ŞEHR-İ RAMAZAN’IN ÜÇ SESİ
Ramazan
girmeden kıldığımız Cuma namazında istisnasız “Şehr-i Ramazanı haber veren bir
hutbe okunurdu. Hutbede, “Şehr-i Ramazan” ile başlayan ayet hatırlatılır, meali
verilirdi. “Şehr”in ay anlamına geldiğini bir zaman sonra öğrendim ama aynı
zamanda “şehir” kelimesiyle eş sesli oluşu, kalbime bir hoşluk verirdi. Şehr
Arapça, Şehir Farsça ama olsun “i” harfinin düşmesiyle ikisi cem olmaktadır.
Ramazan’da
insan daha merhametli, şehir daha medeni olur. Sivas, her anlamıyla tam bir
Ramazan şehridir. Şehrin, Ramazan ayına mahsus sesleri oluşu, her yönüyle
kişilik ibraz eder.
I.
YÂ HANNÂN İLAHİSİ
Yâ
Hannân İlahisi, Şehr-i Ramazanı tek ahenkte birleştiren bir mûsikî şaheseridir.
Itrî'nin eserleri, Yahya Kemal'in gözünde roman yazmamış bir milletin;
"Ya Hannân" ilâhisi de benim gözümde Sivas’ın hülâsasıdır. Itri’nin
eserlerinde mavi Tuna, gür Fırat, birinde ise torak rengindeki tevazusuyla Kızılırmak
akmakdadır.
Çocuktan Al haberi!
Bu
ilâhiyle ne zaman dolduğunu kulaklarımın, senesi senesine hatırlıyorum. Beş
yaşındayız, benim yaşımda (yirmi ikisinde rahmetli olan) amcam ile beraber,
dedemin ağzına bakıp "Sübhâneke"yi öğrenmeye çalışıyoruz; Ramazan ayı
ve terâvîh namazı sonraları da, "ocak başı" sohbetlerinin kucağındayız...
Sübhâneke'yi çabuk öğrendik; dedem tecvidiyle öğretmeye çalışıyor, ev halkı
da bizim ağzımızın aldığı şekillere, çatlattığımız "ayın"lara gülüyordu.
Sübhâneke'den sonra ilk öğrendiğimiz şey, "Ya Hannân..." ilâhisiydi.
Köyün ilâhicisi ve en iyi türkü söyleyeni dedem, Ali Ekber Çiçek'ten daha gür
değil ama daha yumuşak sesiyle erinmiyor, üşenmiyor bize "Ya Hannân"ı
talim ettiriyordu. Ramazan yarılanmadan "Ya Hannân" mektebinden
icazetimizi almıştık; bir gün bizi teravih namazına götürdüğünde, uyku mahmurluğu
içinde ilk koral icramızı sergilemiştik…
İlkokula
başlamamızla beraber, yaz ayları hâriç tastamam şehre taşındık. Şehirde de aynı
ilâhi okunuyordu; hem daha gümrah... Bir şehre taşınmak ayrı, şehirli olmak
daha ayrı… O yıllarda pek tabii, koca bir köye benzeyen, şimdi hiçbir şeye
benzetemediğim Sivas'a beni hepten ısındıran, "Yâ Hannân" ilâhisinin
yumuşacık soluğu olmuştur. Ulu Cami’nin bütün taş hücrelerini dolduran kıraat
ustası imamları Bekir ve Nevzat hocaların şefliğiyle, cemaat yek-avaz
"Yâ Hannân"a başlayınca, heybetli taş bina saat sarkacı gibi
salınıp, ilâhi bittiğinde şakülüne oturuyordu. Şehrin ahşap asilleri
Çatalpınar, Örtmelipınar, Hocaimam, Vişneli (şimdi yıkılmıştır) gibi camilere
gelince: Genellikle girişte sağ tarafta, parmakçalıkla ayrılmış müezzin
mahfilinde bariton sesli, pehlivan duruşlu beş-altı kişi icraya yetiyordu.
Cemaatin kalanı vokalist gibiydi. Yerleri felekten rezervasyonlu, yerlerine
kimsenin oturmaya cesaret edemediği bu er kişilerin mahfilini, diline yaban
arıları üşüşen bugünün nesli doldurabiliyor mu? Emin değilim, umutsuz da
değilim.
"Yâ
Hannân"a öyle bir kıymet atfetmişim ki, Anadolu'nun her yerinde,
İstanbul'da, Rumeli’de Ramazan’ın iftar gibi, sahur gibi vazgeçilmez bir
mütemmimi olmalıydı...
Öyle
değilmiş!
Cahillere Kalan İstanbul
Seksenli
yıllar... Bir müddet İstanbul'da, hem de Ramazan ayında ikâmete mecburum. Niye
Süleymaniye değil de, Sultanahmet hatırlamıyorum, galiba mihmandarlarımın
kavliyleydi. Teravih namazına durduk, müthiş kalabalık, taşralı fasâhâtiyle
deyim ki anlayın, Ulu Cami'den bile... Teravih ile vitrin arasındaki molayı
bekliyorum; güya "Yâ Hannân" söyleyeceğiz ve soluklanacağız...
Nihayet
o an geldi. İmam selâm verir vermez, ciğergâhımın azamî istiabıyla "Yâ
Hannaaan, Yâ Mennaaan, Yâ zel'cudi ve'l ihsâ..." dedim,
"ihsân"ın "nunu"nu söyleyemedim... Millet aval aval bana
bakıyordu: bu cûş ü hurûşa gelmiş, bunaltıcı sıcakta siyah kruvaze ceket giyinmiş
bu meczup da neyin nesiydi... Yanımdakiler kikirdedi, benimse suratım kiril
hurûfâtı gibi birbirine karıştı. Kızgınlığımdan nâdân cemaate uymadım; arka
arkaya üç kez söyledikleri Sâlât-ı Ümmîye'ye ses katmayarak intikam aldım.
Bu
cahil İstanbullular(!) da güzelden hiç anlamıyorlardı.
Lâ-edri Bir Eser
"Yâ
Hannân" ilâhisi; mûsikî, makam, usûl açısından üstat bir bestekârın işi
gibi gözüküyor. Tekbir-i Şerif ve Salât-ı Ümmîye'den sonra en hazzettiğim dinî
eser… Hükmü, vasatın kıymet biçemeyeceği bir sahada en iyi bilenler vermelidir,
ama zevkler hakkında hüküm biçilmez. Biz, Sivas halkı olarak çok sevmişiz,
bilmem kaç yüzyıldır o ilâhi ile beraber yaşıyoruz. Bu ittifak da önemli bir
ölçü değil midir?
Kulağımı
temiz seslere teşne kılan dedeme, muhacir harmanı köyümüze bu ilâhinin nasıl
geldiğini soramadım. Meydan Camii eski imamlarından Kara Hafız Efendi ya da
dedemin de hocası -ve amcaoğlu- Adil Efendi, müthiş hafızalarıyla derhâl köye
nakletmişlerdi. Allah hepsine gani gani rahmet eylesin! Tıpkı güz aylarında
halayların ustası Karaman Usta’yı günlerce köyde alıkoyarak tekmil halayları
coşkulu bir şekilde öğrendikleri gibi,"Ya Hannân"a da derhal ses ve
nefeslerini katmıştılar. Onlar, yeni menzilleriyle şahsiyetlerini mezcedip
harbin ve muhaceretin yıkıntılarından ocak çatmayı becerdiler; ruhları şad
olsun.
Bir
ilâhinin bile tek başına, bir şehri yılda bir ay boyunca medenileşmeye çağıran
bir lütuf olduğuna/olabileceğine inanıyorum. Peki, bu lütuf kimden? Öyle
zannediyorum ki mûsıkîye yakın duruşlu Şemseddin Sivasî ya da Abdülmecid Sivasî’nin
şehrimize hediyeleridir. Bestekârın,
tekkenin zâkir başı olması tahmin edilebilir. Bestekârlarımızın (Zekai
Dede hariç) on beşinci yüzyıldan sonra çok fazla şuğul bestelemedikleri göz
önünde bulundurulduğunda, tahminime hak verilebilir.
Lâ-edrî
bir eserin zamanda derin izler bırakması, kültür ıstılahlarının nasıl
oluştuğunu bildiren canlı bir örnektir.
Tek Cümleye Sığan Kutlu Haberler
İlk
bakışta bütün şuğul ilâhiler gibi, mûsikî ve mana inceliğini ele vermeyen
"Yâ Hannân" ilâhisi, unsurları birbirine mükemmel bağlanmış tek bir
cümleden ibarettir.
Yâ
Hannân, Yâ Mennân,
Yâ
Ze'l-cudi ve'l-ihsân;
Sebbit
kulûbenâ ale'l-îmân
Nercû
afveke ve'l-ğufran
Merhaba
Merhaba, şehr-i Ramazân Merhaba
Merhaba
Merhaba, şehr-i Siyam Merhaba
Evvel
Hû, Âhir Hû
Zâhir
Hû, Bâtın Hû
Kul
Yâ Hû, Yâ Hû
Yâ
Men Hû: Hak!
Lâ
ilâhe illâllah, Muhammed'ür Resûlullah
Ve
İlâhün, Vâhidün, Ehadün, Samedâ!
Esmâ-i
Hüsna’dan olan isimlerin tamamı ilâhideki sırayla ardı ardına getirildiğinde
cümlenin öznesi ortaya çıkıyor; "Hakk Öznesi" tanımlanmış oluyor.
"Sebbit kulûbenâ ale'l-iman/Nercû afveke ve'l ğufran" sözleriyle de
Hakk'tan af ve mağfiret dileniyor (Mukallibü'l kulûb, Musarrif'ül-kulûb:
Kalpleri hâlden hâle çeviren, anlamında ve bir Buhârî rivâyetince
Esma’dandır). Şuğul ilâhilerin ortak vasfı, Esmâ-i Hüsna’nın ve dinî
ıstılahların güfte içerisinde mühim konumlarıdır. Şuğul bestelerin maksadı,
mûsîkinin telkin gücünden istifadeyle, dinin özünü anlamayı kolaylaştırmaktır.
Kelime
kelime ve manzum şekilde bir sadeleştirmenin yanlış olacağı düşüncesiyle,
hakikatte tek cümlelik ilâhinin mealini şöyle imlaya dökebiliriz:
"Ey
kullarına karşı pek müşfik, pek lütûfkâr, kerem ve ihsan sahibi, ey ezelî, ey
ebedî, ey tecelligahıyla apaçık, tecellî-i celâliyle gizlilerin gizlisi, ey Hû
Hû diye çağırdığımız Hakk!
Kalplerimizi
iman üzre sabit kıl, ümidimiz senin af ve mağfiretindir. Lâilâhe illâllah
Muhammed'ür Resûlullah. Tanrımızsın, teksin, benzersizsin. Kulların sana
muhtaç, sen kimseye muhtaç değilsin.”
Bestekâr,
insan (tecelligâh) ile Allah'ın tecellisinin kavuştuğu berzaha Ramazan'ı
yerleştirmiştir. Oruç ayının mümin kişiye gün gün irtifa kazandıran bir af ve
mağfiret merdiveni olduğunu ve o münasebetle yalvarıldığını Allah'a işittirmek
istercesine: "Oruç günlerindeyiz, o günleri selâmlıyoruz.” sadedinde
"Merhaba"ları peşi peşine sıralamıştır. İlâhinin ilk bölümünde
"havf ve recâ'" tüten bir tonda Hakk'ı anıp, af ve mağfiret dilenir;
Ramazanı selâmlama bölümünde ise zannedersiniz ki, coşkun dereler
çağlamaktadır. Ramazan'ın on beşinden sonra, "Merhaba”lar, yerini
"Elveda"ya bırakır; ilâhinin "tarz-ı reviş"i yavaşlar,
son teravihle beraber Hazreti Ramazan, bir ay boyunca terbiye etmeye çalıştığı
şehirden ayrılır:
Elveda
elveda, şehr-i Ramazan elveda;
Elveda
elveda şehr-i siyam elveda!
Akıbeti Hayrolsun
İlahi,
Selahaddin E. Işıksal tarafından notalandırılmış; denetimden geçmiş ve 16150
numarayla TRT Klasik Türk Müziği dairesinin arşivinde yerini almış. O günlerde
sadece bir kişi aramış ve böyle bir şaheserin derlenerek kayda geçmesine
vesile olduğu için Selahaddin Bey’i kutlamış ve teşekkür etmiş. İlahi, her
Ramazan gümbür gümbür hâlâ söylenmekte, şehre teneffüs imkânı vermektedir.
Bu konuyu ilk yazan bendim; gençtim müthiş bir hız ve coşkuyla yazardım; şimdi
yazmazsam olmaz diye düşündüğüm konularda bile yavaş aldırıyorum. Şehrin
atanmış kültür baronları bile ilahiyi yıllar sonra keşfetti. Kayıtlı olmasına
rağmen, ilahiyi mal bulmuş mağribi gibi yağmaya kalkışanlara, tahrif edenlere
rastladıkça da üzülüyorum.
Yazdıklarını gözden geçirmek her yazara nasip
olmaz. Yine de son hali bu okuduğunuzdur demeyeyim, ömrüm oldukça yazdığım her
konu benimle beraber hareket eder. Yazıların eski hali ne olacak? Demine göre
yazmış bulunduk, hatıra kalsın efendim.
II.
SALÂVAT-I SİVASÎ
Salâvat
getirmeyi ne zaman öğrendiğimi Müslüman bir hanede gözünü açan herkes gibi ben
de hatırlayamam. Her çocuk, dili döner dönmez besmele, hamdele, başta salvele
olmak üzere, “Ya Sabır, La-havle, Hasbünallah…” gibi kısa ama hayatımıza yerli
yerince eşlik eden terkipleri öğrenir. Taklit ve ezberle başlayan bu süreç
tahkik ile sürerse öğrenme terbiyeye dönüşür ve anlam ile eylem yekvücut olur.
İlim
bazılarına; ilmihal ise her ferde lazım. Ezbere öğrendiğimiz ve icab-ı hâl ve
bazen coşkuyla söylediklerimizin anlamını bilmek de ilmihal gereğidir. Ne yazık
ki, çoğumuz bu konuda fazla bilgi sahibi değildik. Gençliğimiz bir “ara dönem”e
denk düşmüştü ve olur olmazı sorgulamak o günlerde moda idi. Bugün rahmet-i
rahmana kavuşan değerli bir ahbabım, “Peygamberimiz gibi mütevazı bir kişilik,
neden kendini övdürsün?” demiş ve samimiyetle
“salât u selam”ı sorgulamıştı. Dilim döndüğünce o konuda bir ayet
olduğunu ve o ayete dayanarak nasıl yapılacağına dair hadisler olduğunu
hatırlattım. Dostum şaşırmıştı ama sevinmişti de… Ondan daha bilgili biri
değildim, birbirimizi düzelte düzelte sözlü kültürümüzde yaşayan dinimizi,
nasibimizce kavrayabildik.
Resulullah’ın
adı anıldığında mutlaka salâvat getirilir; elini göğsüne götürenler de olur.
Adının anılmasına mahal yok iken de aklımıza düştüğünde, şaşırdığımızda, bir
dostla tokalaşırken, bir çiçeği koklarken salâvat getiririz. Ona olan
teşekkürümüzü her fırsatta bildirir, her vesileyle onu hatırlamış oluruz.
Kitaba dayanan ibadet yahut vecibeler etrafında farklı milletler kendilerine
mahsus kültürel unsurlar geliştirirler. Salâvat merkezinde de estetik değer
ifade eden davranış, düşünüş, duyuş biçimleri söz konusudur. Salât-ı Ümmiye bu
konuda bir zirveyi ifade eder. La-edri, yani bir nevi sanatçısının milletin
gönlü olan salâvatlar da vardır. Tekkeler, gündelik hayatın zikir ahengiyle
usule kavuştuğu mekânlardır ve bu lâ-edri bestelerin mayalandığı en temel
kurumlardır.
Başka
şehirlerde de müteradifleri olabilir ama Sivas’ta eskiden düğünler, düğün evine
bayrak dikerek başlardı ve bayrak salavatlanırdı. Bayrak dikilirken yek-avaz
getirilen salâvat kısa bir gülbank gibidir; yürekleri titretir. Ardından
davullar gümbürdemeye başlardı. Bu özel salâvatın yanına itinayla eklenmesi ve
unutulmaması gereken teravih namazına başlamadan önce getirilen bir hususî salâvattır.
Teravih namazının sünnet oluşuna vurgu yaparak getirilen bu salâvat, şehre
mahsus bir ses ve inceliktir. “Ona izzet ile ikram, teravihe kıyam olsun.”
söyleyişi, mahallî unsurları da içinde taşımaktadır. Peygamberimize getirilen salât
ve selam ile ona hürmette bulunduktan sonra, teravih namazına niyet edilir.
“Efendimiz Muhammed’e
Salât ile
selam olsun;
Ana izzet
ile ikram,
Teravihe
kıyam olsun.”
Cümlesinden
ibaret salâvat, müezzin mahfilinden yüksek sesle ve topluca söylenir; cemaat de
iştirak eder. Bir miktar sükût edilir, o esnada imam kıyama durmuştur, cemaatte
doğrulur ve saf tutar. Müezzin küçük bir usûl değişikliğiyle “Salât-ı teravihe
niyyet!” diye avaz eder ve gümrah bir tekbir ile namaz başlar.
Ben bu özge salâvatı
sadece Ramazan münasebetiyle değil, her zaman getiririm. Siz de güne başlarken
hamdeleden sonra: “Efendimiz Muhammed’e salât ile selam olsun; Ana izzet ile
ikram hayatıma kıyam olsun!” diyebiliriz. Hoşlaştıysanız, Sivaslı olmanız
gerekmez; mirî malıdır, özüne sadakat kaydıyla herkes gönlüne yerleştirebilir.
III.
EL FİRAK İLAHİSİ
Her doğan
güzellik, öncelikle mahalline mahsustur. Muhitinde güzel gözüken, bazen
sınırları aşar, kültürleşme yoluyla çok geniş satıhlara ulaşabilir. Sivas halk
şiirinin ve türkülerin nabzının gümrah attığı bir vilayettir. Şiirin ve türkülerin
batnında taşıdığı hayat tarzından günümüzde eser kalmadıysa da kayıtlı olmaları
bir şanstır. İçin için hâlâ dinlenmekte ve nakledilmektedir. Anlamlı olan her
mevsim için, her olay için ne ince deyişler, türküler vardır. Neredeyse hayatın
her safhasına eşlik eden nağmeler yerini gürültüye bıraktığında, ruhumuzda
mahfuz letafet nefsimizin içinde büzülmeye başlar. İnsan her gün türkü üretmez
ama dinleye söyleye geçmişin nefesini gelecek nesillere hissettirebilir. Adeta
geçmişe yönelik sabıka kaydımızı temizleme imkânı açan rahmet ayı Ramazanın da
kapladığı sayılı günle ölçülmesi mümkün olmayan tat, kokusu, rengi ve sesi
vardır.
Ramazan
ayıyla beraber mahallî lezzetler iftar sofrasında daha bir kıymetlenir. Her
şehrin “başyemek”leri vardır; ağzımız açlık kokarken, akşama doğru bu
yemeklerin kokusu mutfak pencerelerinden sızar. Duvarlarda asılan imsakiye bile
tek başına ayrı bir zaman, ilahî bir iklimin habercisidir. İbadet ise seslerin,
sohbetlerin her yerindedir; muaşeret yumuşamış, tevazu yükselmiştir. Teravih
namazı ise ayrı bir heyecandır; sokaklar camilere akın eden insanlarla dolar
taşar. Çocuklar, çocukluk haylazlığıyla teravih namazına katılırlar ve elbette
orada Ramazan’a dem tutan müzikle, yani ilahilerle karşılaşırlar. Hüseynî ve
Uşşak makamı Anadolu’nun sesidir; hani nüfusumuzu makamla ifade edecek olsak:
Bir yarımız Hüseynî ise, diğer yanımız Uşşak’tır.
İlahi
mecmualarına notasıyla girmiştir ve artık Sivas Ramazanı’nın tescilli sesi olan
“Ya Hannân” ilahisi, her teravih namazının sonrasında bütün camilerde
seslendirilir. Bir de onun kadar sık ve her yerde okunmadığı için unutulmaya
yüz tutan bir “El Firak” ilahisi vardır. Bu ilahi, son teravih namazı
kılındığında bir uğurlama havasıdır ve coşkuyla ciğerlerden sökün eder. Eskiden
çok daha yaygın olan ve bilinen El Firak da Ya Hannân ilahisi gibi la-edridir;
güftekârı, bestekârı meçhuldür. Maalesef El Firak
ilahisini bilenlerin sayısı azalmış, söylenmez olmuştur.
Ya Hannân,
Uşşak; El Firak, Hüseynîdir. Şehir âşıkane bir edayla bir ay Ya Hannân okur;
son gece ise on bir ay sürecek firakını yanık bir Hüseynî ile dile getirirdi.
El Firak’ın güzelliğini, ülkemin hayatî seslerini hafızasına nakleden
kulaklarda bir iz bırakır umuduyla paylaşalım. Dilerim bu izler, yeni
bestekârlara ilham verir.
Gelin gönderelim şehr-i siyamı,
Acep ol Hazret’e hoşnut vara mı?
Bir dahi ermeye ecel koyar mı?
El firak el firak ya şehr-i rahmet,
El firak el firak gitti mübarek.
Gökten yere iner saf saf melekler,
Durmaz dahi döner çarh-ı felekler,
Bu ayda hep kabul olur dilekler.
El firak el firak ya şehr-i rahmet,
El firak el firak gitti mübarek.
Kadir gitti teravih aralandı,
Yedi kat gökler birden karalandı,
Asumanda ciğerler paralandı.
El firak el firak ya şehr-i rahmet,
El firak el firak gitti mübarek.
Kılın teravihi tutun orucu,
Yarın mahşer günü olur yardımcı,
Bu ayda ölene gelmez sorucu.
El firak el firak ya şehr-i rahmet,
El firak el firak gitti mübarek.
Teravih kılanın tahtı yücedir,
Bunda yoksun ise anda hocadır,
Mübarek geceler işbu gecedir,
El firak el firak
ya şehr-i rahmet,
El firak el
firak gitti mübarek.
Bezendi huriler mü’minler ister,
İlahî fazlından bize de göster,
Münafıklar bu ay çıktığın ister
El firak el firak ya şehr-i rahmet,
El firak el firak gitti mübarek.
Yöneldi gitmeye ol şehr-i rahmet
Varıp ol Hazret’e etme şikâyet,
Cihanı odlara yaktı bu firkat.
El firak el firak ya şehr-i rahmet,
El firak el firak gitti mübarek.
I.
II.