11 Nisan 2023 Salı

ŞEHR-İ RAMAZAN’IN ÜÇ SESİ

Ramazan girmeden kıldığımız Cuma namazında istisnasız “Şehr-i Ramazanı haber veren bir hutbe okunurdu. Hutbede, “Şehr-i Ramazan” ile başlayan ayet hatırlatılır, meali verilirdi. “Şehr”in ay anlamına geldiğini bir zaman sonra öğrendim ama aynı zamanda “şehir” kelimesiyle eş sesli oluşu, kalbime bir hoşluk verirdi. Şehr Arapça, Şehir Farsça ama olsun “i” harfinin düşmesiyle ikisi cem olmaktadır.

Ramazan’da insan daha merhametli, şehir daha medeni olur. Sivas, her anlamıyla tam bir Ramazan şehridir. Şehrin, Ramazan ayına mahsus sesleri oluşu, her yönüyle kişilik ibraz eder.

I.

YÂ HANNÂN İLAHİSİ

Yâ Hannân İlahisi, Şehr-i Ramazanı tek ahenkte birleştiren bir mûsikî şaheseridir. Itrî'nin eser­leri, Yahya Kemal'in gözünde roman yazmamış bir milletin; "Ya Hannân" ilâhisi de benim gözümde Sivas’ın hülâsasıdır. Itri’nin eserlerinde mavi Tuna, gür Fırat, birinde ise torak rengindeki tevazusuyla Kızılırmak akmakdadır.

 

Çocuktan Al haberi!

Bu ilâhiyle ne za­man dolduğunu kulak­larımın, senesi senesine hatırlıyorum. Beş yaşında­yız, be­nim yaşımda (yirmi ikisinde rahmetli olan) amcam ile beraber, dedemin ağzına bakıp "Sübhâneke"yi öğrenmeye çalışıyoruz; Ramazan ayı ve te­râvîh namazı sonraları da, "ocak başı" sohbetlerinin ku­cağındayız... Sübhâneke'yi çabuk öğ­rendik; dedem tecvidiyle öğret­meye çalışıyor, ev halkı da bizim ağzımızın aldığı şekillere, çatlattığı­mız "ayın"lara gülü­yordu. Sübhâneke'den sonra ilk öğrendiğimiz şey, "Ya Hannân..." ilâhisiydi. Köyün ilâhicisi ve en iyi türkü söyleyeni dedem, Ali Ekber Çiçek'ten daha gür değil ama daha yumuşak sesiyle erinmiyor, üşenmiyor bize "Ya Hannân"ı talim ettiri­yordu. Ramazan yarılanmadan "Ya Hannân" mektebinden icazetimizi almıştık; bir gün bizi teravih namazına götür­düğünde, uyku mah­murluğu içinde ilk koral icramızı sergilemiştik…

İlkokula başlamamızla beraber, yaz ayları hâriç tastamam şehre taşındık. Şehirde de aynı ilâhi okunuyordu; hem daha gümrah... Bir şehre ta­şınmak ayrı, şehirli olmak daha ayrı… O yıllarda pek tabii, koca bir köye benzeyen, şimdi hiçbir şeye benzetemediğim Sivas'a beni hepten ısındıran, "Yâ Hannân" ilâhisinin yumuşacık soluğu olmuş­tur. Ulu Cami’nin bütün taş hücrelerini dolduran kıraat us­tası imamları Bekir ve Nevzat hocaların şefli­ğiyle, cemaat yek-avaz "Yâ Hannân"a başla­yınca, heybetli taş bina saat sarkacı gibi salınıp, ilâhi bittiğinde şakü­lüne oturuyordu. Şehrin ahşap asilleri Çatalpınar, Örtmelipınar, Hocaimam, Vişneli (şimdi yıkılmıştır) gibi cami­lere gelince: Genellikle girişte sağ tarafta, parmak­çalıkla ayrılmış müezzin mahfilinde bariton sesli, pehlivan duruşlu beş-altı kişi icraya yetiyordu. Cemaatin kalanı vokalist gibiydi. Yerleri felek­ten rezervasyonlu, yerlerine kimsenin oturmaya ce­saret edemediği bu er kişi­lerin mahfilini, diline yaban arıları üşüşen bugünün nesli doldu­rabiliyor mu? Emin değilim, umutsuz da değilim.

"Yâ Hannân"a öyle bir kıymet atfetmişim ki, Anadolu'nun her yerinde, İstanbul'da, Rumeli’de Ramazan’ın iftar gibi, sahur gibi vazgeçilmez bir mütemmimi olmalıydı...

Öyle değilmiş!

 

Cahillere Kalan İstanbul

Seksenli yıllar... Bir müddet İstanbul'da, hem de Ramazan ayında ikâmete mecburum. Niye Süleymaniye değil de, Sultanahmet hatırlamıyorum, galiba mihmandarlarımın kavliyleydi. Teravih nama­zına dur­duk, müthiş kalabalık, taşralı fasâhâtiyle deyim ki anlayın, Ulu Cami'den bile... Teravih ile vitrin arasındaki molayı bekliyorum; güya "Yâ Hannân" söyle­yeceğiz ve soluklanacağız...

Nihayet o an geldi. İmam selâm verir vermez, ciğer­gâ­hımın azamî istiabıyla "Yâ Hannaaan, Yâ Mennaaan, Yâ zel'cudi ve'l ihsâ..." dedim, "ihsân"ın "nunu"nu söyleyemedim... Millet aval aval bana bakıyordu: bu cûş ü hurûşa gelmiş, bunaltıcı sıcakta siyah kruvaze ceket gi­yinmiş bu meczup da neyin nesiydi... Yanımdakiler kikirdedi, benimse suratım kiril hurû­fâtı gibi birbirine karıştı. Kızgınlığım­dan nâdân cemaate uyma­dım; arka arkaya üç kez söyledikleri Sâlât-ı Ümmîye'ye ses katmaya­rak intikam aldım.

Bu cahil İstanbullular(!) da güzelden hiç anlamıyorlardı.

 

Lâ-edri Bir Eser

"Yâ Hannân" ilâhisi; mûsikî, makam, usûl açısından üstat bir bestekârın işi gibi gözüküyor. Tekbir-i Şerif ve Salât-ı Ümmîye'den sonra en hazzettiğim dinî eser… Hükmü, vasatın kıymet biçemeyeceği bir sahada en iyi bilenler vermelidir, ama zevkler hakkında hüküm biçilmez. Biz, Sivas halkı olarak çok sevmişiz, bilmem kaç yüzyıldır o ilâhi ile beraber yaşıyoruz. Bu ittifak da önemli bir ölçü değil midir?

Kulağımı temiz seslere teşne kılan dedeme, muhacir har­manı köyümüze bu ilâhinin nasıl geldiğini soramadım. Meydan Camii eski imamlarından Kara Hafız Efendi ya da dedemin de hocası -ve amcaoğlu- Adil Efendi, müthiş hafıza­la­rıyla derhâl köye nakletmişlerdi. Allah hepsine gani gani rahmet ey­lesin! Tıpkı güz ayla­rında halayların ustası Karaman Usta’yı günlerce köyde alı­koyarak tekmil halayları coşkulu bir şekilde öğ­rendikleri gibi,"Ya Hannân"a da derhal ses ve nefeslerini katmıştılar. Onlar, yeni menzilleriyle şahsiyetlerini mezcedip harbin ve muhaceretin yıkıntılarından ocak çatmayı becerdiler; ruhları şad olsun.

Bir ilâhinin bile tek başına, bir şehri yılda bir ay boyunca me­denileşmeye çağıran bir lütuf olduğuna/olabileceğine inanıyorum. Peki, bu lütuf kimden? Öyle zannediyorum ki mûsıkîye yakın du­ruşlu Şemseddin Sivasî ya da Abdülmecid Sivasî’nin şehrimize hediyeleridir. Bestekârın,  tekkenin zâkir başı olması tahmin edilebilir. Bestekârlarımızın (Zekai Dede hariç) on beşinci yüzyıldan sonra çok fazla şuğul bestelemedikleri göz önünde bulundurulduğunda, tahminime hak veri­lebi­lir. 

Lâ-edrî bir eserin zamanda derin izler bırakması, kültür ıstılahlarının nasıl oluştuğunu bildiren canlı bir örnektir.

 

Tek Cümleye Sığan Kutlu Haberler

İlk bakışta bütün şuğul ilâhiler gibi, mûsikî ve mana inceliğini ele vermeyen "Yâ Hannân" ilâhisi, unsurları birbirine mükemmel bağlanmış tek bir cüm­leden ibarettir.

Yâ Hannân, Yâ Mennân,

Yâ Ze'l-cudi ve'l-ihsân;

Sebbit kulûbenâ ale'l-îmân

Nercû afveke ve'l-ğufran

 

Merhaba Merhaba, şehr-i Ramazân Merhaba

Merhaba Merhaba, şehr-i Siyam Merhaba

 

Evvel Hû, Âhir Hû

Zâhir Hû, Bâtın Hû

Kul Yâ  Hû, Yâ Hû

Yâ Men Hû: Hak!

 

Lâ ilâhe illâllah, Muhammed'ür Resûlullah

Ve İlâhün, Vâhidün, Ehadün, Samedâ!

 

Esmâ-i Hüsna’dan olan isimlerin tamamı ilâhideki sırayla ar­dı ardına getirildiğinde cümlenin öznesi ortaya çıkıyor; "Hakk Öznesi" ta­nım­lanmış oluyor. "Sebbit kulûbenâ ale'l-iman/Nercû afveke ve'l ğuf­ran" söz­leriyle de Hakk'tan af ve mağfiret dileniyor (Mukallibü'l kulûb, Musarrif'ül-kulûb: Kalpleri hâlden hâle çeviren, anlamında ve bir Buhârî rivâye­tince Esma’dandır). Şuğul ilâhilerin ortak vasfı, Esmâ-i Hüsna’nın ve dinî ıstılahların güfte içerisinde mühim konumlarıdır. Şuğul bestelerin maksadı, mûsîkinin telkin gücünden istifadeyle, dinin özünü anlamayı kolaylaştırmaktır.

Kelime kelime ve manzum şekilde bir sadeleştirmenin yanlış olacağı düşüncesiyle, hakikatte tek cümlelik ilâhinin mealini şöyle imlaya dökebiliriz:

"Ey kullarına karşı pek müşfik, pek lü­tûf­kâr, kerem ve ihsan sahibi, ey ezelî, ey ebedî, ey tecelligahıyla apa­çık, tecellî-i celâliyle gizlilerin gizlisi, ey Hû Hû diye ça­ğırdığımız Hakk!

Kalplerimizi iman üzre sabit kıl, ümidimiz senin af ve mağfiretindir. Lâilâhe illâllah Muhammed'ür Resûlullah. Tanrımızsın, teksin, benzer­sizsin. Kulların sana muhtaç, sen kimseye muhtaç değilsin.”

Bestekâr, insan (tecelligâh) ile Allah'ın tecellisinin kavuştuğu berzaha Ramazan'ı yerleştirmiştir. Oruç ayının mümin kişiye gün gün irtifa kazandıran bir af ve mağfiret merdiveni olduğunu ve o münasebetle yalvarıldığını Allah'a işittirmek istercesine: "Oruç günlerin­de­yiz, o günleri selâmlıyoruz.” sadedinde "Merhaba"ları peşi peşine sıralamıştır. İlâhinin ilk bö­lümünde "havf ve recâ'" tü­ten bir tonda Hakk'ı anıp, af ve mağfiret dilenir; Ramazanı se­lâmlama bölümünde ise zannedersiniz ki, coşkun dereler çağlamaktadır. Ramazan'ın on beşinden sonra, "Merhaba”lar, yerini "Elveda"ya bıra­kır; ilâhinin "tarz-ı reviş"i ya­vaşlar, son teravihle beraber Hazreti Ramazan, bir ay boyunca terbiye et­meye ça­lıştığı şehirden ayrılır:

Elveda elveda, şehr-i Ramazan elveda;

Elveda elveda şehr-i siyam elveda!

 

Akıbeti Hayrolsun

İlahi, Selahaddin E. Işıksal tarafından no­talandırılmış; denetimden geçmiş ve 16150 numarayla TRT Klasik Türk Müziği dairesinin arşivinde yerini almış. O günlerde sa­dece bir kişi aramış ve böyle bir şaheserin derlenerek kayda geçmesine vesile olduğu için Selahaddin Bey’i kutlamış ve teşekkür etmiş. İlahi, her Ramazan gümbür gümbür hâlâ söylenmekte, şehre teneffüs imkânı vermektedir.

­­ Bu konuyu ilk yazan bendim; gençtim müthiş bir hız ve coşkuyla yazardım; şimdi yazmazsam olmaz diye düşündüğüm konularda bile yavaş aldırıyorum. Şehrin atanmış kültür baronları bile ilahiyi yıllar sonra keşfetti. Kayıtlı olmasına rağmen, ilahiyi mal bulmuş mağribi gibi yağmaya kalkışanlara, tahrif edenlere rastladıkça da üzülüyorum.

 Yazdıklarını gözden geçirmek her yazara nasip olmaz. Yine de son hali bu okuduğunuzdur demeyeyim, ömrüm oldukça yazdığım her konu benimle beraber hareket eder. Yazıların eski hali ne olacak? Demine göre yazmış bulunduk, hatıra kalsın efendim.

 

II.

SALÂVAT-I SİVASÎ

Salâvat getirmeyi ne zaman öğrendiğimi Müslüman bir hanede gözünü açan herkes gibi ben de hatırlayamam. Her çocuk, dili döner dönmez besmele, hamdele, başta salvele olmak üzere, “Ya Sabır, La-havle, Hasbünallah…” gibi kısa ama hayatımıza yerli yerince eşlik eden terkipleri öğrenir. Taklit ve ezberle başlayan bu süreç tahkik ile sürerse öğrenme terbiyeye dönüşür ve anlam ile eylem yekvücut olur.

İlim bazılarına; ilmihal ise her ferde lazım. Ezbere öğrendiğimiz ve icab-ı hâl ve bazen coşkuyla söylediklerimizin anlamını bilmek de ilmihal gereğidir. Ne yazık ki, çoğumuz bu konuda fazla bilgi sahibi değildik. Gençliğimiz bir “ara dönem”e denk düşmüştü ve olur olmazı sorgulamak o günlerde moda idi. Bugün rahmet-i rahmana kavuşan değerli bir ahbabım, “Peygamberimiz gibi mütevazı bir kişilik, neden kendini övdürsün?” demiş ve samimiyetle  “salât u selam”ı sorgulamıştı. Dilim döndüğünce o konuda bir ayet olduğunu ve o ayete dayanarak nasıl yapılacağına dair hadisler olduğunu hatırlattım. Dostum şaşırmıştı ama sevinmişti de… Ondan daha bilgili biri değildim, birbirimizi düzelte düzelte sözlü kültürümüzde yaşayan dinimizi, nasibimizce kavrayabildik. 

Resulullah’ın adı anıldığında mutlaka salâvat getirilir; elini göğsüne götürenler de olur. Adının anılmasına mahal yok iken de aklımıza düştüğünde, şaşırdığımızda, bir dostla tokalaşırken, bir çiçeği koklarken salâvat getiririz. Ona olan teşekkürümüzü her fırsatta bildirir, her vesileyle onu hatırlamış oluruz. Kitaba dayanan ibadet yahut vecibeler etrafında farklı milletler kendilerine mahsus kültürel unsurlar geliştirirler. Salâvat merkezinde de estetik değer ifade eden davranış, düşünüş, duyuş biçimleri söz konusudur. Salât-ı Ümmiye bu konuda bir zirveyi ifade eder. La-edri, yani bir nevi sanatçısının milletin gönlü olan salâvatlar da vardır. Tekkeler, gündelik hayatın zikir ahengiyle usule kavuştuğu mekânlardır ve bu lâ-edri bestelerin mayalandığı en temel kurumlardır.

Başka şehirlerde de müteradifleri olabilir ama Sivas’ta eskiden düğünler, düğün evine bayrak dikerek başlardı ve bayrak salavatlanırdı. Bayrak dikilirken yek-avaz getirilen salâvat kısa bir gülbank gibidir; yürekleri titretir. Ardından davullar gümbürdemeye başlardı. Bu özel salâvatın yanına itinayla eklenmesi ve unutulmaması gereken teravih namazına başlamadan önce getirilen bir hususî salâvattır. Teravih namazının sünnet oluşuna vurgu yaparak getirilen bu salâvat, şehre mahsus bir ses ve inceliktir. “Ona izzet ile ikram, teravihe kıyam olsun.” söyleyişi, mahallî unsurları da içinde taşımaktadır. Peygamberimize getirilen salât ve selam ile ona hürmette bulunduktan sonra, teravih namazına niyet edilir.

 “Efendimiz Muhammed’e

Salât ile selam olsun;

Ana izzet ile ikram,

Teravihe kıyam olsun.”

Cümlesinden ibaret salâvat, müezzin mahfilinden yüksek sesle ve topluca söylenir; cemaat de iştirak eder. Bir miktar sükût edilir, o esnada imam kıyama durmuştur, cemaatte doğrulur ve saf tutar. Müezzin küçük bir usûl değişikliğiyle “Salât-ı teravihe niyyet!” diye avaz eder ve gümrah bir tekbir ile namaz başlar.

Ben bu özge salâvatı sadece Ramazan münasebetiyle değil, her zaman getiririm. Siz de güne başlarken hamdeleden sonra: “Efendimiz Muhammed’e salât ile selam olsun; Ana izzet ile ikram hayatıma kıyam olsun!” diyebiliriz. Hoşlaştıysanız, Sivaslı olmanız gerekmez; mirî malıdır, özüne sadakat kaydıyla herkes gönlüne yerleştirebilir.

 

III.

EL FİRAK İLAHİSİ

Her doğan güzellik, öncelikle mahalline mahsustur. Muhitinde güzel gözüken, bazen sınırları aşar, kültürleşme yoluyla çok geniş satıhlara ulaşabilir. Sivas halk şiirinin ve türkülerin nabzının gümrah attığı bir vilayettir. Şiirin ve türkülerin batnında taşıdığı hayat tarzından günümüzde eser kalmadıysa da kayıtlı olmaları bir şanstır. İçin için hâlâ dinlenmekte ve nakledilmektedir. Anlamlı olan her mevsim için, her olay için ne ince deyişler, türküler vardır. Neredeyse hayatın her safhasına eşlik eden nağmeler yerini gürültüye bıraktığında, ruhumuzda mahfuz letafet nefsimizin içinde büzülmeye başlar. İnsan her gün türkü üretmez ama dinleye söyleye geçmişin nefesini gelecek nesillere hissettirebilir. Adeta geçmişe yönelik sabıka kaydımızı temizleme imkânı açan rahmet ayı Ramazanın da kapladığı sayılı günle ölçülmesi mümkün olmayan tat, kokusu, rengi ve sesi vardır.

Ramazan ayıyla beraber mahallî lezzetler iftar sofrasında daha bir kıymetlenir. Her şehrin “başyemek”leri vardır; ağzımız açlık kokarken, akşama doğru bu yemeklerin kokusu mutfak pencerelerinden sızar. Duvarlarda asılan imsakiye bile tek başına ayrı bir zaman, ilahî bir iklimin habercisidir. İbadet ise seslerin, sohbetlerin her yerindedir; muaşeret yumuşamış, tevazu yükselmiştir. Teravih namazı ise ayrı bir heyecandır; sokaklar camilere akın eden insanlarla dolar taşar. Çocuklar, çocukluk haylazlığıyla teravih namazına katılırlar ve elbette orada Ramazan’a dem tutan müzikle, yani ilahilerle karşılaşırlar. Hüseynî ve Uşşak makamı Anadolu’nun sesidir; hani nüfusumuzu makamla ifade edecek olsak: Bir yarımız Hüseynî ise, diğer yanımız Uşşak’tır.

İlahi mecmualarına notasıyla girmiştir ve artık Sivas Ramazanı’nın tescilli sesi olan “Ya Hannân” ilahisi, her teravih namazının sonrasında bütün camilerde seslendirilir. Bir de onun kadar sık ve her yerde okunmadığı için unutulmaya yüz tutan bir “El Firak” ilahisi vardır. Bu ilahi, son teravih namazı kılındığında bir uğurlama havasıdır ve coşkuyla ciğerlerden sökün eder. Eskiden çok daha yaygın olan ve bilinen El Firak da Ya Hannân ilahisi gibi la-edridir; güftekârı, bestekârı meçhuldür. Maalesef El Firak ilahisini bilenlerin sayısı azalmış, söylenmez olmuştur.

Ya Hannân, Uşşak; El Firak, Hüseynîdir. Şehir âşıkane bir edayla bir ay Ya Hannân okur; son gece ise on bir ay sürecek firakını yanık bir Hüseynî ile dile getirirdi. El Firak’ın güzelliğini, ülkemin hayatî seslerini hafızasına nakleden kulaklarda bir iz bırakır umuduyla paylaşalım. Dilerim bu izler, yeni bestekârlara ilham verir.

 

Gelin gönderelim şehr-i siyamı,

Acep ol Hazret’e hoşnut vara mı?

Bir dahi ermeye ecel koyar mı?

 

El firak el firak ya şehr-i rahmet,

El firak el firak gitti mübarek.

 

Gökten yere iner saf saf melekler,

Durmaz dahi döner çarh-ı felekler,

Bu ayda hep kabul olur dilekler.

 

El firak el firak ya şehr-i rahmet,

El firak el firak gitti mübarek.

 

Kadir gitti teravih aralandı,

Yedi kat gökler birden karalandı,

Asumanda ciğerler paralandı.

 

El firak el firak ya şehr-i rahmet,

El firak el firak gitti mübarek.

 

Kılın teravihi tutun orucu,

Yarın mahşer günü olur yardımcı,

Bu ayda ölene gelmez sorucu.

 

El firak el firak ya şehr-i rahmet,

El firak el firak gitti mübarek.

 

Teravih kılanın tahtı yücedir,

Bunda yoksun ise anda hocadır,

Mübarek geceler işbu gecedir,

 

El firak el firak ya şehr-i rahmet,

El firak el firak gitti mübarek.

 

Bezendi huriler mü’minler ister,

İlahî fazlından bize de göster,

Münafıklar bu ay çıktığın ister

 

El firak el firak ya şehr-i rahmet,

El firak el firak gitti mübarek.

 

Yöneldi gitmeye ol şehr-i rahmet

Varıp ol Hazret’e etme şikâyet,

Cihanı odlara yaktı bu firkat.

 

El firak el firak ya şehr-i rahmet,

El firak el firak gitti mübarek.

I.





II.

 


 

 III.



 

 

 

 

 

 

 

 

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder