“Yeşil Kuşak” projesi yeri geldikçe hatırlatılır ve eski solcular tarafından milliyetçi muhafazakâr sağın “büyük günahı” olarak başlarına kakılır. Sağ, hep nefs müdafaası refleksiyle büyüdüğü için, bu itham karşısında pusar. Aslında denilen doğrudur, ama diyen eğridir. Yeşil Kuşak, bu ülkenin hiçbir mensubunun özbilinç ve hür iradeyle katıldığıbir şey değil idi; tersine topyekün kuşak olarak kullanılmışlığımız söz konusu edilebilir. Yeşil Kuşak soğuk savaş konjonktürünün bir konseptidir ve oradan mili konsept olarak, kişiliğini doların dalgalanmasına borçlu devletin sırtına sarılmıştır. Dünya konjonktürünü tayin edenlerin el atmadığı ülke, toplum, topluluk yoktur. Bunu da “çağdaş uygarlık” gibi,“küresel gerçekler” gibi içleri keyfemâyeşâ doldurulan dogmalarla yaparlar. “Belirleyiciler”in haritaya bakma, tarihi faktörleri kullanma, ülkelerinin çıkarlarını koruma gibi mühim konulardaki bilinçli manevralarını takdir etmesek de anlamamız elzemdir. Kimin ne için neyi kuşandığını anlamayanlara, “çağdaş dünya patronları”nın proje ve eylem repertuarlarında her renk kuşak, bulundurduklarından eminim.
“Yeşil Kuşak” misyonunu yitirince
Solculuğun görünürdeki adresi ya Çin idi, ya Sovyetler… Çini görmeden Çinci, Sovyetleri görmeden Rusçu, Marx’ıbilmeden Marxçı, Mao’yu tanımadan Maocu olmak için bunların kim tarafından nasıl yönlendirdiğini bilemeyiz… Bildiğimiz, komünizm tehlikesinin varlığının inandırıcı olması için devrimci gençler, örgütler, hücreler şarttı; pek çoğu vatanın selametini samimiyetle isteyen “parkalı, postallı” delikanlılar, “kızıl bayrak” çekecek kadar şaşkın, “enternasyonal marşı”nı “İstiklal Marşı” yerine ikame etmeyi düşünecek kadar milliyetsiz bir zemine kaydılar. Yeşil Kuşak dedikleri konseptin kamuoyunda altyapısını sağlayan “kızıl tehlike” oluşmuştu, sonrasında “Kahrolsun Komünistler”, “Komünistler Moskova’ya” millî soslu sokak tepkisiyle kızıllara karşı sürdürülen konsept meşru zeminini buldu. Sovyetler ve Çin uygulamaları esasta birer modernleşme ideolojisinden ve tatbikatından başka bir şey değildi; şimdilerde kapitalist dünyaya adaptasyonda demokrasi(!) ile yönetilen bizi kısa zamanda solladılar. Demirperde hantallığıyla yönetilen gerçekte bizler miyiz diye düşünmek icap eder.Bir sabah Sovyetlerin efsanevî demirperdesinin, ancak örümcek ağı kadar sağlam olduğunu öğrendik; “Go home”culuktan başka mahareti ve milletimize mahsus hiçbir derinliği olmayan solcularımızın fiyakası da bozuldu. Artık Sovyetler yoktu, arkasından Çin de çözüldü. Türk solcuları pek çoğu hâlâ oralara gitmek ve özledikleri rejimin bakiyelerini tanımak gibi bir maceraya katlanmadılar; çünkü oralarla ilgileri zaten dolaylıydı. Rüşvet, bürokratik iktidarın pislikleri, teknolojik hantallık gerçekte hiç gerçekleşmeyen sosyalizmi, beklenmedik bir anda bitirmişti. Konjonktüre bağlı konseptlere ayarlı milliyetçiliğin de eli boşta kalmıştı, hâlâ da öyle gözüküyor, dayak yedikçe annesine yaklaşan çocuklar gibi, devletçilikle özdeşleşerek, horlanmalarına rağmen merkeze yakın bir yerde tutunmaya çalışmaktadırlar. Yer altı ve yerüstü yolsuzluk kaynakları keşfedildikçe her kesimden memleket evladının ahlakı da erozyona uğradı.PKK terörü bu ara boşlukta Türkiye’ye soluk aldırmamak için seri bir şekilde ikame edildi. Vatansever Kürt, bu başarılı terörizm tatbikatında düşünmeye bile fırsat bulamadan kavruldular, kırılganlaştılar; fasih Türk illegal terörün ve legal baskıların altında ezildi, hırpalandı; Türkiye çok şey kaybetti. Oysa sağlıklı bir demokrasi ve yolsuzluk ekonomisinden kurtulmak için, tarihin verdiği en önemli fırsattı. Hantal seçkinlerimiz aynı ciddiyetsizlikle, aynı yolsuzluklarla, aynı “kasaba politikacısı kurnazlıklarıyla” belki de bize on yılda bin yıl kaybettirdiler. On yılda on beş milyon vatan evladı daha ihtiyarladı.Bu arada “Kızıl Kuşak” projesi da olgunlaştı ve start aldı.
Kızıl Kuşak
Kızıl kuşak projesinin malzemesi hazırdı. Eli boşta kalan solcular, kısa zamanda medya başta olmak üzere resmi ve sivil bütün kurumlarda, holdinglerin alt kadrolarında rejimin cici ve beyaz çocukları olarak mevzilendiler. Ne parka kaldı ne postal, cepleri para gördükçe“solculukları” nostalji oldu, ama bir şey bakiydi, kendilerine hiçbir zaman pas vermeyen halk çoğunluğuna olan hınçları… Bu hınç, dünya konjonktürünü belirleyen patronların gösterdiği hedefe anında yöneldi. Kızıl tehlike bitmişti, yeşil tehlike vardı. Yeşil tehlikeye karşı “kızıl kuşak” gerekiyordu; light kızıllar kârlı, dolarlı mesailerine başladılar; vicdanları rahattır, çünkü“dinci faşizm” yahut patronlarının deyişiyle “islamo-faşizm”le mücadele etmek, tarihî materyalizm inanışlarının bir gereğidir. Patronlar kapitalisttirler ama olsun; onlar da zaten numaradan sosyalist idiler; kapitalle tanıştılar, “Das Kapital” hükmünü yitirdi…Türkiye’de hazır kıta bekleyen “kızıl kuşak”ın hedefine birilerini yerleştirmek de çok kolaydı. Halkın iktidara kadar yükselttiği ve bütün iyi niyetine rağmen üzerinde yaşadığı zemini yeterince kavrayamayan “Milli Görüşçü” partimiz vardı; o partinin gölgesinde müteşebbis ahlakının yanından geçmeyen bedavacı holdingler vardı, fiyakalı libasları ve asalarıyla defile düzenleyen meczuplarımız bile vardı… Hülasa yeni konjonktürel küresel tehlike konseptinin gerekçe göstereceği her şeyimiz fazlasıyla vardı.Olmasa ne olurdu? Farklı enstrümanlar kullanılarak, hedef yine oluşturulurdu. Süreç başladı… En etkilisi, aşinamız olan “irticacı” damgası olmak üzere, içinde yoğun hakaret içeren etiketlerle dindar olup da makam, meslek, işyeri sahibi olanlar başta olmak üzere farklıdoz ve derecelerle sıralanmış kelimelerle işaretlendiler, hedef gösterildiler, gösterilmeye devam ediyorlar. Aydın sektörünün hemen hemen dışında kalan bütün yayın organları “dinci” damgası yedi, eli kalem tutan herkes “dinci yazar”, başörtülü her kadın “dinci”den de öte avlanacak “cadı” ilan edildi, edilmeye devam ediyor. Mesleğinizin, adınızın başına “dinci” sıfatı eklenmeyi hak edecek fiiller: Pantolonunuzun diz yerlerinin aşınmış olması, içki içmemek, sizi dansa kaldıran hanıma “vals bilmiyorum” bahanesi uydurmak, evinize ayakkabısız girmek, hattâ boşbulunup muhbirlerin yanında “selamünaleyküm” ile selam vermek gibi sizin asla tahmin edemeyeceğiniz çeşitlilik arzedebilir. Ülkenin kısm-ı azam evladı“dinci” olma liyakatine hakkıyla sahiptir ve bu garabet konjonktürel konsept sürdürülürse bugün değilse yarın işaretlenebilirler. “Kurt dumanlık günü sever!” hesabı, bazı mahfiller farklı tarihî ve sosyolojik saiklerle “çağdaşuygarlık, aydınlanma, dogmalarla mücadele…” gibi kuzu postuna bürünmüşkavramlar arkasından stratejik “Türk düşmanlıklarını” da sürdürünce, işaretçilik vatanın bağrında derin yaralar açtı,açmaktadır.
Sonuç: Bütün kapılar işaretliğinde
28 Şubatta Post-modern bir “Ali Baba ve Kırk Haramiler” yaşanmıştır ve derinden derine hâlâ yaşanmaktadır. Patronların vizyona soktuğu bu uygulamada, birilerine “Yeşil Tehlike”(!)arzeden kapıları işaretleme görevi verilmiştir. İşaretçilerin kalemleri o kadar vazifeşinas(!) çıktı ki, sayelerinde ülkede işaretlenmeyen kapı kalmadı. Çarpıatılan kapılar; iki cihan harbinin hamallığını çeken kadınların, yolsuzların soyguncuların bedavacılığına aldanmayıp dürüst kalan hane reislerinin, memleketini sevmeyi kundakta öğrenen yavruların kapılarıdır. Son kapı da işaretlendikten sonra, terminatörler mi çıkacaktı köşe başlarından, bilemiyoruz. 28 Şubat bin yıl sürmedi ama çok üzerinde durulması gereken bir hareketti/harekettir.“Kızıl kuşak” büyük bir projenin bize uygun görülen tarafı idi. Bu projede Neo-con uzantılı Ortadoğu projeleri üzerine yoğunlaşan/yoğunlaştırılan şüphe ve dikkatin daha fazlasıyla –Avrupa Birliği vesilesiyle- Avrupa sathına çevrilmesi, Türkiye üzerinde yürütülen çapraz savaşın bütünlüğünü kavramanın tek sağlıklı yoludur. Güç yarışında kendi aralarında da çekişen ve bizi çekiştirip duran patronlar, bizi düşündükleri için değil kendi hassas dengeleri adına projeyi radikal değil denetimli götürmek kastıyla yumuşatmış gözüküyorlar; ancak, bir şeyi başlatmak nisbeten kolaydır, nasıl gelişeceğini tahmin etmek ise zordur. İçerideki derinliksiz aktörler,ısrarla yollarına devam etmeye çalışıyorlar ve kestiremedikleri esaslı gerçek, halkın bu tür projelere eskisi kadar rağbet etmediğidir. Türkiye’nin “soğuk savaşekonomisi”nden beslenen liyakatsiz seçkinleri için kendileri dışında her şey tehlikelidir; kendilerine bir zeval gelmemesi için yeşil de kuşanırlar kızıl da… Global patronlar bu realiteyi, hem hard, hem de light kızıllardan daha iyi anlamakta ve değerlendirmektedirler. Realite, onları kendi hesaplarına rasyonel çizgilere çekmekte, bizimkileri ise irrasyonel bir halk düşmanlığına ve bölücülüğe sevketmektedir.Bütün insan renk ve çeşitliliğiyle, tarihiyle, kaynaklarıyla beraber, geleceğe doğru “varolmak” davasından başka hesabıolmaması gereken bir ülkenin; neleri nasıl kaybettiği konusunda 28 Şubat tam bir derstir. Başkalarının belimize doladıkları kuşaklarla, hiçbir şey olunmadığını,olunamayacağını kalıbına bakınca adam gibi gözüken iktidar seçkinlerinin tavırlarından anlamış olduk. Ismarlama kuşaklarla halkı birbirine kırdıran, ülkeyi soyguncuların eline bırakan seçkinlere rağmen, ülkemizin belkemiği olmayan bir sürüngene dönmeyişi umut vericidir. Türkiye’nin taşıdığı stratejik derinlik kadar, geçmişten bu zamana yaşadağı “stratejik kirlilik”lerin de bütün ayrıntılarıyla ortaya dökülmesi şarttır. 28 Şubat, stratejik kirliliğin hem boyutları,hem de mühendislerinin kalitelerini en iyi temsil liyakatine sahip bir darbe olmuştur. Ama stratejik kirlilik, iktidar boyutlarında hâlâ sürüyor, daha tehlikelisi susmasak da kimse dinlemiyor. Türkiye acayip westernize oldu…