29 Ağustos 2012 Çarşamba

BAŞBAKAN KILIÇDAROĞLU’NU EVİNE ÇAYA DAVET ETTİ



Sayın Başbakan, keşke Kılıçdaroğlu’nun mektubu üzerine telefonu açıp deseydiniz ki:

" Sayın Kılıçdaroğlu, 
Suriye ile bizim geçmişte Beka Vadisi’nden kaynaklanan soğuk ilişkilerimiz vardı ama üstünü örtmeyi göze almıştık... Sıfır problem dedik ve bütün komşularımızla dost olmanın yollarını aradık.. Bütün gönlümüzü ve kapılarımızı Suriye’ye ve Esed’e açtık… Ama Esed bizi aldattı, tavrı takıyyeden ibaretmiş, Suriyeyi kan gölüne çevirdi, acımasızca katliamlar yaptı… Tavır belirlemek zorundaydık ve bilesiniz ki biz daima barıştan yanayız... Ama bu iş Suriye-Türkiye meselesi değil; çok uluslu bir mesele. Yaptıklarımızı kamuoyuyla paylaşıyoruz, elbette paylaşamadıklarımız da vardır...

Sayın Kılıçdaroğlu,

Siz ana muhalefet liderisiniz, iki adım mesafedeyiz, mektup yazmanız hiç hoş değil… Buyrun... Evet, buyurun ve sorularınızı cevaplandırayım... Başbakanlık konutuna çaya beklerim... Hatta hanımefendi ile beraber hanemize beklerim... Biz ciddi ciddi konuşurken, hatta tartışırken hanımlar ve çocuklar yan odada çaylarını içerler… Biz tartışabilir, yarışabilir ama birbirimize darılamayız; çünkü Türkiye'nin seçtiği ve kaderini teslim ettiği insanlarız.”

Siz bunları söylerdiniz ve Kılıçdaroğlu da sizden randevu isterdi… Oturur görüşürdünüz, derin derin müzakere ederdiniz heyetlerinizle, kurmaylarınızla...

İnsan değişebilir, değişmiyorsa zaten robota dönüşür. Siz kamuoyunun önünde “gömlek” değiştirme cesaretine sahip nadir bir lidersiniz… Değişmek bir yana devrim niteliğinde değişimler başarabilirsiniz. Ben danışmanınız olsam size mektup yazdırmaz, mektuptan dolayı Kılıçdaroğlu'nu kınar ve arkasından konuta çağırmanızı önerirdim… Kasımpaşalılık illa böyle davranmayı gerektirmez Sayın Başbakan…
Ben de Alibaba mahallesindenim. Bizim mahalle de sayılı kabadayılarıyla ünlüdür. Kimse fesatlığa yeltenmesin, danışmanlık sözün gelimi, hürriyetine düşkün ve zamanı hep kıt bir ihtiyarım: Sıfır beklentisiz biri…

Baki selam…

27 Ağustos 2012 Pazartesi

FİNCANI TAŞTAN OYMALI MI?



Fincanı taştan oyarlar/……r’e böyle …………r. Nokta nokta koymam gerekir miydi? Evet, hoş ve masum bir türkü, futbolizmin meşhur oyma koyma işlerine alet edilmiştir ve elbette ilke olarak bu tür şeyler hoş karşılanmamalıdır… Futbol denilen meret de bunlara bir miktar açıktır. İşte o miktarı, taraftarın yaratıcı muhayyilesi ve edep seviyesi belirler. Taraftar kimdir? Taraftar stadyuma girmeden önce kaldırımlarda yürüyen, şehir halkıdır… İnsan öyle ya da böyle taraftarlığını belli eder, çok sövmem ama incesinden, kabasına bilmediğim küfür yoktur… Lazım olduğunda kullanır mıyım? Elbette kullanabilirim, çünkü öfke baldan tatlıdır ve sınır tanımaz. Bu yüzden her sabah, nefsimi zıvanadan çıkaracak durumlarla karşılaşmamak için dua ederim…
İğrenç bir fiilin hayali de olsa faili pozisyonuna sokmadan, kendime bir hususi küfürler dağarcığı oluşturdum. Ortanca oğul küçükken küfretmeyi bilmezdi ve kime kızarsa “Telefon!” derdi… Evet, telefon bizim ortancanın küfür nesnesi ve kelimesiydi… Ondan öğrendim ki, her nesne ve her kelime küfür aracı haline getirilebilir… Birine “telefon” dediğinizde bence onu birşeye benzetmiş oluyorsunuz ve artık o galiz bir küfür olmaktan çıkıyor, ince bir mizah haline geliyor. Ben telli telefon olur olmaz çaldığında “Öff!” dediğim için ve bazen de zil sesine kızdığım için oğlum telefonu kızılacak nesne olarak değerlendirmişti ve kızdıklarına da telefon demeye başlamıştı. O birine kızıp, öfkeyle “Telefon!” dediğinde ben keyf keyf oluyordum. Bu saf hayalgücünden çıkarmamız gereken, küfre son verip, hayalgücümüzle espri ve mizah üretmektir; karşımızdakini icabında ikaz edebilecek, gülümsetecek tatlılıkta…
İnsan, azıcık düşünse mukaddesimiz sayılan ana, avrat ve bacı gibi varlıkları küfür objesi haline getiremez; getiriyorsa insanlıktan epey nasipsizdir… Bu konuda ülkemizde seviyeyi yükselten tek oluşum Beşiktaş’ın Çarşı gurubudur… Çarşı, üstelik blok halinde hareket eden despot bir taraftar gurubu değil, farklı telden çalan insanların da slogan üretebildiği bir yapıya sahiptir… Sivas çarşısı, herşeyi bilir; hükümet kurar, rektör seçer, hatta dünya politikasına bile yön verir ama asla yukarı doğru hamle yapamaz… “Çarşı”yı en geniş kavramıyla kullanıyorum, şehre rengini veren esnaf, eşraf, idareci ne ise taraftar da odur, kaldırımdaki seviye de odur… Yine de “Yiğidoluk”un yanına, kalitenin gelebileceğini uman ve bekleyenlerdenim…
Çarşı demiştik de Pazar gecesindeki maçta “Fincanı taştan oyarlar/Cimboma böyle koyarlar” taraftarın boğazına düğümlendi… Maç sonucunu hakem belirleyince, futbolun spor dışı kuvvetlerden de kurtulması gerektiğini düşünüyorum, o zamana kadar bu işlerden tamamen uzak durmayı yeğlerim. Ne oldu şimdi? Bu türküyü böyle kullanmayı uygun görmüş mü oldum? Evet… Çünkü o artık küfür olmaktan çıkmış, tezahürat klasiği olmuştur. Keşke kıyıda köşede kalmış başka türkülerden tezahürat üretebilsek, gençlerin kulakları hiç olmazsa kendi müziklerine aşinalık kazanır…
İbne bizde ağır küfürdür; merhum Cemil Meriç, akranlarını kastederek en büyük korkularımızdan biri “ibne olmak” demişti… Biz bunu hakeme reva görüyoruz, e hakemler de insan ve kendine ibne diyen taraftara hoş bakmaz sanırım… Ben olsam mesela, hakemin verdiği yanlış penaltıdan sonra “Bu ne hakem! Bu ne hakem! Bu ne hakem!” diye bağırırdım ve yeterdi
Küfürsüz sokak, kaldırım, tribün; Yiğidolara da başarılı bir sezon diliyorum. Ama korkarım şampiyon şimdiden belirli(!).

11 Ağustos 2012 Cumartesi

YAZ RAMAZANLARI



Merhum Kaya Bilgegil haziran ortasında sakoyla bölüme girmektedir... Genç akademisyenler için bir yürüyen mektebin her hali önemli; hocayı sözün mıntıkasına çekmek için o günün bahanesi de ayağıyla gelmiştir. Taliban odaya damlar ve münasip bir lisanla, “Hocam, sakoyu çıkarmayı düşünmüyor musunuz?” sorusunu yöneltirler. Cevap; Erzurum’u, soğuğu, sakoyu, yaşlı mafsalların karıncalanmasını havidir ve hafiften sitemlidir:
­- Erzurum’un Temmuz soğukları da geçsin, çıkaracağım evladım!
Hocam, takvimde “eski hesap”ı takip eder miydi bilmem; ama ben takip ederim. Mayısın sonlarına kadar, kışlıklarımı çıkartmam ki bu da Haziranın başı demektir handiyse. Nükteyi çok tuttuğumdan, bana da kalın urbalarımı soranlara “Sivas’ın Ağustos soğukları da geçsin, yazlıkları çekeceğim!” derim. Nüktenin şeş cihetini anlayan fazla değil ama yine de bir şeyler anlaşılıyor ki, en mizah yoksunu bile tebessüm edebiliyor. Çocukların suçu yok; o günlerin bazı olumsuzluklarına rağmen merhum Hoca’nın muhatapları gibi teşne-dil öğrencilerimin çok sayıda olmasını isterdim. Bu yüzden azlarım çok kıymetli çoook!
Ramazan’ı sevmemek ne mümkün; azalıyorum ve yaşayacağım Ramazan sayısının azalışına da için için üzülmekteyim. Bu üzüntü anlaşılabilir mi, paylaşıla bilir mi bilmem; anlatmaya çalışayım… Bu dünyadan göçtükten sonra senede bir ay izin çıksa kudret-i haktan ve tercih hakkım olsa: Ramazan’da faniler arasında, hanemde olmayı isterdim; ama “Ramazan yaza mı geldi!” diye de sorardım. İftar ferahlığını ailemle yaşamayı, teravih namazını Ulu Cami’de kılmayı, namazı müteakip Zarif’in Çayevinde demlenmeyi isterdim. Ramazan bu kadar değil elbette, tek başına hilâl endamlı bir medeniyettir. Bir toplum, kalan on bir ayda, ayların sultanına ettikleri biati unutmasa, dünyanın en medenî ahalisi haline gelir.
İnanmazsınız… Yarım saat evvel işyerinden çıktığımda kezzap gibi bir sıcak vardı. Yarım saat sonra arabadan indim ve içeri girinceye kadar akşam serinliği(!) tepeden tırnağa silkeledi. Şimdi anladınız mı, Ramazan’ın yaza gelenini kıştan ziyade neden sevdiğimi? Kış günleri kısa ama sahurda çoğunlukla üşütüyorum, sabah midem havaleli… Zemheri ayazı ve oruçsun; katın açılmıyor ki açık havaya çıkasın, ayaz adamın dalağını kesiyor. Gerçi arabalıyız, ama oruç keyfiyle trafiğe katkıda bulunmak kalp kırma, kırılma riskini artırır, en iyisi evde tatsızlık çıkarmak… Hayat şartları eskisiyle kıyaslanmayacak derecede konforlu; tuvaletler bile kaloriferli, ayağımız yere değmiyor filan diyebilirsiniz ama benim gibi kemik yorgunu bir adamı kış Ramazanlarının daha güzel olduğuna ikna edemezsiniz. Çünkü konu sadece soğuk değil, şu teravihten sonra açık havada gıcırtılı tahta iskemlelere oturup ettiğimiz muhabbet, cennet taamı gibi bir şey… Hele işin içinde çekilir tarafından canlı müzik de varsa… Daha demin demedim mi İbrahim, Bakara meclislerini canlandıralım diye?
- Dedin abi dedin de; yokladım kamuoyunu herkesin arşivi varmış, CD’den dinliyorlarmış!
Dinlesinler! Canlı olan herşeyin ruhunu kabzederek, insanı canlı canlı kendi kuturlarına hapseden bir dijital âlemin varlığı bir dert, yokluğu çare değil. Ansiklopedi okunur mu, okurdum; tozlanmış ciltler yarım metre ötemde melûl melûl oturuyorlar. Çünkü internet acayip tasarruflu iş, afakî bilgiler bir tık ile emrinize amade…
Zarif’in çayevi sizlere ömür ama daha geniş ve denginizle denklenebileceğiniz hayli mekân var; her şehirde var. Bir de iftara kadar dimağı gıdasız kalmış ehl-i duhanın yele karşı duman üflemesi erbabı için ayrı bir keyiftir; nostalji üfürmüyor, tecrübemi konuşturuyorum. Zahmet etme sevgili editör, ağzımı ben bantlayayım, xxxxxa sağlığa zararlıdır! Geç saat, çayların hitamında bir de kahve, sahura kadar çakı gibi tutar adamı. Mevsim itibariyle izne ayrılanlar yahut öğleye kadar benim gibi uykuya da part-time oruç tutturma imkânı olanlar için Ramazan’ın kıymetini yazın idrak etmek daha hoş değil mi? İnceliğe dikkat; orucu uykuya değil, uykuya oruç tutturmak… Uyku borçlarımızı da eda ettikten sonra, ibadet ve bu ayın ziyneti mukabeleler; bizlere dünyanın en medeni, en munis yirmi dört saatini geçirtir.
Bastıramıyorum içimdeki yetimi, terli perçemini düzeltmeliyim!
Çocukluğumda da severdim/severdik yaz Ramazanlarını. O cami senin bu cami benim teravih namazı pasaportuyla şehri turlamış olurduk. Kaytardığımız da oludu; herkes camide bilirken, gecenin bir vaktine kadar oynar, ter tırnağımızdan akardı. Trafik yok, yollar karla kaplı değil, hava hâzâ oyun havası; kim tutabilir bizi. Hatimle teravihi de ilk kez bu gezmelerde tanıdım, ağır gelmişti; yarı yerde paldır küldür çıktık açık havaya. Yaz Ramazanları için arazi tahsis edilse, kısmı-azamını çocuklar doldurabilir.
Şehrin son şahitleri olan bir nesiliz. Akran ile de yollar bir iftarda, teravihte yahut çay ocağında mutlaka kesişiyor ve mazide kalan günleri yâd ediyoruz. Ne çok şey yaşamışız, anlata dinleye bitiremiyoruz. Seziyorum, gözü dayanıksız bazı arkadaşlar çaktırmadan mendili gözlerinin üzerinden geçiriyor… Bu üçüncü yaz Ramazanım ve Ağustos, yani Temmuz soğuklarını da savuşturmuşuz; bir sonraki o kadar uzak ki, hatıra ile hayalin kesiştiği yerde geleceğime göz kırpıyorum.
Bayrama ne kaldı ki, şunun şurasında…