Merhum Kaya Bilgegil haziran
ortasında sakoyla bölüme girmektedir... Genç akademisyenler için bir yürüyen
mektebin her hali önemli; hocayı sözün mıntıkasına çekmek için o günün bahanesi
de ayağıyla gelmiştir. Taliban odaya damlar ve münasip bir lisanla, “Hocam,
sakoyu çıkarmayı düşünmüyor musunuz?” sorusunu yöneltirler. Cevap; Erzurum’u,
soğuğu, sakoyu, yaşlı mafsalların karıncalanmasını havidir ve hafiften sitemlidir:
- Erzurum’un Temmuz soğukları
da geçsin, çıkaracağım evladım!
Hocam, takvimde “eski hesap”ı
takip eder miydi bilmem; ama ben takip ederim. Mayısın sonlarına kadar,
kışlıklarımı çıkartmam ki bu da Haziranın başı demektir handiyse. Nükteyi çok
tuttuğumdan, bana da kalın urbalarımı soranlara “Sivas’ın Ağustos soğukları da
geçsin, yazlıkları çekeceğim!” derim. Nüktenin şeş cihetini anlayan fazla değil
ama yine de bir şeyler anlaşılıyor ki, en mizah yoksunu bile tebessüm
edebiliyor. Çocukların suçu yok; o günlerin bazı olumsuzluklarına rağmen merhum
Hoca’nın muhatapları gibi teşne-dil öğrencilerimin çok sayıda olmasını
isterdim. Bu yüzden azlarım çok kıymetli çoook!
Ramazan’ı sevmemek ne mümkün; azalıyorum
ve yaşayacağım Ramazan sayısının azalışına da için için üzülmekteyim. Bu üzüntü
anlaşılabilir mi, paylaşıla bilir mi bilmem; anlatmaya çalışayım… Bu dünyadan
göçtükten sonra senede bir ay izin çıksa kudret-i haktan ve tercih hakkım olsa:
Ramazan’da faniler arasında, hanemde olmayı isterdim; ama “Ramazan yaza mı
geldi!” diye de sorardım. İftar ferahlığını ailemle yaşamayı, teravih namazını
Ulu Cami’de kılmayı, namazı müteakip Zarif’in Çayevinde demlenmeyi isterdim.
Ramazan bu kadar değil elbette, tek başına hilâl endamlı bir medeniyettir. Bir
toplum, kalan on bir ayda, ayların sultanına ettikleri biati unutmasa, dünyanın
en medenî ahalisi haline gelir.
İnanmazsınız… Yarım saat evvel
işyerinden çıktığımda kezzap gibi bir sıcak vardı. Yarım saat sonra arabadan
indim ve içeri girinceye kadar akşam serinliği(!) tepeden tırnağa silkeledi.
Şimdi anladınız mı, Ramazan’ın yaza gelenini kıştan ziyade neden sevdiğimi? Kış
günleri kısa ama sahurda çoğunlukla üşütüyorum, sabah midem havaleli… Zemheri
ayazı ve oruçsun; katın açılmıyor ki açık havaya çıkasın, ayaz adamın dalağını
kesiyor. Gerçi arabalıyız, ama oruç keyfiyle trafiğe katkıda bulunmak kalp
kırma, kırılma riskini artırır, en iyisi evde tatsızlık çıkarmak… Hayat
şartları eskisiyle kıyaslanmayacak derecede konforlu; tuvaletler bile
kaloriferli, ayağımız yere değmiyor filan diyebilirsiniz ama benim gibi kemik
yorgunu bir adamı kış Ramazanlarının daha güzel olduğuna ikna edemezsiniz.
Çünkü konu sadece soğuk değil, şu teravihten sonra açık havada gıcırtılı tahta
iskemlelere oturup ettiğimiz muhabbet, cennet taamı gibi bir şey… Hele işin
içinde çekilir tarafından canlı müzik de varsa… Daha demin demedim mi İbrahim, Bakara
meclislerini canlandıralım diye?
- Dedin abi dedin de; yokladım
kamuoyunu herkesin arşivi varmış, CD’den dinliyorlarmış!
Dinlesinler! Canlı olan
herşeyin ruhunu kabzederek, insanı canlı canlı kendi kuturlarına hapseden bir
dijital âlemin varlığı bir dert, yokluğu çare değil. Ansiklopedi okunur mu,
okurdum; tozlanmış ciltler yarım metre ötemde melûl melûl oturuyorlar. Çünkü internet
acayip tasarruflu iş, afakî bilgiler bir tık ile emrinize amade…
Zarif’in çayevi sizlere ömür
ama daha geniş ve denginizle denklenebileceğiniz hayli mekân var; her şehirde
var. Bir de iftara kadar dimağı gıdasız kalmış ehl-i duhanın yele karşı duman
üflemesi erbabı için ayrı bir keyiftir; nostalji üfürmüyor, tecrübemi
konuşturuyorum. Zahmet etme sevgili editör, ağzımı ben bantlayayım, xxxxxa
sağlığa zararlıdır! Geç saat, çayların hitamında bir de kahve, sahura kadar çakı
gibi tutar adamı. Mevsim itibariyle izne ayrılanlar yahut öğleye kadar benim
gibi uykuya da part-time oruç tutturma imkânı olanlar için Ramazan’ın kıymetini
yazın idrak etmek daha hoş değil mi? İnceliğe dikkat; orucu uykuya değil,
uykuya oruç tutturmak… Uyku borçlarımızı da eda ettikten sonra, ibadet ve bu
ayın ziyneti mukabeleler; bizlere dünyanın en medeni, en munis yirmi dört
saatini geçirtir.
Bastıramıyorum içimdeki yetimi,
terli perçemini düzeltmeliyim!
Çocukluğumda da
severdim/severdik yaz Ramazanlarını. O cami senin bu cami benim teravih namazı pasaportuyla
şehri turlamış olurduk. Kaytardığımız da oludu; herkes camide bilirken, gecenin
bir vaktine kadar oynar, ter tırnağımızdan akardı. Trafik yok, yollar karla
kaplı değil, hava hâzâ oyun havası; kim tutabilir bizi. Hatimle teravihi de ilk
kez bu gezmelerde tanıdım, ağır gelmişti; yarı yerde paldır küldür çıktık açık
havaya. Yaz Ramazanları için arazi tahsis edilse, kısmı-azamını çocuklar
doldurabilir.
Şehrin son şahitleri olan bir nesiliz.
Akran ile de yollar bir iftarda, teravihte yahut çay ocağında mutlaka kesişiyor
ve mazide kalan günleri yâd ediyoruz. Ne çok şey yaşamışız, anlata dinleye
bitiremiyoruz. Seziyorum, gözü dayanıksız bazı arkadaşlar çaktırmadan mendili
gözlerinin üzerinden geçiriyor… Bu üçüncü yaz Ramazanım ve Ağustos, yani Temmuz
soğuklarını da savuşturmuşuz; bir sonraki o kadar uzak ki, hatıra ile hayalin
kesiştiği yerde geleceğime göz kırpıyorum.
Bayrama ne kaldı ki, şunun
şurasında…