27 Şubat 2012 Pazartesi

KIZIL KUŞAK

“Yeşil Kuşak” projesi yeri geldikçe hatırlatılır ve eski solcular tarafından milliyetçi muhafazakâr sağın “büyük günahı” olarak başlarına kakılır. Sağ, hep nefs müdafaası refleksiyle büyüdüğü için, bu itham karşısında pusar. Aslında denilen doğrudur, ama diyen eğridir. Yeşil Kuşak, bu ülkenin hiçbir mensubunun özbilinç ve hür iradeyle katıldığıbir şey değil idi; tersine topyekün kuşak olarak kullanılmışlığımız söz konusu edilebilir. Yeşil Kuşak soğuk savaş konjonktürünün bir konseptidir ve oradan mili konsept olarak, kişiliğini doların dalgalanmasına borçlu devletin sırtına sarılmıştır. Dünya konjonktürünü tayin edenlerin el atmadığı ülke, toplum, topluluk yoktur. Bunu da “çağdaş uygarlık” gibi,“küresel gerçekler” gibi içleri keyfemâyeşâ doldurulan dogmalarla yaparlar. “Belirleyiciler”in haritaya bakma, tarihi faktörleri kullanma, ülkelerinin çıkarlarını koruma gibi mühim konulardaki bilinçli manevralarını takdir etmesek de anlamamız elzemdir. Kimin ne için neyi kuşandığını anlamayanlara, “çağdaş dünya patronları”nın proje ve eylem repertuarlarında her renk kuşak, bulundurduklarından eminim.
“Yeşil Kuşak” misyonunu yitirince
Solculuğun görünürdeki adresi ya Çin idi, ya Sovyetler… Çini görmeden Çinci, Sovyetleri görmeden Rusçu, Marx’ıbilmeden Marxçı, Mao’yu tanımadan Maocu olmak için bunların kim tarafından nasıl yönlendirdiğini bilemeyiz… Bildiğimiz, komünizm tehlikesinin varlığının inandırıcı olması için devrimci gençler, örgütler, hücreler şarttı; pek çoğu vatanın selametini samimiyetle isteyen “parkalı, postallı” delikanlılar, “kızıl bayrak” çekecek kadar şaşkın, “enternasyonal marşı”nı “İstiklal Marşı” yerine ikame etmeyi düşünecek kadar milliyetsiz bir zemine kaydılar. Yeşil Kuşak dedikleri konseptin kamuoyunda altyapısını sağlayan “kızıl tehlike” oluşmuştu, sonrasında “Kahrolsun Komünistler”, “Komünistler Moskova’ya” millî soslu sokak tepkisiyle kızıllara karşı sürdürülen konsept meşru zeminini buldu. Sovyetler ve Çin uygulamaları esasta birer modernleşme ideolojisinden ve tatbikatından başka bir şey değildi; şimdilerde kapitalist dünyaya adaptasyonda demokrasi(!) ile yönetilen bizi kısa zamanda solladılar. Demirperde hantallığıyla yönetilen gerçekte bizler miyiz diye düşünmek icap eder.Bir sabah Sovyetlerin efsanevî demirperdesinin, ancak örümcek ağı kadar sağlam olduğunu öğrendik; “Go home”culuktan başka mahareti ve milletimize mahsus hiçbir derinliği olmayan solcularımızın fiyakası da bozuldu. Artık Sovyetler yoktu, arkasından Çin de çözüldü. Türk solcuları pek çoğu hâlâ oralara gitmek ve özledikleri rejimin bakiyelerini tanımak gibi bir maceraya katlanmadılar; çünkü oralarla ilgileri zaten dolaylıydı. Rüşvet, bürokratik iktidarın pislikleri, teknolojik hantallık gerçekte hiç gerçekleşmeyen sosyalizmi, beklenmedik bir anda bitirmişti. Konjonktüre bağlı konseptlere ayarlı milliyetçiliğin de eli boşta kalmıştı, hâlâ da öyle gözüküyor, dayak yedikçe annesine yaklaşan çocuklar gibi, devletçilikle özdeşleşerek, horlanmalarına rağmen merkeze yakın bir yerde tutunmaya çalışmaktadırlar. Yer altı ve yerüstü yolsuzluk kaynakları keşfedildikçe her kesimden memleket evladının ahlakı da erozyona uğradı.PKK terörü bu ara boşlukta Türkiye’ye soluk aldırmamak için seri bir şekilde ikame edildi. Vatansever Kürt, bu başarılı terörizm tatbikatında düşünmeye bile fırsat bulamadan kavruldular, kırılganlaştılar; fasih Türk illegal terörün ve legal baskıların altında ezildi, hırpalandı; Türkiye çok şey kaybetti. Oysa sağlıklı bir demokrasi ve yolsuzluk ekonomisinden kurtulmak için, tarihin verdiği en önemli fırsattı. Hantal seçkinlerimiz aynı ciddiyetsizlikle, aynı yolsuzluklarla, aynı “kasaba politikacısı kurnazlıklarıyla” belki de bize on yılda bin yıl kaybettirdiler. On yılda on beş milyon vatan evladı daha ihtiyarladı.Bu arada “Kızıl Kuşak” projesi da olgunlaştı ve start aldı.
Kızıl Kuşak
Kızıl kuşak projesinin malzemesi hazırdı. Eli boşta kalan solcular, kısa zamanda medya başta olmak üzere resmi ve sivil bütün kurumlarda, holdinglerin alt kadrolarında rejimin cici ve beyaz çocukları olarak mevzilendiler. Ne parka kaldı ne postal, cepleri para gördükçe“solculukları” nostalji oldu, ama bir şey bakiydi, kendilerine hiçbir zaman pas vermeyen halk çoğunluğuna olan hınçları… Bu hınç, dünya konjonktürünü belirleyen patronların gösterdiği hedefe anında yöneldi. Kızıl tehlike bitmişti, yeşil tehlike vardı. Yeşil tehlikeye karşı “kızıl kuşak” gerekiyordu; light kızıllar kârlı, dolarlı mesailerine başladılar; vicdanları rahattır, çünkü“dinci faşizm” yahut patronlarının deyişiyle “islamo-faşizm”le mücadele etmek, tarihî materyalizm inanışlarının bir gereğidir. Patronlar kapitalisttirler ama olsun; onlar da zaten numaradan sosyalist idiler; kapitalle tanıştılar, “Das Kapital” hükmünü yitirdi…Türkiye’de hazır kıta bekleyen “kızıl kuşak”ın hedefine birilerini yerleştirmek de çok kolaydı. Halkın iktidara kadar yükselttiği ve bütün iyi niyetine rağmen üzerinde yaşadığı zemini yeterince kavrayamayan “Milli Görüşçü” partimiz vardı; o partinin gölgesinde müteşebbis ahlakının yanından geçmeyen bedavacı holdingler vardı, fiyakalı libasları ve asalarıyla defile düzenleyen meczuplarımız bile vardı… Hülasa yeni konjonktürel küresel tehlike konseptinin gerekçe göstereceği her şeyimiz fazlasıyla vardı.Olmasa ne olurdu? Farklı enstrümanlar kullanılarak, hedef yine oluşturulurdu. Süreç başladı… En etkilisi, aşinamız olan “irticacı” damgası olmak üzere, içinde yoğun hakaret içeren etiketlerle dindar olup da makam, meslek, işyeri sahibi olanlar başta olmak üzere farklıdoz ve derecelerle sıralanmış kelimelerle işaretlendiler, hedef gösterildiler, gösterilmeye devam ediyorlar. Aydın sektörünün hemen hemen dışında kalan bütün yayın organları “dinci” damgası yedi, eli kalem tutan herkes “dinci yazar”, başörtülü her kadın “dinci”den de öte avlanacak “cadı” ilan edildi, edilmeye devam ediyor. Mesleğinizin, adınızın başına “dinci” sıfatı eklenmeyi hak edecek fiiller: Pantolonunuzun diz yerlerinin aşınmış olması, içki içmemek, sizi dansa kaldıran hanıma “vals bilmiyorum” bahanesi uydurmak, evinize ayakkabısız girmek, hattâ boşbulunup muhbirlerin yanında “selamünaleyküm” ile selam vermek gibi sizin asla tahmin edemeyeceğiniz çeşitlilik arzedebilir. Ülkenin kısm-ı azam evladı“dinci” olma liyakatine hakkıyla sahiptir ve bu garabet konjonktürel konsept sürdürülürse bugün değilse yarın işaretlenebilirler. “Kurt dumanlık günü sever!” hesabı, bazı mahfiller farklı tarihî ve sosyolojik saiklerle “çağdaşuygarlık, aydınlanma, dogmalarla mücadele…” gibi kuzu postuna bürünmüşkavramlar arkasından stratejik “Türk düşmanlıklarını” da sürdürünce, işaretçilik vatanın bağrında derin yaralar açtı,açmaktadır.
Sonuç: Bütün kapılar işaretliğinde
28 Şubatta Post-modern bir “Ali Baba ve Kırk Haramiler” yaşanmıştır ve derinden derine hâlâ yaşanmaktadır. Patronların vizyona soktuğu bu uygulamada, birilerine “Yeşil Tehlike”(!)arzeden kapıları işaretleme görevi verilmiştir. İşaretçilerin kalemleri o kadar vazifeşinas(!) çıktı ki, sayelerinde ülkede işaretlenmeyen kapı kalmadı. Çarpıatılan kapılar; iki cihan harbinin hamallığını çeken kadınların, yolsuzların soyguncuların bedavacılığına aldanmayıp dürüst kalan hane reislerinin, memleketini sevmeyi kundakta öğrenen yavruların kapılarıdır. Son kapı da işaretlendikten sonra, terminatörler mi çıkacaktı köşe başlarından, bilemiyoruz. 28 Şubat bin yıl sürmedi ama çok üzerinde durulması gereken bir hareketti/harekettir.“Kızıl kuşak” büyük bir projenin bize uygun görülen tarafı idi. Bu projede Neo-con uzantılı Ortadoğu projeleri üzerine yoğunlaşan/yoğunlaştırılan şüphe ve dikkatin daha fazlasıyla –Avrupa Birliği vesilesiyle- Avrupa sathına çevrilmesi, Türkiye üzerinde yürütülen çapraz savaşın bütünlüğünü kavramanın tek sağlıklı yoludur. Güç yarışında kendi aralarında da çekişen ve bizi çekiştirip duran patronlar, bizi düşündükleri için değil kendi hassas dengeleri adına projeyi radikal değil denetimli götürmek kastıyla yumuşatmış gözüküyorlar; ancak, bir şeyi başlatmak nisbeten kolaydır, nasıl gelişeceğini tahmin etmek ise zordur. İçerideki derinliksiz aktörler,ısrarla yollarına devam etmeye çalışıyorlar ve kestiremedikleri esaslı gerçek, halkın bu tür projelere eskisi kadar rağbet etmediğidir. Türkiye’nin “soğuk savaşekonomisi”nden beslenen liyakatsiz seçkinleri için kendileri dışında her şey tehlikelidir; kendilerine bir zeval gelmemesi için yeşil de kuşanırlar kızıl da… Global patronlar bu realiteyi, hem hard, hem de light kızıllardan daha iyi anlamakta ve değerlendirmektedirler. Realite, onları kendi hesaplarına rasyonel çizgilere çekmekte, bizimkileri ise irrasyonel bir halk düşmanlığına ve bölücülüğe sevketmektedir.Bütün insan renk ve çeşitliliğiyle, tarihiyle, kaynaklarıyla beraber, geleceğe doğru “varolmak” davasından başka hesabıolmaması gereken bir ülkenin; neleri nasıl kaybettiği konusunda 28 Şubat tam bir derstir. Başkalarının belimize doladıkları kuşaklarla, hiçbir şey olunmadığını,olunamayacağını kalıbına bakınca adam gibi gözüken iktidar seçkinlerinin tavırlarından anlamış olduk. Ismarlama kuşaklarla halkı birbirine kırdıran, ülkeyi soyguncuların eline bırakan seçkinlere rağmen, ülkemizin belkemiği olmayan bir sürüngene dönmeyişi umut vericidir. Türkiye’nin taşıdığı stratejik derinlik kadar, geçmişten bu zamana yaşadağı “stratejik kirlilik”lerin de bütün ayrıntılarıyla ortaya dökülmesi şarttır. 28 Şubat, stratejik kirliliğin hem boyutları,hem de mühendislerinin kalitelerini en iyi temsil liyakatine sahip bir darbe olmuştur. Ama stratejik kirlilik, iktidar boyutlarında hâlâ sürüyor, daha tehlikelisi susmasak da kimse dinlemiyor. Türkiye acayip westernize oldu…

SON SAMURAİ

Weber’in protestanlık ile kapitalizm arasında kurduğu bağ, “Kapitalizm”i başarı, başarının sahibini de “Batı” olarak değerlendiren bir basitleştirme ve sadeleştirme üzerine kurulmuştur. Her teori, özünde operasyonel işlem yapmaya imkân verecek bir “basitleştirme” ve “sadeleştirme” çabasıdır. Kapitalizmi o zamanlarda başaramayan ülkelere baktığımızda Weber’in teorisinin kapsam alanı geniştir; bugün için ise protestan olmadan insanların/ülkelerin kapitalist oluşları teoriyi sınırlar. Endüstri Devrimi’nin mutlak kapitalizmle sonuçlanacağını/sonuçlanmışlığını iddia etmek ise hiçbir dinde cüz-i iradeye verilen kıymet kadar kıymet vermeyen bir kaderciliktir. Bugünün Marxistlerinin kadere imanları zayıflamıştır ama yine de bir “entelektüel bekleyiş”leri söz konusudur.
Üretim araçlarının servet patlamasına verdiği imkânı, kapitalizmle denetlemek ve onu bir sisteme çevirmek Batı’nın temel karakteri olan rasyonelleştirme tekniğinden ibarettir. Protestanlık, tıpkı İncil’i dörtle sınırlamak, teslisi akideleştirmek v.s. türünden bir rasyonelleştirme sayılabilir. Batı tarihi ardı ardına kutsallaştırma ve rasyonelleştirmelerle doludur; kapitalizm de taşıdığı “Protestan Ruh” itibariyle önce rasyonelleştirilenin, sonra kutsallaştırılmasıdır. Kapitalizmin zorunlu bir uygarlık aşaması sayılması hem Weber, hem Marx’ın ortak tarih şemasına dayanmaktadır. Weber rasyonalizasyonun süreceği dışında bir gelecek ideali belirlemez. Marx ise, geleceğin dünyasını “ümmet bilinci”ne benzeyen bir “sınıf bilinci”ne havale eder, tarihî materyalizm “motivasyonel” bir temele dayanmaktadır. Her iki kanattan da yola çıkıldığında gördüğümüz, sadece kapitalist olamamanın değil, “batılı çerçevede bir kapitalist” olamamanın bugünün en önemli tartışma alanı olduğu gözükür. Dünya bütünüyle kapitalizmin işlettiği bir uygarlık makinesinin hegemonyasındadır ama yetmez; “Batılı gibi kapitalist” olmak, modern Kızılelma haline getirilmiştir.
Kapitalizmin cenderesine erken giren ülkelerin birbiriyle bütünlük arzeden askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğü, diğer ülkeleri komplekse sürüklemiştir. Bu kompleksin mukallit bir endüstrileşme ve silahlanma ile sonuçlanmasının nedeni, Batı’nın kendi dışındaki ülkeleri devlet zoruyla kapitalizm inşa etmeye zorlamasındandır. Bu sürecin istisnası yoktur, ülkeler arasında sadece geçmişlerinden kaynaklanan farklılıklar vardır. Kapitalist olmak yarışında kullanılan temel kavram çoğunlukla “şeref” kavramıdır. Ruth Benedict, Japon halkının samurailerde zirveye çıkan “şeref” kavramına verdiği olağanüstü kıymeti dile getirmiştir. Japon sanayileşmesi –ve dolayısıyla kapitalizmi- Protestanlığın yücelttiği “meslek” kavramına değil, irrasyonel bir kavram olan “şeref” kavramına dayanmaktadır. “Şerefli” Japon teknisyenler, Japon sanayisinin/mucizesinin kurucularıdır. “Meslek” kavramının yüceltilmesinde de dinî/motivasyonel değerler söz konusudur; bu değerlerin materyalist sonuçlar doğurması insanların/orta sınıfların ahlâkî değerleri nasıl ikiyüzlüce tasarruf ettiğiyle alakalıdır. Orijininin Batı olması anlamlıdır ama bugün için çok da önemli değildir, çünkü “şeref” kavramı, amansız bir servet yarışının sadece tortusu olarak kalmıştır. Samurai kılıçları, acar Japon zenginlerinin büyük paralarla evlerine bir kutsal biblo gibi asmaları, ikiyüzlülüğün uzantısıdır. Kapitalizm, insanlığı bazen korku ve baskıyla, bazen kanla ve savaşla “şerefli” bir ikiyüzlülüğe sürüklemiştir.
Erbakan, bir tür samurai ahlâkıyla “Önce ahlâk ve maneviyat” diye yola çıkan bir teknisyen olarak, Türkiye’nin çehresini büyük ölçüde değiştirmiştir. Teknisyenliği, gecikmeli de olsa ağır sanayi hamlesini gerçekleştirmeye yetmemiştir. Çünkü Japon devletinin değer verdiği “şerefli teknisyen” örneğine Türkiye’nin devlet iktidarı, kendine hasım saymayı tercih etmiştir. Devletin kendi işadamları ve askerî sivil bürokratları vardır; kendileri için en iyi olanı ne pahasına olursa olsun sürdürmek üzere konuşlanmıştır. Darbelerin arkasındaki gerçek güç bu stratejik konuşlanma konseptidir; dış destek, içerideki malzemenin kalite ve şahsiyetini değerlendirme tercihinden ibarettir. Özellikle 28 Şubat, darbe tekniği itibariyle bütün diğer darbelerin dayanağını sergileyici mahiyettedir asker, işadamı, sendika, mafya, medya en üst düzeyde tarihî bir işlev yerine getirmiştir. Kısa süren Erbakan hükümeti belki de Türkiye’nin en başarılı hükümet uygulamalarının gerçekleştiği dönemdir. 28 Şubat, böyle şeylere kıymet vermediğini bir defa daha gösteren tipik bir devlet refleksidir ve az olsun hükmümüz altında olsun sığlığına sahiptir. Ekonomiyi yarım ton kâğıtla çözeceğini düşünen; merkez bankasının darphanesi ile esnaf matbaasını karıştıran bir cehaletle baş etmek hakikaten zordur.
Erbakan’ın darbeyle uzaklaştırılmasının ideolojik gerekçesi olan irtica, kendilerini devletin sahibi görenlerin iktidarı kaybetme korkusunun kod adıdır. Korkunun esas kaynağı, ha deyince yüzde altmış beşlere varan bir orta sınıf karartısıdır. Devletin derinini temsil eden ve kullanan kadrolar; Milli Görüş’ün fikri derinliğinden değil, daima tabandaki demografik sathî genişliğinden ürkmüşlerdir. Bu marazlı bürokratik yapı, herşeyin en iyisini bildiğini zanneden, katolik ve militarist bir pozitivizmden beslenmiştir. Korkunun mezkûr orta sınıf hareketine engel olamadığı; tersine ve ciddi oranda “Önce ahlâk ve maneviyat” özetiyle sloganlaşan değerlerin samurai kılıcı gibi evlere asılmasıyla sonuçlandığını düşünüyorum. Tüketim biçimi ve davranışlarıyla benzerlerinden çok az farklar taşıyan yeni orta sınıflar, geçici bir durum değil, sosyolojik sabitedir; hareketli ve değiştirici bir olgudur.
Erbakan, kendi yakınında olan pekçoğu önemli mevkilerde de bulunmuş kadrolarının daima fevkinde bir liderdi. Bugün adeta “Terör Odağı” olmaktan yargılanan bir örgütü vatansever güç olarak takdim eden ve partisince tekzip görmeyen milli görüş eskilerinin haline bakınca düşündüğüm tek şey, Hoca’nın sahip olduğu samurai ahlâkından nasipsiz, kuru insanlar olduklarıdır. Elbette Milli Görüşçüler geniş bir kitledir ve iyi niyetli insanlar olduğundan kuşkum yok ama rakibe siyaseten muhalefetten başka bir özellik taşımayan hiçbir hareket, bugünün şartlarında fikir kulübü olmaktan ileri gitmez; susmayı ve bazen gitmeyi de bilmek “Önce ahlâk ve maneviyat”ın bir gereğidir. Ak Parti, çıkarılan gömleğin gövdesinde bıraktığı izleri uzun süre taşımıştır ve taşıyacaktır. İlerisi için ise, Cumhurbaşkanlığı seçiminde beşerî bir harita da çizen bir halk tercihini ve bu taban içindeki hareketliliğin kalıcı olduğunu anlamak gerekir. Eski rejim bakiyeleri, zorlarına da gitse bu duruma alışmalıdırlar.
Samurailerin batının silah teknolojisi yardımıyla devlet tarafından ortadan kaldırılışını anlatan bir Son Samurai filmi çekilmişti. O filmde Japon imparatoru, Son Samurai’nin hayatta kalan adamına nasıl öldüğünü soruyordu. Aldığı cevap “Nasıl yaşadıysa öyle öldü!” olmuştu. Erbakan Hoca’nın başucunda bulundurduğu teyemmüm kiremidi ve bu dünyadan göçmeden önce hastanede yapmış olduğu son toplantı; nasıl yaşadıysa öyle göçen bir şahsiyetin resmidir. Türk siyaseti bugünkü şeklini, onun harekete geçirdiği ve bugün merkeze yerleşen kitlelere borçludur. Rahmet diliyorum.

14 Şubat 2012 Salı

TERBİYESİZ UYGARLIK

Modern uygarlık, aslında bir uygarlık değil; uygarlıkları ve uygarlık arayışlarını bitiren bir makinedir. İnsan; değiştirme, kaderine rağmen dünyasını tanzim etme hayatiyetini yitirmiştir. Hayat: “Hayy” ile bağlantılıdır hem “can sahibi oluş” bildirir; hem de “fani değilmiş gibi” eşya üzerinde tasarruf gücüne işaret eder. Garip ve yakışıksız bir şekilde ortalık Türkçesinde hayat yerine ikame edilen “yaşam” (life) ise, sadece “can sahibi olarak sürülen ömür” anlamına gelmektedir.
Bizler sevdiğimiz birine “Hayatım!” dediğimizde öyle derin bir şey söylemiş oluyoruz ki, kifayet etmeyebilir ama tahkik ettiğim kadarıyla bu “ıstılah” birebir batı dillerinde yoktur. Tek başına “hayat”ı karşılayan kavramları (vital) vardır ama insanın kendi dışındaki bir varlıkla bütünleşmişliğini arzu ve eylem biçiminde bildiren “Hayatım!” terkibi yoktur. Yaşam sürer, hayat sürdürülür! Yaşam süren çoğul içinde tekildir; hayat sürdüren çokluk içinde tekliktir. Yaşamın hayat biçimine dönüşmesi için: İnsanın “kendi dışındaki” dünya -insanlar ve tabiat- ile birlikte yaşam sürmesi yetmez; “kendi dışındaki”ni içinden sürekli akan bir nehir gibi geçirerek derunîleştirmesi (içselleştirmesi) gerekir… Ki bu, sadece bir ömür (süre) değil, ömrün içini “kendi dışındaki”lere olan muamele ve muaşeret ile doldurma sürecidir. Bu sürecin adı eğitim, yani terbiyedir. Terbiye, belirleyici bir biçimde ilk çocukluk çağında mürebbiler (eğiticiler) ile olur; sonrasında ise kişinin kendisi ve çevresi fiilen işin içine girer.
Modern Makine (uygarlık/uygarlığı), hayatını kendi dişlilerine bağlamış/bağışlamış yaşamlar ister. Modern Makine’nin en ceberut dişlisi: Aydınlanma Çağı efsanesinden kotarılan, birbirine benzeyen ama birbirine “Hayatım!” diyemeyen bireyler imal eden eğitim kurumlarıdır…
Baskılar altında yaşasın özgürlük!
Falaka, medresenin (Ortaçağın) simgesi olarak anlatılırdı ve falakayı mekteplerden kaldıranlara şükran duymamız için törenler düzenlenirdi. Falaka tecrübem yok ama kaç kez kafama orta parmakla “İngiliz tokmağı” yediğimi; avuçlarımın içine cetvelle vurulduğunu, hatta yüzüme, hiç suçum yokken lisede bayıltıcı bir tokat yediğimi çok iyi hatırlıyorum. Olsun yine de falakadan kurtulmuştuk! Dayak, aslında otoritenin hissettirilmesi içindir; asıl şiddet binlerce, milyonlarca, milyarlarca çocuğun “mecburi eğitim” ceberutluğuyla, en ufak bir sızmayı engellemek maksadıyla katı kurallarla yönetilmesidir. Modern eğitim kurumlarının birinci amacı eğitmek değil, yönetmektir; yönetmenin amacı ise modern iktidara/iktidarlara alışkanlık kazanmış “birey”ler yetiştirmektir.
Modern Makine’nin işlemeye başlamasından önce, okul yaygın değildir ve falaka yiyen öğrenci sayısı azdır; bugünün okullarında ise tam bir faciadır. Şiddeti dayakla sembolize etmek sahtekârlıktır; dayak bizzat şiddet değil, baskıyı hissettirmenin aracısı olarak eşsiz bir yere kavuşmuştur. Modern Makine’nin işletmecisi olan devletler, bazen de millîlik vasfıyla, bilimperestlik vasıtasıyla erken yaşlarda zaptettikleri bireyleri hem yönetirler, hem yönlendirirler. Baskı, tekil ve ahlak dışı kalmış yaşamları altüst etmiştir; okullar ve özellikle üniversiteler taciz, tecavüz ve diğer yüz kızartıcı hadiseler karşısında hem denetimsizdir, hem de ilgisizdirler. Taciz-tecavüz ahlakî boyutuyla değil; asayiş boyutuyla ve öğrenci şikâyet ettiğinde ele alındığı için, “namus” kelimesi bütün çağrışımları ile kapı dışarı edilmiştir.
El’an tek eğitim (terbiye) kurumu ailedir. Ailenin ise başı ciddi olarak beladadır, çünkü eğitim kurumlarına bağışlanan senelerin sayısı arttıkça, aileye “Hayatım!” sıcaklığıyla sarılanların sayısı azalmaktadır. Herşeye rağmen modern makine karşısında toplumlarda insanîlik ne kadar kalmışsa, eğitim kurumlarının etkisiyle değil, modern öncesi dönemlerden intikal eden terbiyevî tortuların uzantısıdır.
Dünya dönüyormuş
İlkokulda keşifler ve icatlar çağını anlatırken, öğretmenimiz dünyayı düz bir tepsi zanneden(!), öküzün boynuzları ile balığın sırtında farz edenlere verip veriştirmişti. Dünya yuvarlaktı ve güneşin etrafında dönen bir gezegendi. Modern bilim, konusunda hiçbir bilgisi olduğunu zannetmediğim öğretmen de zavallıydı ve karanlık çağlarla, karanlık insanlarla mücadele ediyordu; vecizelerle kafamıza kafamıza vura vura modern bilime/makineye mürid topluyordu. Bilim adına söylenen bir doğru; ahlakî iyiliği, estetik güzelliği tek başına temsil ediyor, silip süpürüyordu. Sırlarına vakıf olduğumuz dünya, top gibi dönen ve bizlere hammaddeler sunan alelade bir yerdi.
Mahallenin ihtiyarlarından hâlâ dünyayı tepsi biçiminde sananlar vardı ve bugün bile kafamda muhafaza ederim resimlerini. Onlar karanlık(!) adamlardandı ama “Kurdun, kuşun dağın taşın hakkı vardır; onlar bize emanettir!” derlerdi. Bu cümle, başlı başına terbiyedir, insan insan diye diye insanlığın nasıyesini bozan hümanizm ile mukayese edilemeyecek kadar da insanîdir. “Yahu, sen de hiç mi insanlık yoktur!” ifadesinde, “insanlık” denilen şey bütün güzel ahlak özelliklerine vurgu yapar. “İnsanlık” vurgusu, insanı merkezi alan bir yaşamı değil, kendi dışındakilere sorumluluk taşıyan bir hayatı vurgular. Bir hayvanı kırbaçlayana da, bir ırmağı kirletene de “Yahu, sende hiç mi insanlık yoktur!” denilebilmektedir. Hümanizm, insanlara değil, tekil bireylere, bireylerin özgürlüğüne vurgu yapar; buradan gezegen gibi kendi etrafında dönerken, toplumu/devleti döndüren bireyleşmeyi yüceltmeye geçiş kolay olmuştur.
“Bırakınız yapsınlar! Bırakınız geçsinler!”
Liberalizm, bireylerin maksimum hazza ulaşmaları için ideal sistemi, “Bırakınız!”a dayandırır. Aydınlanma Çağı hümanizminin, muktedirler tarafından sahaya yayılmış biçimi, rasyonele sığdırılan dünya, alışverişle bağlanan insan ilişkileridir. Doktriner liberalizmin kitlelerin sefaletiyle sonuçlanması, Modern Uygarlık Makine’sinin sosyalleştirilmiş devlete ihtiyacını hissettirmiştir. Merhameti inancının/tarihinin sayfalarından devşirerek zorla kitlelere kabul ettirmeye çalışan sosyalizm de, merhametin denetimli liberalizmle gerçekleşeceğini varsayan kapitalizm de hümanizmden gıdalanmıştır. Devletin üstlendiği en önemli görev, talimdir ve eğitim kurumları alenen yahut zımnen otoriter yollarla “alışverişçi birey”ler imal etmektir.
Merkez modern ülkelerde talim, rasyonel olarak yetiştirilenleri istihdam etmeyi de hedeflerken; Türkiye gibi ülkelerde istihdam ikinci plana itilmiş, ideolojik benimsetme amaçlı didaktik sertlik öne çıkarılmıştır. Çok sayıda okuryazara sahip olmak, üniversite mezunu sayısını süratle artırmak, batıda elde edilen maddi başarıyı yakalamaya yetmemiştir. Yanlışın bile doğru planlanıp uygulanmayışı, gelecek açısından arızalı makineye benzeyen ülkelerde ciddi sıkıntılara yol açmaktadır/açacaktır. Batıda iktidarlar modern makineye lazım olan enerjiyi temin etmenin dışında bireye bir özgürlük alanı bırakırken; pür-modernist ve mukallit ülkeler bireyin herşeyini istemektedirler.
Modern Makine’nin batılı işleyişinde birey çarkın bir parçasını oluşturmaktadır; bizde bireyden makineye kayıtsız şartsız biat istenir ve sadece yönetici iktidarın keyfine göre işlemesi için herşey denenir. En büyük korku, eğitim kurumlarından makineye biati reddedenlerin çıkmasıdır. Bu korku devletten büyük ölçekli nemalanmayı kaybetme korkusunu da barındırmaktadır. Eğitim kurumlarımızın elli yıllık müfredatı, modern makineye inanan ama makinenin kendisine ait olmasını isteyen bir uygulamanın tarihi vesikasıdır. Demokrasi-faşizm metriksi denilebilecek darbeye açık yönetimin eğitimdeki görünümü, “müsaadeli bireyleşme”dir. Batıdaki uygulamalar fabrika ya da devlet dairesinde “Yaşam”ı istimlâk eder ama teorik de olsa hayata (yaşamın içini doldurmaya- serbest zamanlarda izin verir; bizde ise serbest zamanlara da müdahale etmek suretiyle “hayat”a hak tanınmaz. Askeri darbeler tastamam bunun göstergesidir. Bütün darbeler okul, darbeciler de disiplinli birer öğretmen gibi davranmışlardır. Kenan Evren, her gittiği yerde cahil halka “aydınlanma” yolunu anlatmış, cahil halka ilim yolunu(!) göstermiştir. 12 Eylül serttir ama öğretmenlik uygulaması nisbeten yumuşaktır; 28 Şubat ise demokrasiyi falakaya yatırarak terbiye etmek isteyen kaba, tehditkâr yarı gardiyan öğretmenler devridir.
Türkiye’de liberal olarak anılanların liberal bir omurgaları olmayışı, bir kez olsun modern makine konusunda tek bir eleştiri getirmeyişlerinden anlaşılmaktadır. Hümanizm’in hâlâ liberal yazarlarca insanı sevme, insanîlik filan gibi anlaşılıyor oluşu ise tam bir faciadır. Şu an ise istenilecek şeyin, insanlara serbest zaman ve mektep vasıtasıyla sisteme bağışlanmış yaşamlarının içini doldurma imkânının genişletilmesinden ibaret olduğunu düşünüyorum. Çünkü az sayıda da olsa hayat sahibi insan, her toplumun hakiki garantörüdür.
Sonuç: Hayat mayat diyorlar
Modern eğitim anlayışı, bütün ülkelerde tatbikat alanı bulmakta, resmî destek görmekte ve cebrilik içermektedir. Hümanistik iddiaya dayandırılarak, modern makineye uyumlu bir insan modelini bütün insanlara benimsetmek okulların temel aracıdır. Model, belirlenmiş bir “life stil” yani “yaşam tarzı”na mecburdur; “Hayatım!” diyebileceği bir dış dünyaya açılması, iletişim kurması zorlaşmıştır. Az sayıda “hayat” sahibi insan eğitim kurumunun değil, aile vasıtasıyla gelenekten devralınan terbiyevi değerler sayesindedir ve bu az sayıdaki insanın yükü giderek artmaktadır.
İnsanı merkeze alan dünya görüşü, öyle bir makine inşa etmiştir ki, insanî incelik gibi gözüken davranışlar bile zımnında “life stil”i sürdürme ve yükseltmeyi hedeflemiştir. Mesela: Çevreci akımlar ve örgütler, yaşamlarının riske girişini hissedişin kıvranışıdır; tabiata saygının tezahürü değildir. Modern bilim/eğitim: Hayalgücünü (geleceğe yönelmeyi) ve hafızayı (geçmişten getirileni) makinenin içine sokmamak için tasarlanmıştır; geriye sadece akıl kalmıştır. Aklın görevi ise bugün içinde maksimum hazzı yakalamaktır.
“Hayat mayat diyorlar
Benim gözüm mayatta
Hayatın eksiği var
Hayat eksik hayatta...”
Diyen şairimiz, “Hayat eksik hayatta!” dediği zamanlarda “yaşam” kelimesi icad edilmiş miydi hatırlamıyorum, edilmişse de herkesçe bilinmiyordu. O “mayat” ise hakiki anlamıyla, yazıya başlarken analiz maksadıyla zikrettiğimiz “Hayatım!”dan başka bir şey değildir. Artık bir yastığa baş koyanların bile birbirlerine “Hayatım” demekte zorluk çekiyor olmalılar; çünkü makinenin buyurduğu yaşam tarzı şerik istemez.

11 Şubat 2012 Cumartesi

BABANIN ÖLÜMÜ

Bir dağı bir bebek gibi yatırıyorsun
Başının altına biraz ham toprak…
Veraset yoluyla geçen tek gerçek:
Sonudur çocukluğun bir babayı yola vurmak.

Dikenli tel gibidir yakınımızdan geçerken ölüm
Çeker bizi yakınına canımızı yakarak.
Biliriz aslında bu iş her gün böyledir
Hayat biraz da yaşamaktır arkamıza bakarak…

10 Şubat 2012 Cuma

İMAM HATİP KİMDİR

İmam Hatiplerin ne olarak tarif edildiği yakın dönem yasaklarından, üniversite sınavı katsayı uygulamasından bilinmektedir. Gerekçeler, başka sözlerle ifade edilse de özü “İmam hatipler dinci yetiştirmektedir!” hükmüne bağlanabilir. İnşa edilmiş bu “fobi”nin arkasında Türkiye modernistlerinin gerçek rahatsızlığı yatmaktadır. Bu zümreler, arka bahçeleri gibi gördükleri sivil alanlarda ve resmî makamlarda kendilerinden farklı bir “inanış formu”na sahip insanların boy gösteriyor oluşunu asla hazmedememişlerdir. Post-modern postallılar çağdaş yaşamcıların hissiyatına tercüman olan darbeyi gerçekleştirdiğinde, İmam Hatipler de hedefin tam orta yerine konuşlandırıldı.
İmam Hatiplilerin ve İlahiyatçıların o günlerdeki savruk ve ezik halleri üzerine, çok ağır sözler söylemiş biri olarak, şimdi üzülüyorum. Çünkü İmam Hatip yahut İlahiyatçıları hayata tutunmaya çalışmalarındaki eziklik, sadece onlara mahsus bir hal değil idi… Onlara kolayca “Ruhsata sığınmak!” acziyetini yüklerken, kendimin de onlara biçilen “yekûn hattı” dışında olmadığımı unutmuştum. Galiba, İmam Hatiplilerin biraz da kendilerinden kaynaklanan “bilecen müslüman” havaları, onlardan daha esaslı bir duruş beklememize neden olmuştu. Bu memleketin İmam Hatiplisi ile liselisi arasında fark olmadığını, bana post-modern darbe öğretti; aslında bunu modernist zümre ve kuvvetlerin de öğrenmiş olması yararlı olabilir.
İmam Hatipler ve köylülük
İmam Hatip liselerini köylülükle özdeş gören bir sosyolojik tavır yeni değildir ve mesnetsiz de değildir. Bu özdeşleştirmedeki çarpıklık, köylülüğü hakir görmeyi hak bilen bir ön kabulü taşıyor oluşudur. İşin garibi, köylülüğünden dolayı pek çok neo-kentli de komplekse kapılıp bu ciddiyetsizliği ve muğlaklığı meşrulaştırmaktadır. Sosyoloji birinci katta tarihle başlar. 1927’de nüfusumuzun %83’i köylüdür… Kaba bir tahminle, köylülerin daha fazla çocuk sahibi olma alışkanlığını da katarsak, bugün nüfusumuzun %90’ının köy kökenli olduğunu söyleyebiliriz; iyi yahut kötü, durum budur. Bu tür yaklaşımların esas sıkıntısı “orta sınıf” denilen büyük karartının hızla yükselişidir. Her yaşanan olumsuzluğu halka yüklemenin başka bir versiyonu köylülere yüklemektir. Birincisini sol eğilimliler, ikincisini sağcı popülistler tercih etmektedirler. Solcularınki ideolojilerinin gereğidir; sağcılıktan nemalananlarınki ise gerçekliği meşkûk “şehir müslümanlığı” nostaljisinden beslenmektedir.
İmam Hatiplilerin köylülükleri, başlarının kakıncıdır. Onlarda ne kadar inceldiklerini ve şehirli olduklarını sergilemek için ya acayip yamulurlar; ya da acayip bir şekilde içlerine kapanırlar. İçe kapananları çarpıklardan daha ziyade kendime yakın bulmuşumdur; çarpık zaten çarpıktır, her çeşidinden bol miktarda mevcuttur. Bendeniz 12 Eylül devrinde kahir ekseriyeti İmam Hatip’li olan köy çocuklarının barındığı bir yurtta yöneticilik yapmıştım; kısa sürdü ve benden sonra zaten yurtta kapandı. O çocukların ve onları oraya getiren babaların hallerini asla unutmam; içlerinde azıcık da olsa bir tekine bile faydam olmuşsa kârıma sayarım. Evet doğru! İmam Hatip’lilerin çoğu köylüdür; ama “köylülerin o ruhi bağlılığı” yok mu? İşte o tüm Türkiye’nin şansıdır/şanssızlığıdır. Şehirde her türlü iyi, güzelin, doğrunun daha kalitelisinin olduğu kanaatine katılırım; ama her türlü kötünün, çirkinin, eğrinin kalitelisinin(!) de varlığını unutmamak kaydıyla… Şehir gibi, köyde kendi içinde çeşitliliğe sahiptir. Köylüler kendi çeşitlilikleriyle beraber şehre gelmişlerdir. Sosyolojist görüşlere dayanak olarak sık sık anlatılan bir kıssa vardır: Köylü evliyanın şehre gelince nasıl yoldan çıktığını anlatır... Misalin gerçekte gösterdiği tek şey; arsızlaşan kişinin aslında köyde de evliya olmadığıdır. Evliyanın köylü ve şehirli ayırımına tabi tutulmasını, ıstılahat-ı ulum sadedinde ciddiyet zannedenlerle dolu bir ülkedeyiz. Doğruluk payı bile olsa, sosyolojik kategoriler ahlakî davranışları tasvirde de kullanılamaz; ahlâkî kategoriler yerine ikamesi ise terbiye sınırlarını katbekat aşar.
Köylüleri ayakta tutan, şehirlerle mukayese edilmesi mümkün olmayan o yarım yamalak dini bilgileri değil; bildiklerine olan samimi bağlılıklarıdır. Bu “bağlılık” şehirlerde gördüğümüz her türlü fırıldaklı ve pazarlıklı ilişkilerin hepsinin üstünde bir sosyolojik değer ve değiştirme gücüne sahiptir. Bahsettiğimiz bağlılık türü, onları doğrudan İmam Hatiplere yönlendirmeye kâfi gelmiştir. Ama yine kolaya kaçmayalım: İmam Hatiplerde de köylü, şehirli dağılımı genel nüfusla paralellik arzeder. Ta ikinci mezunlarından beri içlerinde benim yakından tanıdığım şehirliler de vardı çünkü… Onların o günlerini çok iyi biliyorum, aralarında derin bir köylü, şehirli ayrımının olmadığını da biliyorum. Bu ayırım kendilerinden kaynaklanmış olmayıp; olaya dışarıdan bakanların yakıştırmasıdır ve marazlı bir bölücülük türüdür.
Şu söylenebilir: Köylülerin modernliğe ve modern kent yaşamına uyum sağlamalarında bu medreseden bozma mekteplerin rolü çok büyüktür. İmam Hatipler; orada okuyanlar ve mezun olanlarla değil, halkın sahip çıkışıyla değerlendirildiğinde, modernleşme maceramızın en önemli kurumlarından biri olarak belirginlik kazanır. Dikkatimizi yoğunlaştırmamız gereken husus; nüfus bilgileriyle, kökenlerle ilişkilendirilen yüksek saçmalamalarla dolu sosyolojist kategoriler değil; ruhî/irrasyonel temayüllerin doğurduğu müşahhas sonuçlardır.
Modernleşme modeli olarak İmam Hatip
İmam Hatiplerin esas amacı “aydın” din adamı yetiştirmekmiş; ama fazla aydınlanınca imam mektebi ahalisi başka mesleklere göz dikmişler. Böyle olunca da fena olmuş; çünkü her yanı imamlar kaplamış yahut imamların çocukları… Cumhuriyetin altı oyulmuş, aman dikkat! Kimsenin altının oyulduğu filan yok; sadece modernitenin “En başarılıların en iyi makamlara gelmesi!” ideali üzerine oturtulmuş modern ekonomi ve demokrasinin kuralları işliyor; istediğiniz istikamette işlemek zorunda da değildir. Ne yani, imam hatip liseleri kapanınca, halkın ruhî temayülleri birden bire değişecek ve “Aman ağam siz bilirsiniz!” diyerek sizin partilerinize, derneklerinize, buyruklarınıza tabi mi olacaklar? İmam Hatipler kimsenin ön yahut arka bahçesi değil; resmî beklentiler hilafına oluşan bir “non-fonksiyon”dur; kendiliğinden gelişen bir “modernleşme modeli”ne dönüşmüştür. Bu okulların, şu andaki mezunlarının ülkeye katkısını idealize etmemekle beraber, son derece olumlu buluyorum. En başta, serapa sivillerin omzunda yükselen bir süreçtir.
Bir imam hatipli, Türkçeyi daha güzel kullanma, geçmişiyle irtibat kurma/yüzleşme, ahlaken daha düzgün ve tutarlı olma şansına diğer liselerden daha fazla sahip olmuştur; bu şans çoğunda aynı sonucu doğuramamış olabilir, sayı önemli değil… Bu eşitsizlikten dolayı bir liseli olarak, hayıflanıyorum; çünkü onların bedavadan sahip oldukları pek çok imkânı, ben şahsî çabamla elde etmek zorunda kaldım. Bir de kendilerini allame zanneden imam hatiplilerin/ilahiyatçıların, “Bizim sahamıza girme!” türünden küçümseyici tavırlarına katlandım. Bu memlekette: Halkiyat, eski edebiyat, tarih ve ilahiyat esrarengiz bilgilere sahip oldukları zannedilen uzmanların alanı sayıldığı müddetçe fikri sıçrama yaşanması zordur. Bu önemli alanlar için bir “hazır-bulunuşluk”a sahip olmayan öğrencilerin neler çektiğini tecrübemle bilmekteyim. İmam hatip kökenli eski öğrenciler özellikle sosyal bilimlerde, liselilerden daha iyi bir iletişim imkânı sağlıyordu; şimdi öyle bir şey de yok. Bu kurumların kalitesinde de başlangıçtan bugüne hayli düşüş yaşanmış olmalı. 1983 sonrasından doğrudan haberim yoktur, öğrenci manzarasından edindiğim intiba budur.
Modernleşme “uzmanlaşma” demektir; imam hatipli modernler, uzmanlaşma konusunda da kökten-modernlerden daha moderndirler; uzmanlık alanlarına kimsenin girmesini asla hazzetmezler. Elde ettikleri imkân, onlara hayat tarzlarını değiştirme ve yükseltme imkânı sunduğu için de ortama fena halde uyum sağlarlar. Bir “non-fonksiyon” olarak doğan “İmam Hatip Modernleşme Modeli” keşke işin ta başında daha sağlam düşünülseydi ve genelleştirilseydi. İmam Hatip gibi iyi düşünülmemiş, hocalarının çok liyakatli olduğunu zannetmediğim bir okul bile Türkiye’nin mahkeme duvarı gibi çehresini değiştirebilecek insanlar yetiştirebilmiştir.
Sonuç: İmam hatip fobisini aşmak
İmam hatip liselerinin, bugün için bir özel yere sahip olduğunu düşünmüyorum. Tekmil liselerimizin içinde bulunduğu fikrî donanım noksanlığı, imam hatiplerin kapanmasıyla, tehlikeli ilan edilmesiyle filan düzelmez. Coğrafyanın bir gereği olarak, çok yakın zamanda ciddi anlamda bütün cesametiyle karşımıza dikilecek olan “kültürsüzlük” sorunu, teknolojik imkânlarla aşılabilecek bir şey değildir. “Kültürsüzlük” ve paralelinde gözüken ahlakî omurgasızlık, doğrudan doğruya okullar vasıtasıyla giderilemediğinde, ruhî temayüllerden beslenen sapa yollar devreye girmektedir. İnsanların kişilikleri törpüleyen, reddeden “seri kimlik” üretimiyle birbirine benzeştiren, kapalı devre oluşumların islamî sıfatına layık olmadığını düşünüyorum. Kullandıkları islamist dil, bazı hayatî konularda katı modernistlerden çok daha fazla müntesiplerini geleneksizleştirmekte ve görgüsüzleştirmektedir.
Modernizmin bayi ülkelerde yaygın üslubu “Toplum mühendisliği”dir! Toplum mühendisliğinin bir başka türü de kültürel ve ahlakî olanın kapalı ve illegal düzlemde, yapay “biz bilinçleri” oluşturmak surayiyle gerçekleştirilmektedir. İnsanları zorla “tuğla duvar gibi” inşa edilmiş bir varlık haline getirmeye çalışan “kolektif bilinç” sertliği ile “Bizden olsun çamurdan olsun!”la insanları pelteleştiren laçkalık; aynı kapıya çıkar. Sonuç: Tek kelimeyle maarifsizliktir. Her iki durum ve duruş, modern iktidar ve pazarın işine yarayan “toplumsal karadelik”ler peydahlamaktadır. İmam Hatipleri taşıdığı bütün çelişkilere ve muarızlarına rağmen; taşıdığı çeşitlilik, aleniyet ve yetiştirdiği “yerli renge sahip” insanlara bakarak, eğitim sisteminin bilerek ve isteyerek gerçekleştirmediği, kifayetsiz ama tarihî tutarlılık taşıyan tek örnek olduğunu düşünüyorum.
İmam Hatibi tehlike olarak görmek yerine; keşke diğer liselere de kafasını gözünü yarmadan Kuran okuyacak donanım, dedelerinin mezar taşlarını sökecek kadar Osmanlıca, dininden kendisi sorumluluk duyacak kadar ilmihâl öğretimine imkân açılabilse… Bu memlekette dinsizlikten değil, din konusundaki cehaletten kaynaklanan ciddi tutarsızlıklar, hatta çirkinlikler yaşanmaktadır. Malumunuz, yüksek yüzdeli rakamlarla ifade edilen müslüman bir ülkedir burası(!). İmam Hatipler üzerine yapılan yığınlarca tartışma arasında, “maarif”le ilgili esası kaybettik! Genç ama hayata çoktan seçmeli test gibi bakan bir nüfusun on yıl sonrasını iştahlı, iyi tüketen market ahalisi olarak tahayyül eden bir karamsarım.
Karamsarım ama halimden memnunum; çünkü umutsuz değilim.