28 Şubat 2015 Cumartesi

BARIŞ


Elbette, barış için bütün sınırlar zorlanmalıdır.
"İnsanlık, uzun süre harabelerde yaşayamaz!". demiş, harabelerde doğan bir mütefekkir...
Bize peygamberimiz öğretti kan gütmemeyi...
Şanslı doğmuşum, belki hayatımın en büyük şansı budur, belki değil muhakkak...
Vahşi bile sahabe oldu be…
Hamza gibi bir eri öldürmüştü.
Ben hâlâ Hamza deyince dolukuyorum ama Vahşi’nin mızrağı aklıma bile gelmiyor.
Herkesin böyle bir şansı yok ama insan olmak şansı verilmiştir âdemzâdeye.
İnsan, kan gütmenin yanlışlığını anlayacak donanıma sahiptir.
Biz ise Habilîyiz...
Kabilî değiliz...
─────
Bizim Sivas Yazıları

BİR ŞARK KLASİĞİ

Laf aramızda beni de çok beğenenler(!) varmış, eksik olmasınlar ama iltifata değil, icraata ihtiyacımız var. Beğenilen yanlarım ise hep dostlarıma aittir; ülkemiz derindir, suyu serindir, ülkümüzse adam gibi ölmektir. Yarım saat bir eski ahbabımla konuştuk telefonla, bir ara celallendim; mülayemetimle bilinirim oysa(!), kalp kırmak yerine duvara kafa atarım. Aslında kasten bam teline dokundu, sonra da güldü ve güya teselli etti. “Dur seni sakinleştireyim, Attar’ın İlâhiname’sini aç, Şark Klasikleri serisi vardı ya hani H. Âli Yücel’in hatırası… Altmış altıncı sayfada bir hikâye var!” dedi. Buluşmak üzere kavilleştik
Kitaplığım o kadar karışık ki, o rafa, bu dolaba bakarken bakarken, nihayet buldum… Bolca da toz yuttum tabii… Aldım yanıma bir demlik çay, açtım 66. Sayfayı… Bir an “İşi altmışaltıya bağlamak” deyimi de içimden geçti… Malumu âliniz bu ince bir deyimdir Allah’a bağlanmak, tevekkül etmek anlamına gelir. İşte o sayfadaki hikâyeyi okudum ve bugün de tembelliğim üstümde, bedavadan bir köşe doldurayım diye sizinle de paylaşayım. Hikâyenin künyesi şöyle: Rum Ülkesine Esir Düşen Bir Alevî İle Âlim Ve Bir Puşt… Müellife, mütercime saygısızlık etmeyelim aynen aktarıyorum.
“Bir Alevîyle bir âlim ve bir puşt, Rum ülkesine birşeyler götürüyorlardı.
Kâfirler, üçünü de ansızın esir edip horlukla putun önüne çektiler.
Her üçüne de dediler ki: Çare yok, puta secde edeceksiniz.
Yoksa üçünüzün de kanını dökeriz. Hatta size aman vermez şimdicek öldürüveririz sizi.
O üç er, kâfirlere dediler ki: Bize bu gece aman vermeniz lazım.
Bu gece düşünelim. Belki puta tapmamız gerek. Belki bu işi iş ediniriz, olur ya.
Kâfirler üçüne de bir gececik aman verdiler. Herkes ne yapacak hele bir düşünsün dediler.
Alevî, çaresiz bir haldeydi. Söze gelip, putun önünde zünnar bağlamak gerek dedi.
Ben ceddime güveniyorum. Yarın benim için şefaat eder elbette.
Âlim dedi ki: Ben de canıma, tenime kıyamam doğrusu.
Puta secde eder, başımı yere korsam bana da din bilgisi (teoloji) şefaat eder.
Puşt, ben dedi, yolumu yitirdim, hiçbir şefaatçinin imdadı yok bana.
Sizin şefaatçiniz var, benimse yok. Şu halde benim secde etmem doğru olmaz.
Mum gibi başımı bile kesseler ne korkum var? Secde edersem helak olacağım. Şu halde puta secde etmem ben.
Pervasızca başımı bedenimden kesip ayırsalar yine puta karşı başımı yere eğmem.
Can, her ikisine de tatlı geldi. Fakat böyle bir yerde puşt, adam çıktı.
Şaşılacak bir iş ki sınama zamanı erlik puşta nasiboldu, erlikle o övüldü.
Karunlar bile bu yolda çırçıplak kalırlar. Arslanlar bile karıncanın himayesine sığınırlar.
Gönlünün istediği sevgiliye karşı duyduğun aşkta bir puşttan aşağı olsan bile bir karıncadan da aşağı değilsin ya.”
Bu hikâye böyle bitiyor ve arkasından da karıncanın hikâyesi başlıyor. Kitabın künyesini de yazalım belki merak edip okuyan olur: Feridüddin Attar, İlâhiname, Şark Klasikleri Serisi, Çev. Abdülbaki Gölpınarlı, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul-1988.
Kalleşlerin ve hainlerin kol gezdiği bir ortamda hemencecik belirteyim, bu kitap on ikinci yüzyılda yazılmış bir klasik eserdir. Anlatılanların ülkemizin ve şehrimizin saygıdeğer âlimleri ve alevîleriyle ve özellikle puştlarıyla hiçbir ilgisi yoktur. Hikâyedeki Alevî, Arabistan’da hâlâ o nisbeyi yasal hak olarak kullanan ve Hz. Ali Efendimizin soyundan gelen bir geniş ailedir; o ailenin mensuplarına bugün de alevî denilir ve hürmet görürler, puta secde edip hayatını kurtaran zat da o ailedendir. Kitabın mütercimi Abdülbaki Gölpınarlı merhum da sıradan entelektüellerin bile yakından bildiği bir Şiî Farsça âlimimizdir.
Puştluk nedir bilmem ama hikâyedeki puşt kadar “erkişi” yüreğine sahip olmayı dilerdim ve keşke o puşta benzeyen arkadaşlarımız, dostlarımız olsa… Olsalar da tek puşt olsalar

BİZİM SİVAS YAZILARI


27 Şubat 2015 Cuma

BEŞİKTAŞ

Yedi futbolcu anında öne çıkmış, hocaları "Penaltıları kim atmak ister?" deyince...
"Hocam mümkünse sen atsan!" gibisinden kaytaran yok!
Gencecik ama terbiyeli ve efendi çocuklar. Necip, büyümüş de takıma kaptan olmuş varın anlayın.
Kolej takımı gibiler…
Demba Ba için ayrıca bir şey söylemeye gerek görmüyorum. Bizden biraz daha esmer bu delikanlılar da çok yakışıyorlar Beşiktaş’a.
Bence Beşiktaş ilke haline getirsin ve dışarıdan futbolcu alacaksa hep esmer ve mümkünse Demba gibilerini alsınlar.
Tabii, futbol yazısı yazan biri değilim; hangi takımı tuttuğumu soranlara da “Beşktaş’a yakın bir hâne-i virânımız vardır.” deyip, kaçamak cevaplar veririm.
Öyle işte…
Konu da sadece Beşiktaş değil!
Bu Beşiktaş, böyle giderse daima kazanır...
Ülkemize de insaniyetlik, beraber çalışmak, efendilik adına çok şey kazandırabilir.
Taraftarlık adına da çok şey öğretir diyeceğim, renkli takımların taraftarlarından çekiniyorum.

BİZİM SİVAS GAZETESİ YAZILARI

16 Şubat 2015 Pazartesi

KÖR BAĞIRSAK VE ARKA PENCERE

İki namussuz sosyolojik prototip var. 
Aslında hep varlar ve hep de böyle zamanlarda renklerini veriyorlar..
Birincisi vahşice katledilenin kimliğinden sosyal kavga çıkarmayı hedefleyen; öteki, cinayeti dine yaslandırıp meşrulaştırmaya çalışan... 
Tekil kullandım ama çoklar ve bu ülkenin “kör bağırsak”ta neler gizlediğini; “arka pencere”de neler seyrettiğini anlamamız için bir nevi fırsat sunuyorlar…
İkincisi cılız kaldı, birincisi atıl...
İki namussuz tipin de farkına vardım ama kalabalığa karıştıkları için tespit edemedim...
Cılız ve atıl kalmaları aldatıcı olmasın, şu an önümüzdeki vakanın hususiyeti imkân vermedi. İki tip de ülkemizde topyekûn “-mış” gibi yaptığımız, aile yapımız, terbiye sistemimizi ağıe bir biçimde ihtar ediyor…
Bir de temenni de bulunayım
Hukuk süreci geç işler, bizde daha geç…
Mahpuslukta "Ranzadan düşmek" diye bir tabir vardır...
Ranzadan düşebilir meselâ o mahlûk...
Çok bir şey olmaz ama bütün sosyal bünyemizi kaplayan çıbanlardan biri patlar, en azından cayır cayır yanan bir annenin azıcık da olsa yüreği ferahlar.
Sapık ise mesleğinde zirveye çıkmış olur...
_____________________
BİZİM SİVAS GAZETESİ YAZILARI


“DİNLE OĞLUM!”

“Kız dediğin kikirdemez!”
“Kız kısmı sağa sola bakmaz!”
“Kız dediğin kalçasını oynatarak yürümez!”
“Kızlar, göğsünü hoplatmaz!”
Bu meal ve manada yığınlarca söz vardır; hepsi de kızları terbiye etmek içindir.
Bu sözleri de kızlarına baktıkça içi eriyen analar, hem de en erkek pozlarıyla söylerler. Kendileri de anacıklarından öyle görmüşlerdir. Çünkü anasına bakıp kızını alırlar; kızına sarkıntılık edilse hesabını anadan sorarlar.
Edebe terbiyeye muhtaç olan kızlardır…
Bu terbiye sistemi değil, İslamiyet ise hiç değil…
Zavallı kızım benim…
Seni bu bilinçaltında “kuma gömme”nin yattığı modern cahiliyyenin içinde yapayalnız bıraktığımızın farkında değiliz...
Ayaklarının altına cennet serilmişken, yeryüzünü sana cehennem ettik…
Dinle oğlum!
Er dediğin “Nazarberkadem” yürür, göz terbiyesi olmayandan er olmaz…
Er dediğin gözünden avlanır…
Koltuklarını kabartarak yürüme; aheste ol, sıradan… Erlik, koltuğunun altına bir somun sıkıştırıp, helal lokma ile eve dönmektir…
Harami niyetlerle bir kızcağızın gönlünü çelmeye kalkmak namussuzluktur…
Fakir ol, az kazan, helalini iste her şeyin…
“Dinle oğlum!” diye başladım ve aklıma gelenleri söyleyiverdim.
Söylemeli değil mi?
Ey, anasına bakıp kızını alanlar!
_____________________
BİZİM SİVAS GAZETESİ YAZILARI