1 Şubat 2013 Cuma

KALLÂB-KALLÂŞ DÜZENİ

Yönetmeye talip olmak çoğunlukla kemal alameti değildir…
Günümüzde ise neredeyse hiç değildir…
Çünkü yönetilmeye amade işletme, örgüt, kâr hane vs. galip zanna göre yeni talibinden önce de aynı biçimde “dön-gel” tarzında yönetilmiştir/yönetilmektedir…
Talep, görünüş ve söylem itibariyle “Daha iyi yönetme” iddiasına büründürülmüştür ama yönetilen örgüt gırtlağına kadar haramilik içerisindedir. Talebin asıl nedeni nemalanmak ve nemalandırmaktır. Bu hileli bir idare sistemidir. Arz edilen bir makam vardır ama arz eden değil de talep eden kendini pazarlamaktadır… Çünkü pazarın arkasında “Pazar ağası” vardır. Pazar Ağası, alta doğru ağalarını idare etmek için değil, murakabe etmek için konuşlandırır. Vermek ve almak bu smokinli, papyonlu ağalık sisteminin iki çarkını oluşturur; bir üstte veren ağa, bir üstündekinden alan marabadır…
Bir ülkenin, kurumlarının yukarıya doğru hamle yapamayıp, değerlerini “garp kurnazlığı” tabirini uygun gördüğüm numaralarla/numaralandırmalarla yatay ve göbekli olarak büyüyor olması: Modernitenin peyki olmanın ta kendisidir… Şark kurnazlığı: Değerleri rasyonalize ederek, çıkara uygun –hiyle-i şeriyye” haline getirmektir. Garp kurnazlığı, ise bunu epistemolojik mutlâkiyetçilikle –şeriyye haline getirerek- meşrulaştırmıştır. Garbın “teknik kurnazlığı”nın ise kabule şayan görülüşü, şarkın kendi kendini tanımsızlaştırmasının sonucudur.
Tanımlanan bir dünyayı yönetmek, “cari yönetim anlayışı”dır…
Etik, epistemolojiye kurban edilmiştir. Yönetenlerin hükm-i şahsiyeti olan yönetim/kurumlar, insan ilişkilerinin ürünü olmaktan çıkmıştır. Biricik olan “Özel şahsiyet”, rakam yahut işaret cinsinden bir “birey”e indirgendiğinden, hükm-i şahsiyetin tâbîlerinin tek tek kurnaz olmalarına gerek kalmamıştır.
“Ağalık vermek ile yiğitlik vurmak ile…” anlayışı, cem’an bir değerdir: Efendi olmaktır!
Efendi durduğunda ağadır; yürüdüğünde yiğittir…
Bu kavramları yerlice ve yerince kavramak için, “Ağa” ve “Yiğit”in birleşik “kişilik değeri” olarak anlaşılması icap eder, değerleri metalaştıran sosyal tabakalaşma sistemlerinin bölücü/bölerek yönetici tarifeleriyle ilgili bir husus değildir. Vurmak, sadece ganimet uğruna savaşmak değil, namuslu kazanç için alın teri dökmektir; vermek ise kazandığından sarf etmektir… İnsan kendi ihtiyacı için sarfettiğinde de “veren”dir; “Efendi” olmanın şartı “daima alan el” olmamak gayretidir…
Ağa ile yiğidin, ayrı zümreler/sınıflar olarak telakki edilmesi, hiçbir zaman bugünün derdi değildir ama bugün meşru uygulama haline gelmiştir… Meşru uygulamalar; ahlakı, gelir düzeyindeki artış ve eksilişlerin dalgalanmasına bıraktığı için de; “bugünün zümreleşmiş efendileri” özgürlüğe aday bile olamaz… Bulduğunda efendi, bulamadığında köle olmanın meşruiyeti; özgürlüğü simge ve statülerin kazandırdığı kudretle ölçülür…
Ekonominin hayatı bir çelik zırhlı duvar gibi kuşattığı ferdiyetsiz cemiyet ve cemaatlerde bu değerler; modern dünya düzenine uyum kastıyla ve taammüden rasyonalize edilmiştir. Rasyonalize edilen değerlerin yönetenleri/yönetilenleri ne hale getirdiğini anlamak için, yuvarlak teorilere ihtiyaç yoktur; köşeli olmak ve kenar durmak yeterlidir…
Bugünün yöneticisi, her hal-ü kârda kendi cebinden vermediği için yönetime talip olmakla, ta baştan “Bedelli Ağa”dır… Bedelli Ağa’nın özel şahsiyetini statüko/piyasa süzgecinden geçirerek bazı “kalıp kişilik değerler”ini tedâvülden çekmektir. “Nemalanmak-nemalandırmak-nemalanmak” biçimindeki geri dönüşümlü (Dön-gel) çarkın işlemesi için 1.2.3… gibi numaralarla hiyerarşik “toplaşım”* esastır. Aşağı numaralara doğru tedavülden çekilen “kalıp değer” oranı yükselir. Yöneten, yönetimin biçtiği kanunî bedel miktarınca nemalanır, başkalarını da nemalandırır; böylece, nemalaşmış olurlar.
Rasyonalize edilmemiş haliyle ise “Efendi” özel şahsiyettir, özü itibariyle çoğaltılamayan ve kendinin olmayan mülkiyetinden değil, kazancından nemalandırır. Şema “nemalandırmak-nemalanmak-nemalandırmak” biçimindedir. Nemalandırmak değil, nemalanmak üretim efsanesinin yeşerdiği zihniyet habitatıdır. Efsane, rasyonalize edilince “nemalanmak-nemalandırmak-nemalanmak” biçimine dönüşmüştür… “Yönetmek Hastalığı”, “Ağalık”ın kurumlaştığı ve yasalaştığı bir zeminde oluşmuştur; insanın kendisi mülk haline gelmiştir, pazardaki değeri kadar ağa ve yiğittir; “daha”sı yoktur!
Yiğit, icabında kuru soğan ve kızılcık şerbetine talim edebilecek kadar ağadır. Bu tahammüle sahip olamayınca, özgürlüğünün büyük bölümünü kiraya vererek, aylaklaşmıştır… Aylakların yiğitliği de yönetenlerinin efendiliği de gibi/kadar yasaldır; yiğitler için “Ağa” nema kapısı olup, kayıtsız şartsız itaat, adeta dinî bir vecibe hükmündedir… Özgürlük, ağaların “bedelli efendi”, aylakların ise gönüllü “maraba” oluşudur.
Marabalaşan yiğit, başkalarının namına vurur, tıpkı ağanın beytülmalden verdiği gibi… Her ikisi de ferdiyetine malik değildir, mülktürler. Mülk ile ferdiyet vahdet-i vücut halinde olduğu için de aynı zamanda mülkiyete/statüye taparlar; hür ve liberal ölçeklerde birbirlerinin sırtını tıpışlamak suretiyle de tapışırlar…
Ağalığın- yiğitliğin/Efendiliğin “kişilik değeri” olarak ahlâkî sıçrama yapamaması, statükoyu hukukî muhafaza altına alır… En iyisini kimsenin bilmediği-düşünmediği-aramadığı bir vasatta statükoculuk, pasif devletçi bir muhafazakârlıkla örtüşür…
Ağalığı ve yiğitliği özünden olmayanlar, yönetme imkânını kaybedince ne olur?
Ağa artık “Vermeyen”dir; namına vuran nemalandırdığı yiğitler başta olmak üzere, kimsecikler adam yerine koymaz; ama Züğürt Ağa da olmaz, eski ve emekli ağa olur.
Yiğit ise başka bir “Ağa” bulur ve onun namına vurur;  çünkü bu çarkın dönmesini sağlayan kuvvet, “özel şahsiyeti”ini tedâvülden çekmiş yiğitler ister…
“Yönetmek Hastalığı”nın virüsünü “Statik Yapı” üretmektedir. Aile, Eğitim, Din, Siyaset, Ekonomi gibi temel kurumların hep birlikte ürettiği, eğittiği, öğrettiği, yükselttiği ve beslediği insanlardan statüko harici bir davranış ummak hayal olur… “Yapı”nın ürettiği virüsü, sırf meşruiyet taşıdığı gerekçesini kullanarak, damardan ve gönüllüce almak: Zaruret değildir.
“Müştak eylemek”**, herhangi bir ihtimalin değil, ihtimallerin imkân dâhilinde olduğunun ihtarıdır. Kurumlarca belirlenmiş neden-sonuç bağı, talibin talebini ahlakî değil, meşru kılabilir. İnsanın değiştirme kabiliyeti, “Müştak eylem”ler gerçekleştirmesiyle ölçülür. Bize “Tarih”ten söz etme hakkı veren şey, neden-sonuç bağının dışında gerçekleşen “müştak olgu”lardır; müştak eylemler, müştak olgular doğurur. 
İşte tam çatallaşma noktamız, en azından benim çatalladığım nokta…
Avrupa’nın kuzeyinden Akdeniz’e doğru “izlenim-olgu-fenomen” mukaddeslerinin çizdiği tefekkür dünyasının çatal olma imkânını elinden aldığı insanı, çakıldığı yere giden kazık gibi değerlendirebilecek verilerden mahrumum.  İçinde mucizenin olmadığı hiçbir eylem yoktur: Mucize, sıra ve seri dışıdır: Hem insandır; hem de insana kelimelerin/nesnelerin epistemoloji ile sınırlandırılamayacağını sağlam bir veri ve hayati bir tahayyülat sunar… İzlenim, Fenomen, Olgu ile gırtlağına kadar doldurulmuş dünyada, kaderimizi arayacak boşluk kalmamıştır. Epistemolojik sınır, etik olanı belirleme gücünü kendinde gördüğünde, geriye sadece yönetmek-yönetilmek kalır; kim olduğumuz önemli değildir.
Çok sade bir şey söyledim aslında…
Sondan başa doğru okunduğunda, “genel ve meşru kabul edilen”den yola çıkarak, yöneten ve yönetilenlerin çakıldığı yönetim çarkındaki statü ve rollerine; baştan sona doğru okunduğunda çarkın hangi epistemik zorbalıkla kurulduğuma ulaşmış oluruz. Öyle umuyorum…
Ve böyle bir yönetim çarkında yönetenin ağalığı kallâb***, yönetilenin yiğitliği kallâştır****…
Çözüm önermiyorum; çaresiz olmadığımızı söylemek istedim…
Yüreğimi sıcak tutuyorum, böylece sıcak yürekli insanlara/insanlarla da konuşmuş oluyorum…
-----------------------
* Toplaşım: “Ş” işdeşlik ekidir… Toplaşım, toplum/milletten ayrı bir varlığın olu(ş)masını/oluşumunu kavramak için tasarrufa sunulmuştur.
**    Müştak eylem: Mevcut sebeplerin dışında, kişinin “iştiyak” ile gerçekleştirdiği eylem.
***.  Kallâb: Kalıptan kalıba giren… Burada, yönetmek uğruna kalıptan kalıba giren…
**** Kallâş (kalleş): Dönek… Yeni duruma göre, tavır belirleyen.
İTİBAR DERGİSİ, Şubat, 2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder