31 Aralık 2012 Pazartesi

KERBELÂ AHLÂKI



Mazlumlar çağırıyor, Hz Hüseyin hilafet için değil sırf onlara yardım için koşuyor... Mazlumların kalleşliğine uğruyor ama asla yolundan da dönmüyor... Bu cümle çok özet; evet, ama Kerbelâ’yı yazmaya da hacet yok... Çünkü yürek dağlayan ağıtlarla dolu binlerce manzum, mensur “Kerbelâ Faciası” yazılmıştır ve çoğu da Yezide lanet ile doludur.
Sonraki yüzyıllar boyu da, bugün de Kerbelâ; Hz. Hüseyin ile Yezid düalitesine dayandırılan siyasî ihtiras ve çıkar davalarına alet edilmiştir. Hz. Hüseyin’in şahadeti Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı şiar edinen müminlerin siyasetten nasıl ayıklandığını gösteren bir milattır. Onu yardıma çağıran sahte mazlumlar, gerçekte dünyevi çıkarlarını sağlama almak için çağırmışlardır; Hz. Hüseyin’in gayesinin kendi çıkarlarıyla çakışmadığını fark edince de çark etmişlerdir. Bugünler için de Hz. Hüseyin taraftarı olmak demek, onu sevmek değil; siyaseten nemalanmak anlamına gelmektedir. Yani bugünün taraftarları, kelimenin tam anlamıyla Yezidî ahlâkla ahlâklanmışlardır ama Hz. Hüseyin’in taraftarı olmayı siyaseten araç olarak kullanmaktadırlar.
Peki, Yezid nedir?
Kimdir diye sormuyorum, çünkü kim olduğu malumdur...
Yezid, müslümanların dünyevîleşmesinin ta kendisidir ve o da bir milattır... Yezid ile başlayan saltanat, İslam Tarihi’nin ilk ve en “Büyük Rasyonalizasyon”udur.  Kerbelâ Faciası sonrasının İslam Dünyası; topyekûn ticarî kapitalizm ile devlet politikalarını eşleştirmiş olduğundan dolayı Yezidane bir siyaset bataklığına gömülmüştür.
“Mülk Allahındır!” hükmü, “Mülk Sultanındır!”a dönüştürülmüştür… Servet ile iktidar bütünleşmesi, aslında cari iktisadî ahlâkın müptedası sayılabilir.   “Gâvur”un Batı’ya tahvili; buna karşı geliştirilen, reform hareketleri ile ateşlenen bir rasyonalizasyon, bir aksülameldir. Eğer İslam Dünyasının sakinleri endüstri devrimini başarsalardı; bugünün dünyasının “süper gücü” yahut “süper zalim” namzedi olabilirlerdi… Tabii, “Büyük Rasyonalizasyon”dan ötürü zayıf gördüğüm, gözümde canlandıramadığım bir ihtimal de, tüm insanlığın göğsüne inşirah veren bir düzen kurabilmemiz olurdu… Gerçekleşmeyen bir dünyanın rüyasıyla tabirlere kalkışmam, biliyorum otoriteleri ve otoriterleri rahatsız edecektir; keşke etse… Keşke etse, her köşebaşında bir “minik yezit” onlar namına gıybetimizi ede ede sözümüz mahalline varmadan unutulur, tüketilir… Olsun, tahayyül edebiliyorsam varım!
Kerbelâ faciası sonrası, olayın kendisi tekrar tekrar dramatize edilerek nesilden nesile aktarılsa da, işin özü kaybolmuştur... Yezidî ahlâk, devletler değişse de siyasî ahlâk/devlet ahlâkı haline gelmiş; özellikle de Hüseynî ahlâkı kendini sever gibi görünen taraftar ve taraflarca bertaraf edilmiştir.
Bugünün ehl-i şiası ve ehl-i sünneti Hz. Hüseyin’i anmada, ona ağıtlar yakmada, müsamereler düzenlemede yarış halindedirler ama hiç kimse Hz. Hüseyin’in ahlâkıyla ahlâklanmayı aklına getirmeyi düşünmemektedir. “Kerbelâ’yı kim daha iyi dramatize edecek?” konulu bir yarışma bile düzenleyebilirler ve hatta “Yılın Kerbelâ Ödülleri” gibi şaklabanlıklar bile gerçekleştirilebilir...
Bu Kerbelâlar Hüseyinsizdir…
Bu Kerbelâlar Hüseyin’in dedesinden talim ettiği “güzel ahlâk”tan külliyen nasipsizdir…
­­­


Ezberlenmiş Aşklara Veda


Nasıl seveceğimiz belliyken narh usulü
Nokta nokta geçilir ne desem aşka dair…
Çantayı alıp çıkmak kadar kolaydır belki,
Çiçekçiye uğramaktan ansızın vazgeçmektir.

Bir demir ökçe gibi işlediğim ilk günah
Oymuş şehrin kalbini bir acayip yeknesak…
Sende ne yanım eksik bende ne yanın fazla
Bulmaca çözer gibi oturup tamamlasak…

Topuk ile parmağın arasındaki dalga
Ne âlemde acaba bütün derdim o şimdi
Sörfe başlamak için en uygun yer orası.
Dilimin ta köküne toplayıp benliğimi,
Benliğinde ruhumu eritmenin sırası…

Göğsümde kal öylece buharlaşıp uçmadan
İnceltelim kırmadan geçtiğimiz her anı…
Zaman en büyük tufan, en büyük tufan zaman
Ben ise bir korsanım saatleri titreten
Olacaksa darağacım tsunami olmalı.

Veda bütün sonlara kalkan son gemilere
Yazmak intihar olur küstahlıktır sonumu;
Sormak ise aptallık sevmeliyim sadece
Başımdan uzak tutup ezberlenmiş aşkları.

2 Aralık 2012 Pazar

KENT MÜSLÜMANLIĞI YAHUT AYSUNİZM



Bilim adamı yahut mütefekkir unvanını hak kazanmış kişiler, mesuliyet sahibi değillerse en tehlikeli ve zararlı güruh haline gelir. Bu zevat: Medya ile bütünleşerek, kitlelere, camialara hitap imkânını ele geçirdiğinde, sözleri de hakikat mevkiine yüceltilir. Cahilin yanlış fiili hata; okumuşunki cehl-i mürekkeptir. Bazı doğruları kullanarak, yanlış hükümler çıkarmak ise bugünün cehl-i mürekkep taifesinin müktesep vasfı
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!” sözü yerine, “Hayatta en hakiki mürşit ahlâktır!” demeyi tercih ederim. Her ikisini de “Hayatta en hakiki mürşit ilim adamıdır!” ve “Hayatta en hakiki mürşit güzel ahlâklı adamdır!” diye ayrıca şerh etmek gerekir. “Bilim kimdir?” ve “Güzel ahlâk kimdir?” soruları vasıtasıyla öznelere ulaşabiliriz. İşte orada sıkıntı vardır: Bilim, sanat yahut fikir adamlığı statüsünün kazandırdıklarıyla ahlâkdışı bir hayat sürdürenler, kendi aralarında bir tür “çıkar grupları” oluşturarak dini, siyaseti, çarşıyı fesada boğmaktadırlar.
Mahut tavırların belli bir adresi yoksa da sözüm söylem itibariyle güzel ahlaktan yana geçinen ve sağcılık içinde yuvalanmış cehl-i mürekkebedir. Yuvalanma sözünü özellikle tercih ediyorum, daha vahimi yuvalananlar aynı zamanda kaşarlanmıştır. Neo-Muhafazakârlığı kimseye bırakmadan ve “Bizden olsun çamurdan olsun!” sürüleşmesi içinde kendilerine mühim mevkiler bulabilmektedirler…Bazen fikir adamıdırlar, bazen sanat, bazen kiralık kalem… El-hâk; en ahlâklı, en bilgili olmasalar da “uyanık”tırlar, jest ve mimik itibariyle büyük adam rolünü neo-kentsoylu(!) oldukları için daha iyi oynarlar.

Şehirli manken-köylü evliya
Karşımızda gündemi belirleyen, altını üstüne çeviren malumatfuruş bir zevat vardır; tarih, sosyoloji, ilahiyat formasyonuna da sahip olmaları tercihe şayandır… Formasyona itirazımız yok; belkemiği olan aydının ufkunu genişletir; belkemiği deformasyona uğramış olanı ise en hafifinden erken seyir eden züppeliğe müptela kılar. Uygar-ilkel, beyazadam-renkli, gelişmiş-az gelişmiş, çağdaş-çağdışı, kentli-köylü gibi kavramlar ideolojik boyut da taşıyan sosyolojistik kavramlardır. Zikrettiğimiz kategoriler içerisinde en dikkat çekici olanı ve özellikle de sağdançarklı enteller tarafından en çok kullanılanı köylü-kentli ayırımıdır. Millî sınırlar içinde sosyolojist anılmanın tek yolu da zaten köylü-kentli kategorileri üzerinden söz pazarına adım atmaktır. Çünkü tarihimiz senyör-serf mukayesesine imkân vermez… Ama yığınlarca; pazara gelen ve şehirli tarafından malı yok pahasına elinden alınan köylü-şehirli hikâyesi, atışması vardır. Birinci katta tarih, ikinci katta sosyoloji yapan bir ciddiyetten azıcık nasiplenmiş olan bilir ki; türkülerin, manilerin, fıkraların işlemiş bir gerçeklik, sağlam sosyolojik delillerdir.
Köylü-kentli düalizmi üzerine kurulan bir sosyoloji kuramı olamaz, belki halkiyat destekli tebessüm ettirici çalışmalar yapılabilir. Muhatabımız sosyologlar değil, sosyal kategorilerden ahlakî ilkeler çıkarma sululuğunu arada bir ortalığa serptirenlerdir. Daha çok manken olduğu için kıyasıya eleştirilen Aysun Kayacı’nın demek istediği de aslında bunlarla aynıdır… Ulusal(cı) mankenin dağdaki çoban-şehirdeki manken ayırımı; “köylü evliya” menkıbesine sığınan sosyolojistlerden daha temiz bir duruştur. Mazereti vardır; manken olmak için siyasetçi, sosyolog, tarihçi, gazeteci yazar filan olması gerekmez.
Köyün evliyası, şehirdeki evliya arkadaşına ağustosta mendiline sarıp kar getirmiş. Ama az sonra şehrin dilberlerini temaşa edince mendilindeki kar erimeye başlamış, kerameti uçkurunda nihayetlenmiş. Bazıları bunda hikmet arayabilir, bulabilir de; ama baştan ayağa terbiyesizlikle malûldür.  Karın, karıya bakınca erimesi, gerçekte köylü evliyanın, evliya olmadığını gösterir. Köylü evliya(!) keşiş değildir, bizim köylerde de kadınlar haremde değil, günlük hayatın her safhasında erkekleriyle beraberdirler;“Güzin Abla”ya da ihtiyaçları yoktur… Bence bu kıssa, köylünün malını ucuza kapatan şehirli bir tüccar tarafından, kendi ahlaksızlığını meşrulaştırmak için uydurulmuştur. Oturup, ince ayar tahlile tabi tutacak olsak, ortaya yine ciddi sonuçlar çıkarabiliriz ama oyalanmaya değmez, en azından şimdilik…
Aysun Kayacı, manken-sosyolojisttir; kaypak ilgi ve bilgilerle toplum mühendisliğine soyunan zevat da sosyolojist-mankendir. İkincilere “konu mankeni” de diyebilirsiniz ve muhtemelen konu da uzak diyarlardan sipariş verilmiştir. İdeolojik farklılık, inanın teferruattan ibarettir. Sosyolojik kategorileri, ahlakî ölçüler yerine ikame etmeye çalışmaları ise en kentsoylular arasında bir koltukluk yer kapma çabasıdır. Kayacı’nın sözü, yaşamından kaynaklanan bir doğaçlamdır(!). Ötekilerin derdi ise: Köylüleri ötekileştirerek, yüksek burjuva olarak gördüklerine, “Ben sizin bildiğiniz Müslümanlardan değilim, beni de aranıza kabul edin!” selamıdır. Selamlarını alırlar mı? Almazlar, çünkü köylü Müslümanlar(!) arasındaki itibarlarını, onları aşağılayarak elde etmişlerdir; yüksek sosyete arasında ise Aysun Kayacı’nın kesip attığı tırnak kadar itibarları olamaz.

Köylüler/köyler niçin öldürüldü?
Konu elbette kenti mesken tutan köylülerdir; daha doğrusu köy kökenli kentlilerdir…
Bu istilacı(!) köylüler olmasa zıvanasından çıkmış kentlilerin merak edip de dinlerini öğrenmek için kitabın sayfasını kaldırma, zil zurna sarhoş vaziyette gerdeğe girmenin yanlış olduğunu anlama imkânları yoktu. O gerçekten yıkılmış ve harp yetimi halleriyle, çok büyük bir ihtiyacı hissettirdiler. Köylülerin kente göçüşlerinin getirmiş olduğu hareketlilik, Türkiye’de yaşanan olumlu olumsuz pek çok şeyin itici gücüdür. İktisadi liberalizmin ancak fertlerin özgürlüğüyle mümkün olabileceğini bugünlerde gündemin esas maddesi yapan da köylülerin hareketliliğidir. Bugünün orta tabakası büyük oranda köy kökenlidir. TOKİ’ler onlar için barınak inşa etmekte, duble yollar göç kolaylığı sağlamaktadır.
Halil İnalcık, Osmanlı Devleti gibi devletlerin tamamının köylü imparatorlukları olduğunu ve Osmanlı’nın mülkiyet ilişkilerini belirleyen uygulamanın her haneye bir çift öküzün işleyebileceği toprak miktarının verildiği Çifthane sistemi olarak kavramlaştırılabileceğini söylemektedir. Bugünün problemi, kendi köyünde geçimini sağlayan ve şehirleri de, orduları da besleyen “efendiler”in, kente göç zorunda kalışıdır. Kent, insanların en kaba yerlerini harekete geçirir, iştah ve haz varlığı haline getirerek de kabalaştırır. Tabii, bundan elli sene evveline kadar güzelim şehirlerde yaşayan ve bugün çoğunun geçmişinin ne olduğu unutulmuş asillere(!) büyük bir rakip çıkmış; makamlar, mevkiler, meslekler birer birer elden çıkmaya başlamıştır. Bu konuda manken hanımlar da haklı, konu mankeni beyler ve hanımlarda…
Asalet ibraz eden ortaçağ şehirleri, yerle birdir ve bu konuda Türkiye en acımasız cinayetlere sahne olmuştur; keşke şehirlerimizin silueti olsun canlı kalsaydı. Ve keşke uygulanan yanlış, hatta ihanetlerle dolu tarım politikalarıyla yerle yeksan edilen köyler ve köylüler de yerinde kalsaydı. Baştan ayağa sağlıksız kentleşmenin baş müsebbibi ricalin, mütegallibenin ve kent şovenistlerinin suçu köylülere atmaları ise tam bir “cambaza bak” numarasıdır.

Kentin İnsanı: Bozuk paraların insanı, kaypak ilgilerin
Şair sözünü tahrif etmek niyetinde değilim ama şehir ile kent ayırımından yana olduğum için kent demeyi tercih ediyorum. Kentlerde, ilişkilerin çıkara (makam, statü, mevki), en netice paraya dayalı olduğunu bilmek için sosyoloji okumak gerekmez; bu ilişkilerin hâkim olduğu yerlerde ahlâk, -bir nevi- günah çıkarma hücresine sığınır. Şairlerin dili daha keskindir ve bir kucak lafa ihtiyaç bırakmaz.
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivicelerin

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin”
Bu özel mısralar kenti hülasa etmektedir; başka söze hacet yok ama şerhe daima ihtiyaç var... Hayatımda ne kadar hainliğe, hasetliğe, zarif ihanetlere uğradıysam, faili ya neo-kentsoylular ya da onları örnek seçen sonradan görme köylüler olmuştur; ideolojik yahut dinî istisnasını da görmedim. Köyü de şehri de yaşayan biri olarak, şahsiyet çizgisinde sapma göstermeyen ne kadar haysiyetli, namuslu ve dürüst insan tanıdıysam, köylü saflığını derununda hâlâ taşıyanların içinden oldu. Bu da beni İbn-i Haldun’un köylü-şehirli fazilet mukayesesinin uzun çağlar boyunca geçerlilik taşıdığına ikna eden bir tortu olmuştur. Bugün bu tortunun da kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Modern çağlar ve modernizm köylü şehirli tüm insanları birbirine benzetmiş, farklı hayat alanlarını ve tecrübelerini silmiş süpürmüştür; tüm dünya büyük bir yığıntı haline gelmiştir. Böyle bir zaman ve ortamda hâlâ köylülükten kentlilikten bahsetmek için, en hafifinden bir hayal âleminde yaşamak icap eder. Keşke Aysun Hanım gibi hit ölçülerde formüllerim;  sağ sosyolojistler gibi köylü-şehirli evliya menkıbesi türünden tarihî vesikalarım olsa da rahatça ahkam kesebilsem…
Bu gidişle on sene sonra köy de köylü de kalmayacaktır. Ama şimdilik az sayıda köy ve köylü vardır; az sayıda şehir kırıntısı ve şehirli olduğu gibi… Mevcut durumda, kentlerin ve kentlilerin kötü; köylerin ve köylülerin tamamen iyi olduğunu söylemek; popüler sosyolojistlerle aynı kategoriye girmektir; gayri insaniliktir. Kent Müslümanlığı’ndan maksat, kentin kozmopolit ortamına uyum sağlamış/sağlayacak adam yontmaksa; kafa kafaya verip “Kent Müslümanlığı İlmihali” yazmaları tavsiyemdir…
Kronikleşmiş Medine anakronizmi
Yesrib şehir olduğu için değil, ferdiyetiyle “Güzel Ahlâkın Yürüyen Medinesi”nin teşrifiyle Medine olmuştur; elbette Mekke de bir şehirdir, hatta devrinin Newyork’u filan gibidir. Çatal dilli sosyolojistlerin yolu da burada çatallaşıyor: Medine’yi anakronik illüzyonizmlerine bir malzeme gibi kullanarak, “Peygamberimiz de Yesrib’i seçmişti!” hükmü kolayca çıkarılır… Buradan hareketle “Öyleyse kentli müslümanlığına terakki farz-ı ayndır(!)!” önermesine geçiş; tam bir hokkabazlık, tükenmeye yüz tutan köylere/köylülere de, şehirler/şehirlilere de en büyük hakarettir. 
Dini malzemeyi sosyolojistik alanda müsrifçe sarfedenlere, sadece Hz.Musa’nın hayatını hatırlatalım. Ol kıssadan bir büyük peygamberin, firavunun-karunun hem kendileri, hem şahıslarına mahsus bilimadamları (büyücüleri), hem de topyekün şehirleriyle olan ilişkilerini ve mücadelesini okursunuz. Hususen, Hz. Musanın Medyen suyu kenarında karşılaştığı çoban kızın ve onun şahsında çobanların (Aysunistlerin kulakları çınlasın) yahut bedevilerin sergilemiş olduğu güzel ahlâka hayran olursunuz… Olayı dilerseniz köylülerin üstünlüğüne dair anakronik bir malzeme olarak kullanabilirsiniz. Tabii, peygamberlerin hepsini de örnek alınacak insanlar sayıyorsanız. “Şehir; dinin, sanatın, felsefenin piştiği ve taşrasına doğru genişlediği yerdir!” deseniz, harc-ı âlemdir ama doğrudur. Sosyolojik bir işlev tanımıdır ama buradan da bir ahlakî kategori çıkarılamaz.
Yesribi Medine’leştiren “Güzel Ahlâkı” örnek alan insanlarla dolu kentler var da biz mi ıskaladık? Lütfen Medine’yi incitmeyin. Şöyle bir söz mesela, kronikleşmiş anakronikçilere daha yaraşabilir: Kentler içinde en kent olanı Washingtondur (meselâ yani) ve Washington’da kent hristiyanlığı yürürlüktedir; biz de çağdaşlaşalım, çok geç olmakla beraber benzeri bir kentleşme sürecine girelim ve kent müslümanlığı diye bir mezhep geliştirelim! Böyle derseniz, ben kendi adıma daha ciddiye alabilirim, en azından daha köşeli bir duruştur, bulanık suda balık avlamak gibi bir hesabı yoktur. Üstelik anakronik değil, eşzamanlı (senkronik) bir örnektir.
Sonuç: En az İlber Ortaylı kadar ciddiyet…
Birileri günümüzün hakiki probleminin kentlilik-köylülük olmadığını ya bilmediğinden, ya da kendilerini dinleyen kitlelere bilgiçlik taslamak için tam anlamıyla bir cadı kazanı kaynatmaktadırlar; söyledikleri ciddiyet ve disiplinden uzaktır ama zihni tahribata yol açmaktadır.  İlber Ortaylı, bir röportajda “Şimdi sabah akşam oturup işte köylüler geldi falan. Bu hiçbir şey yapmaz, ikna edemezsin insanı. Çünkü diyorum bak %85’i köylüydü ben ilkokula başlarken. Demek ki herkesin ya babası, ya dedesi köylü… Böyle bir toplumda sabah akşam köylülere laf atarak sorunları çözmeye çağıramazsın insanları. Demokrasilerde ortak kaynatmak gerekir kazanı.” demişti. Köylü nüfus bugün %25’tir ve artık köylü filan da değildirler; hatta zayıf fikirlerini yeni bir modernleşme projesi gibi takdim edenlerden daha kentlidirler. 
Bence gecikmeli olarak solcu ağabeylerine özenerek toplum mühendisliğine soyunan zevatın sıkıntısı da kentlerin tegallüb alanlarından (Bir nevi kamu alanı) iyiden iyiye çıkıyor olmasıdır. Bu ülkenin ortadireği artık köy kökenlidir; acar kentlilerin cevvaliyeti, girişimciliği ve her alanda görülür olmalarından fena halde rahatsız olmuşlardır; tavırlarının da Aysunist yahut Bekirist seçkincilikten en ufak bir farkları yoktur. Onu dürüstlük cihetiyle efdal tutarım; çünkü Aysun KAyacı çağdaş kent kriterlerine göre çok seçkin biridir; mankenlik gibi zor bir zenaat dalında temayüz etmiştir. Kent Müslümanlığı(!) mankenler konusunda çirkin önyargılı düşüncelere sahip değilse tabii? Öyle olursa derin fikirdaşlarına karşı çok ayıp ederler.

KUŞDİLİYLE AĞIT


İşaret parmağı, parmağın üst boğumu
Üst boğumun şöyle tırnağa yakın ucu;
İnsanlığın donduğu tükendiği son adres!
Dokunmak dokunmamak meselenin sonucu…

Bir fosforlu düğme tamamlar her işlemi
Kırbaç taşımayız bakın acayip kibarız.
İşaret çakınca patron kurcalarken dişini
Serçe parmağımızla bile dağları yıkarız.

Kocaman bir kaya vardı burada, eminim!
İçinden sular geçerdi tatlı, diri, dinlenmiş…
Nitro dolduruldu göğsüne ve bummm!
“Az önce!” bizim için çok uzak yermiş…

Nobel ödülüne birkaç kuruşluk katkıdır,
Dizleri üstünde sırasını bekleyen kayalar…
Hepimizin sanki canı bir düğmeye bağlıdır
Biz yürüyen ve sürünen ve ayakta duranlar…

Artık o sedef gülüşlü karşı yamacın
Farkı yok dişleri düşmüş bir ihtiyardan.
Ne istediğini kayalardan bir avcının
Keklik ol da anla, de hadi anlarsan!

KÖPEKLER VE İNSANLAR


İt hayvanat seviyesinde seyreden sadakate timsaldir…
Kıtmir ise itlerin en asilidir, türünün fevkinde bir mevkiye ulaşmıştır… Devrinin firavununa karşı mücadele eden ve Ashab-ı kehf olarak bilinen yedi kahramanın peşi sıra cennete gireceği rivayetleri vardır…
Burası önemli…
Sadakât gösterdiği şahsiyetlerin yüceliği itlere bile kişilik ve asalet kazandırmaktadır…
Yedi kahramandan bir tanesi çobandır…
Bazı peygamberler çobandır ve güdülerinin dışına taşma imkânı bulamayan mahlûkların dünyasını bu sayede iyi tanımışlardır. İnsanları hayvanın da aşağısına düşürebilen nefsi tanımak için, bir tutam otun deveyi yardan uçurmasını gözlemek, bir ümmiye bile kâinat kitabını doğru okutabilecek bir derstir. Tabii, çobanın ümmî olması değil, “Kitap gibi adam!” olması şarttır; aksi takdirde çobanın güttüğünden farkı, elindeki değnekten ibaret kalır…
Çobanın sürüyü sevk ve idarede liyakatinin göstergesi, itidir. Bu yüzden çobanın iti, sıradan bir şahsiyet değil; sahibinin terbiyesinin tecellisidir… Çobana bakıp itine paha biçmek mümkün olduğu gibi, itine bakıp çobanın karakterini anlamak da mümkündür…
Bir de kapı köpekleri vardır…
Bunlar bağlı oldukları haneyi korurlar… Hane halkının tamamının ayaklarını yalım yalım yalarlar; özelliklede “yuvanın hanımağası”na ve çocuklarına ayrı bir sevgileri vardır. Çünkü kadın, çanağı dolduran varlık, çocuk ise canına şenlik katan oyun arkadaşıdır… Bu köpeklerin haneye olan bağlılıklarını ifade için, yallandıkları çanağı temiz tutma özellikleri dilimizde de kıvamında bir karşılık bulmuştur. “Köpek bile yal yediği çanağa işemez!” atasözü, hayvanlar üzerinden psiko-sosyal tahlil yapmak için biz insanların sıkça başvurduğu benzeştirmelerden birisidir…
“Köpek bile…” atasözü, liyakatiyle değil; “Bizdendir!” yahut “Hamil-i kart yakînimdir!” gibi iltimaslarla kurumlara, işyerlerine yerleştirilen sömürgenler için kullanılır. “Bile” mukayesesiyle tefrik edilen işbu insanlar çeşit çeşittir; genelleme yoluyla tipikleştirirsek: İşverenin bevliye hacetidirler… Çalışmazlar, tozlu dosyaları karıştırırlar, kapıları dinlerler, namuslu adamları fişler, icabında dişlerler… İnsan suretindedirler ama nerde bir temiz çalı dibi görseler bir ayağını kaldırarak ıkına mıkına septiren süslü minikler gibi yaşarlar… “Bile”lerin, sağlıklı yürüyen her birime, namuslu çalışan her emekçiye özel garazları vardır; gece gündüz demeyip rızıklandıkları kurumu kirli emellerine uyarlayarak işletirler. Bu istidada sahip mahlûkat işverenine göre itibar görür… Sahtekâr idareciye illa ki lazımdırlar, dürüstün ise yanına yaklaşamaz; hatta çaktırmadan pislik atmak için daima fırsat kollarlar. Habasetin müzminleştiği kurumlarda, idareci değişse bile ekmek yediği çanağı kubur gibi kullananlar değişmez; her idarecinin mahiyetinde işlerini sürdürür, ödüllendirilir ve hatta öylece de emekli olurlar… Yedikleri mabadlarını, içtikleri bevliye takımlarını düğlesin…
Bir de kırma itler vardır…
Melez ayrı bir şey, kırma ayrı…
Melez; bir uzman nezaretinde çiftleştirilen farklı niteliklerdeki ebeveynden daha üstün nitelikli olması umuduyla türetilen yavrulara denir. Dişinin öylesine tarla kenarından geçen azmış bir erkekten gebe kalmasıyla doğan garibanlara ise kırma denir. İnsanın asaletine, örnek şahsiyetler oluşu cihetiyle ceddinin katkısı olsa da, genlerine bağlı değildir; atların ve itlerin asaleti ise soydandır… Arap atı soydan olur, Kangal iti de… Kırma itlerden herşey beklenir çünkü gen haritası karışıktır; ekmek atana da, taş atana da hırlayabilirler… Bu genetik belirsizliğin, psiko-sosyal insan çeşitlemeleri üzerine taşınması, “Adamlığı da, itliği de belli olmaz!” deyimiyle dile getirilmiştir. Kısaca bu çeşit insanlara günümüzde “omurgasız” denilmektedir. Terbiye aldığı aile esas olmak üzere, tahsili, muhiti hilkaten temiz bir kâğıt gibi dünyaya gelen bu kadersizleri, günümüzün yaygın ve tehlikeli insan çeşidi yapmıştır… Mevcudiyetlerinin yegâne temeli, omurgasızlıklarını muhafaza ve müdafaa içindir…
İtiraf ediyorum; kırma itten çekinir, omurgasız insandan ise korkarım…
Allah, onları boşuna halk etmemiştir, ona da inanırım…
Onlar, bize hayvanların ne olursa olsun kalıtımla sınırlılığını; insanların ise en şerefli ile en sefil arasında seyretme imkânına sahip bir varlık olduğunu ihtar eder…