14 Ağustos 2016 Pazar

BÜTÜN YETKİLİLERE AÇIK MEKTUPTUR
Paralel Yapı ile şahsi mücadeleme delil arayan olursa postalayayım…
Toplam 160 sayfayı aşıyor, yazı ile yüz altmış… Eksikleri de var, Yeni Söz Gazetesi’nde yazdıklarıma ulaşamadım.
Şimdi bile dikkatinizi çekmez ama bu yapıyı anlatırken “Her an acımasız bir terör örgütüne dönüşebilir!” demiştim. O zamanlar bunlara “paralel devlet” bile denilmiyordu…
Bir mücadele odağım da: Dikey Yapı’ydı… Hâlâ da öyledir. Dikey Yapı: Söylenenlere kulak asmayan, tersine paralel, yamuk demeden çeşit çeşit geometrik şekilli çevrelerle dirsek temasını sürdürmeyi tercih edenlerdir… Kendilerine yardımcı olmaya çalışan adamları rakip gören, yalakalarını ise besleyenlerdir. İçinde en etkili makamlar var, şahıslar ve isimler var.
“İstihbarat Zafiyeti”nden söz ediliyor…
İstihbarat zafiyeti; Dikey Yapı’da olup, ilişkilerini çıkar üzerine kuranların bizzat kendileridir.
Dar zamanda, darbe zamanında düşmanın oku kimi hedefliyorsa: Onlar sizin hakiki dostlarınızdır. Şimdi, meydandaki halkla “profesyonel vatansever” pozu kesenleri gördükçe, mücadele değil, yönlendirme olduğu hissine kapılmaktayım.
FETÖ’nün tüm vatan sathında ve il il infaz listesi hazırladığından eminim. 28 Şubat’ın kudretli generallerinden birisi merhum Erbakan Hoca’yı 5.000.000 kişiyi öldürmekle tehdit etmişti. Aynı rakamın fısıltı gazetesine yeniden sızdığını yeniden gördüm ve rastlantı olduğunu düşünmüyorum… Bazı illerde dokuz binlik listeler basına sızdı, sızmayanlar da vardır; tespit edilmeyenler de.
FETÖ’nün kolay çözüleceğini tahmin etmiyorum; böylesine talimli ve eğitimli bir terör örgütünün dünyada emsali yoktur. ABD’nin arkasında durması, AB ülkelerinin desteği bunun en yalın işaretidir. Acil yapılması gerekenleri yapmak ise şarttır. Şimdi birileri, ellerine CV’lerini alıp bakanlık kapılarına, üniversite rektörlüklerine dalacaktır; aldanmayın ve Dikey Yapı’ya yeni sahte dik duruşlular katmayın.
Düşmanın oku kimi nişan aldı ise, kimleri nişan aldı ise, derhal onları tespit edin. Onlar hem hakiki vatan evladı, hem de meydanlara toplanan halkın gerçek seçkinleri ve omurgasıdır. FETÖ’nün infaz listesi, bu ülkeyi nasıl teslim alacaklarının işaretidir. Her ili adeta öksüz bırakmak için tertemzi ve güvenilir insanları temizleyip, ülkeyi çaresiz bırakacaklardı. Darbeyi başarsalardı, böylece kendilerine yönelik bir Kuva-yi Milliye hareketini kökten halletmiş olacaklardı…
En kolay yoldan, firesi ve darası en az kadroları oluşturmak istiyorsanız; FETÖ’nün nişan aldıklarını dinleyin, yanınıza alın, çekinmeden en kritik noktalara nöbetçi olarak dikin.
Çok konuşulduğunu ama işlerin yavaş yürüdüğünü görmekteyim…
Polis lazımsa meydana çıkan gençleri fotoğraflardan tarayın, üç aylık kurs bile kafidir…
Hâkim arıyorsanız, savcı arıyorsanız belli bir kıdeme sahip avukatları kursa gerek kalmadan bile değerlendirebilirsiniz.
Subay arıyorsanız, astsubaylardan seçin subay, çavuşlardan seçin icabında özel harekâtçı yapın.
Hülasa: Adam arıyorsanız, düşmanın okunun hedeflediklerini kucaklayın!
Bunun bir adı da halkı riyasız sevmektir…

1 Ağustos 2016 Pazartesi


KARDEŞLER VE DOSTLAR
Aynı soydan gelebilirsiniz!
Aynı anadan doğabilir ve karındaş yani "kardaş" olabilirsiniz!
Ama asıl kardeşlik Müslümanlığımızdadır. Sözde değil, özde müslüman olanları kastediyorum, herkese müslüman diyorlar. "Cicişler"in bile Umre yaptığı bir ortamda de gel de "Sen benim kalbime bak!" diyen sahtekârlara hak verme! Kalpleri sanki Allah^tan başkası biliyorlarmış gibi, Fetöcülük işte "kalpleri gören" sahtekârların toplam hâsılasıdır. İnsanın aynası amelleridir.
İlk şart "Âdil olmak"tır, ikincisi merhametli olmaktır. Âdil ve merhametli olmayanın kardeşliği soya nispetledir ve bu dünyadadır... Biz Müslümanlar, soyca akraba olduklarımızla değil, hakiki kardeşimiz olan, "müslüman kardeşlerimiz"le haşr'ediliriz.
Karındaşı öldükten sonra, intikam alan kardeşler bilirim. Kardeşini üç on paraya satan Fetöcü tabiatlı ne insanlar tanıdım!
Ama şunu da bilirim: Birbirini Allah için seven dostlarımız vardır. Dar gününüzde varını yoğunu önünüze yığar. Tınağınıza kıymık batsa canı yananlar bilirim…
Allah, onlardan razı olsun ve noksanlıklarını vermesin! 
Kardeşimizi seçemeyiz ama dostumuzu seçebiliriz. Çünkü dostlarla aramızdaki bağ, "soy" değil, "sepep"tir çünkü...
Salınıza omuz verecek kardeşiniz olmasın gam değil, dört tane dostunuz varsa dönüp dönüp şükredin, tekrar tekrar hamdedin!

30 Temmuz 2016 Cumartesi

 MİLLET-İ MERHUME’NİN GARİPLERİNE SELAM OLSUN

Allah millet-i merhumenin yüzüne baktı...
Merhamet etti...
Bencileyin tuzukurular da milletin fakirleri ve garipleri hürmetine sıyırdık... Gerçi tuz bana yasak, kalp damarlarımın yarısına da boru döşendi ama olsun. Aslı yok yaylasında, bin beşyüz koyunum vardı. Siz beni gençliğimde göreydiniz, sürüden bir koyunu yıkar en leziz yerlerini tek başıma yerdim. Mumbarını, kelle ve sair sakatatını da fakir fukaraya dağıtırdım. Ne dualar alırdım, ne dualar!
Paranın zararı olur mu hiç? Hiç bir şey olmazsa sayarsın sayarsın uykun gelir, dürer büker yastığın altında saklarsın! Sağlam paraysa bir de dolar, euro gibi filan! Yiyemeseniz de gözünüzün nuru çocuklarınıza kalır, mezarınıza okuturlar, su septirirler arada bir hiç olmazsa.
"Para her kapıyı açar!" dememiş mi yahudi atasözü. Yahudi mahudi onlar da ehl-i kitap değil mi? Zengin olacaksın ki, zekât veresin, hacca gidesin, umre yapasın. 
Ayrıyetten aganaganigi…
Bir de makam! Gerçi servetim yerinde tenezzül etmedim ama o da iyidir! Kürk giyersin, hayvanın postu itibara itibar katar, buyur eder başköşeye oturturlar. Türküsü bile var, “Müdür beyin yeşil kürkü/Yeni çıktı bu türkü/Müdür bey izin verdi/Söylenecek bu türkü” diye, oynak mı, oynak kıvrak mı kıvrak! Aman aman kimse alınmasın, bir vakıayı aydınlatmaya çalışıyorum! Çıkıp da bir bana söylüyor bu lafları deyip, şikâyet ederse bu ihtiyar hâlimle ne ederim! Makam hizmet yeridir, milletine hizmet eden ümeraya kim görmüş laf çaktığımı, bilakis arz-ı hürmeti en birinci vezaiften bilirim.
Şöhret hiç kötü olur mu?
Şöhretin olsun Gülben Ergen gibi olsun, profesyonel karıyerini konuşturdu. Helal olsun, ne pozdu beeeh! Sosyal medya tsunami şiddetinde sallandı, ardçı şoklar devam ediyor. Bakmayın öyle şöhret olduğuna, ağır vasıta ehliyeti olsaydı tır bile kullanırdı, verevine keserdi işgal kuvvetlerinin yolunu. Eş durumundan kocası terfi etmiş diye çıktılık yapanlar var; yapmayın hakkıdır!
Teeh, koyun eti filan dedik de, gecenin 00.35’i canım etli ekmek çekti. Boğaz davası durmuyor ki, alışmışım her gün her gün et yemeye! Şaka lan şaka!
Zafer midir zaferdir…
Zenginimizden de, makam sahibinden de, şöhretlisinden de Allah, razı olsun! Bölücülük yapacak, hele koministlik edecek göz var mı bende? Öylesine konuşurum, biraz da yaşlandık ya, onun da etkisi olabilir.
Zafer var ve önemlidir…
Şeref payı bu ülkenin gariplerine, yoksullarına aittir!
Allah onların zengin gönüllerine zeval vermesin!
“VAH GÂVURCUKLARIM”

Tanışmamıza vesile olan bu yazıyı Ayşe Şasa’ya ithaf ediyorum.

"Bize ne oldu?" deyip, başımızı avuçlarımızın arasında sıkmaya başladığımızda yerkürenin yarısı hâlâ alnımıza zimmetliydi. Donanmamız yenildi, ordumuz ric'at etti, birkaç arşın toprak kaybettik; ama bütün denklemler yine de bizsiz bir yere varmıyordu... Say ki,  dilimiz sürçmüş, ayağımız boşa gelmişti; geçerdi.
Geçmedi...
Sonraları da "Bize ne oldu?" diye çok suâl edildi; edildikçe de ne gafil, ne cahil, ne biçare olduğumuz hükmüne varıldı. Mezkûr hüküm kesinleşti, birçoğumuz artık taşıyamaz olduk bu ağır suâli. Birçokları ise köhne şarkın arkasından teneke çalarak; "ne oldu" yu bırakıp, "ne olmalıyız"la ünsiyet ettiler. Ölmüşten el çekmek gibi birşey idi yaptıkları; güya ölmüştük, "Biz" diye birşey kalmamıştı.
Galiba suâl, baştan beri yanlış seçilmişti.
A. “Gavur”a[1] neler oldu?
Haçlı seferlerinin, birincisinden itibaren Türkler sahneye çıkmış, sonuncusuna kadar da kılıcı elden bırakmamıştır.Teşehhüd miktarı verilen molaları papalar muhtemelen doğunun göz kamaştırıcı zenginliklerini, Türklerin barbarlığını anlatarak dolduruyor, yeni ordular derlemek için değerlendiriyorlardı. Engizisyonun, mücrimlerden eli kılıç tutabilenleri haçlı ordusuna asker yazmak suretiyle ödüllendirdiği hesaba katılırsa, papaların mesailerinin ağır olduğu su götürmez.
Haçlı seferleri; batılıların doğuyu fethetmek, İslâm medeniyetinin zenginliklerini ele geçirmek yerine, ağır yenilgilere uğramalarıyla sonuçlanmıştır[2]. Bu durum: bizim, sürekli yenilen bir düşmana sahip olmanın verdiği emniyet hissiyle "kendini tekrar" alışkanlığına tutulmamızın; Avrupanın yeni arayışlara yönelmesinin hazırlayıcısı olmuştur. Osmanlı "meydan okuması"nın Viyana kapılarını sarsar olmasıyla iyice sıkışan  Avrupa, kendi imanından şüphe etmeye başlar.   





a.
Viyana kuşatıldığı sıralarda, papalık sallantıdadır; çok sonradan protestanlıkla, yahut hristiyanlığın yahudilikten etkilenmesiyle izah edilmeye çalışılan süreç başlamıştır[3]. Devrinin olayları içerisinde merkezi bir konuma sahip protestanlığın ilk azizlerinden Luther'in haricî bir etki olarak Türkleri hesaba katması, her iki yaklaşımdan daha az ciddi ve mühim değildir: Kitab-ı Mukaddes iki zalimden bahsetmetedir: Papalık ve Türkler.. Papalık, İncil'i yanlış anlamıştır, bu yüzden hristiyan dünyasının bir "tecdid-i iman" hamlesine ihtiyacı vardır. Türkler ise fizikî güçleriyle Avrupayı sarsmaktadır. Hristiyanlar var güçleriyle bu iki hasıma saldırmalıdır.[4]
Papalığa itimadın kalmadığı bir zeminde yeşeren bu fikirler, İslâm tehdidi karşısında gerileyen batının iman dünyasını hareketlendirir. Hareketliliğin ilk aktörü kilisedir ve Türk irfanının şekillendirdiği medeniyetin temel dinamiklerini tanımak gibi ciddi bir çabaya girmek yerine, acilen ve "nasıl olursa olsun" Türk meydan okumasını durduracak ezici bir "güç"e ulaşmayı hedef olarak gösterir. "Nasıl olursa olsun!" gözükaralığı Avrupalıları, tabiatı tarihin hiçbir döneminde görülmedik kadar savruk ve hoyratça istismar eden bir zihnî ve ahlakî bir dönüşüme sürükler.

b.
Müslüman dünyaya karşı yaşanan mağlubiyetleri kiliseyi hırpalama gerekçesi olarak kullanan tecdidî (reformic) hareketler, gerçek sarsıcı etkisini, -muharref bir gelenekten besleniyor olsa da- eşyayı tasarruf itibariyle munis çizgiler taşıyan hristiyan imanında göstermiştir. Reformun sonucunda Batılılar, vahyedilenden koparak süren bir geleneğin oluşumunda Yahudiliğin, Eski Yunan düşüncesinin ve Roma hukukunun etkilerini anlamak, bir "arınma" çabasına girmek yerine; geçmişe karartma uygulayarak, tekamül sonucu biçimlenmiş varsaydığı eklektik bir medeniyet inşasını tercih eder.[5] Bu tercih, hristiyanlığın bünyesinde, ilki İsevî tebliğden izler taşımasına rağmen, ortaçağ boyunca yaşanan teokratik sapmadan daha keskin ikinci büyük kırılmaya yol açmıştır.
Kapitalizmin protestanlıkla irtibatlandırılması; dünya tarihi Avrupadan ibaret sayıldığında doğruluğu mümkün, yeryüzünde bizim ve tabii başkalarının da yaşadığı hesaba katıldığında yanlış olmasa da  eksik bir analiz olacaktır. Protestan hareket, hristiyan dünyanın düştüğü zillete sebep olarak papalığı göstermiş, meydanlarda İncil'in yanlış yorumlanıyor olduğunu seslendirmiştir. İslâm dünyasının fizik üstünlüğünü ise (bütün hasımaneleğine rağmen) ulaşılması gereken bir hedef kabul ederek de ifadesini ve hızını  bulmuş oluyordu. Bu hâl, bizde yaşanan "ecnebinin tekniği alalım ama an'anesini asla!" ya da "İslâm terakkiye mani değildir, yanlış yorumlanmaktadır." sözleriyle ifadesini bulan çaresizlik psikozuna benzemektedir.
Osmanlı topraklarındaki reformcular ve aydınlanma mukallitleri nasıl dini dünyevîleştirmek için, "batının kaşaneleri"nden ilham alıyorlarsa; Avrupadaki ilk yenilikçiler de ilhamlarını "doğunun ihtişamı"ndan almaktaydılar[6].
Ve, "za'f-ı telif ile mâlul" idiler.
c.
Kant, Tanrı'nın bir defa kutsal kitapta, bir defa tabiatta, bir defa insan kalbinde, bir defa da akılda tecelli ettiğini iddia eder[7]. Batı, uzun mücadelelerden sonra kutsal kitapta tecelli eden tanrıyı kiliseye, insanların kalbinde tecelli eden tanrıyı kilisenin içerisindeki günah çıkarma hücresine ikamete memur kıldı. İkisi  azadlı kaldı: akıl ve tabiat. Kutsal kitaptan ve kalpten mahrum akıl/insan, tabiata diz çöktürerek sırlarını elinden aldı; akıl daha sonra, teknolojiyi bir kamçı gibi eline yerleştirerek, kendine muhalif gördüğü herşeye diz çöktürmeye devam etti.
Teknolojinin efsanevî tarihine göre: Bundan iki yüz küsur yıl evvel Cornwall'deki maden ocaklarında ilk buharlı makinalar kükrediklerinde, batıl itikatlı insanların dizlerinin bağı çözülmüş, bu kara şeytanlar karşısında titremişlerdi. Ama bilgili kişiler, onları ayağa kaldırmış ve demişlerdi ki, bunlar "kara şeytanlar" değildir, bir ad vermemiz gerekirse ancak "Demir Melekler" demeliyiz[8]. O günlerden sonra "kara şeytanlar" karşısında dizleri titreyen batıl itikatlıların dini fesholunmuş; yerine "Demir Melekler"in takviyesiyle dünyaya dizçöktürmeye azmedenler eliyle "yeni" bir din ikame edilmiştir.
İnsanlar zaman zaman zenginliği, malı, itibarı taşıyamamak yüzünden "ne oldum!" deliliğine nasıl tutuluyorlarsa, medeniyetler de eriştikleri kudretin zirvesinde kendi cazibelerine hayran olup meczuplaşmakta ve "güç kompleksi"ne tutulmaktalar galiba.
Shakespeare'in taşıdığı melâl tevekkeli değil:

"İnsanoğlu, ey insanoğlu;
Minik bir makam elbisesi bürünmeyegörsün,
En cahili kesilir en bildiğinin...
Sonra, sırçadan varlığı ile dönüp arş-ı âlâya
Kızışmış maymunlar gibi, öyle hokkabazlıklar eder ki,
Hüzne boğar melekleri."

d.
Said Halim Paşa'nın keşfiyle: "Evet eski hristiyanlık yerine yeni bir din çıkıyor. Bu yeni din de zuhuruna sebep olan inanç ve an'aneleri devam ettirebildiği müddetçe yaşayacaktır. Bunun da birtakım emelleri, hayalleri olacak; taraftar ve muarızları bulunacaktır. Şüphesiz ortaya çıkan müstebit ve kandırıcı yayıcıları da, gayret ve taassub bakımından en meşhur hristiyan azizlerinden geri kalmayacaklardır."[9] Öyle de olmuştur, engizisyon mahzenlerinin dudağını uçuklatacak zulüm teknikleri, henüz bitmemiş ve modern damgalı yüzyılımızda  müstemleke valileri ve subayları tarafından uygulanagelmiştir. 
Batının ateşli haçlı ahlakından, hesapçı teknik sömergecilik ahlakına dönüşümü, Ortaçağ karanlığının ruhunu taziz kılacak niteliktedir. Bu teknik yağmacılık esnasında dünya görüşü çapında etkinliğini yitiren Kilise, batı geleneğinin çarpan kalbi olmaktan iyiden iyiye sıyrılıp, kurum niteliğine bürünmüş; ancak, "Yeni Hristiyanlık"a hizmette kusur etmemiştir. Yerli halklar telef edilirken, güçsüz ülkelerin tabii ve beşeri kaynakları gasben batılı devletlerin hazinelerine naklolunurken; keşişler bir yandan Manitu'yu, Buda'yı "teslis"e dönüştürmenin gayreti içerisindedirler[10]. İşin garibi hristiyanlar, daha önce görülmedik kadar, kendi dışındaki toplulukların inancını sarsar olmuştur. Kenyalı bir lider, "Avrupalılar yurdumuza geldiklerinde koyunlarında İncil vardı; İncil bize kaldı, topraklarımız onlara!" derken, batılının yeni dinlerini yayarken eski hristiyanlıkla nasıl bütünleştiklerinin de tesbitini yapmaktadır.
Toynbee'nin "incilden koparılıp, yanlış olarak yorumlanmış"[11] dediği, komünizmin ideologlarının da sömürülen topraklara ve sömürgecilere bakış tarzında hiçbir farklılık yoktur. Engels; Cezayir, 1848' de Fransızlar tarafından işgal edilirken, kapitalizmin teşekkül ve yayılmasının dini vehimleri ortadan kaldırarak, geleceğin komünist devrimine zemin hazırlıyor olduğu iddiasıyla, "Cezayirin fethi, uygarlığın ilerlemesi açısından önemli ve talihli bir olaydır... Çöl bedevilerinin özgürlüğünün yokedildiğine üzülebilsek de unutmamalıyız ki bu aynı bedeviler bir eşkiya millettir." diyerek, sömürgecilere tezahüratta bulunuyordu.
Evet, batılı yeni bir imana kavuşmuştu ama, bu yeni iman: hristiyanî uygulamaları, hristiyanlığa inanmadan yapmaktan başka birşey gibi görülmüyordu[12].

B. "Vah Gavurcularım!"
Müslüman oğuz Türkünün asırlarca him hime yaşadığı gayr-ı müslim unsurlara karşı muamelesi, kul hakkına ve adalete riayete dayanıyordu. Efsaneler, bir kültürün hakıkî şifresidir.. Osmanlı'nın "başkaları"na bakış tarzı da Evliya Çelebi'nin tevatüren anlattığı bir efsanede billurlaşır: İstanbul muhasarısında Bizans'ta mukim Yavedud adlı veli, surları döğen Şahi ve Balyemez'in güllerini, şehir sakinlerine zarar gelmesin gayret ve himmetiyle izale eder; bir yandan da "vah gavurcuklarım!" der, merhamet gösterirmiş. Sabrı taşan genç Fatih, çevre evliyayı istişareye çağırır ve himmet diler.. Yavedud, irtihal eder, şehrin kapıları açılır[13]. Sultan'ın da fethi müteakip bizans ahalisine karşı geliştirdiği tavır, "gavurcuklarım" muamelesinin hukuken tescili olmuştur.
a.
Gavur savaştığımızda düşmandı; bir azamız haline geldikten sonra, sırtları daima okşanır; millet-i sadıka olarak çağrılırdı. Osmanlı sadrı, çağının ortasında yetmiş iki buçuk dünyalı için emin bir liman, Nedim'in tedai ettirdiği gibi, çağının ortasında tam bir "tahammül mülkü" idi. Osmanlının ferman geçiremez olduğu zamanlarda ise, gayr-ı müslim unsurlar dişlerini göstermekten imtina etmemişler; sadakat, batının verdiği moral destekle ihanete dönüşmüştür.
Çocukluğumuzda her ne hikmetse "sarı"nın renk zevkimizi tahriş eden bir tonuyla özdeşleştirdiğimiz "gavur"dan dolayı sarı karıncaları kerih görür, gavura erzak taşıyor gerekçesiyle telef ederdik. Arıdan sonra pek sevdiğimiz bir böcek olan hamarat karıncaların karasıyla, sarısı arasında fark olmadığını çok sonradan fehmettiğimde kırdığım karıncalardan dolayı bayağı nadim olmuştum.. hâlâ da üzülürüm.
Bir de hasena böcekleri...
Olur olmaz yere def-i hacette bulunan sığırların taze mayıslarından kopardıkları parçaları hendesi bir titizlikle "gülle" haline getiren bu garip yaratıkları, suçüstü yakalar; gavura cephane imal ediyor diye çatır çatır ezerdik. Buna rağmen, Ermeni komşularımızın yortularında çocuklarıyla yumurta döğüştürürken; değirmenci ustalarla “değirmen pilavı” yerken asla böyle bir düşünce aklımızın ucundan bile geçmezdi. Zira, onlar gavur değil, tarihin sütümüze mayamıza emanet ettiği "gavurcuk"ların bakıyesiydi.
Sarı karıncaların ve hasenaların masumiyeti bir tarafa, çocukluğumuzun diplomatik dil tanımamış dünyasının gavuru, yaşadığımız toprakların ardı arkası gelmeyen haçlı baskınlarıyla tanıdığı gerçek bir tarihî şahsiyetin mütekabilidir. Bu tarihî şahsiyet, kütleleri haçlı seferlerinden bu tarafa daima Türk düşmanlığı ile harekete geçirmiştir. Bilim çağının girdiği iddiasının kucağında Anadolu’ya sefer düzenleyen işgal kuvvetleri; barbarlığımızın boyutlarını ifade ederken Kitab-ı Mukaddes'ten deliller getirerek, dünyanın dört bir yanından "kimi yamyam, kimi hindu, kimi bilmem ne belâ" ları üstümüze salmakta hiçbir beis görmemiştir.

C. Terakki imiş herbir fiili küffarın
    "Evvel yoğ idi işbu rivâyet yeni çıktı"

İslamın terakkiye mani olduğu iddiası, göğsümüzü daraltıyordu; lakin, evvel canımızı sıkması gereken, payitahtın her köşesini işgal eden "terakki" rivayeti olmalıydı. Kızılelma menzilleri içerisinde kaydı yoksa da, ağızların iri iri açılışına bakılırsa çok yüksek bir manası vardı bu mefhum. Ne var ki, aşıkları bu yüksek mefhuma, Paris'in kaldırımlarında vurulmuşlardı. Karasevdalılara, terakkinin poz poz kartpostallarını "ağzı açık ayran delisi" gibi temaşa eden yenileri eklendi; külhanîlerin ayrı, jönlerin ayrı, sarayın ayrı, ulemanın ayrı, gazeteci aydınların ayrı bir terakkisi vardı; ol görüp manasını kimseler fehmedememişti ama, vardı.
a.  
Gavur mu!!!?
Hâşâ! o artık "terakki"nin mucidi ve temsilcisi üstün bir insan ırkıydı; Devlet-i Âli'ye yol yordam öğretecek kadar da küstahtı; varsın olsun, bizim ricâlin de vakar damarı eskisi gibi kabarmıyor, acilen terakki dünyasına açılan kapıya bir çilingir aranıyordu. Üç adet tanzimat modeli biçtiler; üstümüzde en fiyakalı duranı Fransızlarınki[14] görülmüş olmalıydı ki; onların teklifine uyularak, hülasası itibarıyla "bundan böyle gavura gavur denilmeyeceği"nin altı çizildi. Bu hükümden sonradır, gavurcuklar da, kendilerini terakki dünyasının fahri konsolosu gibi görerek efelenmeye başladılar. Böylece Anadolu'ya geçtikten beri aşinamız; mayasında teknoloji, bilim gibi katkı maddeleri bulunmayan halis gavurumuzu, akabinde de gavurcuğumuzu kaybettiğimiz, bir garip "ferman" ile tescil edildi.
Gavurumuz insandı: Ağlıyordu, gülüyordu,seviniyordu, acı çekiyordu; ben-i ademin vazgeçilmez azasıydı; ifademiz ve hızımızdı. İfademizdi; her çağda kendimizle mukayese ederek, yeni bir tarif buluyorduk kendimize. Hızımızdı; çağlardan beri süregelen maceramızın dış dinamiği olarak, ne yana dönsek karşımızdaydı. O gitmiş, yerine payitaht mütegallibesinin askerlikten muaf jönlerinin "europa azizim, europa!" gargarasıyla yere göğe sığdıramadığı; okumuş yazmış ayak takımınınsa adını ibadet vecdiyle telaffuz ettiği bir hükm-i şahsiyet peydahlanmıştı: Batı. Oralara giden, görmeye zihnen kendini hazırladığı "kaşaneler"e gözlerini mıhlayıp ipnoza giriyor; gelen, halkı batıya karşı mecburi ihtirama davet ediyordu.
b.
Gavura gavur denilmeyeceği ilanının zımnî niyeti, müslümana da müslüman denilmesinin yersizliğiydi.. ki bu, ciddi anlamda Türkün gelenek yörüngesinden çıkarılması girişimiydi. Yeni durumun iyice anlaşılamadan, Saray'ın bizzat teşrifatçılığını üstlendiği batı kurumlarının birebir kabulü, başı ilmihâle bağlı Osmanlı organizmasının lif lif  çözülmesi sonucunu doğurmuştur. Kurmaylığa soyunmadan önce Ziya Gökalp bu hali, tekamülle oluşan müesseselerimizi, tarihî bağlantılarıyla ele alıp, canlı an'aneler haline sokacağımıza; bunları bir tarafa bırakarak, tarihsiz ve an'anesiz kaideler biçiminde müesseler ikame etmek[15] olarak değerlendirmektedir.
Yerli gözüken aydınlar bile ortalığı çınlatan hürriyet, terakki, eurupa nidalarına katılmaktan kendini alamıyor; kısık bir sesle "Avrupanın ilmini ve tekniğini alalım ama, kültürünü asla!" dairesi dahilinde düşünceler dile getiriyorlardı. O günler içerisinde bu yaklaşım, yaşanan izmihlal psikolojisi içerisinde mazur, hatta makul görülebilir bir çaba iken; Saray, tefekkürün yeniden teşekkülünü mayalayacak bir "tahkik-i iman" hareketi başlatmak yerine, sonu "cedid" ile biten "ferman"lara bel bağlamıştı ve artık kendinde olmadığı gibi, kendisinden yana da değildi...
Önce "gavur" minvalinden çıktı, sonra "gavurcuk"; Osmanlı mülküne de "yeni dünyalılar" tahammül edemediler; hayfa ki, biz dahi bilmemişizdir kadrini...
Devir; "modern" in devriydi.

D. Yürü bre, "modern dünya";
    Senin de geçer devranın..!
"Batı" nın ne manaya geldiğine çokları hemfikir değildirler hâlâ; çokları ise artık o kavramı kullanmazlar bile. Doğru da ederler, çünki dükkanımızda "Batı" da kalmadı; "Modern" diye birşey var yalnız, tarifsiz, renksiz, şekilsiz; ama, bütün raflarda. en yukarıda. "Bilim", "Batı"nın herbir fiilini meşrulaştıran "aydınlanma" prensiydi, hala var ama, prens değil, yamak. "Pazar" ise "Modern"i despotlaştıran en yeni iktidar vasıtası... Meselâ: "Bilim"e "namus nedir?" diye sorsan, ben ağzımdan çıktığında herhangi bir "nesne"ye tetabuk etmeyen olgularla uğraşmam der, cübbesini çekip kürsüden iner; aynı soruyu "Pazar"a sorsan, gözlerini fıldır fıldır çevirir, "nesnel" olsun olmasın, bir "mal"ın kaça alınıp satılacağını araştırır; kâr zarar muhasebisinden çıkan sonuca göre ya alır satar, ya da stoklayarak satacağı zamanı kollar.
a.
İncil'in sayfaları nasıl müstemlekecilerin servetlerine servet katmaya elverişli hale getirilmişse, bilimin sayfaları da "pazarağaları" nın kârını artırmak gayretiyle eğilip bükülmektedir. Bugün, "bilim" de lafzen modernlerce fazla müphem görülmüş olmalı ki, önüne bir sıfat eklenerek "modern bilim" namıyla anılmaya başlamıştır.
"Modern iktidar" ile "modern bilim" her çene başında müşavere kurmaktadırlar. Diyelim ki, modern, namusu pazarladı ve kazandı, fakat insanlık burcunda bu kazancın "kara para" olduğunu söyleyen "yerliler" daima olacaktır; işte o noktada modern bilim, paravan bir şirket gibi devreye girerek "kara"ları aklamaktadır. Rönesans bilgiyi keşfetti, kapitalizm bilgiyi güç için kullanarak, insani amaçları unuttu, modern teknik iktidar ise nasıl işine gelirse öyle kullanmaktadır.
b.
Yaşadığımız günler, başlattığının nereye varacağını bilemeyen batının, kendiyle başedemez hale gelişine şehadet eder. Modern akıl yanlışta bile bir sükun haline tahammül edememektedir. Pazar sahipleri "serbest rekabet" hilesiyle, birilerinin herhangi bir şekilde, başka bir dünya görüşüne müştak bir zihnî oluşumla karşılarına çıkma ihtimalini engellemek için daima "değişme"  ve "değiştirme" peşinde koşmaktadırlar. Modern iktidarın bu zalimce uygulaması, her türlü manevi ve fikri teşekkülü dünyadan sürgün etmeye azmetmiş entellektüel bir nüfuz alanına sahip olmuştur.  Bu entellektüel nüfuz alanı, ardsız amansız tüketim malları teknolojisi ve Unesco'nun mürai barışseverliğini yalanlayan silah teknolojisinin ürkütücü gücüyle birleşince; öteki ülkelerde yeni bir gayeyi tahakkuk ettirecek bilincin doğması güçleeşmektedir.
Müslüman ülkelerin sakinleri, "demir melekler" karşısında düşülen çaresizlik halini anlamak yerine, hali mazur gösterecek bahanelere sığınmayı tercih ediyor. Bahaneler, batının "güç"e dayalı "tecdid" hareketlerini okşamaktadır; bazen minik bir ayrıntı da bile ürpertici bir boyuttadır. Mesela: Mutfaktaki bakır kapların çeliğe tebdilatında, "Hikmet müminin yitiğidir, nerede bulursa alır!" biçiminde geliştirilen savunmalarda bütün çiğliğiyle kendini gösteren ikiyüzlülük hayatın her alanında varittir. Maruf'a ait kavramların, tüketim iştahına delalet eder hale getirilmesi, müslüman toplulukların genel görünümünü ve çelişkilerini yeterince arzettirmektedir.
Bugün ve daima yapılması gereken; batıdan, ya da doğudan bilim, teknoloji, müessese alıp almamanın cılız tartışması değil; karşımıza çıkan ve çıkacak olan her yeni oluşuma anında ve mucibince cevap verebilecek bir "tahkik-i iman" hareketini başlatmaktır.




Z. "Son Ahid" ve"Tahkik-i iman"
Yeni Ahid'in izleyicileri, Eski Ahid'in sayfalarından hep "cedid" (yeni) sıfatlı birşeyler çıkartır. Adı protestanlık da olsa, bu tür "yeni"ler akabinde ortaya çıkan insan tipinde, Tevratî bir renk daima vardır. Homo-ekonomicus'la, Tekvin'de çizilen "Kain"(Kabil)  portresi hangisi hangisinin negatifidir karıştırılacak derecede birbirine benzemektedir. Kain rekabet ve husumet duygularıyla işlediği cinayetten sonra, Rab tarafından "dokunulmazlık nişanesi"yle damgalanır. Bu dokunulmazlığın sırrı hikayenin sonrasında açığa çıkar; Kain'e, bir "medeniyet" kurdurulur[16].
a.
Yeni Ahid insan-tabiat ilişkilerini tanzim etmekle alakalı hükümler ihtiva etmediği için, kurduğu her medeniyet modelinde daima Eski Ahid'e muhtaç kalmıştır. Bu yüzden batının "tecdid-i iman" hareketi, Eski Ahid'e bağlıdır ve irticaîdir; hem "cani hem de medeniyet kurucusu" olmak özelliğini de batnında taşımaktadır. Yeni Ahid'in "tecdid" (reform)e imkan verici özelliği yalnızca muhtevasından değil, taşıdığı "yeni" sıfatındandır da. Yeni olan herşey, eskir ve yenilenmeye muhtaçtır.
Son Ahid (Kur'an), insanın insan; insanın tabiat karşısındaki tavrının ne olması gerektiğini organik ve birbirinden ayrıştırılamaz bir bütün olarak beyan etmektedir. İslam'ın, "Kul hakkı"nı ihlal etmeyi affedilmez suç olarak görmesi; canlı ve cansız tabiattaki bütün varlıkların kendi lisanlarıyla Allah'ı zikrederek "kulluk"larını bildirdiği gerçekliğiyle birleşir ve insan-insan, insan- tabiat arasında batılının yaşadığı  "çelişki"ye asla yer kalmaz[17]. "Tecdid-i iman" hamlesinden sonra "Batı", tabiatı altedilmesi gereken bir düşman olarak görüyor ve bunun bir "savaş"ı gerektirdiğini ilan ediyordu; düşman, yani "tabiat", köleleştirilmek suretiyle ber-taraf edilmiştir[18]."Modern"in karşısında, artık hasım olabilecek bir tabiat da yoktur.
b.
İçimizden birilerinin İslam dünyasının "geri kalmışlığı"ndan bu kadar hayıflanmasına şaşırmak gerek; çünki tüm müslümanlar Yeni Hristiyanlığın tatbikatını benimseyecek olsaydı, şu anda fakir zengin herkes moderndi  ve insanoğlu için başka bir "gelecek" umudu kalmayacaktı. Son Ahid'in bağlıları hiçbir zaman, "gelenek" ile "bilim ve teknoloji"yi ayrı cetvellerle ölçerek "insana karşı sevecen, tabiata karşı cani" ya da tersi bir medeniyet tasavvur edemezler; edenler de müslüman olarak kalamazlar. "Tecdid" ile "tahkik" arasındaki fark da burada ortaya çıkar; "tecdidçi akıl" hakikatı araştırmaz, "yeni"nin peşindedir; "tahkik-i iman" sahibi ise eskinin, yeninin değil, "eşyanın hakikati"nin peşindedir. Tahkik-i iman hareketi durduğunda, "kendini tekrar" başlar ki, tarih boyunca müslüman toplulukların zaman zaman düştükleri zilletin tek sebebi budur.
İbn-i Haldun'un "Sizce alışılmış olmayan ve muhitiniz(çağınız) de emsalinden birşey bulunmayan hususları red ve inkara kalkışmayınız. Çünki havsalanız (düşünme kabiliyetiniz) daralır, mümkün olan şeylerin teşkil ettiği daireyi tam olarak kavrayamazsınız"[19] sözleri, bugün için de önemli bir ikaz sayılmalıdır. Bu yazı, "Gavur", "Batı" ve "Modern"i red ve inkar değil, hâlâ onların yeterince tanınmadığı düşüncesi ve tedirginliğiyle kaleme alınmıştır; kendiliğinden büyük bir teklif de getirmiyor; yalnızca, akıl ile imanı meczeden "tahkik-i iman" mefkûresinin bütün çözümleri sinesinde taşıdığına bir kez daha dikkat çekmek niyetindedir.
"İnhirâfâtıyla uğraşmakta dehrin zevki yok;
 Zevk, anın mirsâd-ı ibretten temaşasındadır."
 




[1].”Gavur” kelimesi, bu ülkenin sadrında yumuşatılmış bir kavrama tekabül etmekte olup, analitik maksatla kullanılmıştır.
[2]. Steven Runcıman, Haçlı Seferleri Tarihi, Çev. Prof. Dr. Fikret Işıltan, C: III, Ankara: TTK Basımevi,1992, s.397.
[3]. Weber, protestanlığı kapitalizmin hazırlayıcısı olarak görürken; Batı'nın doğudan farklı olduğunun değil, üstün olduğunu ilan eden ifadelerden çekinmez. Kapitalizm ise, Batının şimdilik son durağı olduğuna göre, yine batının dinî bir tekamülü olarak görülen protestanlıkla alakalı olmalıdır. Weber'in yahudilik ve kapitalizm arasında ilişki olup olmadığını tahlil ederken, olabildiğince uzak ve dolaylı birtakım kültürel etkileşimden söz eder:"Yahudiler siyasal ve spekülatif  yönde eğilimi olan maceracı kapitalizm tarafında yeralmışlardır: ethos'ları, tek bir sözcükle paria-kapitalizm idi, Puritanizm ise burjuva işletmesinin ve işin ussal örgütlenmesinin ethos'unu içinde taşıdı. Yahudi ahlakından sadece bu çerçeveye sığanı aldı." (Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu, Çev. Zeynep Aruoba,  İstanbul: Hil Yayınları,1985, s.133)
Maceracılık, serveti biriktirmek gibi özellikler küçük görmemesi gereken özelliklerdir ama, Weber, kapitalizmin hazırlayıcısı olma şerefini yahudilere kaptırmamak için ıskalamaya meyillidir. "Eski Yahudiliğin yaşamı doğal bir tutum içinde değerlendirme eğilimi, Puritanizme özgü özelliklerden çok uzaktır."(Weber, age.133) iddiası da Weber'in bu temayülünü açıça göstermektedir. Çünki, "yaşamı doğal bir tutum içinde degerlendirme eğilimi" yalnızca Eski Yahudilik değil, tüm "eski" gelenekler için söylenebilir; İlk Hristiyanlık da dahil.
Kapitalizmin Ruhu, Marx'a göre Yahudiliktir: "Yahudi sadece mali güç kazanmak suretiyle değil, fakat aynı zamanda ve ondan ayrı olarak paranın bir dünya gücü haline gelmesi ve pratik Yahudi ruhunun Hristiyan milletlerin pratik  ruhu haline gelmesi suretiyle kendini Yahudice bir biçimde kurtarmıştır." Aktaran: Mustafa Özel, Dergah, Sayı:5, s.11).
İki ayrı görüş aynı anda okunduğunda Protetanlığın Ruhu: Yahudilik; Kapitalizmin Ruhu: Protestanlık gibi bir sonuç çıkmaktadır. "İki Ruhlu Kapitalizm" demek en uygunu galiba.
[4]. Bkz. Asaf Hüseyin, Batının İslamla Kavgası, Çev. Mesut Karahan, İstanbul: Pınar Yayınları, s.22.
[5]. Lewis Munford, "ilk defa, gelecek, her ne kadar denenmemiş olsa da, geçmişten daha cazipti; deneysel ve yeni olan, tecrübe edilmiş ve gelenesel olanın önüne geçmişti" sözleriyle, batıda meydana gelen bu yörünge değişimini yalın bir biçimde ifade etmetedir.
[6]. Batı'nın "kaşaneleri"inden nelerin anlaşıldığı bugün daha açıktır. Doğu'nun "ihtişamı"nı anlamak için ise tarihin hatırlanması gerekir:
"İslam alemi, 1500'e gelmeden yüzyıllar boyu kültür ve tenoloji alanlarında avrupadan ilerdeydi. İslam kentleri geniş, iyi aydınlatılmış ve kanalizasyonu olan kentlerdi; kimilerinde üniversiteler, kitaplıklar ve şaşırtıcı güzellikte camiler vardı. Matematik, haritacılık, tıp ile bilim ve sanayinin daha pek çok kolunda -değirmenler, silah dökümü, fener kuleleri, at yetiştiriciliği- Müslümanlar öndeydi...".(Paul Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Düşüşleri, Çev. Birtane Karanakçı,  5. Baskı, İstanbul: İş Bankası Yayınları,1994.)
[7].Walther Kiaulehn, Teknoloji Tarihi (Demir Melekler), Çev. Hayrullah Örs,  İstanbul: Remzi Kitabevi, s.41.
[8]. Age, s.30.
[9]. Said Halim Paşa, Buhranlarımız, Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, İstanbul: İz  Yayıncılık,
1993,  s.134.
[10]. Lewis Mumford, Makina Efsanesi, Çev. Fırat Oruç,  İstanbul:1996, s.20-21.
[11]. Arnold Toynbee, Medeniyet Yargılanıyor, Çev. Ufuk Uyan, s.223. 
[12]. Age, s.223.
[13]. Evliya Çelebi, Evliya Çelebi Seyahatnamesi'nden Seçmeler, Hazırlayan: Atsız, s.26, MEB, İstanbul, 1971.
[14]. Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi V. Cilt (Nizam-ı Cedid ve Tanzimat Devirleri), 3.Baskı,  Ankara: TTK Basımevi, 1970, s.170, 249,250.
 Gülhane Hattı'nda Fransa'ya ve İngiltere'ye yakınlaşmak niyeti varken; Islahat Fermanı, tamamen Fransız tezinin kabülü olup (Rusya ve İngiltere'nin itirazını mucip bir durum da yoktur). Ferman'ın muhtevası, gayr-ı müslimler üzerine ecnebilerin kurduğu hesaplara hizmet etmiştir.
[15]. Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi, 3.Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları, 1994, s.23.
Ziya Gökalp'e göre, Türkler kültür ve müessese iktibas ederek, "Millet" olma yolundan uzaklaşmışlardır; İslamı seçtikten sonra da aynı hatayı terarlamışlardır.
Aynı mantığa göre, ikinci hatamız da batılı kurumları iktibas etmemiz olması gerekir ama öyle birşey Gökalp tarafından söylenmemiştir. Merhum, "Millet" olma kulvarına girdiğimizi sayarak, bu konuda sosyolojik ifadelere gerek görmemiştir herhalde.
[16]. Kitabı Mukaddes, Tekvin; s.3-4, Kitab-ı Mukaddes şirketi, İstanbul-1976.
[17][17]. "Yerde yürüyen hiçbir canlı ve iki kanadıyla uçan hiçbir kuş hariç olmamak üzere hepsi sizin gibi ümmetlerdir. Kitab'da Biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık; Nihayet, ancak Rablerine toplanıp getirilirler." (En'am, 38)
"Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O'nu tesbih ederler; O'nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur....."(İsra, 44).
"Göklerde ve yerde olan kimselerin, sıra sıra uçan kuşların Allah'ı tesbih ettiğini görmez misin? Her biri duasını da, tesbihini de muhakkak bilir....."(Nûr, 41).
[18]. Descartes, "...kesinlikle ateş, su, hava, yıldızlar, semavat ve bizi kuşatan diğer tüm cisimleri bilme yoluyla pratik bir metod keşfetmenin mümkün olduğunun idrakine vardım. Biz bu araçları, uygulandıları tüm kullanımlara da tatbik edebiliriz. Ve böylece, kendimize tabiatın efendileri ve sahipleri payesini verebiliriz." demektedir.
Descartes'ın, Tanrı'ya inandığı ve dini bütün bir hristiyan olduğu,-Aklını İyi Kullanmak Ve İlimlerde Hakikati Aramak İçin- Metod Üzerine Konuşmalar. (Çev. Mehmet Karasan, MEB, İstanbul, 1986)'ın "Dördüncü Bölümü"nde şüphe bırakmayacak kadar açıktır.
Belli ki, Descartes yoğun bir "tahkik" (hakikati arama) işine girişmiştir. Ancak, tahkikatının sonuçlarını, tabiatı tasarruf noktasında açıklarken,"İman"ın koyduğu bir ölçüden eser yoktur; Tanrı, eşyayı nasıl kullanacağımız konusunda insana "teklif" getirmeyen bir Tanrı olarak vardır. Ölçüsüzlük, onu "tabiatın efendisi ve sahibi" olmak gibi, en azından acımasız bir yargıya vardırmaktadır.
"Zübde-i âlem" olan insan ile "âlemin efendisi" olmak niyetiyle yola çıkan insan herşeyiyle birbirine zıt iki tiptir.
[19]. İbn- i Haldun, Mukadime Cilt: I, Hazırlayan: Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergâh Yayınları, 1982, s.526.

26 Temmuz 2016 Salı

HÜKÜMETLER VE KOLONLANMIŞ ÖRGÜTLER
Kolonlanmış bireylerden oluşan modern örgütler, kolondaşların bir birine karşı sınırlandırılmış olmasına özellikle riayet ederler. Hukukî bir tanımı yapılamayacağı düşüncesindeyim. Bu örgütleri, hiyerarşik özellikleri ağır bastığı için “Kolonlanmış Örgütler” (KÖ) olarak kavramlaştırmak mümkündür. Başkalarıyla muaşeret, insanı sorumluluk sahibi yapacağı için, muaşereti sıfırlayacak her yol denenmektedir. Modern iktidar olgusu içerisinde önemli yere sahip KÖ,  grup dışında kalan çoğunluğun temel hak ve özgürlükleri için tüm dünyada gittikçe artan bir tehdittir. Demokrasiyle yönelten ülkelerde alan bulmaktadırlar, demokrasinin vaatleri çerçevesinde de rahat hareket imkânına sahiptirler.
Modernitenin şekilciliğini kolayca aşan KÖ, biyolojik dinlerin ötekilerle geliştirdiği teamüllerin, teknikleştirilerek sosyal alana taşınması ile uygulama alanı bulmuştur. Biyolojik inanç, diğer inançlarla mezcedilerek, grup içi ilişki/evlilik/dostluklar yeni ve işlevsel bir dine dönüştürülmüştür. Dinin mahiyeti değil, işlevi öne alınmıştır. Sorumluluğun yegâne göstergesi aklı devre dışı bırakmak için dinin hümanistik yönlerini ve dinî terminolojiyi araç kılmak, örgütlerin en temel dayanağıdır.
Mahut organizasyon tekniği, hiçbir ülkede merkezkaç sosyal hareket olarak gözükmez ve buna da özen gösterilir. Merkezkaç unsurlarla merkezî iktidarlara karşı muayyen alanlarda ittifak kurmak için böyle bir mesafe tutturulmuş olabilir. Tanımlarıyla değil işlevleriyle anlaşılabilecek bir eylem repertuarı genişliğine sahip oldukları için 21. Yüzyılın iktidar olgusu içinde etkin bir biçimde var olacaklardır. Güç odaklı ve dolayısıyla ekonomik yönü ağır basan bu örgütlerin denetimi, "bilginin denetimi" kadar zordur. Hükümetler, vatandaşlarının hukukunu korumada, KÖ’ler karşısında yetersiz kalabilmektedir.  Bilginin güç amaçlı kullanımında etik ilkelerin yeri olmadığı gibi, bu sosyal hareketlerin de tanımlanabilir bir etik ilkesi yoktur. “Ötekiler”le iletişimi en az sınırda tuttukları için de bu örgütlerin içine girmek neredeyse mümkün değildir.
İmajlarla çalışıyor ve gerçeğin üstünü ustalıkla hazırlanan imajlarla örtmek konusunda yetkinler. İnanç alanlarındaki roller, iktidar aracına anında dönüşebiliyor. Savunmasız siviller, bu tür örgütlenmelerle karşılık verme imkânından mahrumdurlar ve bu yüzden yönetimler merkezileşme temayülüne girmişlerdir. Demokrasinin kurum ve kurallarıyla işlemesi, bu orantısız güçler karşısında kifayet etmez.
Modernitenin iktidar olgusu etrafında kendini biteviye yeniden üretmesi, özgürlüğe aday insanın, kolonlanmış bireyler karşısında daha da zayıf hale gelmesi sonucunu doğurmaktadır. Kurumlar bürokrasi ağıyla işlediği için, anında imaj ve taktik değiştiren örgütler karşısında insanlar daima ezilmektedir. Hükümetler karşısında demokratik yollarla hak arayan insanın karşısına, ezici örgüt gücüyle KÖ dikilmektedir.
Modernite kucağında büyüyen ama modernitenin hareketlerini takipte aciz “epistemik cemaat”in akredite medya grupları halinde varlığını korumaya çalışmaları: sululuk seviyesindeki espriler ve üretilmiş imajlara tam teslimiyet haliyle sonuçlanmıştır. Nasıl entelektüel olunur konusunda ders vermeye çalışarak, komplekslerini gidermeye çalışan kristalize olmuş beyinlerin konformizmi, tabana doğru reyting ve sempati avcılığına dönüşmektedir. Düşüncesizlik halinden “ortam”ı suçlamak, ülke vasatını gerekçe göstermek sempati avcılığının ve vicdanî istismarın en bilindik yoludur. Düşünmek: ifade özgürlüğü ile özdeşleştirildiği için, gündem dışıdır. Günümüz dünyasında düşünce üretmeye en ufak bir sınır yahut engel söz konusu değildir. Düşünmek: özne ile mümkündür. Konformistlerin, özne –imiş gibi yapmaları, ayrıcalıklı bir varlık olarak kendilerini gizlice satmaları ile gerçekleşmektedir. İsimleri zikredildiğinde yüzergezer fikirlerden başka ve içeriği tahmin edilemeyen bir sözü olan var mıdır? Olmadığını müşahede ediyorum. Geriye, fiyatı ve miktarı ne olursa olsun, maddi yahut manevi ödüller karşılığında düşündürmek için değil inandırmak için konuşan ve yazan sofist mukallidi entellik kalır. Sofistike usullerle, birbirlerini ağırlayan kesimler, öznelerinden kopuk fikirlerin failidirler; ki bu, bir tür ajanlıktır ve düşünmeyi gerektirmez.
Sivil ve hayati taleplerini dile getirmek isteyen insanların yöneleceği tek merci hükümetlerdir. Çizmeye çalıştığımız entelektüel yapı, doğrudan doğruya kolonlanmış örgütlerle daha fazla ödüle ulaşmak için pazarlıklı bir duruş içerisindedir. Anlama kuvvetine sahip olmayan cahil medya kadroları, eleştirilerini tefekkür ve tahlil üzerine değil, “imaj oluşturma” modeline göre geliştirirler. Konu var, konum yoktur. Türk entelektüelinin konusu Türkiye’dir ama konumu Türkiye değildir. Biz sıradan insanlar, iktidarlardan taleplerde bulunmak zorundayız; hükümetlerle bu yüzden belli alanlarda çelişkili olmamız normaldir. Anormal olanı, demokrasinin verdiği legal imkânı içerden kullanma gücüne sahip KÖ’lerin dümen suyu ile kayıt dışı iktidar mücadelesi sürdürmektir. KÖ’lerin bir tür danışıklı entelektüel istihdam ederek, iktidara talep bildiren herkesi “hükümet yanlısı” gibi gösterme çabaları, demokrasi içerisinde mücadele imkânına alenen bir tecavüz ve saldırıdır. Gayr-ı nizamî siyaset, hukuk kuralları içerisinde, başkalarının hukukunu çiğneyebilmektedir.
Konumları Türkiye olmayanların modern düşüncenin verilerinden hareket ettikleri de kesinlikle söylenemez. Öyle olsaydı, günümüz demokrasilerinin açmazları üzerine geliştirilen saha çalışmalarından, düşünürlerden haberdar olurlardı. Batılıların konusu ve konumu Türkiye olan hiçbir kimse ile iş tuttuğu görülmemiştir. Özellikle “yerli” vasfına ve “yerli düşünce”ye sahip insanlarla iş tutmak bir yana, farklı taktiklerle bertaraf etmenin her yolunu denerler. Kolonlanmış örgütler, profesyonelce çalışan ve “inanmışlık” üzerinden hareket ettirilen mekanik aygıtlardır. “İnanmışlık” üzerinden yürütülen örgütlerin ve dini işlevselleştirmeleri, eylem kolaylığı sağlamaktadır. Din, eklektik ve son derece geniş bir iktidar enstrümanı olmaya en değil, tek uygun araçtır. Dini özgürlük taleplerinin, bir tür “topluluk dini” biçiminde örgütlenmeyle sonuçlanması, demokrasinin verdiği imkânın dini müphem bir alan haline getirmek için ayrıca işe yaradığını çıplak gözle görebilmekteyiz. Samimi dindarları hükümetler karşısında destekçi olduğu anda bile siyaseten pasif hale getirmeye operasyonel bir yol aransaydı:  Kolonlanmış Örgütler olurdu.
Mistik bir tevazu, rasyonel girişim mantığı, irrasyonel bağlılıklar vasıtasıyla moderniteye ve iktidara eklemlenen KÖ’ler konusunda benim ilk önerim doğru okumak ve anlamaktır. Türkiye, demokrasisinin bugüne kadar taşıdığı yapısal arızalar ve oturduğu beşerî malzeme açısından KÖ’ler için mümbit bir alandır. Tek başına polisiye tedbirlerin, hukukî mücadelenin bu gayr-ı nizamî siyasi örgütlerle baş edebilmesi mümkün değildir. Sivil hak ve özgürlük arayışlarının nasıl bir iktidar odağı haline geldiğini farklı şekillerde ve her ülkede yaşayacağımızı tahmin ediyorum. Paranın ve bilginin nasıl elde edildiği, nereden nereye aktığı takip edilemeyen bir zamandayız. İnsanlar daha fazla korunmaya muhtaçtırlar.