2 Aralık 2024 Pazartesi

HOMO CULTURA TAZE BİR TÜR
Ne kadar kokmaz, bulaşmaz varsa iktidarı nimet bilip çöreklenmişler galiba. Pek çok yerden benzer haberleri işitiyoruz. En ufak bir dertleri yok. Ben çok azını biliyorum; bir Aziz Vlas meselesi yaşanmış. Adamlar anıt yapmışlar; üzerlerine gidilmeseymiş türbe dikeceklermiş. O ihtimal hâlâ var mı? Bilmem, olabilir. Bu esnada: valiyi ayrı sayarsak; belediye başkanı, rektör, vakıflar bölge müdürü, il kültür müdürü ve saire iktidarın kudret verdiği seçkinler(!) değil miydi? Belki de açılışı en büyük imza sahibi velinimetlerine yaptırırlardı.
Şehircilik oynayan bir kısım zevatın derdi nedir peki? Oynamak be ya! İnanın başka bir şey değil. Ortalık STK'lı, dernekli, cümbüşlü adam kaynıyor ve acayip de kültür adamı bunlar. Homo Cultura gibi bir tür; homo sapiensin gelişkin bir çeşidi.
Beğen
Yorum Yap
Gönder

21 Eylül 2024 Cumartesi

KENT SEÇKİNLERİ
Bu kadar oynak ve yalaka bir seçkinler(!) güruhu görmedim. Nostaljiyle bilgelik taslayan, romantizmle genç zihinleri çelen, realizmle güya mantıklı gibi geçinen ama gerçekte hiç bir şeye dikkat etmeyen, hiç bir kimseye rikkat göstermeyen bir güruh...
Kentlerin kayıp insanlarına kılavuzluk eden seçkinler bunlar güya... Ekseriyeti hırs-ı pîrî ile yanıp tutuşuyor, görünme arzularının ve "tekasür" sevdalarının sınırı yok... Sosyal medyada ne iseler, gerçek dünyada da aynılar. Bilseler ki, yedi renkli bayrağın mensupları mesajlarını beğenecek, o meyanda poz ve söz keserler.
Kökenleriyle ilgili bir şey söylemek, aslı olsa bile hoş değildir. Bunlar: aidiyetlerini, "parçalı kimliğe yönlendirenler"in arzusu istikametinde eriten ve gönüllüce küreselleşmiş seçkinlerdir. Hallerini meşrulaştırmak için de geleneğin her alanını katma değer olarak kullanmaktan imtina etmiyorlar. En kötüsü her şeyi biliyorlar ve ziyadesiyle şirretler.
Evet, Allah kurtarsın; kurtulmak isteyen insana ve topluluğa çabalarıyla ölçülemeyecek rahmet tecellileri gerçekleşir. Başka türlüsü muhaldir.

7 Eylül 2024 Cumartesi


HER MESELENİN ESASI
"Kültür Simsarları" dediğim, devr-i sabıkın muvazzaf zevatı, şu uydurulan tarih üstüne türbe dikme hadisesinde neredeydiler ve işin neresindeydiler? Bu soruyu aslında çarşı cemaati yüzlerine sormalı. Olmadık kültürel etkinlikler için "huzur hakkı" alırken bu işten karları oldu mu? Çok soru var ve vicdanlara havale ediyorum. Bahse mevzu zevatın bol keseden dağıttığı yüz yılın üdebası unvanlarıyla şişirtilenler, sahi şehrinize yapılan hangi müdahalede bırakın muhalefeti en ufak bir görüş belirttiniz. Ödüllendirildiniz, alkışlandınız şapır şupur Yarabbi çok şükür diyerek kasıla kasıla gezindiniz değil mi?
Kente kasaba dediğimde hopur hopur hopluyordunuz ama ağzınızı açamıyor, başkalarını üstüme kışkılıyordunuz. Sizi kim eğitti bilmem ama iyi eğitmiş. Profsanız unvanından nemalanmak, şairseniz encümen azasından alkış almak, yazarsanız 4 Eylül'de adam yerine konmak, esnafsanız müşteri kazanmak, dernek üyesiyseniz davetlere buyur edilmek, şehri güzelleştirme konseyi başkanıysanız "ayy ne cici adam" dedirtmek için "sürü görünce koyun, puru görünce tilki" kesildiniz.
Her şey gelip gidiyor ahlaka, güzel ahlaka dayanıyor. Şu malum aziz meselesi de, Meraküm!den Gardaşlar'a kadar uzanan bütün çirkinliklerin sebebi işte bu şahıs kadrosudur. Bir davanız olacaksa "güzel ahlak" davası olmalıdır; yoksa, bu kir, bu pislik hakim ahlak haline gelir, belki de gelmiştir.
Temiz nefes şehri, dünyayıi kainatı güzelleştirir; pis nefes bozar, çürütür, çirkinleştirir. Çünkü mevcudat insanın nefesiyle soluk alıp verir. 

5 Eylül 2024 Perşembe

Karaönlüğü sever miydim? Mazi sigasıyla kendi kendime yönelttiğim bu sual, “Okulu sever miydim?” olsaydı, sarih bir cevap vermede güçlük çekerdim ama şu saat şu dakika karaönlüğü tereddütsüz seviyorum. “Şu saat şu dakika!” diyorum, çünkü bazı gafillere uyarak karaönlüklerin ilgasını hürriyet alameti sanmıştım; aldanmışım. Karaönlükten çıkıp, lacivert griyle yola devam ettik. Ama ortaokulda da lisede de bu renkler üzerine fazla ısrar yoktu. Üniforma belli şehirlerde ve az sayıda kolej için vazgeçilmezdi, “düz lise”ler için böyle bir katılıktan eser yoktu. Meğer bütün hışım karaönlüğeymiş, “tektipçilik”ten kurtuluş çağrıları eşliğinde ilkinden sonuna bütün okullar üniformalı oldu, kimsecikler farkında değil. Üstelik idareciler ve okul aile birlikleri burunlarından kıl aldırmıyor. Varmış yokmuş kimsenin gözü görmez oldu. İdareci memnun, okul aile birliği havalı, konfeksiyoncu keyifli, “Yırtılan Bektaş ağanın şalvarı!” derler ya, tastamam öyle. Bir vakitler urbamızı tiftiği atana kadar giyerdik; eşyanın da hakkı vardır üzerimizde, yazılı bir hukuku yoksa da. Müsrif değildik; çorabımıza kadar yamalık kabul etmez hale gelince, kadınlar onları bir santim eninde keser, yumak yapar kilim örerlerdi, adına da “cicim” denilirdi. O cicimlerden birinde de bizim eskitemediğimiz karaönlükler mutlaka yerini alırdı. Karaönlük, bazılarına milli gelir yekûnunun bugünlere nazaran çok düşük olduğu günleri hatırlatıyor olabilir, hoşunuza da gitmeyebilir; öyle olsa bile, nedret günlerini unutmamak için yerli yerinde kalaydı keşke. Hatırasını nefretle gömmek, “köle ahlakı”na işarettir çünkü. Zenginledik derseniz şaşarım, bence görgüsüzleştik. Önlük basit bir şey mi dediniz… Önlük; evde, ahırda, tarlada tekmil çalışan kadınların alttaki elbiseleri kirlenmesin diye giyindiği basit bir “işlik”tir aslında ve karadır. Kara ile siyah arasında anlam ve gramer kaidelerini aşan bir dil inceliği vardır. İki eşanlamlı kelime, her zaman eş değerde değildir. “Kara bir takım elbisesi vardı!” derseniz, kurallarla uygun maskara bir cümle kurmuş olursunuz. “Beyaz Türkler”e ak denilemeyeceği gibi, “Kara Türkler”e de siyah denilmesi yerinde olmaz. Kara; yerlilik, götürümlülük , dayanıklılık ve yiğitlik bildirir. Hakiki emekçi kadınların giyindiği önlüğün karalığı kire, pasa tahammüllü oluşundandır. Bir de “mutfak önlüğü” vardır, kentlilerin mutfakta bile şık görünme temayüllerine uyan her renk çaputtan olabilir, beyaz bile… Karaönlüklü kadınların ayrıca bir mutfak önlüğü yoktur, önlüğün hemencecik tersini çevirip elini kurulamak için, hattâ çocuğunun ağzını burnunu silmek için bile kullanırlar. O önlüklerle hasat devşirilir, tohum ekilir, odun toplanır; madımak, kuşburnu gibi hüdayî nabit sebze ve meyveler onlarla eve nakledilir… Önlük için terzi, dikiş makinesi gerekmez, herkes kendi önlüğünü diker. Okul kıyafetimize neden önlük denilmiştir, neden karadır bilemem ama tam isabet… Kelimenin oturabileceği bir mazi, “kara”nın da yaraştığı geçimli ve götürümlü bir toplum vardır. Tıfıl ve cici devrimciler, homo-marketuslar varsın ecnebi mekteplerin dahi terk ettiği o panayır kıyafetlerini özgürlüğe saysınlar; kara da, karaönlük de asildir. Bir siyah elbisenin içine beyaz mintan, bir karaönlüğün üstüne de beyaz yakalık geldiğinde bütün renklerin özetini üzerinde taşırsınız. Siyah beyaz yedi ana rengin içinde değildirler ama baba renklerdir. Bütün renklerin halitası siyahtır; renk kursunu fırıl fırıl çevirirseniz beyaz şavkır. Siyaha, beyaza teveccühümü taraftarlığıma yoranlar çıkabilir. Beşiktaş’a yakın bir hane-i viranımız vardır elbet; ama renkler, Beşiktaş’tan elbette ki öncedir. Sarıyı da, kırmızıyı da severim ama her tonunu değil. Renkleri şahsi çağrışımlarınıza kurban etmeyin, derim. Dönülmez şafağın ufku Mektepliydik, meslekli olduk… Daüssıla da vardır sözlerimde mutlaka. Akşamın dar vaktidir ve çocukluğum guruba nanik yaparcasına süzgün şafak ışıkları gibi kımıldar hâlâ içimde. Bu yaşa erdim, maziyi bazen çimdikleyen, bazen gıdıklayan bir haylazla baş edemiyorum. Bir cebimizde devletin eli, devletin bir cebinde de bizim elimiz; nihayet kafamıza göre giyinme fırsatı bulmuştuk ama çok sürmedi. Çocukluğum uzun sürdü ama gençlik bozkır baharı gibi tez geçti; erken acılaştık. “Bu renk elbise de yaşınıza başınıza pek uymamış!” demeseler bile, işmarlaşmalardan, kinayeli “Hayırlı olsun!”lardan anladık vaziyeti. Hâl böyle olunca renk seçiminde kısmî esnekliğe rağmen “resmî” olduğumuzu bildiren libas ile koyunun tonlarıyla dolaşıp duruyoruz. Bir siyah takım, o eskimeden bir de lacivert, üstüne bir de koyu bir bordo; hele bir kadife takım diktirdim ki, ütü derdi de yok, dar zamanların sıkı dostu oldu… Birer ay arayla giydiniz mi, kış bitiyor; soğuk memleketteyiz, üstümüzde çoğunlukla palto olduğu için sokakta ne giydiğimizi zaten gören de yok. Tabii normal takvime göre söylüyorum; buraların kışı bitmez; e mecburen resmî takvimin bahar aylarını da aynı elbiselerle geçiştiriyoruz. Bu modaya asla boyun eğmeyen koyu takımlar sayesinde karaönlük rahatlığını bir de ahir demimizde yaşıyoruz, işte. Yaz iyidir, çaktırmadan gençliğimizden bakaye kalan günlerle ödeşiyoruz. Kumaşların en şahsiyetlisi keten ile geçiyor üç ay; biraz da yakıştırırsanız şık bulanlar bile oluyor. İktisatlı iştir keten giyinmek; bir gömleği altı sene, bir pantolonu yine bir o kadar giydiğimi bilirim. Bizim şehrin Ağustos soğuklarının geçmesini beklerseniz, içiniz kararır; biraz titreseniz de, “selanik”• takviyesiyle hiç olmazsa Temmuz’da keten rahatlığını mutlaka tatmalısınız. Zorlayan olmadan giyiniyor ve koyu ve tahammüllü bu kıyafetleri seviyorum artık; sade ve özentisiz; giyiyorsunuz ve çıkıyorsunuz. Bana çok da uyuyor; insanın aslında bir gündelik elbisesi olmalı, bir de bayramlık. Hadi bayramlık iki olsun; birini de haftada bir gün pırıl pırıl giyinsin. Güzel de olmalı elbet, yakışmalı; insanın kazandığı üstünde görülmeli ki riyakârlık olmasın. Sözüm tekstilcileri, hazırgiyimcileri huylandırabilir ama çarşı pazar harici fesatların da katkısıyla çul çaput doldu be birader. Çin’in burnunu soktuğu her iş zıvanasından çıkıyor zaten; hâzâ Yecüc Mecüc taifesi. Hayat neredeyse okulun içine sığıştırıldı “Okulsuz Toplum” iyice hayal oldu, çıraklığı bile artık okula bağladılar; meslek sahibi olmanın tek yolu okul; tek yönlü ve mecburi istikamet. Zorunlu eğitim uygulaması, çaktırmadan üniversiteyi bile kapsam alanına soktu. Artık okul, insanları hayata hazırlamıyor; hayatımızın belki de yarısı eğitim kurumlarında geçiyor. Uzunca zamandır okul da kesmiyor; hazırlık kursları, kolilerle test kitabı, tatilde bile özel kurs alan çocuklar bilirim. “Bir avuç toprak için niye böyle kıyl-ü kal” mısraı sanki bu halimize tercümandır; Yunus’tur, ta o zamandan söylemiştir. Hakkını vermeliyim; oyun saatleri, arkadaşlıklar, çocuksu aşklar; okul hayatımızı çekilir kılardı ve “Okullar açılıyor!” denilince kasılan yüzümde o mesut anlar hürmetine hâlâ ince bir tebessüm gezinmektedir. Karaönlük aleyhine söylenen sözlere, kaldırılması için üretilen tezvirata az da olsa meylettiğime şimdi gerçekten üzülüyorum. Sivil bir yüreğimiz var ya! Aldandık, tongaya düştük. Karaönlüğün hazırgiyimcileri yoktu, mahallenin terzi teyzeleri sonraki yılı da hesaba katarak bir beden de büyük dikerlerdi. Üste bir önlük, alta bir de kadife pantolon; en âlâ ve sade okul kıyafeti. Aksesuar olarak beyaz yakalık, kızların örüklü saçlarına kondurulmuş kelebek gibi kurdeleler… Binlerce kez özür diliyorum senden ey kara önlük; muarızlarını hakikaten özgürlük adına konuşuyor zannettim, iğvaya kapıldım. Karaönlük gitti, mavisi geldi ama neydi diye soramadık karanın günahı? Efendim, “kara” faşizmin rengi, mavi ise… Yahu mavi ne? Renklere bağlanan özgürlüğün, billahi yuf olsun mezar taşına. Kara önlük ve beyaz yakalık, malum jimnastik kulübünün jüniör forması gibi pekâlâ da yakışıyordu çocuklara. Siyahın tonları olur mu demeyin, vardı; bu tonlar bütçeye ve zevke göre karaönlüklere yansıyordu. Özgürlük üfürükçülerinin binbir farfarayla selamladığı mavinin, tonlarını giyinme şansı bile olmadı çocukların. Hele bir de pileli, yandan düğmeli olursa, hâzâ bayramlıktı karaönlük. İllâ, terzi maharetli olmalıdır; halis ipeği sümsük bir terziye teslim etseniz, çula çevirir; ehil terzi, çuldan bile kalıbınızı saran tarâvette elbise peydahlar. Oğlanlara o kadar itina gösterilmezdi ama kız kısmının önlüğünü mahallenin en usta terzileri dikerdi. Ki, o mahallî sanatçılar arasında beğendiği bir elbiseyi kalıpsız modelsiz anında zihnine kaydedip, müşterilerine sunanlar vardı. ¬- Elbiseniz nasıl olsun? - Böyle istiyorum, işte! Müşteri, mahallenin terzisine “Böyle istiyorum!” derken, bir yandan da gazeteden kestiği bir resmi göstermektedir; meramı fotoğraftaki elbisenin aynını giyebilmektir. Terzinin zor anıdır; çünkü müşterinin derunununda elbisenin içindeki kadın gibi görünmek arzusu da vardır. İlâhî kreasyonun bahşetmediği imkânı, terzi nereden ve nasıl mümkün kılsın. Buyurun referanduma gidelim Çocuklara vekâleten konuşuyorum ama öz çocuklarını ve çevre çocukları samimiyetle dinleyen kıdemli bir babanın vekâleti yabana atılmamalıdır. Karaönlük, hem maliyeti ucuz bir eşitlik abidesi, herkese her keseye yaraşır idi… Türkuaz diye mi seçtiler bilemem; hazırgiyimciler hepten işin cılkını çıkardı, herkes onların toptan kesip biçtiği “mavi üniforma”ya talim etti. Mavi’ye de alıştık, en azından ehvendi; önlüğün kökten ilgası ise tastamam şer... Her okulun kendi kafasına göre ve farklı hesaplarla üniforma, sadece tüketim özgürlüğünün körükleyicisi olmaktan başka bir işe yaramadı; karaönlük, pekçok şeyin şeklî olduğu bir ülkede, “şeklen özgürlük”e kurban edildi. Çokrenklilik için bayrak açan çenebazlar, kendi renklerini ibraz edememelerinin hırsını “kara”dan çıkarma gafletine düştüklerini anladılar mı, dersiniz? İnanın hepsi mor ötesinde ve hâlâ özgürce uyuyorlar. Özgünlük teranesiyle en bulunmaz ve tahriş edici renklerden seçilen üniformaların bütçesine, sefil tabanlarına verdiği zararı hakkelyakîn yaşamış bir veli olarak da yazdım. Çocuğunuzun bir sene giydiğini sonraki sınıfta giydiremiyorsunuz. Uygun bedeni zaten zar zor bulursunuz, çünkü hazırgiyim imalatıdır, standardının dışına çıkamaz! Öyle bir şansı yakalasanız bile, bir bakmışsınız okul idaresi el değiştirmiş, oralarda da moda esintisi var. Eskiler çöpe, titrek eller keseye. Bir zorluk da okul kıyafetlerinin en iri bedeninin ilköğretim son sınıf öğrencilerinin kısm-ı azamının sırtında cura zurna gibi duruşudur. Maarif takımı ne kadar farkındadır, bilemem ama babalarına kafadan on santim fark atan hormonlu bir nesille karşı karşıyayız; üstelik çoğu fast-food tiryakisi ve göbekli. Bir demokratik açılım da bu mevzuda yapalım, bir referandum… İlkmektepliler bir sene karaönlük giyinsinler, devreden sene de okulun belirlediği ve elan yaygın üniformalardan. “Kara” bazılarını kurdeşen yapıyorsa maviye de razıyız, hattâ bordo bile olabilir… Üçüncü sene, çifte sandık koyup okul okul referandum yapalım. Çocuklarımız kendi giyeceklerini kendileri belirlesinler; hani kendi gelecekleri hakkında söz sahibi olacak nesiller yetiştireceğiz ya; fikri hür, vicdanı gür, irfanı gümbür gümbür… Buradan başlasın demokrasi ve özgürlük tatbikatı, yarının büyükleri hiç olmazsa bugün ne giyeceklerini belirlesinler. Ben önlüğe güveniyorum. Referandum cısss, değil mi? Her konuda, her konumda…
ÇALIŞTAY KONSEY VE KOMİTE NUMARALARI
İdeolojin, Dinin, Ülküdaşlığın, Bilim İnsanlığın, Mesleğin, Siyasi duruşun vs. ne olursa olsun beni ilgilendirmiyor.
Dürüst konuş, lafı çoğaltma...
Önceki zevat, Aziz Vlas konusunda hata yapmışsa karşılığını almış, halk silkelemiş ve atmış. Sıra sende. Lafı çoğaltma, demagoji yapma... Benim sizden beklediğim şu sözlerdir: Aziz Vlas diye bir meselemiz yoktur. Kökten kapanmıştır.
Daha cilalı sözlerle söyleyebilirsiniz...
"Bir ağzı var, kırk çiğnem sakızı var!" haline benziyor, sizin, yandaşlarınızın ve yancılarınızın ahvali...
Çalıştay genellikle sıradan bir etkinlikti; maksat "laf olsun torba dolsun"dur. Komiteler kurulur. Komite dediğin olmasını istemediğiniz işler için icat edilmiştir. Konseyleriniz filan var. Tam anlamıyla faşizme ait bir örgütlenme biçimidir konsey ve daha çok da cuntacılara yakışır. Zorla ve hile ile bir iş yaptırmanın yolu konsey kurmaktır. Devr-i sabık oluşturmanıza lüzum yok, aynı yumurta ikizi gibisiniz. Aynı tür davranışlara sahipsiniz ve aynı tür insanlarla ünsiyet kuruyorsunuz.
Merhum üstad şairimzin mısrasıyla "Bütün şölenlerin ayinlerin yortuların dışında" adam gibi adam olmaktır hüner. Hüner irade sahibi, rey sahibi, hür olmaktır. Bu tür adamları olan toplum yürür. Bu tür adamları olmayan toplum sürünür.
DEVRİN ADAMI YAHUT CİLALI ADAM DEVRİ
Öyle devirler varsa; Taş Devri adamı da, Cilalı Taş devri adamı da modern adamlardan daha namusludur.
Modern Zaman Cilalı Adam devridir.
Bir takım adamlar birbirlerini cilalayarak parlatır ve yükseltir. Sonra birleşirler ve makamı, çıkarı kırışırlar.
Cilalı adamlar:
Yalanı cilalayıp, hakikati karartmakta mahirdirler.
Yanlarında daima kendilerini cilalamakla görevli yancılar vardır.
Fırsatçıdırlar. Fırsatını bulunca boya cila takımını derhal harekete geçirirler ve her role yatabilirler.
Cilalı Adam devri küresel(!) bir afettir.
Her kıt'ada, her ülkede, her meslekte vs. hüküm sürdürürler.
İnsanlığı, ülkeleri ve şehirleri bu neo-ırkın şerrinden korumak ve kurtarmak gerekir.

4 Eylül 2024 Çarşamba

NAZİKLER VE HAKLILAR
Aydınlanma filozofları esip gürlerken burjuva bütün riyakarlığıyla kentlere hakim olmakta, tacirler dünyayı bakkal dükkanına çevirmektedir. Yeni nizam, yeni insan tipini peydahlamıştır. Kant, nezaketten dolayı birbirimize ciddi bir söz söyleyemez hale geldiklerinden şikayet etmektedir. Bu riyakarca nezaket, bu iblisçe yavşama kentlerin harcı olmuştur ve o şekilde devam etmektedir.
Sert olduğundan şikayet edilen bir kişi oldum; hakkımda bir şey söyleyecek değilim ve bu dünyada hamd olsun hesap vereceğim hiç bir mevki de yoktur. Şikayet edenler kentin orta yerine kıvrılan ve kendi aralarında nezaketle her haltı işleyenlerdi. Tabi, Almanya'dan -batıdan- farklı ve mukallit bir düzeyde yeni nizam ve yeni insan tipinin uzantısı olan kentin hakimleri de mezkur centilmen ahlaksızlara arka çıkarlar, iş tutarlardı.
Siyasetçisi, taciri, üniversitelisi aynı düzlemde kesişmektedirler ve bu böyle sürmektedir. Son hadisede yine bahsettiğim nezaket ve o nezaketin nazikleri ortalığa düştü; aynı taktikleri sürdürüyorlar. Haklıysanız varsın size sert desinler ve lütfen ne hatırına olursa olsun yumuşamayın.
Diyeceğim şu: İnsan isen ahlaki değerlerin vardır, yoksa insan olma sürecine henüz girememişsindir. Ahlaki ilkeleri olanın yumuşak davranacağı yer vardır, sert davranacağı yer vardır. Yoksa riyakârlık şiarın olmuştur ve yaygın olduğu için kendini normal görmektesindir.

2 Eylül 2024 Pazartesi


VLAS ÇALIŞTAYCILARININ KİMLİKLERİ
Vlas konusunu peydahlayanların ve destekçilerinin ideolojik mensubiyetlerini dikkat çekici buluyorum. Bu zevat tanınmış kişi zümresindendir, resmi kurumlarla içli dışlıdırlar ve kültür adamı(!) olarak tarif(!) edilirler. Türk folkloru araştırmacısı, devrim tarihi şeysi filandırlar... Bazıları her konuda kültür simsarı ve imalatçısıdır.
Ne çıkar bu işten bilemem. Bildiğim: Çalıştaycılar ve destek kuvvetleri kentin yalamalarıyla daima paralel çalışırlar ve boş durmazlar.
Tavsiyem: Gökmedrese, Kale ve Ulu Cami çevresinin olabildiğince temiz tutulması ve muhafaza edilmesi. Güzelleştirme yolu elbette açıktır ama lütfen çok düşünerek ve küçük hamlelerle. Vlas harekatı kaba, hoyrat ve küstah bir harekattır. 

29 Ağustos 2024 Perşembe

AZİZ RİCALE ACİLEN BİR TÜRBE LAZIM
Meşkuk bir eyleme, "Bırakın bu işe bilim karar versin!" tarzında bir meşruiyet açma numarası da vardır. Bilim sanki ismet sıfatına sahip.
"Bilim kimdir?" sorusunu yıllar önce bilimciler meclisinde dile getirdiğimde acayip taarruza uğramıştım. Öznesiz eyleme fail-i meçhul denir. Sonra hakikati bu meçhul faillerden menkul bilgilere iman(!) bilimin gereği olur. Kalpazanlığın bilimsellik kılıfıyla yürütülmesi bu şekilde mümkün olur. Bu dünyadaki genel ahvaldir; özel duruma ise Aziz Vlas Sivasî(!) mevzusu tam ders okutulacak türden bir ibrettir. Akademik soslu savunucularına, kültür adamı olarak şehre kakalanan destek kuvvetlerine bakınca şaşırmamıza mahal yok aslında. Bunlar yeni değil, hep böyleydiler.
Önce inceden inceye seçilen bir şehirde, mutena bir muhitte olmayan bir Aziz mezarı icat ettiler, arkasından Azizi muazzez ettiler, şimdi sıra türbe dikmeye geldi.
Çalıştay ne demek? Kabasını söyleyeceğim söyleyemiyorum. Kaht-ı rical olmasa, gerçekten başımızdaki yöneticiler rical olsaydı, "Kapatın bu konuyu!" der ve iş başladığı yerde biterdi. Mevzunun evveliyatını bilenler mutlaka vardır. Bu iş yeni değil yani.
Dinin istismarına karşı insanları güya korumak için laiklik icat edildi ama bilimin istismarına karşı bizleri koruyacak bir yasa yok.
Yasa olmayınca sorumluluğumuz elbette kalkmaz; çünkü ahlak vardır. Namuslu adamların yasayla genellikle işi olmaz. Bir fiili gerçekleştirirken kanuna uyup uymadığını soruşturarak başlamak namuslu adamların işi değildir.
Namuslu olun!

6 Mayıs 2024 Pazartesi


GEZİ YAZISI
Karadeniz bölgesini Zonguldak'tan başlayarak bir boy geçtik. Yeşille başladık, aheste beste dağları aştık. Yeşil tabii ama yeknesak değil, yeşilin her tonu var. Her can ve hususen her ağaç hürmete değer. Yavaş adamım; nerede olursa olsun bir güzellik görünce, gönlümden selam vermek ve okşamak geçiyor ama gayr-i kabil. Bartın'da bir gece konakladık, mihmandar oğul olunca biraz da naza çektik kendimizi, o da nazımızı çekti elbet. Ayaklarım yere değmedi.
Ilgaz tüneli çok güzel olmuş; ulu dağın da altından geçtik. Kastamonu da hoş, yeşil mi yeşil. Güzel bir mekanda konakladık; bereketi kaçmasın diye saymıyorum Kastamonu'da on kişiye çıktı nüfusumuz. Beş odaya sığdık. Sonra Ankara yoluna düştük; orman azala azala tükeniyor; İç Anadolu başlıyor. Güzel mi? Elbette her yer güzel, her yerin güzelliğini ayrı ayrı sevmek icap eder.
Ankara... Hızlı tren ve Sivas yolu... Kızım ve damat oğul kompartıman tutmuşlar. Afşin Hicri, anası ve ben kestirme yapa yapa geldik...
Kastamonu'daki muhabbetli mecliste buraları gördün hocam, "Sivas'tan taşınmak ister misin?" diye bir sual attı ortaya. Hemen:
"Gezmeye gurbet güzel
Konmaya vatan yahşi."
Dedim. Öyle değil mi ama? Eve vardık. Yün yorganlara sarınıp tekmil azamızı Sivas uykusunun koynuna bıraktık. Kazaya kalan uyku borcumuzu bir gecede eda ettik.
Vatan güzel; sıcak bir haneniz olursa daha güzel.
Cümle hanelere saadet dilerim.
Not: Fotoğraf yok mu? Elbette var ve albümde yerlerini alırlar. Ben, içimden geçti bir seyahati dil ile hikaye ettim. 

20 Nisan 2024 Cumartesi

SİYASET İCABI İYİ OLMAK

ABD’nin ilk kadın hariciye bakanı Madeleine Korbel Albright 23 Martta öldü. Ölümü üzerine Kosova’da tören düzenlenmiş; çünkü güya Sırp katliamını durdurmuştu. Katliamın yapılmasına ses çıkarmayanlar, katliamı kesince kahramanlaşıyor. Acayip bir dünyalı tipi var artık gezegende, uzayda başka canlılar aramaya hacet yok. İnsan artık kendine başkalaştı. Sırp dediğin, AB ve ABD izin vermedikçe katliam yapamaz. Burada Abright’ın yaptığı iş, “ahlaken iyi” değil; “siyaseten iyi” olandır. Soykırıma devamı “Siyaseten iyi” görselerdi, öyle yaparlardı. Bir gerekçe bulurlardı; kimi yutar, kimi yutkunurdu.  Akabinde borsa haberleri v.s. pislikleri, pislikle örterdi.

“Irak’ta beş yüz bin çocuk öldü, bu konuda ne düşünüyorsunuz?” sorusuna Albright’in verdiği cevap, ahlak ve modern siyaset ilişkisini açıklar niteliktedir. “Bu çok zor bir seçimdi, ancak bu bedele değdiğini düşünüyorum” demiş. Hakkında ileri geri magazin babında dedikodu edilince; “Hayatım boyunca demokrasi için çalıştım. Biz kendimiz için endişelenim.” diyerek, kestirip atmış. Ahlaken kötü olanın siyaseten iyi oluşu modern uygarlığın ahlaksızlığına en iyi örnektir. Keşke kötü de olsa bir ahlakı olsaydı, eleştiri yapılabilirdi. Eleştiri gerçekte yasaktır ama olsun insan da zaten siyaseten özgürdür.

Merhum Erbakan Hoca’nın ağır sanayi konusundaki söylemi, hususen ölümünden sonra izine kurşun atanlar tarafından bile takdir görmektedir. Oysa merhum, “Önce ahlak ve maneviyat!” demişti. Demokrasi, siyaseten kötünün üstesinden gelmeye henüz imkân açmamış gözüküyor. Ahlak yerine demokrasi; maneviyat yerine de ekonomi yerleştirmek; modern uygarlık formatında bir zihnî sefalete işaret eder.

Önce ahlak ve maneviyat!

Peki sonra…

Sonra da ahlak ve maneviyat!

Ahlakı ve maneviyatı olanın eşyayı tasarruf biçimi gayretle olur.

İllâ bir “sonra” demek gerekse “Gayret!” diyelim.

Not: Geçmiş bayramınız mübarek olsun.

10 Mart 2024 Pazar


 

 

RAMAZAN MEDENİYETİ

 “Nerde eski Ramazanlar!” muhabbeti, ihtiyarlık da değil tastamam pörsümüşlük alametidir. Daüssıla (nostalji) edebiyatı, özellikle ve ne yazık ki deneme tarzının kolayca düşebildiği bir sığlığı da içinde barındırmaktadır. Yaşı henüz otuzlarda ve yevmi gazetelerde köşe kapmaca oynayan tıfıl yazarların, yücelttikleri yakın geçmiş ve çarpık mekânlar sahih olandan uzaklaşmanın derin çizgilerini taşıyor. Ramazan yazısı mı? Peeeh! Azıcık mahya ışıltısı, aç karına yemek tarifeleri, bıldırki iftar çadırı muhabbeti; bir değil birkaç Ramazan yazısına ziyadesiyle yeter. Modaya uyup bir Ramazan yazısı döktürmek için değil; utangaç, hatta korkak olmama rağmen hayatımın aşkını itiraf niyetiyle huzurdayım.

Ey Şehr-i Ramazan, ey canım, ey canımın içi!

Ben seni seviyorum, ben seni çok ama çook seviyorum, ben sana âşığım, ben sana vurgunum… Hayat denilen muammayı seninle çözdüm, zorluklarını seninle aştım. Seni kaç kere yaşadımsa, hakiki ömrüm, ömrümün müddeti odur; arda kalan günlerim dolgu malzemesi. Bana açlığın ne belâ olduğunu, iftarda içtiğim bir tas çorba öğretti. İtiraf ediyorum; hiç zengin iftar sofralarına gönüllü oturmadım, oturdumsa da lokmalarım boğazıma tıkandı. Evde bir sıcak şehriye çorbasıyla kendine gelen, tıka basa dolmamış bedenimle secdeye vardığım anlarda, miracın ne demek olduğunu hakkıyla tanıttın bana. Ey Hz. Ramazan! Senden ayrılmak hep güç oldu, seni uğurlarken hep hüzünlendim. Hiç ayrılmadık aslında, çünkü hüzün daimi vuslattır; kişi, kimin hüznünü çekiyorsa, onunla beraberdir... Çok acıktığım anlar sessizce oturdun yanıbaşıma ve ağır ağır yediğim bir kazan simidini mükellef ziyafete çevirdin. Kudret helvasından pay umarak salyalarını akıtan nefsimin bir simide fit oluşunu ibretle seyrettim. Dökülen susamları şahadet parmağımla tek tek toplayıp ağzıma götürme keyfini billâh hünkâr sofrasına değişmem. Seninle her şey güzel, her şey sevimli… Şu hoşlaşmadığım obez komşum var ya, yüzünde bir Haziran orucunun rengini gördüğümde onu bile sevmiştim.

Şehir mehir diyorlar! İnan senin ziyaret etmediğin şehir, gâvur parasıyla beş para etmez. Her biri bir akaidi ıstılah olan Osmanlıca tamlamaları, sondan başa doğru çözmeyi öğrenmem dil konusunda erken yaşadığım bir devrimdi. Ama henüz “şehr” kelimesinin ay anlamı da olduğunu bilmiyordum ve Şehr-i Ramazan tamlamasını Ramazan Şehri olarak anlıyor, yaşadığım şehrin bir aylığına Ramazan Şehri olduğuna kanaat getiriyordum. Teşrif-i kudümünle şehir daha medeni, evler daha temiz, insanlar daha edepli bir hale kavuşuyordu. Ramazan demek güzelin, iyinin, doğrunun “daha”sı demekti. Sonra “şehr”in ay anlamı olduğunu öğrendim, ama bu eşseslilik hep hoşuma gitti ve şehirler içinde en güzel şehrin Ramazan şehri olduğuna kanaat getirdim. Ey Ramazan, ey hilal yüzlü öğretmenim benim! Bir ay süreyle senin rahle-i tedrisinde adam gibi adama dönen şehirlerin ve şehirlilerin yerinde olsam, on ay yolunu gözler; on birinci ay senin önünde imtihana girer, kazanırsam kendimi medeni sayardım. Ama ben ne şehirim, ne şehirli; kendi halinde bir Ramazanlıyım, evet ben Ramazan sakiniyim hemşerim. Ramazan şehrini görmeyen şehirden şehir, o şehirde ikamet etmenin hazzını yaşamayandan da şehirli olmaz. N’ola, bütün şehirler, şu on bir ayda bir defa gerçek şehir olma yoluna girmişken, bayramdan sonra yeniden firavunlaşmaya meyletmeseler.

Ne kadar da güçlü bileğin var ey hilal yüzlü güzel. Sayende şu yumruğunu dünya da hiçbir pehlivanın açamadığı nekes adamın elleri gevşiyor ve “elinin kiri” akıyor, temizleniyor, katı kalbi yumuşuyor. Mahallenin müptezeli ilk günden itibaren ağzını çalkalıyor ve bir aylığına da olsa çocukların eğlencesi olmaktan kurtuluyor. Düşkün hovardalar oynaş nazarlarla öyle her gördüğü hatun kişiyi bizar etmekten vazgeçiyor, olması gerektiği gibi “Nazar ber-kadem” yaşama inceliğine erişiyor. Bir avuç mütekaidin ikametgâh adresi haline gelen mahzun mescitler birden bire gençleşiyor, minarelerin omuzları dikleşiyor. Ehl-i kıblenin çokluğunu görünce, mihrapların gözlerinden hayret ve sevinçle ışıkları saçılıyor.

Biz kazaklara çocuk sevmeyi de sen öğretiyorsun, ama sonra hemen unutuyor ve katılaşıyoruz. Senede bir ay evimize mihman olduğunda, oruç renkli yanaklarımız büyükler indinde kıymete binerdi. Ramazan çocukken sevilir, çünkü çocuklar en çok Ramazanlarda sevilir. Dar hacimli midelerinin esareti, çocukların özgürlüğüdür. Minik kalpleri kırmamak için gösterilen itina keşke bayramdan sonra da sürebilse. On ay ders çalışmaya test çözmeye mahkûm yavrularımızın yüksek not almaları dışında başını bile okşayamaz hale geldiğimiz şimdilerde de büyüklerin sevgileri oruç sayesinde bereketleniyor. Çocukluğumuzun adam yerine konulduğumuzu hissettiren o ilk sahur yemekleri ve arkasından ağzımız çalkalayıp vecd içinde ettiğimiz niyetler, unutulur mu? Kuşlukta acıkmaya başlar, öğleye varmadan da iftar ederdik. Yarım günlük oruçlara “direk” verir, büyükler iftara kadar kalan süreyi bisküvi arası lokum yahut akide şekeri ile bizden satın alarak, orucumuzu tamamlamışlık hissi verir; rahatsızlık duymamızı engellerlerdi. Bizi büyük adam olmaya hazırlamanın bir tür alıştırmasıydı o yarım günlük oruçlar. Sonra tamamladık; tamamlandık…

Ramazan bize her haliyle her tavrıyla bugünün yemeyi, içmeyi, israf etmeyi şiar edinen hâkim ahlâkına ve “çöp uygarlığı”na karşı durabileceğimiz bir merhamet ve şefkat medeniyetinin ruhunu sunuyor. Namaz tek tek insanları yükseltir ve şahsiyetimizi takviye eder; oruç ise tüm toplumun miracıdır. Ramazan ayı münasebetiyle girdiğimiz medeniyet ikliminden keşke hiç çıkmasak! Bir yolunu bulsak da on bir ayın tekmilini Ramazan gibi yaşasak. On bir ayın sultanının sultanlığı hiç bitmese. Mesela, iftar çadırları on ay boyunca da mecburi perhiz yapan fakirler için açık tutulsa. Hiç olmazsa bir yıllığına böyle bir yol açsak, belki bütün insanlık dönüp dönüp bize bakarak adamlık öğrenir. Belki, Birleşmiş Milletler, Ramazan ahlâkını Müslim, gayr-ı Müslim herkese örnek olarak sunar. “Nerdeeee!” demeyin, lütfen demeyin, bari siz demeyin.

  

20 Ocak 2024 Cumartesi

GERÇEĞİN BASİTLİĞİ AHLAKIN SADELİĞİ
Gazze'ye son saldırı başlar başlamaz, Filistinliler aleyhine, topraklarını satmaları gibi meşhur yalanlarla beraber Yahudi yanlıları harekete geçti ve hâlâ aynı kafayla devam ediyorlar. "Yanlılar" diyorum ama çoğu yanlı olduğunun bile farkında olamayacak kadar cahildir.
Çıplak gerçek: Soykırımdır. Bunu kavrayıp, ilk günden beri harekete geçen ve hâlâ susmayan batılılar, bütün söylemlerin üzerinde en samimi insanlardır.
Gazze olayı, beşeri malzememizi, o malzemenin ahlakî yapısını çok daha derinden incelememiz gerektiğini ihtar ediyor. Bana deseler ki: Londra'da ve Ankara'da eş zamanlı olarak Gazze'deki soykırımı protesto eden iki miting var, ikisine de katılma imkanına sahipsiniz; hangisine katılmak istersiniz. Londra'da "Viva Viva Palestine" diye bağıranların yanında olmak isterdim. Bu adamlar, devletlerinin siyonizme bağlılıklarına rağmen yürüyorlar.
Türkiye'de ise popüler kültür haline gelen riya, yalan, cehalet ve samimiyetsizliğe karşı cihat etmek gerekir. Taraftarı en az hareket olacağı korkusunu taşıyorum ama ümitsiz de değilim. İnsan olan anında bu bir soykırımdır der ve anında tarafını belirler.
Gerçek bu kadar basittir, ahlak bu kadar sadedir.