31 Aralık 2011 Cumartesi

KITLIK

Düşmana karşıydık arkamda şehir halkı
Yeldeğirmeni dediğin ne ki bir sıkımlık canı var!
Ellerimle çizdiğim kavis ırmaklar gibi,
Ölesiye emindim yatmayacak başaklar
Girmeyecek aramıza ihtiyaçlar listesi.

En son babamı gördüm gülümsüyordu,
Yapışmıştı elleri makinenin kulpuna.
Acı bir ıslıkmış gülümseme sandığım
Ağzında çevirdiği kıymığı tükürünce
Kömür aktı zifir gibi kapkara.

Çok namert birşeydi bu akledemedik
Savaşta değildik o yıl kuraklık yoktu
İkna olduk sonunda kıtlık var dedik.
Karnımızda kurt sürüsü soframızda kuzgunlar
Uzaktan vurulmak en büyük korku…

Hesabımız kabarmış henüz hesapta yokken
Gazete tepmişler sanki derimizin altına
Kalıbımıza göre borca batmışız.
Ani oldu herşey çoğumuz dışardaydık
Çoğumuz da zaten yetim kalmışız.

Sert olur bu dememeliyim ama sertim
Öğütülmeden kaldım nasıl kaldımsa…
Yumurta tokuşturmadan yaşamayı öğrendim,
Akmayı boğulmadan iki deniz arasında…
Öyle yalnızlıklar var ki ben icat ettim.

2 Aralık 2011 Cuma

KÂĞITTAN KUŞ

Uzak yoldan gelmiş yorulmamışım
Yorulmaya mecalim de kalmamış olabilir.
Ergenler doğmadan bilmiş erginler ila-ahir
çeşmeler taş kesilmiş farkında olmamışım.
Kâğıttan kuş çünkü mümkün iş
ve uçurmak hâlâ balkonlardan aşağı…

Ne çok şey olmadan olmuş
Ne çok şey olmadan bitmiş

Ömrümüz uzamış biz tükenirken
genlerimiz keşfedilmiş.
Mazeretim çok anlayacağınız
anında buharlaşıyor kızdığım herşey.
Düşmanı seçemeyen savaşçılarla dostluk
kurmakta zorlanıyorum ayıplamayın.
Söylememeliyim hilafımdan çıkmayan sözü
Gölün dibini görmeliyim yatağını ırmağın.

Azım farkındayım vakit daha az
kendi kendimle konuşuyorum sadece
başından beri öyleydim yeni değil.
Cebimde meyve çekirdeği gezdiririm
mevsiminde çiçek dermeyi bilirim sevgilime,
diz kırabilirim yolcusuz bir dağı görünce…
Bulabilirim aradığımı özetle
ne aradığımı da uzağımdan bilirim.

Evden çıktık, çıktık evden, evçık dentık, çıkev tıkden
yemek yedik, yedik yemek, yeye mekdik, dikmek yeye.
Faili çok fiili az dünyada bütün bildiklerimin
unutulduğundan bile artık emin değilken...
Hatırlatayım ama nasıl neyi kime;
bir köşekapmaca kalmış çocukluktan
körlerarası saklambaç bir de…

Dünya dönüyor köşeleri olan benim
Ne sakladığım bir şey var ne gizliyim.

1 Aralık 2011 Perşembe

SERÇE SAATİ

Tam güneş tutulmasını bir defa yaşadım. Hiç yaşamadan da ölebilirdim.
Yaşadım da ne oldu?
Olayın kozmik izahını bilmeyen komşu hanım, gündüz vakti hava kararınca evinden cenaze çıkmış gibi ağlamaya başladı, damağını kaldırdılar, yüzüne su çiselediler. Komşular bana döndü, “Teyzeciğimi teskin” etmemi istediler. Diyecektim ki, teyzeciğim güneşe bir şey olmadı, birazdan çıkacak! Sustum sadece! Mahalle cemaatiyle şu keşmekeşte münazara yapacak değilim ya! Susma hakkımı daima ve çoğunlukla kullanma imkânım, yazıyı keşfetmemin tek sebebidir. Alfabe icat ise, mucitleri muhtemelen dilsizlerdir.
Güneş tutulunca fenalaşan kadıncağız yere yığıldı…
Ben bir defa “Teyze” desem bile “ciğim”i zor getiririm... Komşular da muhtemelen gazete devrini kapattı, televizyon argosuna daldılar; mahallede de mi yalnız kalacağım ne? Bir de ben, bayılmış bir kadına soğukkanlılıkla yardım edebilecek kudrete sahip değilim! Yere yığılan kadın olmak nasıl birşeydir, asla bilemem! Savatsız bir kadının güneşe verdiği kıymeti ve tutulmanın onda çağrıştırdığı korkuları ise âlâ bilirim… Güneşin gözüne toz kaçırmadan kanatlı kapısının önünü süpürmeyi sürdüren bir kadına ancak sahilden seyredenler, güneş tutulması üzerine astronomi dersi verebilir. Bir hayal edin, nasıl komik olur ama. Sözlü anlatım kesmemiş, kadınlara güneş tutulmasını temsili olarak canlandırmışsınız. Üç saf kadın seçmişsiniz: Güneş, ay, dünya... Ay dünyanın etrafında dönüyor, dünya güneşin etrafında… Ay tam güneşle dünya arasına girdiğinde, filmi durduruyorsunuz; sonuç memnuniyet vericidir… Siz muallim-i evvel makamında “Anladınız mı?” diye soruyorsunuz. “Anladık!” diyorlar. Mutlusunuz ama tam uzaklaşırken, Dünya-hanım diyor ki, Ay-bacının başı döndü de onun için mi Güneş-annenin boynuna sarıldı? Fincanı taştan oyarlar balam oyarlar/İçine bade koyarlar... Tahammül edilmesi zor değil mi? Bu sıkışıkta çok lazımmış gibi bir boşluğunu bulup içimden türkü bile geçirebiliyorum. Yanlış anlamayın tahammül edemediğim kendi halimdir; kimseyle ilgili değil yani... Teyzeciğim(!) yere yığılmakla kalmadı, gözlerinin akı kaydı ve bayıldı. Bense üniversite hastanesinin acil servis tabipleri gibi soğukkanlıydım… “Eve götürün, geçer!” diyerek, vakayı kibarca diğer kadınlara havale ettim… Güneş de neredeyse kaybolmuştu...
Bütün bunlar on bilemedin onbeş saniye içinde oldu! Benim gözüm esas, karşıdaki ahşap evin çamurla örülmüş duvarına mitil atan serçede. Serçe ile vakitlerimiz hemen hemen uyuşuyor. Aramızda gıpta ettiğim bir fark var, serçe tam anlamıyla sahib-i tertip; ben ağzı kuru, gözleri kan çanağı nice kuşluklarla güne başlamış, tertibi bozuk bir adamım! Serçe her sabah istisnasız güneşin ucu görünmeye başladığında çıkıyor yuvasından... Usul ve temkinli; başını uzatıyor, acele etmeden bir sağına bir soluna bakıyor... Sonra yarısından biraz fazlasını dışarı salıyor ve ayaklarından aldığı hızla pırrrr… Çok iyi uçucu değil, göçücü de değil, mahallenin yerlisi. Yuvaya girerken de benzer bir merasim! Yavruları zaten yolunu gözlemededir. Serçecik bazen yuvanın ağzından onların yayvan gagalarına yarı özümsenmiş nevaleyi aktarıyor. Bir cıvıltı, bir şenlik; işin yoksa otur onları dinle! Nakliyat biter bitmez kuyruğu yüz seksen derece döndürüp rızık peşine düşüyor, ekmek bekleyen iştahlı balaları var.
Kadın, erkek, kız, kızan; cümbür cemaat dışarıdaydık!
Ellerimizde isli cam parçaları, tutulan güneşi seyrediyorduk. Mesai saatinin tam ortasında şehir alacakaranlığa büründü. Popüler astro-fizik bilgisinden mahrum olsaydık, ne yapardık bilemem. Serçe süratle yuvaya geldi, daha önce hiç rastlanmadık bir süratle içeriye daldı... Daldıktan sonra hemen başını çıkardı, şaşkın şaşkın bakındı; muhtemelen tertibin neden bozulduğunu anlamaya çalışıyordu. Tecrübesi kifayetsiz gelmiş olmalı ki, gecenin girdiğine kanaat getirerek yuvasına çekildi. Yakınımızdaki kamburu çıkmış evin buharisinin tepesinde feryat figan bağıran bir karga da vardı ama ikisinin aynı anda zaptına kadir olamadım. Karga son gördüğümde bir antenin üzerindeydi ve ihtimaldir serçenin gerekçeleriyle, az ötede yuvalarla tıka basa dolu kavağa ruhsatsız oturttuğu meskenine uçmuştu.
Geçti...
İtiraf edeyim, ben de güneşsizlikten hoşnut olmadım. Tutulma, ikindi vakti bize hızlı çekim bir acayip günbatımı yaşattı... Güneş de dünyanın birden bir görülmez hale gelişinden huzursuzluk duymuş olabilir... Serçe; kafayı çıkardı, lisanınca lahavle çekti... Her zaman yaptığı gibi kudretten sürmeli gözleriyle çevreyi denetledikten sonra mesaiye kaldığı yerden devam etti.
Ben ve serçe aynı mahallede...
Şimdilik idare edip gidiyoruz! Diğer saatler gibi değildir ama birgün bütün saatler gibi serçe saati de duracaktır. Galiba o an, hayatın durduğu ve tekmil mesainin bittiği an olacaktır.