17 Haziran 2013 Pazartesi

BAYRAĞI TÜKETMEK

Bayrak denilince çoğumuzun aklına gayr-ı ihtiyari Arif Nihat merhumun muhteşem şiiri gelir. O şiir, hamaset dozu yüksek törenlerde kabadayı ağzıyla okunduğunda bir burukluk duyar; naralar, gürültüler ve patırtılar içerisinde çarçur edilişine üzülürdüm. Her kelimesi samimi o nazımda şairlerin bazen nasıl meramlarını aşabilecek taşkın gönüllere sahip olduğuna örnek gösterilebilecek “Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım!” gibi mısralar da yok değildir. Ama ne olursa olsun Arif Nihat gönlü yüce bir insandır ve şiiri öyle inşat edilmemelidir. Düşündüm, söyleyemedim; işin içinde bayrak sevgisinden mahrum olmakla itham edilmek vardı, o tehlike elan da var. Başka ve belki daha mühim bir tehlike de işlerine geldiğinde hayatı en rasyonalistten daha irrasyonel bir biçimde aklın içine sığdırma gafletinden vazgeçmeyen radikal takılanların takıntılarıdır. Akıl nimeti sayesinde irrasyonel taraflarımın farkındayım ve bayrak şiirini adabınca dalgalandırmaya devam ediyorum.
Cehaletin hamasetle örtüştüğü ve örtüldüğü şu içinden geçtiğimiz günlerde kim nerede bir bayrak sallıyorsa, orada millî, hatta beynelmilel bir anlam taşıyan hilalin birlik için değil, bölücülük için kullandığına kesin kanaat getirdim. Bayrak sahibi olmak, onu taşımak, anlamak, değerlendirmek medeni bir şahsiyete sahip olmayı gerektirir. Atalarımız, herhalde her sabah yerinden kalkarak bugün kime bayrak sallamalıyım, aman işe gitmeden önce bayrağımı yanıma alayım da belki sallamak icap eder diye düşünmüyorlardı; çünkü edep, erkân, yol bilen medeni insanlardı. Galiba bizler de ilk çocukluk yıllarımızda “bayrak kaldırma”nın, “bayrak açma”nın, “bayrak sallama”nın muaşeretine az çok vakıftık; bohçalar içerisine konularak sandıklarda saklanan bayraklar olur olmaz çıkarılmazdı. Meydanlarda hilalin birleştirici manasına muhalif bir biçimde her vesileyle “bayrak şov” yapan güruhların hali ise medeniyet hanemizde bir aşınmayı resmetmektedir. Bayrak kaldırmak, bayrak açmak ciddi bir iştir; ya savaş ilan etmişsindir, ya isyan edilecek bir durum söz konusudur; bayrak açılır ve altında toplanılır, o dem senlik benlik biter.
Bayrak bir de düğünlerde kaldırılır; düğün evinin bacasına dikilerek, orada bir taze aile kurulduğunun müjdecisi ve toy işareti olarak dalgalanırdı. Çünkü aile, milletin küçük bir örneği ve nüvesidir. Bayrak, düğün bitene kadar durur; sonra gelin alayı gelini bayrakla kocasının evine kadar götürür ve bayrak itinayla sandığa koyulurdu. Gelin kocasının evine götürülürken bayrak bir yandan dalgalanır ve bir yandan da hep bir ağızdan salâvat-ı şerife getirilirdi. Bu yapılan işe de “Bayrağı salavatlamak” denilmekteydi. Bütün bu incelikler, düğünü olağanüstü güzellikte temaşası hoş bir merasime çevirmekte idi. Böylesi düğünlere bazı köylerimizde nadiren de olsa hâlâ rastlanmaktadır; pekçok renk ve incelik kaybolmaya yüz tutmuş; anlaşılmaz hale gelmiştir. Meşhur, Yemen ağıtının “Mızıka çalındı düğün mü sandın/Al yeşil bayrağı gelin mi sandın” mısraları, anlattığımız düğünlerin ve düğün bayrağının türküde yaşayan delilleridir.
Maalesef, bu ülkede post-modern namlı, deha ürünü psikolojik savaş tatbikatından sonra, sabah yerinden kalkan ne idüğü belirsiz ve çoğu marjinal fırkalar; ortodoks zümreleri kamu alanından, hatta kaldırımlardan sürmek için bayrağı bir taarruz aracı gibi kullanmaktadırlar. Bayrak istismarcılarının, hakikatte ne hilale muhabbetleri vardır, ne yıldıza; maksat, ülkesini gerçekten seven pekçok insanı bayraklar gölgesinde döverek, derin bölücülük yapmaktır. Şuursuz ve hesaba sığmaz tatbikatlar sayesinde halkın bir bölümü hilalden başka semboller aramak gafletine sürüklenmiştir. Gaflet gafleti körüklemiş beşeri haritamızda derin çatlaklar oluşmuştur. Bu kadarı yetmemiş olmalı ki, hâlâ her vesileyle “Cumhuriyet Mitingi” yahut “Özgürlüğe Çağrı” gibi psikolojik harp kokan cilalı adlarla toplanan güruhlar, mızrak uçlarına bayrak takarak birilerini “ötekileştirmek” çabasındadırlar.
Bayrak; vatan cidden tehlikedeyse, işgal yahut saldırı durumunda açılır ve herkes onun altında toplanarak birlik haline şahadet eder. Arif Nihat’ın o muhteşem mısralarıyla işte o anlarda bayrak gerçekten “Mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü/Kız kardeşimin gelinliği şehidimin son örtüsü…” olma manasıyla birebir örtüşür. O vakitler dışında siyasi niyetlerle bayrak açmak, bayrağın manasına kökten muhalif bir harekettir. Siyaseten “öteki” ilan ettiklerini yok etmeye azmetmiş kalabalıklar, miting meydanını terk ederler; bayrakları da muhtemelen torbalara doldurarak bir dahaki “meydan şov”için saklarlar. Ertesi gün gazetelerde “Yürüyüşte metrelerce bayrak kullanıldı!” yahut “Mitingde dev bayrak açıldı!” gibi manşetler boy gösterir. Böylesi mitinglerin niyetinin güç gösterisine yönelik birer şov olduğu bayrağın metrelerle, metrekarelerle ölçülmesinden bellidir. Birini çevirip “Hilal nedir?”, “Yıldız ne anlama gelir?” diye sorsanız, korkarım cevap yerine bayrak sapıyla dayak yersiniz, hatta linç bile ederler adamı; evet öylesine de sıkı ulusalcıdırlar. Bayrağı büyük ve çok gözükmek kastıyla bir kamuflaj aracı olarak kullanmak, ince hesaplarla ve ince hesaplara müteveccih geliştirilmiş soğuk bir savaş taktiğidir.
Milli maçlarda bile gereğinden fazla bayrak açmanın ve sallamanın bayrağı aleladeleştirmek olduğunu, sportmenlikle hamasetin bağdaşmadığını düşünüyorum. Milli maçlar şöyle dursun, Telsim-lenerek sektörel bir boyut kazanmış süper lig fanatikleri de artık, bayrağı rakip takımlara tehdit aracı gibi sallamakta, sıradan bir pelerin gibi sırtlarına dolamakta bir beis görmemektedir. Bir bayrak ancak bu kadar manasızlaştırılabilir ve ancak bu kadar saygısızca kullanılabilir. Hadi üretimini engelleyemezsiniz; yok mu yahu kanun kitaplarında bayrağın nasıl, nerede ve ne amaçla kullanılacağını tayin eden bir kanun? Biliyorum aslında böyle şeyler daha çok kanunla değil, edep ve terbiye ile alakalıdır ama bayrak istismarcıları ne edepten anlar, ne terbiyeden. En azından bu şımartılmış kalabalıkları cesaretlendirenlerin konu hakkında mutlaka derin derin düşünmelerini isterdim. Tabii sergilenen çirkinliği fark edebilecek basiretleri varsa.
Memlekette o kadar sahte bayraktar türedi ki, birgün gerçekten bayrak açmak ve onun maneviyatı altında toplanmak lazım geldiğinde hakikisini bulmakta zorluk çekeriz diye de kaygılanırım.

15 Haziran 2013 Cumartesi

“BU DAHA BAŞLANGIÇ”

Baba erenlerden bir temsil ile başlayalım…
Köy halkı yağmur duasına çıkmış… Dua, dua, dua; eller boş, yüzlerde gam kasavet… Bulutlar toplanıyor dağılıyor, saklambaç oynuyorlar adeta…
Baba, “Bana bırakın!” demiş, “Bir dua edeyim de seyredin…”
Dua etmiş ve gerçekten yağmur yağmaya başlamış…
Baba’ya bir gurur gelmiş ki, sormayın. Gökyüzüne küstah, köylüye mağrur bir poz ile:
—Ne diyorsunuz, iki de kar attırayım mı?
Demiş…
Demiş demesine ama demesiyle beraber gökten hışım gibi kelle iriliğinde dolu yağmaya başlamış…
Taksim bildirisi, tam facia; belki facianın başlangıcı…
Bildirinin ilk cümlesinde gurur ama ne gurur… “Bizim sınırları aşan şanlı direnişimiz…” ifadesi, tüm hüsn-ü zan ve niyetleri yerle bir ediyor. Ne yağmur umulur, ne rahmet tecelli eder buradan…
“Bizim Sınırlarımız” dışında sana-bana-ona, yani topyekûn Türkiye’ye öyle dış gıcırdatanlar var ki, ülkemizi cehenneme çevirirler.
“Bu daha başlangıç!!!” ifadesi, acayip bir ünlemdir; imlaya gelmez!
“Neyin başlangıcı” olduğuna bunu yazanlar bile cevap veremezler…  Kibir, gurur bile değil; “küstahlık”tır…
Başbakan da dâhil, bütün sebep ve aktörlerin hiçbir önemi yoktur…
Hedefte Türkiye vardır…
Günübirlikçiler, güncel şovmenler aklınızı başınıza devşirin…
Germeyin!
Tel kopar hey hey biter! 

3 Haziran 2013 Pazartesi

KİTLE BİR KEZ DAHA YARATIĞA DÖNÜŞTÜ


“Ben böyle olmasını istememiştim!”, kitle hareketlerine katılanların, ortalık yanıp yıkıldıktan sonra söyledikleri nedamet sözüdür…
Peki, ne istemiştiniz?
Gezi Parkı yıkılmasın!
Taksim Projesi’ni biliyor musunuz?
Tısssss… Cevap yok!
İşte kitleleşme esas o noktada başlamıştır…  Olayın indirgene indirgene önce Gezi Parkına, sonra ağaç katliamına dönüşmesi artık kolaydır…
Madem o kadar ilgiliydiniz, Taksim Projesi’nden haberiniz olmalı değil miydi?
Şimdi bana birileri bu eylemin sonuçları kestirilemeyen ve önceden düzenlenmeyen bir eylem olduğunu söylemesinler…
Düzenlenmiştir ve düzenleyecek kuvvete sahip zinde kuvvetler daima vardır…
“Ağaç katliamına dur!” demek için artistler, barok-başörtülü kızlar, İslamcılıktan geçinen ve bir ucuyla kesinlikle iktidardan nemalanan pop yazar ve şairler, fırsat bu fırsat diyen biracılar, tecavüzcüler, ulusalcı-milliyetçi vs. kesimler, her çeşit etnik unsurlar… Evet, hepsi “kendi kavgası” için iş başındadır…
Herkes kendi düşünde, hatta bir nevi sarhoş; adrenalinleri yükselmiş…
Bir katil gerekiyor… O da Tayyip…
Hükümet de değil, daha çok Tayyip…
Kusura bakmayın “Tayyip…” ortalığın lafı olduğu için öyle kullanıyorum… Bu kelimenin farklı ağızlarda nasıl telaffuz edildiğini bildiğim için, evvela o terbiyesizlerle aynı hatta muhalefet çizgisini asla benimseyemem…
Hükümet de “Tayyip”e indirgenmiştir… Başbakanın davranış, duruş ve kişilik özellikleri bu indirgemeye o kadar müsaittir ki: “Tek adam” görüntüsü çizmenin bedeli, “Tek hedef” haline gelmektir…
Kitle içindeki her birey kendi davasına hizmet eder ama iş işten geçmiştir… Kitle artık tam bir yaratıktır: Yakar, yıkar, hatta öldürür…
Kendini evine atan kurtulmuştur ama yaratık yeni canavarları içine katarak büyümeye devam eder…
Ankara’ya sıçrayan yaratık artık ağaç, ağaç katili barajını aşar ve TBMM’yi taşlar; İzmir canavarları parti binası yakar… Emin olun o bina dolu olsa bile yakarlardı…
Ankara’da kamunun zararı trilyonlarla ifade ediliyor...
Şu anda polis olan bir öğrencim Ankara’dan anında bilgi aktardı, sağ olsun… İzmir’den de farklı bir kanaldan bilgileri aldım… Ve malum ola gece uyumadım…
Sanki o öğrencim öz evladımdı… Haksız yere “Biber Gazı” ile özdeşleştirilen ve bizzat bedenleri “bariyer” olan polisler… “Kitle Yaratığı”na karşı biber gazından başka bir şeyler olmalı… Aldığım haberlerden biri de, eylemci üç gençle buluşan çevreci(!) genç kızın tecavüzden son anda kurtulmasıydı… Polis yetişmiş imdadına… Siyasetçilerin, polisi bariyer haline getirmeleri hoş değil…
Yaratık, bugün devam edecek mi?
Edebilir… Bu sefer tam siyasileşerek hem de… A. Şener’in İngiltere’den TV vasıtasıyla yaptığı çağrı mesnetsiz olmayabilir ve mesela 28 Şubat’ın sendikaları sahaya çıkabilir… Onun da hedefe yerleştirdiği bir “Tayyip” var…  Ama Sivas’ın yetiştirdiği bu nadir kıymet, sıradan bir aktör olmayıp, her rolün üstesinden gelen yetenekli bir siyasetçidir…
Biliyorum, bazılarını “millet-i merhume” terkibi rahatsız edecektir, ama ben bu terkibi çok ama çoook seviyorum… Ve dua ediyorum: Allah, millet-i merhumeye merhametini esirgemesin. Benim için her ferdi kıymetlidir…
NOT: Bilmenizde yarar olur… Belki fırsat olur da sosyoloji doktorası yaparım diye “Kitle Hareketleri” üzerine bir doktora çalışması yapmış, kenara koymuştum… Olmadı ama ben o çalışmayı çok ciddiye almıştım ve bütün kitle hareketlerini şimdiye kadar hatasız okudum… Demem o ki, ihtisasa da kıymet verin, varsın resmi doktoramız olmasın…
Bizim Sivas Gazetesi, 4 Haziran 2013.