10 Mart 2024 Pazar


 

 

RAMAZAN MEDENİYETİ

 “Nerde eski Ramazanlar!” muhabbeti, ihtiyarlık da değil tastamam pörsümüşlük alametidir. Daüssıla (nostalji) edebiyatı, özellikle ve ne yazık ki deneme tarzının kolayca düşebildiği bir sığlığı da içinde barındırmaktadır. Yaşı henüz otuzlarda ve yevmi gazetelerde köşe kapmaca oynayan tıfıl yazarların, yücelttikleri yakın geçmiş ve çarpık mekânlar sahih olandan uzaklaşmanın derin çizgilerini taşıyor. Ramazan yazısı mı? Peeeh! Azıcık mahya ışıltısı, aç karına yemek tarifeleri, bıldırki iftar çadırı muhabbeti; bir değil birkaç Ramazan yazısına ziyadesiyle yeter. Modaya uyup bir Ramazan yazısı döktürmek için değil; utangaç, hatta korkak olmama rağmen hayatımın aşkını itiraf niyetiyle huzurdayım.

Ey Şehr-i Ramazan, ey canım, ey canımın içi!

Ben seni seviyorum, ben seni çok ama çook seviyorum, ben sana âşığım, ben sana vurgunum… Hayat denilen muammayı seninle çözdüm, zorluklarını seninle aştım. Seni kaç kere yaşadımsa, hakiki ömrüm, ömrümün müddeti odur; arda kalan günlerim dolgu malzemesi. Bana açlığın ne belâ olduğunu, iftarda içtiğim bir tas çorba öğretti. İtiraf ediyorum; hiç zengin iftar sofralarına gönüllü oturmadım, oturdumsa da lokmalarım boğazıma tıkandı. Evde bir sıcak şehriye çorbasıyla kendine gelen, tıka basa dolmamış bedenimle secdeye vardığım anlarda, miracın ne demek olduğunu hakkıyla tanıttın bana. Ey Hz. Ramazan! Senden ayrılmak hep güç oldu, seni uğurlarken hep hüzünlendim. Hiç ayrılmadık aslında, çünkü hüzün daimi vuslattır; kişi, kimin hüznünü çekiyorsa, onunla beraberdir... Çok acıktığım anlar sessizce oturdun yanıbaşıma ve ağır ağır yediğim bir kazan simidini mükellef ziyafete çevirdin. Kudret helvasından pay umarak salyalarını akıtan nefsimin bir simide fit oluşunu ibretle seyrettim. Dökülen susamları şahadet parmağımla tek tek toplayıp ağzıma götürme keyfini billâh hünkâr sofrasına değişmem. Seninle her şey güzel, her şey sevimli… Şu hoşlaşmadığım obez komşum var ya, yüzünde bir Haziran orucunun rengini gördüğümde onu bile sevmiştim.

Şehir mehir diyorlar! İnan senin ziyaret etmediğin şehir, gâvur parasıyla beş para etmez. Her biri bir akaidi ıstılah olan Osmanlıca tamlamaları, sondan başa doğru çözmeyi öğrenmem dil konusunda erken yaşadığım bir devrimdi. Ama henüz “şehr” kelimesinin ay anlamı da olduğunu bilmiyordum ve Şehr-i Ramazan tamlamasını Ramazan Şehri olarak anlıyor, yaşadığım şehrin bir aylığına Ramazan Şehri olduğuna kanaat getiriyordum. Teşrif-i kudümünle şehir daha medeni, evler daha temiz, insanlar daha edepli bir hale kavuşuyordu. Ramazan demek güzelin, iyinin, doğrunun “daha”sı demekti. Sonra “şehr”in ay anlamı olduğunu öğrendim, ama bu eşseslilik hep hoşuma gitti ve şehirler içinde en güzel şehrin Ramazan şehri olduğuna kanaat getirdim. Ey Ramazan, ey hilal yüzlü öğretmenim benim! Bir ay süreyle senin rahle-i tedrisinde adam gibi adama dönen şehirlerin ve şehirlilerin yerinde olsam, on ay yolunu gözler; on birinci ay senin önünde imtihana girer, kazanırsam kendimi medeni sayardım. Ama ben ne şehirim, ne şehirli; kendi halinde bir Ramazanlıyım, evet ben Ramazan sakiniyim hemşerim. Ramazan şehrini görmeyen şehirden şehir, o şehirde ikamet etmenin hazzını yaşamayandan da şehirli olmaz. N’ola, bütün şehirler, şu on bir ayda bir defa gerçek şehir olma yoluna girmişken, bayramdan sonra yeniden firavunlaşmaya meyletmeseler.

Ne kadar da güçlü bileğin var ey hilal yüzlü güzel. Sayende şu yumruğunu dünya da hiçbir pehlivanın açamadığı nekes adamın elleri gevşiyor ve “elinin kiri” akıyor, temizleniyor, katı kalbi yumuşuyor. Mahallenin müptezeli ilk günden itibaren ağzını çalkalıyor ve bir aylığına da olsa çocukların eğlencesi olmaktan kurtuluyor. Düşkün hovardalar oynaş nazarlarla öyle her gördüğü hatun kişiyi bizar etmekten vazgeçiyor, olması gerektiği gibi “Nazar ber-kadem” yaşama inceliğine erişiyor. Bir avuç mütekaidin ikametgâh adresi haline gelen mahzun mescitler birden bire gençleşiyor, minarelerin omuzları dikleşiyor. Ehl-i kıblenin çokluğunu görünce, mihrapların gözlerinden hayret ve sevinçle ışıkları saçılıyor.

Biz kazaklara çocuk sevmeyi de sen öğretiyorsun, ama sonra hemen unutuyor ve katılaşıyoruz. Senede bir ay evimize mihman olduğunda, oruç renkli yanaklarımız büyükler indinde kıymete binerdi. Ramazan çocukken sevilir, çünkü çocuklar en çok Ramazanlarda sevilir. Dar hacimli midelerinin esareti, çocukların özgürlüğüdür. Minik kalpleri kırmamak için gösterilen itina keşke bayramdan sonra da sürebilse. On ay ders çalışmaya test çözmeye mahkûm yavrularımızın yüksek not almaları dışında başını bile okşayamaz hale geldiğimiz şimdilerde de büyüklerin sevgileri oruç sayesinde bereketleniyor. Çocukluğumuzun adam yerine konulduğumuzu hissettiren o ilk sahur yemekleri ve arkasından ağzımız çalkalayıp vecd içinde ettiğimiz niyetler, unutulur mu? Kuşlukta acıkmaya başlar, öğleye varmadan da iftar ederdik. Yarım günlük oruçlara “direk” verir, büyükler iftara kadar kalan süreyi bisküvi arası lokum yahut akide şekeri ile bizden satın alarak, orucumuzu tamamlamışlık hissi verir; rahatsızlık duymamızı engellerlerdi. Bizi büyük adam olmaya hazırlamanın bir tür alıştırmasıydı o yarım günlük oruçlar. Sonra tamamladık; tamamlandık…

Ramazan bize her haliyle her tavrıyla bugünün yemeyi, içmeyi, israf etmeyi şiar edinen hâkim ahlâkına ve “çöp uygarlığı”na karşı durabileceğimiz bir merhamet ve şefkat medeniyetinin ruhunu sunuyor. Namaz tek tek insanları yükseltir ve şahsiyetimizi takviye eder; oruç ise tüm toplumun miracıdır. Ramazan ayı münasebetiyle girdiğimiz medeniyet ikliminden keşke hiç çıkmasak! Bir yolunu bulsak da on bir ayın tekmilini Ramazan gibi yaşasak. On bir ayın sultanının sultanlığı hiç bitmese. Mesela, iftar çadırları on ay boyunca da mecburi perhiz yapan fakirler için açık tutulsa. Hiç olmazsa bir yıllığına böyle bir yol açsak, belki bütün insanlık dönüp dönüp bize bakarak adamlık öğrenir. Belki, Birleşmiş Milletler, Ramazan ahlâkını Müslim, gayr-ı Müslim herkese örnek olarak sunar. “Nerdeeee!” demeyin, lütfen demeyin, bari siz demeyin.

  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder