millet-i sadıka
olarak çağrılırdı. Osmanlı sadrı, çağının ortasında yetmiş iki buçuk dünyalı
için emin bir liman, Nedim'in tedai ettirdiği gibi, çağının ortasında tam bir
"tahammül mülkü" idi. Osmanlının ferman geçiremez olduğu zamanlarda
ise, gayr-ı müslim unsurlar dişlerini göstermekten imtina etmemişler; sadakat,
batının verdiği moral destekle ihanete dönüşmüştür.
Çocukluğumuzda her ne hikmetse
"sarı"nın renk zevkimizi tahriş eden bir tonuyla özdeşleştirdiğimiz
"gavur"dan dolayı sarı karıncaları kerih görür, gavura erzak taşıyor
gerekçesiyle telef ederdik. Arıdan sonra pek sevdiğimiz bir böcek olan hamarat
karıncaların karasıyla, sarısı arasında fark olmadığını çok sonradan
fehmettiğimde kırdığım karıncalardan dolayı bayağı nadim olmuştum.. hâlâ da
üzülürüm.
Bir de hasena böcekleri...
Olur olmaz yere def-i hacette
bulunan sığırların taze mayıslarından kopardıkları parçaları hendesi bir
titizlikle "gülle" haline getiren bu garip yaratıkları, suçüstü
yakalar; gavura cephane imal ediyor diye çatır çatır ezerdik. Buna rağmen, Ermeni
komşularımızın yortularında çocuklarıyla yumurta döğüştürürken; değirmenci
ustalarla “değirmen pilavı” yerken asla böyle bir düşünce aklımızın ucundan
bile geçmezdi. Zira, onlar gavur değil, tarihin sütümüze mayamıza emanet ettiği
"gavurcuk"ların bakıyesiydi.
Sarı karıncaların ve
hasenaların masumiyeti bir tarafa, çocukluğumuzun diplomatik dil tanımamış
dünyasının gavuru, yaşadığımız toprakların ardı arkası gelmeyen haçlı
baskınlarıyla tanıdığı gerçek bir tarihî şahsiyetin mütekabilidir. Bu tarihî
şahsiyet, kütleleri haçlı seferlerinden bu tarafa daima Türk düşmanlığı ile
harekete geçirmiştir. Bilim çağının girdiği iddiasının kucağında Anadolu’ya
sefer düzenleyen işgal kuvvetleri; barbarlığımızın boyutlarını ifade ederken
Kitab-ı Mukaddes'ten deliller getirerek, dünyanın dört bir yanından "kimi
yamyam, kimi hindu, kimi bilmem ne belâ" ları üstümüze salmakta hiçbir
beis görmemiştir.
C.
Terakki imiş herbir fiili küffarın
"Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni
çıktı"
İslamın terakkiye mani olduğu
iddiası, göğsümüzü daraltıyordu; lakin, evvel canımızı sıkması gereken,
payitahtın her köşesini işgal eden "terakki" rivayeti olmalıydı.
Kızılelma menzilleri içerisinde kaydı yoksa da, ağızların iri iri açılışına
bakılırsa çok yüksek bir manası vardı bu mefhum. Ne var ki, aşıkları bu yüksek
mefhuma, Paris'in kaldırımlarında vurulmuşlardı. Karasevdalılara, terakkinin
poz poz kartpostallarını "ağzı açık ayran delisi" gibi temaşa eden
yenileri eklendi; külhanîlerin ayrı, jönlerin ayrı, sarayın ayrı, ulemanın
ayrı, gazeteci aydınların ayrı bir terakkisi vardı; ol görüp manasını kimseler
fehmedememişti ama, vardı.
a.
Gavur mu!!!?
Hâşâ! o artık
"terakki"nin mucidi ve temsilcisi üstün bir insan ırkıydı; Devlet-i
Âli'ye yol yordam öğretecek kadar da küstahtı; varsın olsun, bizim ricâlin de
vakar damarı eskisi gibi kabarmıyor, acilen terakki dünyasına açılan kapıya bir
çilingir aranıyordu. Üç adet tanzimat modeli biçtiler; üstümüzde en fiyakalı
duranı Fransızlarınki görülmüş olmalıydı ki; onların
teklifine uyularak, hülasası itibarıyla "bundan böyle gavura gavur
denilmeyeceği"nin altı çizildi. Bu hükümden sonradır, gavurcuklar da,
kendilerini terakki dünyasının fahri konsolosu gibi görerek efelenmeye
başladılar. Böylece Anadolu'ya geçtikten beri aşinamız; mayasında teknoloji,
bilim gibi katkı maddeleri bulunmayan halis gavurumuzu, akabinde de
gavurcuğumuzu kaybettiğimiz, bir garip "ferman" ile tescil edildi.
Gavurumuz insandı: Ağlıyordu,
gülüyordu,seviniyordu, acı çekiyordu; ben-i ademin vazgeçilmez azasıydı;
ifademiz ve hızımızdı. İfademizdi; her çağda kendimizle mukayese ederek, yeni
bir tarif buluyorduk kendimize. Hızımızdı; çağlardan beri süregelen maceramızın
dış dinamiği olarak, ne yana dönsek karşımızdaydı. O gitmiş, yerine payitaht
mütegallibesinin askerlikten muaf jönlerinin "europa azizim, europa!"
gargarasıyla yere göğe sığdıramadığı; okumuş yazmış ayak takımınınsa adını
ibadet vecdiyle telaffuz ettiği bir hükm-i şahsiyet peydahlanmıştı: Batı.
Oralara giden, görmeye zihnen kendini hazırladığı "kaşaneler"e
gözlerini mıhlayıp ipnoza giriyor; gelen, halkı batıya karşı mecburi ihtirama
davet ediyordu.
b.
Gavura gavur denilmeyeceği
ilanının zımnî niyeti, müslümana da müslüman denilmesinin yersizliğiydi.. ki
bu, ciddi anlamda Türkün gelenek yörüngesinden çıkarılması girişimiydi. Yeni
durumun iyice anlaşılamadan, Saray'ın bizzat teşrifatçılığını üstlendiği batı
kurumlarının birebir kabulü, başı ilmihâle bağlı Osmanlı organizmasının lif
lif çözülmesi sonucunu doğurmuştur.
Kurmaylığa soyunmadan önce Ziya Gökalp bu hali, tekamülle oluşan
müesseselerimizi, tarihî bağlantılarıyla ele alıp, canlı an'aneler haline
sokacağımıza; bunları bir tarafa bırakarak, tarihsiz ve an'anesiz kaideler
biçiminde müesseler ikame etmek olarak değerlendirmektedir.
Yerli gözüken aydınlar bile
ortalığı çınlatan hürriyet, terakki, eurupa nidalarına katılmaktan kendini
alamıyor; kısık bir sesle "Avrupanın ilmini ve tekniğini alalım ama,
kültürünü asla!" dairesi dahilinde düşünceler dile getiriyorlardı. O
günler içerisinde bu yaklaşım, yaşanan izmihlal psikolojisi içerisinde mazur,
hatta makul görülebilir bir çaba iken; Saray, tefekkürün yeniden teşekkülünü
mayalayacak bir "tahkik-i iman" hareketi başlatmak yerine, sonu
"cedid" ile biten "ferman"lara bel bağlamıştı ve artık
kendinde olmadığı gibi, kendisinden yana da değildi...
Önce "gavur"
minvalinden çıktı, sonra "gavurcuk"; Osmanlı mülküne de "yeni
dünyalılar" tahammül edemediler; hayfa ki, biz dahi bilmemişizdir
kadrini...
Devir; "modern" in
devriydi.
D.
Yürü bre, "modern dünya";
Senin de geçer devranın..!
"Batı" nın ne manaya
geldiğine çokları hemfikir değildirler hâlâ; çokları ise artık o kavramı
kullanmazlar bile. Doğru da ederler, çünki dükkanımızda "Batı" da
kalmadı; "Modern" diye birşey var yalnız, tarifsiz, renksiz, şekilsiz;
ama, bütün raflarda. en yukarıda. "Bilim", "Batı"nın herbir
fiilini meşrulaştıran "aydınlanma" prensiydi, hala var ama, prens
değil, yamak. "Pazar" ise "Modern"i despotlaştıran en yeni
iktidar vasıtası... Meselâ: "Bilim"e "namus nedir?" diye
sorsan, ben ağzımdan çıktığında herhangi bir "nesne"ye tetabuk
etmeyen olgularla uğraşmam der, cübbesini çekip kürsüden iner; aynı soruyu
"Pazar"a sorsan, gözlerini fıldır fıldır çevirir, "nesnel"
olsun olmasın, bir "mal"ın kaça alınıp satılacağını araştırır; kâr
zarar muhasebisinden çıkan sonuca göre ya alır satar, ya da stoklayarak
satacağı zamanı kollar.
a.
İncil'in sayfaları nasıl
müstemlekecilerin servetlerine servet katmaya elverişli hale getirilmişse,
bilimin sayfaları da "pazarağaları" nın kârını artırmak gayretiyle
eğilip bükülmektedir. Bugün, "bilim" de lafzen modernlerce fazla
müphem görülmüş olmalı ki, önüne bir sıfat eklenerek "modern bilim"
namıyla anılmaya başlamıştır.
"Modern iktidar" ile
"modern bilim" her çene başında müşavere kurmaktadırlar. Diyelim ki,
modern, namusu pazarladı ve kazandı, fakat insanlık burcunda bu kazancın
"kara para" olduğunu söyleyen "yerliler" daima olacaktır;
işte o noktada modern bilim, paravan bir şirket gibi devreye girerek
"kara"ları aklamaktadır. Rönesans bilgiyi keşfetti, kapitalizm
bilgiyi güç için kullanarak, insani amaçları unuttu, modern teknik iktidar ise
nasıl işine gelirse öyle kullanmaktadır.
b.
Yaşadığımız günler,
başlattığının nereye varacağını bilemeyen batının, kendiyle başedemez hale
gelişine şehadet eder. Modern akıl yanlışta bile bir sükun haline tahammül
edememektedir. Pazar sahipleri "serbest rekabet" hilesiyle,
birilerinin herhangi bir şekilde, başka bir dünya görüşüne müştak bir zihnî
oluşumla karşılarına çıkma ihtimalini engellemek için daima "değişme" ve "değiştirme" peşinde koşmaktadırlar.
Modern iktidarın bu zalimce uygulaması, her türlü manevi ve fikri teşekkülü
dünyadan sürgün etmeye azmetmiş entellektüel bir nüfuz alanına sahip
olmuştur. Bu entellektüel nüfuz alanı,
ardsız amansız tüketim malları teknolojisi ve Unesco'nun mürai barışseverliğini
yalanlayan silah teknolojisinin ürkütücü gücüyle birleşince; öteki ülkelerde
yeni bir gayeyi tahakkuk ettirecek bilincin doğması güçleeşmektedir.
Müslüman ülkelerin sakinleri,
"demir melekler" karşısında düşülen çaresizlik halini anlamak yerine,
hali mazur gösterecek bahanelere sığınmayı tercih ediyor. Bahaneler, batının
"güç"e dayalı "tecdid" hareketlerini okşamaktadır; bazen
minik bir ayrıntı da bile ürpertici bir boyuttadır. Mesela: Mutfaktaki bakır
kapların çeliğe tebdilatında, "Hikmet müminin yitiğidir, nerede bulursa
alır!" biçiminde geliştirilen savunmalarda bütün çiğliğiyle kendini
gösteren ikiyüzlülük hayatın her alanında varittir. Maruf'a ait kavramların,
tüketim iştahına delalet eder hale getirilmesi, müslüman toplulukların genel
görünümünü ve çelişkilerini yeterince arzettirmektedir.
Bugün ve daima yapılması
gereken; batıdan, ya da doğudan bilim, teknoloji, müessese alıp almamanın cılız
tartışması değil; karşımıza çıkan ve çıkacak olan her yeni oluşuma anında ve
mucibince cevap verebilecek bir "tahkik-i iman" hareketini
başlatmaktır.
Z. "Son
Ahid" ve"Tahkik-i iman"
Yeni Ahid'in izleyicileri, Eski
Ahid'in sayfalarından hep "cedid" (yeni) sıfatlı birşeyler çıkartır.
Adı protestanlık da olsa, bu tür "yeni"ler akabinde ortaya çıkan
insan tipinde, Tevratî bir renk daima vardır. Homo-ekonomicus'la, Tekvin'de
çizilen "Kain"(Kabil) portresi
hangisi hangisinin negatifidir karıştırılacak derecede birbirine benzemektedir.
Kain rekabet ve husumet duygularıyla işlediği cinayetten sonra, Rab tarafından
"dokunulmazlık nişanesi"yle damgalanır. Bu dokunulmazlığın sırrı
hikayenin sonrasında açığa çıkar; Kain'e, bir "medeniyet" kurdurulur.
a.
Yeni Ahid insan-tabiat
ilişkilerini tanzim etmekle alakalı hükümler ihtiva etmediği için, kurduğu her
medeniyet modelinde daima Eski Ahid'e muhtaç kalmıştır. Bu yüzden batının
"tecdid-i iman" hareketi, Eski Ahid'e bağlıdır ve irticaîdir; hem
"cani hem de medeniyet kurucusu" olmak özelliğini de batnında
taşımaktadır. Yeni Ahid'in "tecdid" (reform)e imkan verici özelliği
yalnızca muhtevasından değil, taşıdığı "yeni" sıfatındandır da. Yeni
olan herşey, eskir ve yenilenmeye muhtaçtır.
Son Ahid (Kur'an), insanın
insan; insanın tabiat karşısındaki tavrının ne olması gerektiğini organik ve
birbirinden ayrıştırılamaz bir bütün olarak beyan etmektedir. İslam'ın,
"Kul hakkı"nı ihlal etmeyi affedilmez suç olarak görmesi; canlı ve
cansız tabiattaki bütün varlıkların kendi lisanlarıyla Allah'ı zikrederek
"kulluk"larını bildirdiği gerçekliğiyle birleşir ve insan-insan,
insan- tabiat arasında batılının yaşadığı
"çelişki"ye asla yer kalmaz. "Tecdid-i iman"
hamlesinden sonra "Batı", tabiatı altedilmesi gereken bir düşman
olarak görüyor ve bunun bir "savaş"ı gerektirdiğini ilan ediyordu;
düşman, yani "tabiat", köleleştirilmek suretiyle ber-taraf edilmiştir."Modern"in
karşısında, artık hasım olabilecek bir tabiat da yoktur.
b.
İçimizden birilerinin İslam
dünyasının "geri kalmışlığı"ndan bu kadar hayıflanmasına şaşırmak
gerek; çünki tüm müslümanlar Yeni Hristiyanlığın tatbikatını benimseyecek
olsaydı, şu anda fakir zengin herkes moderndi
ve insanoğlu için başka bir "gelecek" umudu kalmayacaktı. Son
Ahid'in bağlıları hiçbir zaman, "gelenek" ile "bilim ve teknoloji"yi
ayrı cetvellerle ölçerek "insana karşı sevecen, tabiata karşı cani"
ya da tersi bir medeniyet tasavvur edemezler; edenler de müslüman olarak
kalamazlar. "Tecdid" ile "tahkik" arasındaki fark da burada
ortaya çıkar; "tecdidçi akıl" hakikatı araştırmaz,
"yeni"nin peşindedir; "tahkik-i iman" sahibi ise eskinin, yeninin
değil, "eşyanın hakikati"nin peşindedir. Tahkik-i iman hareketi
durduğunda, "kendini tekrar" başlar ki, tarih boyunca müslüman
toplulukların zaman zaman düştükleri zilletin tek sebebi budur.
İbn-i Haldun'un "Sizce
alışılmış olmayan ve muhitiniz(çağınız) de emsalinden birşey bulunmayan
hususları red ve inkara kalkışmayınız. Çünki havsalanız (düşünme kabiliyetiniz)
daralır, mümkün olan şeylerin teşkil ettiği daireyi tam olarak
kavrayamazsınız" sözleri, bugün için de önemli
bir ikaz sayılmalıdır. Bu yazı, "Gavur", "Batı" ve
"Modern"i red ve inkar değil, hâlâ onların yeterince tanınmadığı
düşüncesi ve tedirginliğiyle kaleme alınmıştır; kendiliğinden büyük bir teklif
de getirmiyor; yalnızca, akıl ile imanı meczeden "tahkik-i iman"
mefkûresinin bütün çözümleri sinesinde taşıdığına bir kez daha dikkat çekmek
niyetindedir.
"İnhirâfâtıyla
uğraşmakta dehrin zevki yok;
Zevk, anın mirsâd-ı ibretten
temaşasındadır."
. Weber,
protestanlığı kapitalizmin hazırlayıcısı olarak görürken; Batı'nın doğudan
farklı olduğunun değil, üstün olduğunu ilan eden ifadelerden çekinmez.
Kapitalizm ise, Batının şimdilik son durağı olduğuna göre, yine batının dinî
bir tekamülü olarak görülen protestanlıkla alakalı olmalıdır. Weber'in yahudilik
ve kapitalizm arasında ilişki olup olmadığını tahlil ederken, olabildiğince
uzak ve dolaylı birtakım kültürel etkileşimden söz eder:"Yahudiler siyasal
ve spekülatif yönde eğilimi olan
maceracı kapitalizm tarafında yeralmışlardır: ethos'ları, tek bir sözcükle
paria-kapitalizm idi, Puritanizm ise burjuva işletmesinin ve işin ussal
örgütlenmesinin ethos'unu içinde taşıdı. Yahudi ahlakından sadece bu çerçeveye
sığanı aldı." (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Zeynep Aruoba, İstanbul: Hil Yayınları,1985, s.133)
Maceracılık,
serveti biriktirmek gibi özellikler küçük görmemesi gereken özelliklerdir ama,
Weber, kapitalizmin hazırlayıcısı olma şerefini yahudilere kaptırmamak için
ıskalamaya meyillidir. "Eski Yahudiliğin yaşamı doğal bir tutum içinde
değerlendirme eğilimi, Puritanizme özgü özelliklerden çok uzaktır."(Weber,
age.133) iddiası da Weber'in bu temayülünü açıça göstermektedir. Çünki,
"yaşamı doğal bir tutum içinde degerlendirme eğilimi" yalnızca Eski
Yahudilik değil, tüm "eski" gelenekler için söylenebilir; İlk Hristiyanlık
da dahil.
Kapitalizmin
Ruhu, Marx'a göre Yahudiliktir: "Yahudi sadece mali güç kazanmak suretiyle
değil, fakat aynı zamanda ve ondan ayrı olarak paranın bir dünya gücü haline
gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hristiyan milletlerin pratik ruhu haline gelmesi suretiyle kendini
Yahudice bir biçimde kurtarmıştır." Aktaran: Mustafa Özel, Dergah, Sayı:5,
s.11).
. Batı'nın
"kaşaneleri"inden nelerin anlaşıldığı bugün daha açıktır. Doğu'nun
"ihtişamı"nı anlamak için ise tarihin hatırlanması gerekir:
. Enver Ziya
Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt (Nizam-ı Cedid ve Tanzimat Devirleri),
3.Baskı, Ankara: TTK Basımevi, 1970,
s.170, 249,250.
. Şerif
Mardin, Türk Modernleşmesi, 3.Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994, s.23.
Ziya
Gökalp'e göre, Türkler kültür ve müessese iktibas ederek, "Millet"
olma yolundan uzaklaşmışlardır; İslamı seçtikten sonra da aynı hatayı
terarlamışlardır.
. "Yerde
yürüyen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere hepsi
sizin gibi ümmetlerdir. Kitab'da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; Nihayet,
ancak Rablerine toplanıp getirilirler." (En'am, 38)
"Yedi
gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih ederler; O'nu hamd ile tesbih
etmeyen hiçbir şey yoktur....."(İsra, 44).
. Descartes, "...kesinlikle
ateş, su, hava, yıldızlar, semavat ve bizi kuşatan diğer tüm cisimleri bilme
yoluyla pratik bir metod keşfetmenin mümkün olduğunun idrakine vardım. Biz bu
araçları, uygulandıları tüm kullanımlara da tatbik edebiliriz. Ve böylece,
kendimize tabiatın efendileri ve sahipleri payesini verebiliriz."
demektedir.
Descartes'ın,
Tanrı'ya inandığı ve dini bütün bir hristiyan olduğu,-Aklını İyi Kullanmak Ve
İlimlerde Hakikati Aramak İçin- Metod Üzerine Konuşmalar. (Çev. Mehmet Karasan,
MEB, İstanbul, 1986)'ın "Dördüncü Bölümü"nde şüphe bırakmayacak kadar
açıktır.
. İbn- i Haldun,
Mukadime Cilt: I, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yayınları,
1982, s.526.