11 Ağustos 2012 Cumartesi

YAZ RAMAZANLARI



Merhum Kaya Bilgegil haziran ortasında sakoyla bölüme girmektedir... Genç akademisyenler için bir yürüyen mektebin her hali önemli; hocayı sözün mıntıkasına çekmek için o günün bahanesi de ayağıyla gelmiştir. Taliban odaya damlar ve münasip bir lisanla, “Hocam, sakoyu çıkarmayı düşünmüyor musunuz?” sorusunu yöneltirler. Cevap; Erzurum’u, soğuğu, sakoyu, yaşlı mafsalların karıncalanmasını havidir ve hafiften sitemlidir:
­- Erzurum’un Temmuz soğukları da geçsin, çıkaracağım evladım!
Hocam, takvimde “eski hesap”ı takip eder miydi bilmem; ama ben takip ederim. Mayısın sonlarına kadar, kışlıklarımı çıkartmam ki bu da Haziranın başı demektir handiyse. Nükteyi çok tuttuğumdan, bana da kalın urbalarımı soranlara “Sivas’ın Ağustos soğukları da geçsin, yazlıkları çekeceğim!” derim. Nüktenin şeş cihetini anlayan fazla değil ama yine de bir şeyler anlaşılıyor ki, en mizah yoksunu bile tebessüm edebiliyor. Çocukların suçu yok; o günlerin bazı olumsuzluklarına rağmen merhum Hoca’nın muhatapları gibi teşne-dil öğrencilerimin çok sayıda olmasını isterdim. Bu yüzden azlarım çok kıymetli çoook!
Ramazan’ı sevmemek ne mümkün; azalıyorum ve yaşayacağım Ramazan sayısının azalışına da için için üzülmekteyim. Bu üzüntü anlaşılabilir mi, paylaşıla bilir mi bilmem; anlatmaya çalışayım… Bu dünyadan göçtükten sonra senede bir ay izin çıksa kudret-i haktan ve tercih hakkım olsa: Ramazan’da faniler arasında, hanemde olmayı isterdim; ama “Ramazan yaza mı geldi!” diye de sorardım. İftar ferahlığını ailemle yaşamayı, teravih namazını Ulu Cami’de kılmayı, namazı müteakip Zarif’in Çayevinde demlenmeyi isterdim. Ramazan bu kadar değil elbette, tek başına hilâl endamlı bir medeniyettir. Bir toplum, kalan on bir ayda, ayların sultanına ettikleri biati unutmasa, dünyanın en medenî ahalisi haline gelir.
İnanmazsınız… Yarım saat evvel işyerinden çıktığımda kezzap gibi bir sıcak vardı. Yarım saat sonra arabadan indim ve içeri girinceye kadar akşam serinliği(!) tepeden tırnağa silkeledi. Şimdi anladınız mı, Ramazan’ın yaza gelenini kıştan ziyade neden sevdiğimi? Kış günleri kısa ama sahurda çoğunlukla üşütüyorum, sabah midem havaleli… Zemheri ayazı ve oruçsun; katın açılmıyor ki açık havaya çıkasın, ayaz adamın dalağını kesiyor. Gerçi arabalıyız, ama oruç keyfiyle trafiğe katkıda bulunmak kalp kırma, kırılma riskini artırır, en iyisi evde tatsızlık çıkarmak… Hayat şartları eskisiyle kıyaslanmayacak derecede konforlu; tuvaletler bile kaloriferli, ayağımız yere değmiyor filan diyebilirsiniz ama benim gibi kemik yorgunu bir adamı kış Ramazanlarının daha güzel olduğuna ikna edemezsiniz. Çünkü konu sadece soğuk değil, şu teravihten sonra açık havada gıcırtılı tahta iskemlelere oturup ettiğimiz muhabbet, cennet taamı gibi bir şey… Hele işin içinde çekilir tarafından canlı müzik de varsa… Daha demin demedim mi İbrahim, Bakara meclislerini canlandıralım diye?
- Dedin abi dedin de; yokladım kamuoyunu herkesin arşivi varmış, CD’den dinliyorlarmış!
Dinlesinler! Canlı olan herşeyin ruhunu kabzederek, insanı canlı canlı kendi kuturlarına hapseden bir dijital âlemin varlığı bir dert, yokluğu çare değil. Ansiklopedi okunur mu, okurdum; tozlanmış ciltler yarım metre ötemde melûl melûl oturuyorlar. Çünkü internet acayip tasarruflu iş, afakî bilgiler bir tık ile emrinize amade…
Zarif’in çayevi sizlere ömür ama daha geniş ve denginizle denklenebileceğiniz hayli mekân var; her şehirde var. Bir de iftara kadar dimağı gıdasız kalmış ehl-i duhanın yele karşı duman üflemesi erbabı için ayrı bir keyiftir; nostalji üfürmüyor, tecrübemi konuşturuyorum. Zahmet etme sevgili editör, ağzımı ben bantlayayım, xxxxxa sağlığa zararlıdır! Geç saat, çayların hitamında bir de kahve, sahura kadar çakı gibi tutar adamı. Mevsim itibariyle izne ayrılanlar yahut öğleye kadar benim gibi uykuya da part-time oruç tutturma imkânı olanlar için Ramazan’ın kıymetini yazın idrak etmek daha hoş değil mi? İnceliğe dikkat; orucu uykuya değil, uykuya oruç tutturmak… Uyku borçlarımızı da eda ettikten sonra, ibadet ve bu ayın ziyneti mukabeleler; bizlere dünyanın en medeni, en munis yirmi dört saatini geçirtir.
Bastıramıyorum içimdeki yetimi, terli perçemini düzeltmeliyim!
Çocukluğumda da severdim/severdik yaz Ramazanlarını. O cami senin bu cami benim teravih namazı pasaportuyla şehri turlamış olurduk. Kaytardığımız da oludu; herkes camide bilirken, gecenin bir vaktine kadar oynar, ter tırnağımızdan akardı. Trafik yok, yollar karla kaplı değil, hava hâzâ oyun havası; kim tutabilir bizi. Hatimle teravihi de ilk kez bu gezmelerde tanıdım, ağır gelmişti; yarı yerde paldır küldür çıktık açık havaya. Yaz Ramazanları için arazi tahsis edilse, kısmı-azamını çocuklar doldurabilir.
Şehrin son şahitleri olan bir nesiliz. Akran ile de yollar bir iftarda, teravihte yahut çay ocağında mutlaka kesişiyor ve mazide kalan günleri yâd ediyoruz. Ne çok şey yaşamışız, anlata dinleye bitiremiyoruz. Seziyorum, gözü dayanıksız bazı arkadaşlar çaktırmadan mendili gözlerinin üzerinden geçiriyor… Bu üçüncü yaz Ramazanım ve Ağustos, yani Temmuz soğuklarını da savuşturmuşuz; bir sonraki o kadar uzak ki, hatıra ile hayalin kesiştiği yerde geleceğime göz kırpıyorum.
Bayrama ne kaldı ki, şunun şurasında…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder