7 Ekim 2011 Cuma

Din Dün Gün


Modernizmin iktidarı “Dünsüzlük” ve “Dünsüzleştirmek” üzerine inşa edilmiştir. Geçmişi tahrip etmeden modern olunamayacağı kanaati, Batı dışındaki ülkelerin “Millî İdeoloji”leri haline gelmiştir. Bugün “Millî” iddiası taşıyan bütün ideoloji ve uygulamalar, modernleri taklit boyutunu aşmış olup, “daha modern” hedeflere ulaşmanın telaşesi ve kompleksini taşımaktadır/yaşamaktadır. “Muasır medeniyet” denilen büyüleyici terkip, öznesi belli olmayan bir “Kızılelma”dır; gerçekte medeniyet düşmanıdır, çünkü medeniyet birbiriyle irtibatlı dün-bugün-yarın demektir. Modern iktidar, canlılık alameti taşıyan herşeyin üzerine bütün gücüyle taarruz eder.
“Modern patenti”ni elinde bulunduran az sayıda ülke ile modernleri taklit eden çok sayıda ülke arasında usta-çırak ilişkisi değil; taklit edilen-taklit eden ilişkisi bulunur. Usta-çırak ilişkisi, çırağın ustasından farklı bir yol icadına imkân verebilir ama taklit ilişkisi, taklit edilenin tıkandığı yerde tıkanır. Taklit edilen ülkeler yaşlanmıştır, cerrahî operasyonlarla dik görünmeye çalışmaları da omurgalarındaki deformasyonu gizleyememektedir. Taklit eden ülkeler ise şaşkındır; çünkü muasır medeniyete ehil olmak kompleksinin tezahürü bütün resmî milliyetçilikler günü kurtarmaya yetmemiş, üstelik “dünsüz” kalmışlardır. Batı’nın AB birleşmesi, zihniyet itibariyle dine değil, “düne dönüş”tür; uygulama itibariyle “başkalarına karşı” birleşmedir. AB’nin dininin dünle ilişkisi “Kilise-Sezar” paylaşımından, “Kilise-kapitalizm” ilişkisine geçiştir; “Romalı atalarının dinini” bu suretle başkalarına karşı birleşmenin ruhu olarak kullanırlar. Weber’in tezi bu açıdan bakıldığında doğru olabilir; belki Weber de bu açıdan bakmıştır. Bizlerin Weber’e “Bana böyle bakın!” dediği yerden bakma zorunluluğumuzun olmadığını biliyorum; biliyorum ama kendi haneme bir kâr olarak kalıyor. Böylece kârlı bir hayatı da hak etmiş oluyorum.
Bugünlerde “Neo” kelimesinin İslamcılık, Osmanlıcılık gibi “dün” ile bağdaştırılarak kullanılması bir yönüyle modern taarruz, diğer yönüyle “modern millî” bir arayış ifadesidir. Her iki duruş da “dün”den rahatsızdır. Taarruz edenler Türkiye’yi “modern iktidar” güçlerine jurnallemektedirler; jurnalistler Ortadoğu’da kendine rol arayan bir Türkiye’nin ABD ve AB için tehlike arzedebileceğini bildirmektedirler. Bu Sezen Aksunun “Beni al, onu alma!” şarkısına benzemekte olup; “Benim gibi rüküş bir modern dururken, sizler neden Neo-Osmanlılarla(!) flört ediyorsunuz?” sitemidir. Buradaki ön kabul “dün” olarak hedefe yerleştirilen Osmanlı’nın “tehlikeli ve kötü” olduğudur; rüküş modernler, “Dünü kötü olanın, yenisi de kötü olur!” demek istiyorlar. Kendi içinde çeşitlilik arzeden Türk modernistlerinin müktesep vasfı rüküşlüktür. Söylediklerin hiç yeni bir şey olmamasına rağmen, göze batmayı her durumda becerebiliyorlar.
“Neo” tanımlama sıfatını “Millî modern” diyebileceğimiz ve bence hasarlı bilinç sahibi birileri de iyi niyetle kullanmakta ve “Bozgunda yeni bir fetih düşü…”nü yaşama arzularını izhar etmektedirler. Gerçi rüküş modernlerimiz fetih kelimesini işgal ile bilinçli olarak karıştırırlar ama kimsenin fetih ya da işgal gibi bir derdi yok; kelimeleri makyaj masasında boyamak da bir tür illüzyonizm olarak kalıyor. Hasarlı bilinçlerin dün ile irtibatlarında “süblimasyon” vardır; incelte incelte ideal bir “dün” oluştururlar. Modern iktidar karşısında böyle bir “dün anlayışı” cevap değil, olsa olsa arayış ifadesidir. Dünümüz, iyi kötü yanlarımızla dünümüzdür; başına “neo” getirmenin âlemi yok, biz bugün de hem Selçuklu, hem Osmanlıyız. Selçuklu ve Osmanlı bir yönetim biçiminin adı değil, o günlerdeki teamüle göre devlet sahibi Türklerin nüfus cüzdanıdır. Batılıların sadece Türkleri değil, Osmanlı tebaasının tümünü “Türk” olarak çağırmaları da bu yüzdendir. Şu ya da bu yönüyle bizi “dünümüz”le yargılayan derin ırkçılar, aslında dinimize olan düşmanlıklarını dile getirmekte; hemTürkçülüğü hem de Türk düşmanlığını modernizm formatında sürdürebilmektedirler.
Neo Osmanlı lakırdıları da zaten bunu ihtar ve ihbar etmektedir. “Günah çıkartma” geleneğimiz yoktur; biz “tövbeci”yiz, tam bir vücuh ile yanlışımızdan tövbe ederek yolumuza yürürüz. Modernizmin dünsüzlüğüne ve dünsüzleştirmesine, “Düncülük” ideolojileriyle cevap vermek, bizleri Hak’tan ve hakikatten uzaklaştırır. Biz elbette atalarımızın dinindeniz ama bizim atalarımız da “müslüman” ve başlarına “Neo” sıfatının getirilmesinden muazzep olabilirler. Müslümanlık yeniliğini her dem içinde taşır; batılılar ve batıcılar “Neo-Osmanlı” derlerken kendi zihniyetlerine uygun bir tanımlama yapıyor olabilirler ama bazı yönleri “yamulmuş ve çarpılmış” bir takım müslümanlara kinaye olsun diye “Neo” denilmesini bile doğru bulmuyorum.
Dün yanlışlarla, doğruları içinde barındırır ama bizim dünümüzdür; atalarım da benim gibi günah işleme potansiyeline ve yanlış eylemde bulunma hakkına sahiptiler. Her nesil kendi tarihini yazarken atalarının her yaptığını sırtında taşımak zorunda değildir; ama atalarını inkâr, insanı soysuzlaştırır. Hristiyanî bir ahlakla, bizden önce yaşayanları “karanlık” olarak kabul etmek; kendimizi yahut bugünümüzü yüceltmek için yer açma çabasıdır. Bazı Protestanların bugün vardığı yer, günah işleme ve günah çıkarma işlevini kişiye bırakan bir liberalizmdir. Liberalizm kökünde ve sadece papazsız bir hristiyanî duruştur; roman türü bu yeni günah çıkarma tekniğinin edebiyata yansımasıdır. Modernizme karşı imiş gibi gözüken İslamizmin ve popüler islamistlerin düştüğü ve kullandığı “dünsüzlük” ise ruhbanlaşma arzularından kaynaklanmaktadır. İslamistlerin modernizme tek ciddî eleştiri getirdiklerine rastlamadım, dünümüzle ilgili münazaraya mahal taşıyan en ufak bir geleneğe bile karadonlu şövalyeler gibi taarruzlarını ise defaten şahit olmuşumdur. Ruhbanlı sevdalılarını asla tehlike olarak görmem; müslümanlık ruhbansız ve kilisesiz olduğu için Sezar’a yahut kapitalizme rağmen özgür ve efendi yaşamanın ta kendisidir.
Galiba “dün düşmanlığı” da ikiye ayrılıyor: Birinciler, doğrudan dine düşman olup, dün düşmanlığıyla bunu kamufle edenler; ikinciler, dün düşmanlığıyla geleneği kırıp geçirerek, dini tekeline almak isteyen ruhbanlık sevdalıları… İslamiyet ilk insandan beri var olan ve “Nas” ile kaim olan bir geleneğin adıdır; bizler de tamamına ermiş o geleneğin son mensuplarıyız; aracıya tefeciye ihtiyacımız yoktur. Bir de dünün yanlışlarından ve yanlış adamlardan yola çıkarak, rasyonel ilahiyat (İslamiyat) kurmaya çalışan arada kalmışlar var; ayağı “Nas” içinde dolaşmayan islamiyatçılığın varacağı yer de deizmdir, belki de varmışlardır. Deistlere tavsiyem ise roman yazmaları olabilir; tuttururlarsa Nobel bile alabilirler. Ya da girdikleri patikadan çıkarlar!
Din dedim, dün dedim, aslında gün için dedim... Dünümü evvel kabul ederim, sonra muhafaza etmem gerekeni muhafaza ederim! Neden ederim? Çünkü dünümü diniyle, benim dinim aynıdır; dünüme düşmanlık edenin gerekçesi de dinimdir. Ne yapayım, protesto etmem gereken bir kilisem yok ve olamaz.



4 Ekim 2011 Salı

KELEBEĞİ BESLEMEK


Odama girmişti!
Bazen karasinek, sivrisinek, arı girdiği oluyordu ama bu ilkti…
Bir kelebek… Âşık Reyhanî’nin Çiçek şiiri geldi aklıma, hoş şiir… Şiirin bir yerinde de:
“Kelebektir böceklerin âlisi
Çünkü o da bir çiçeğin delisi…
Yeşil yaprak, tabiatın halısı
Ara ara, sıra sıra bir çiçek.”
Denilmektedir…
Kanatlı böceklerin en müzeyyeni, en narini keşke yanılıp şaşırıp odama girmeyeydi! Çiçek çiçek gezerek tüketmesi daha iyi olurdu kısacık ömrünü.

Davetsiz kanatlılar
İçerde mahpus kalmaları, açlıktan yahut cinslerine mahsus biçilmiş vadeleriyle ölmeleri demek; ölürler. Sinek ve sivrisinekleri camdan dışarı atmakta zorlanıyorum, çevikler çünkü… Öldürmeye kastetsem kolay, bir punduna getirir rulo yaptığım gazeteyle defterlerini dürerim; ama misafir hatırı var! Sivri faşoları bile sağ-salim pencereden dışarı etmeliyim, ecelleri odamda gelmesin ve elimden olmasın istiyorum. Çok yumuşak davrandığım da sanılmasın, hayli leşim vardır; sivrisinekler hortumu derine daldırmışken can havliyle şaplağı indirmişimdir. Nefs-i müdafaa halidir, yapacak bir şey yoktur. Sivrilerin hücumuna uğramışsanız tavsiyem ateş yakmanızdır; dumanı sevmezler, sigara dumanını hiç…
Oda silme dolu, rahat hareket edemiyorum, pencereyi açmazsam da boğuluyorum. Davetsiz kanatlıları eski bir takvim kartonunu yelpazeleyerek estirdiğim rüzgârla sağ salim kapı dışarı ettim ise ne ala; pes dediğim anda leylî kalmak zorundadırlar. Camı sürekli açık tutamıyorum; eceline susamış haşerat yüzünden cereyanda kalıp hıl-hışır yatağa düşmek de istemem. Meşguliyetim varlıklarını unutturuyor ve kurumuş vaziyette pencerenin pervazında gördüğümde, kanatlarından tutarak dışarı atıyorum, döne döne bahçeye, çimenler üzerine düşüyorlar.
Kana susamış bir sivrisineğin kulağınızın dibinden tozutarak geçerken çıkarttığı tiz vızıltı sinirleri tahriş etmeye yeter. Bu kılıksız zibidi soktuğunda nasıl can yakar, enginde yaşayan herkes bilir; sokma anının acısından daha beteri, geride bıraktığı kaşınma hissidir. Çocuklardan uzak olsunlar çünkü sivrisinekler onların narin ciltlerini göz göz kabartır. Sivrilerin en sevdiği birinci hedef körpe çocuk, ikincisi de muhtemelen sarışınlardır.

Sarışınlar ve sinekler
Taşra çıktığınızda yanınızda bir sarışın varsa mıntıkanın tekmil sinek ve sivrisinek sülalesi ona tebelleş olur; paratoner gibi haşerat çeker zavallılar. Sarışınlar hakkında bildiğim tek ilmî gerçek; güneşin ışıklarının bile göz ve ciltlerinde vahim hasara neden olduğudur. Bir kumral daha kolay, bir esmer kozmetik cebir uygulayarak kendini sarartabilir ama sarışından esmer çıkartmak zordur; zaten saçını siyaha boyayan sarışına pek rastlanmaz. Ayrıca sinek ve sivrisinekler herhalde kozmetik numaraları yutmazlar. Sarışınlar pikniğe gittiğinde haşerat taifesinin tacizine daha ziyade maruz kalacaklarını düşünmeli ve mutlaka böceksavar takımını yanında bulundurmalıdır.
Sarışın var, sarı var! Sarışın sarıya çalan demek, sarı ise tam sarı; hepsine birden sarışın demek âdet olmuştur. “Etek sarı, sen etekten sarısın!” tasviri, sapsarı biri için çizilmiş olabilir; böyleleri vardır ama bizim oralarda nadirattandır. “Sarışınsın sarısın güzel!” cümlesinin dalga boyu biraz daha incedir; sarışın ve sarının ardı ardına kullanılışı tekit maksadıyladır; ipek endazeli tiril tiril bir söyleyiştir. Sarışınların mavi ile ela arasında süzülen gözleri de pek hassastır; koyu renk güneş gözlüğü takmaları uzman tavsiyesidir. Kirpikleri de kısa olur, gözbebeğini gölgelemeye yetmez. Herkesin bildiği şeyler işte, öylesine söyledim; müzevirlik eden nasıl olsa bir yolunu bulur…
Sarışınların zekâ seviyeleri hakkında bir bühtanım da yok, özel bir parantezim de; kalender-meşrebim…

Güz sinekleri
Karasinek: Sineklerin en sineğidir, sineklikte üzerine yoktur; her türlü bulaşığı yalaşığı sever, konmadığı tatmadığı nesne yoktur. Haşerat denilince ilk aklıma gelen mahlûk karasinektir, hızlı uçar, helikopter gibi dik kalkar, çaktırmadan ısırır. Karasineğin besin kaynağı boldur ama o nedense çocuklara fazla musallat olur; o zaman da tepemin tası atar… Bir kundak bebesinin gözlerinin kenarına konan karasineğin eceli elimdendir; acımam.
Karasinekler ne işe yararlar bilmem, sormam da; bir kanadında zehir varmış, öbüründe panzehir… Çaya çorbaya düştüklerinde panzehirli kanat daima yukarıda kalır; komple batırırsan cümle zehri (mikropları) öldürürmüş! Kanatları hakkında bu yaygın söylentinin ilmî bir yanı var mıdır? Böcekbilimcilerin alanıdır, ben karasinek makulesine de, at sineğine de, it sineğine de tehlikeli haşerat gözüyle bakarım. Onlar hayatları için mücadele ederler, ben de hayatım için; icabında toptan itlafı gerektir.
Tanıştığım sineklerin en babayiğidi bungalektir; bugünlerin Türkçesiyle yetişenler için “ng” sesinin telaffuzu zordur, zorlanmasınlar bunalek de diyebilirler. Bunalek, sığır cinsi için çok tehlikelidir, kuyruğundan başka silahı olmayan zavallıların derisini yarar, altına yumurtalarını bırakırlar. Özellikleri danalar bu vahşiler elinden bizardır, bunalek tutunca hayvancıklar çıldırır ve en yakındaki gölgeliğe kaçarak ferahlamaya çalışırlar. Bunaleğe benzer At sinekleri vardır bir de, boyları ergin karasinek kadar olup, renkleri kahverengiye çalar; sinsidirler… At sineğinin konduğunu hissetmezsiniz ama fena ısırır ve deride toplu iğne başı kadar kan çıkartacak delik açar. Irmak kenarını sevdiğim için bu yırtıcılar tarafından kerrat ile ısırılmışımdır; şaplağı kuvvetli vurmazsanız bu melunları düşüremezsiniz, bilesiniz. Acemi olta balıkçılarına söyleyeyim, bunalek sazan avı için iyi yemdir. Ortalık merhamet ve terbiye noksanı obez avcılarla dolduğu için, fazla tüyo vermek istemem; senede üç beş kilo balık tutardım, ondan da vazgeçtim.
İt sinekleri, hakikaten en çok itlere musallattır; keskin dişler bir sinek karşısında çaresiz kalırlar. İt sineği insana saldırmaz, iyi uçucu da değildir; yaz sıcağında tüylerini yara yara derilerine ulaştıkları hayvanları ise delirtir. İtler kendilerini ısırırcasına dişleriyle tüylerini yolar ama sineğe ulaşamazlar; bu barbarlar kolayca da ezilmez, kanatlarının üstünde keratinden zırh vardır. Bazen köpekler, bu belalılarını derine dalmaya fırsat bulamadan havada yakalar ve azı dişleriyle çiğnerler. İyilik olsun diye tüylerini aralayarak sineği çıkarırsanız itler acayip memnun olur, ellerinizi yalarlar. Bir sinek karşısında çaresiz kalmış bir ite acıyanlara tavsiyem, sinekleri ayıklayıp suya basmaları olur; boğulsun kalleşler, en kolay yolu o…
Odadan dışarı hayli dolandık, aslında kutuplar da dâhil dünyanın her yerinde sefa süren karasineklerden bahsedecektim, onların odama dalanlarından. Karasinek: Temiz insanı ve temiz elbiseyi sevmez, kire pasağa bayılır; pervane ışığa, o pisliğe yangındır. Bu asla gelmez anlamına değildir elbet, ister hamamdan taze çıkmış ve bayramlığınızı giyinmiş olun, yine de tereddütsüz hatırınızı sual eder. Yazın odamda çok zaman geçirmediğim ve sineklerin de fakirhaneye ihtiyaçları olmadığı için karasinekler pek gelmez. Ama şu güz sinekleri yok mu? Son güze doğru sinek ümmetinin karartısı toptan kalkmak üzereyken, son parti karasinekler can havliyle hayata tutunmaya çalışırlar. Güz sineklerinin işi zordur, çünkü bereketli yaz mevsimi bitmiş, hava da soğumuştur, mecburen içerilere sığınırlar. Zayıflamışlardır, o müthiş manevra kabiliyetleri irtifa kaybetmiştir ama acayip ısrarcıdırlar, elle kovmak filan işe yaramaz. Konduğunda da bir karasinekten beklenmedik bir aceleyle ısırırlar; taze kana ihtiyaçları ziyadedir. Senenin bu son sinekleri tez zamanda gidicidirler. Odadan çıkmayı gözleri kesmez ve ne kadar ısrarcı olurlarsa olsunlar iyice takatten düşerek, can verirler.

Bal arıları
Odamın davetsizleri arasında arılar da vardır; bal arısı nadir; üzüm arısı daha sık… Bal arısı iyi bir uçucu değilse de hilkatten planör uzmanıdır; rüzgârı arkasına aldığında hızına hız katar, kapalı mekânda ise kağnı gibi gıcırdar. Camın şeffaflığına aldanarak, dışarı çıkmak için habire zorlarlar; muhtemelen dışarıyı gördükleri halde, çıkmalarını engelleyen camın sırrına akıl erdiremiyorlardır. Sadece arılar değil bütün uçan böcekler camı zorlamaktan bitkin düşer, çoğu da cam ardından göğü seyrede seyrede ölür. Kuşlar da öyle… Evin açık penceresinden girip sofaya dalan bir serçe, ölümüne kendini cama vurmuştu. Elime aldım, hane halkı başına toplandı; bitaptı… Ağzıma su aldım, gagasından içirmeye çalıştım, silkindi ve usulcacık kendine geldi; saldık gitti, acayip neşelenmiştik. Kuş neylesin, ben de bir defa sürgülü bir cam kapıya kafa atmıştım, bir şey olmadı ama seyredenlere komik gelmişti.
Bal arısını kapalı mekânda yakalamak kolay; başına doğru iki kanadından hafifçe yakalamalısınız, sıkarsanız kanatları zedelenir; yanlış yerinden tutarsanız sokar ve ölür; canınızı da dağlar tabii. Benim gibi kara kovan balını tadarak büyümüşseniz, illa arının iğnesinin de tadına bakmışsınızdır. Soktuğu yer kütük gibi şişer; bünyeye göre arı zehrinin etkisi farklıdır. Şifa niyetine ihtiyarların arıya kendilerini sokturduklarını unutmadım, benim ise uykumu getirmişti… Şimdilerde acayip tekniklerle arı zehri toplanıyor ve satılıyormuş; arılarla ilgili ayetin arısütünden sonra zehre de işaret etmiş olması mümkündür. Bendeniz kovanın uğultusunun bile şifa olduğunu düşünüyorum.
Çocukluğumuzda fenni kovan icat edilmediği için, her evin yaş söğütten sepet gibi örülen ve üzeri hafifçe sığır gübresiyle sıvanan kovanları vardı. Bal, baldı; kara kovanı, fennisi yok; hilelisi hiç yoktu. Rahmetli validelerimiz, bahara zebun çıkan arıya takviye olsun diye şerbet içirirlerdi… O şerbet bile halis baldan ezilirdi ve hanemizin arıları kana kana içerlerdi…

Eşek arıları
Odama giren bal arılarını çok zorlanmadan tabiata geri göndermek kolay da; üzüm (eşek arılarının uçma kabiliyeti daha yüksek. Sokma kabiliyeti ise hem daha acı verici, hem de süratli. Balarısı sokunca ölür; iğneyle beraber hayati azalarını kaybetmiştir çünkü… Eşek arısı soktuktan sonra zehir imal ettikçe kullanmak üzere kılıcını kınına geri çeker. … Balarısının iğnesinin delici gücünü ölçmedim ama eşek arısının iğnesi gazete kâğıdını deliyor; tecrübe edebilirsiniz... Gazeteyi deliyor ama zehrini salmıyor; kâğıdın arkasında bir el olduğunu sezinliyor olmalı. Parlak sarı-siyah formaları tehlike alametidir; tabiattaki zehir imalatçısı hayvanatın daha canlı renkler taşıdığını ihtar eder. Siyah beyaz çizgili olsalar zebra arısı denilebilirdi; eşekliği galiba tahfif içeriyor. Atın sineği var, eşeğin arısı; adaletsiz dünya işte… Eşek arıları dokuz canlıdır; ölü diye elinize aldığınızda iğneyi hemencecik saplayabilir; bir defasında böyle aldanmıştım ve başıma geldi, tecrübemle biliyorum. Eşek arısının arka nahiyesi daha kıvrak olduğu için kanatlarından yakaladığınızda yine sokma tehlikesiyle karşılaşabilirsiniz; en iyisi bir peçete filan kullanmanız.
Eşek arılarını gündüz dışarı atmak için kartonla yel estirme işe yarıyor. Kendisini suni rüzgârın şiddetiyle cama vururken vururken, pencerenin açık kanadına denk gelir gelmez olanca hızıyla uçuyor; yaşasın özgürlük! İşyerindeki oda önemli değil! Evin briketten bahçe duvarları eşek arılarının yuvalanmasına müsait olduğu için, bizim evde yetişen her çocuk eşek arısıyla tanışmıştır. Yeğenlerim, çubukla yuvalarına dürtünce fena dağlanmıştı; yapacak bir şey yok, hayat bazen böyle acı tecrübelerle öğrenilir. Kabaran yere yoğurt çalmak işe yarar mı bilmem ama yaparız; bir de soğuk ayran şifa niyetine, o kadar. Bir defa namazdayken topuğumdan bir eşekarısı vurmuştu, nasıl olmuşsa tahiyatta sol topuk kemiğimin boşluğuna sıkışmış zavallı. Selam verdim ezilmemişti ama çır çır çırpınıyordu; mendille tutup dışarı attım. İğnenin ilk yakıcı etkisi geçti ama birkaç gün derimi yüzercesine kaşıdım.
Camı açık bıraktığım bir Ağustos gecesiydi… Perde galiba rüzgârın etkisiyle aralanmış; gece yarısı kalktım ki, beş altı eşek arısı bizim odanın hava sahasında akrobatik uçuş gösterisi düzenlemişler. Havlu ile topunu dışarı attım; attım ama yoruldum; gidin başka yerde oynayın yabaniler! Muharebeyi kazasız belasız atlattığıma şükür; bazen duvarı betonla sıvayıp, kökten bu işten kurtulmak da var ama içim el vermez…
Eşek tarafı olsa da arıdır, sinek gibi başımızda akbaba gibi dönüp durmazlar; ara sıra can yaktı diye de canlarına kıyılmamalı!

“Allı pullu gelin getir!”
Oooo yirmi senede bir defa, ne şeref dostum; hoş geldin sefa getirdin, hangi rüzgâr attı seni bu gamhaneye! Talebem olmak için mi geldin, ders vermek için mi, yoksa kaza mı? Üçüncüdür tabii ama nasıl bir kaza kader anlayamadım. Sen ki tabiatın en yararlı kanatlılarındansın, ağaçların kanını iliğini kurutan haşeratın azılı düşmanısın. Sen olmasan yeşil ağaçlar kara bağlar; yaş ağaca balta vuran zibidiler, senin kanadındaki bir benek kadar dahi kıymete sahip değildirler. Odama düşen uğurböceğinden bahsediyorum; uğur getirmesine gerek yok, hayırlı bir candır, hem uğurlu! Vallahi kanım kaynıyor, öpeceğim!
Öpmedim tabii! Parmağımla dokundum, ayaklarını karnına çekti, dondu kaldı. İyi numaracılardandır; ölü ayağına yatar ki, hasmı dokunmasın. Ben hasmı değilim ama o bilmiyor; incitmeden aldım avucumun içine, biraz bekledi sonra kendini emniyette hissetmiş olmalı ki canlandı. Onun hareketlerine göre elimi eğip bükerek bir müddet seyrettim. Güzelliğe bak; bir defa çok tatlı bir kırmızı, üstündeki siyah benekler, güzelliğinin mütemmim cüzü… Gerçi turuncuya meyleden sarılarına da rastlanır ama bizim oraların uğurböcekleri kırmızıdır. Sakın bir uğurböceğini düz ve tutunabileceği ot çöp olmayan bir satha sırtüstü yatırmayın; işkence olur. Kaplumbağalar gibi ayaklarının üstüne doğrulmakta zorluk çekerler; gerçi uğurböceklerinin kanatları onlara yardımcı olur ama kaplumbağaların hiç şansı yoktur. Düz zeminde ters çevrilmiş bir kaplumbağa diri diri ölümü bekler.
Başladım çocukken elimize aldığımız uğurböceğini uçurmak için söylediğimiz “Uç uç uç uç allı pullu gelin getir!” tekerlemesini mırıldanmaya… Kırmızı benekli libası, gelinliğe benzetildiğinden olmalı, uğurböceğinden “allı pullu” gelin için tavassut istemek çocuksu bir âdet olmuştu. Sanki böceği bilinmeyen, belki de henüz dünyaya gelmemiş bir kıza dünürcü salıyor gibi bir âdet… Ben gaydalanırken, dünya tatlısı böceğin bir nevi zırhı olan dış kanatları açılmaya ve altlarından incecik siyah kanatları çıkmaya başladı ve derken pırrr… Uzaklaşırken, “Ne işin var senin ihtiyar, allı pullu gelinle!” diye de kafa buldu benimle. “Güzelim!” dedim, “İki yetkin oğlum var!” onlar için dilek tutmuştum. Anladı, anlaştık zannediyorum!
Güle güle, canına şenlik kanadına sağlık, yine beklerim… Pencerem sana, senin gibilere her daim açık, uzatmayasın arayı!
Konuşmayı bildikten sonra anlaşmayacak kim var ki, âlemde! Hayvanların dilini unuttuğumuz için denge bozuldu; başka hiçbir sebep yok; inanın yok!

Işığın kamikazeleri
Az çok nerede bir ışık görse yönünü çeviren, ışığın kaynağına varınca da etrafında döne döne helak olan cümle kanatlıların ortak adı: Pervane. Benim gördüğüm pervanelerin çoğu açık kahverengi kanatlı küçük kelebekler ve şeffaf zar gibi kanatları olan uçucu böcekler. Her yörenin pervanesi ayrı çeşit olabilir, pervaneler her yerde ışığa meftundurlar. Köyün uzağında ve “kartal yuvası” gibi tepeye kondurulmuş odamda kendi efkârımla bir başıma otururdum. Karanlık basınca gaz lambasının fanusunun çevresi pervanelerle dolardı; mani olamazdım, olunamaz… Lambanın fanusu öyle ısınır ki, hızını kesemeyen pervaneler dokunur ve düşer; bazıları azıcık çırpınır, acı vericidir. Fitilin merkezinden, fanusun ağzına doğru gelen sıcak öldürücüdür zaten; lambada çok sigara yaktığım için bilirim. Fanusun ağzına sigarayı yaklaştırır yahut lambayı sigaraya yanaştırıp körüklediğinizde lambanın alevi bir iki titrer ve sigara tutuşur. İlk nefeste gazyağı aromalı(!) sigara nasıl bir şeydir, tadan bilir. Bazı divane pervaneler kamikazeler gibi fanusun girişinden merkeze pike yaparlar; intihar görünümlü bir son…
Yorulur fitili dibine kadar kısar, yatarsın; sabah kalktığında yanmış yıkılmış pervaneleri görürsün ama yapacak bir şey yoktur. Yanmak ışık sevdasının bir sonucudur; pervanenin gecenin karanlığında gördüğü her ışığa koşması, bizim lamba ışığı sayesinde geceden azıcık intihal yapma işimize benzeyebilir. Pervane karanlıkta uçamayacağı için, ışığı görünce daha fazla uçmak için bir imkân yakalamıştır. Eski elektrik ampulleri yakardı, çünkü enerjilerinin çoğu ısıya, az bir kısmı aydınlatmaya giden bir teknoloji ürünüydüler. Floresan lambalar iktisatlı, yeni beyaz lambalar daha iktisatlıymış; üstelik yakmıyorlar. Pervaneler için bence ideal aydınlatıcılar. Aydınlatan ama yakmayan bu lambaları seviyorum, sevdalılarını ışığa doyuruyorlar; yakmıyorlar…
Odamda yaz akşamları mesaiyi uzattığım zamanlar, floresan lambanın çevresinde dolanan ve ışığın cezbesinden ayrılmayan pervanelere müdahale etmiyorum. Onlarınki ışığa olan tarif edilemez bir bağlılık, diğer misafirlerinki öyle değil! Kara ve sivrilerin davası rızk; arılarınki serapa kaza…

Kelebeği beslemek
Odama girmişti!
Bazen karasinek, sivrisinek, arı girdiği oluyordu ama bu ilkti…
Bir kelebek…
Tıpkı uğurböceği gibi o da yirmi yılda bir defa odama gelmişti. Kelebeğin ne işi var diye sorsan ne çare; Tanrı misafiridir gelmiştir. Narin bir yaratık, yelpazelerken karton değse belini bir daha doğrultamaz. Çift cam açtım, uzaktan dehlemeye çalıştım gitmiyor; tersine odanın duvardan tarafına, kitap rafını arka tarafına konuyor… Camın birini örttüm, gözlüğümü kuşandım, çantamı hazırladım derse çıktım; iki saat sonra kendiliğinden çıkar nasıl olsa, diye düşünmüştüm.
Ders bitti odama geldim…
Üç ince belli dolusu çay ve üstüne bir de tez öldüreninden ziftlenince kendime geldim; aklıma da kelebek geldi. Gitmiştir diye umarken, son konduğu yere demir atmıştı sanki, kıpırdamadan öylece duruyordu… Yorgundum, gün kavuşmak üzereydi, akşamın soğuğu topuklarımdan vurmaya başlamıştı… Bir iki defa daha gayret ettim çıkaramadım; ulaşılmaz yerlere konuyor, pencereye asla yanaşmıyordu. Gitme zamanı… Toparlandım, unuttuğum birşey var mı diye şöyle bir düşündüm çıkarken; yok... Pencere kapalı, bilgisayar dâhil bütün elektriklilerin fişini çekmişim; tek sıkıntım kelebek… Arılar şerbet içer, kelebekler de çiçekten beslendiğine göre içebilir düşüncesiyle çay tabağına azıcık şeker ezdim. Bilmiyorum, belki de kelebekler şerbet içmezler; benimkisi o an aklıma gelen bir hâl yolu: Kelebek yarına kadar idare etsin!
Beynime takıldı kaldı kelebek, yatağa girmeden önce de düşündüm, sabah yola çıkmadan önce de… Mesai saatinde kapıyı açtım, çantayı en yakın sandalyenin üzerine koydum ve hemen kelebeğin son konduğu yere baktım; yoktu. Şerbet ezdiğim tabağın üç beş santim yanında cansız cesetsiz yatıyordu. Hafiften itekledim, hayat emaresi yok; yavaşça kanadından tutup masanın üzerine koydum. Bazıları “Duvara bir tablonun üzerine yahut bilgisayarın bir köşesine yapıştır!” diye akıl verdiler; düşünmedim bile, bahçeye çimenlerin üzerine attım, son uçuşuydu; geldiği gibi ve geldiği yere gitti…
Acaba kelebek şerbet içer miydi? İçerse, içtikten sonra mı öldü yoksa içmeye giderken mi öldü? Bilmiyorum ve kurcalamıyorum da… Kelebeklerin çok kısa ömürlerini olduğunu biliyordum, merak ettim derhal araştırdım. Çoğu kelebek türü en fazla iki gün yaşarmış. Belki yarı ömrünü odamda geçirmesi kelebeğin kendi tercihiydi; niyesini bilmem…

Âlemden bir haber olsun diye yazdım
Adama bak derler, dünyada ne acayip işler oluyor, avare yazar ise oturmuş kanatlı böceklerden, haşerattan bahsediyor! Kelebeğe şerbet ezmişmiş, Uğurböceğine “Uç uç..” demişmiş… İnternet ortamında hünersiz, cahil ve beleşçi yığınlarca ispiyoncunun ispirtoya konmuş sinek gibi vızıldaması yok mu? Sanki ben bu lolipopçu eleştirmenler için yazmışım! Sayın dijital haramiler! Açın ekonomi, siyaset lagalugası okuyun; anlı şanlı köşe yazarlarına yağ döküp yalayın; benden ve benim gibilerden uzak durun, çarpılırsınız.
Ne yazdımsa kendi efkârımla ve havadisimle yazdım! Âlemde büyük küçük herşeyin yüceliğinin, güzelliğinin, hatta varlığının unutulduğu/unutturulduğu bir çağda, kelimelerin tükenmezliğini hissetmeye, hissettirmeye çalışıyorum. Olan ve olağan şeyler içinde farkına varamadığımız ne mucizeler temaşa edilmeyi ve keşfedilmeyi beklemektedir.
Bir sineğin bir kartalı sallayıp yere vurduğunu bilmesem, oturup da ne diye sineklerin kanadı üzerine yazayım ki…

1 Ekim 2011 Cumartesi

Yemin Numaraları

And da yemin demek; galiba yemin kelimesinin ağırlığını taşımadığı için her zaman ikame edilmiyor. Bir andımız vardı ilkokulda, hâlâ varmış bilmiyordum. “Türküm doğruyum, çalışkanım…” diye başlıyordu. Yasa kelimesi çok kullanılmazdı, “kanun”u bilirdik ama “yasa”nın ne demek olduğunu bilmezdik. Sıkı bir “öztürkçe” dikkatiyle yazılmış olduğu belli ki, “yasam” diyordu. Öğretmen haftabaşı sınıfa girdiğinde rap diye ayağa kalkar, istikbalin Mehmetçikleri olarak çakı gibi çakardık sözleri. Sonraları tavsardı bu iş, dört ve beşinci sınıflarda öğretmenler unutur, biz de yorulurduk galiba. Sordum öğrendim yasa sonra ilke olmuş ve tabii Atatürk’e vurgu yapmadığı için sonradan bir de ilave yapılmış. Yasa ne zaman “ilke” oldu onu bilmiyorum ama ilkokul öğretmeni olarak mesleğe başladığımda ilave edilen bölümü öğrencilerden öğrendim. İlk pazartesi yine bizim gibi rap diye ayağa kalktı benim yavrular, göğüslerini doldura doldura okudular andımızı, ilkine müdahale etmedim ama sonra çocukları bu yükten kurtardım. Sert bir öğretmendim ama çocuklara sınırsız oyun, bol türkülü bir hayat bahşettiğim için galibe beni seviyorlardı. Şimdi hepsi kırkına dayanmıştır; bazen hayat karşıma çıkarıyor ve benim karşımda birdenbire yine çocuklaşıyorlar, hoşuma gidiyor. Avarelik çok güzel bir şey ama işte bu dünyada da bir mesleğin olmalı; yeniden meslek seçme gibi bir hakkım olsa hocalığı yine tercih ederdim. “Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene!” ilavesini o zaman öğrenmiştim. 12 Mart muhtırasının necip evlatlarımıza hatırasıymış. Sonra bunu da değiştirmişler “Ey ulu Atatürk…” yapmışlar.

Bir de askerde yemin töreni vardı. Oradaki yemin hoş geldi bana, yeminin içini dışını hatırlamıyorum ama askerlik mesleğine yakışan bir merasimdi. “Silahını ve arkadaşını tut!” komutuyla mı başlamıştı, tam hatırlamıyorum. Bir elimizi masanın üzerindeki silaha dayamış, öbür elimiz arkadaşımızın omzunda yemini tamamlamıştık, kısa dönemdik çok da çakı gibi değildik; içimizde torun sahibi asker bile vardı. Diğer bazı mesleklerde de yeminler olduğunu biliyorum; mesela doktorların Hipokrat yemini… Avukatların yemini galiba olmaz; ama hâkimlerin de böyle bir törenleri mutlaka vardır. Hâkim, davacıya yemin verdirince adam bir sağa bir sola bakmış ve “Hâkim bey, avukatım vekâleten yemin etsin!” demiş. Gündemde malumunuz milletvekillerinin yemini var… Muhteremler mazbatalarını aldılar; sıfır kilometre lacivertleri gardıroplarına astılar heyecanla bekliyorlar. Aslında hepsine vekâleten liderler yemin etse daha iyi olur; hem çoğu millî takım lisanslarını liderlerine borçlu, hem de zamandan tasarruf olur. Olmazsa; meclis başkanı cümle cümle söylesin, milletvekilleri de tekrar etsinler. Memleketin acil meseleleri var. Tabii öylesine söylüyorum; yakışır mı milletin temsilcilerine ilkokul çocukları gibi and içmek. Bugünün çocukları aynı zamanda yarının büyükleridir.

Yemin günü gelmeden telaşesi başladı. Madam Mitterand’ın karizmatik kerimeleri lütfetmişler, yeminde tatsızlık çıkarmayacaklarmış; ama işitmişiz ki, yeminde özel vurgu yapmaya teşne acar mebuslar var imiş. Neydi o merhum Ali Rıza Septioğlu’nun döne döne “Gızım Leyla doğru dürüst yemin et!” ricası; Leyla Zana adamın burnundan getirmişti. Pek derdim değil, yemin doğruyadır; huyunu suyunu bilmediğim adamlar neyin üzerine yemin ederse etsin önemi de yok. İcraatlarına bakarız; adam kim, şalgam kim anlarız. Bana öyle de, hani şu sembolik anlam var ya, zaman zaman hakikatin üstüne çıkma cüretinde bir anlam… Birileri o yemine iştirak etmek istemeyeceklerdir yahut bir iki çıktılıktan sonra meclis başkanının ikazıyla yeminin doğrusunu söyleyip, başkalarından farklı olduklarını ispatlamış olacaklardır. 68 kuşağı filan takınanlar mesela, aslında 69’dur; çünkü Avrupa’dan bir sene sonra başladılar anarşistliğe. Yemin merasiminde “artislik” eden olursa anında internete düşer, ibret nazarlarıyla temaşa ederiz.

Çocukken masum yalanlarımız vardı. Olur olmaz yemin etmenin yanlışlığı bir terbiye olarak verildiği için, arkadaşlarımız inanılmaz bir şey söylediğinde “Bi yemin iç!” derdik. Yalansa kolay kolay yemin ağzımızdan çıkmazdı. Yalan yere yemin ettiğimizde de, tek ayaküstüne basarak yemin ederdik; güya tek ayağımız havada olursa yeminimiz günah olmuyordu, çocukluk işte. Sayın milletvekillerinin muhtevasına katılmadıkları yeminde zorlanmaları mümkündür; isterseniz siz de tek ayağınız kaldırın. Ama ben iki ayağınızın da yere sağlam basmasını tercih ederim.

Millet asıl, siz vekil; sudan meselelerle canımızı sıkmanızı istemezük!