Bilim adamı yahut mütefekkir unvanını
hak kazanmış kişiler, mesuliyet sahibi değillerse en tehlikeli ve zararlı güruh
haline gelir. Bu zevat: Medya ile bütünleşerek, kitlelere, camialara hitap imkânını
ele geçirdiğinde, sözleri de hakikat mevkiine yüceltilir. Cahilin yanlış fiili
hata; okumuşunki cehl-i mürekkeptir. Bazı doğruları kullanarak, yanlış hükümler
çıkarmak ise bugünün cehl-i mürekkep taifesinin müktesep vasfı
“Hayatta en hakiki mürşit
ilimdir!” sözü yerine, “Hayatta en hakiki mürşit ahlâktır!” demeyi tercih
ederim. Her ikisini de “Hayatta en hakiki mürşit ilim adamıdır!” ve “Hayatta en
hakiki mürşit güzel ahlâklı adamdır!” diye ayrıca şerh etmek gerekir. “Bilim
kimdir?” ve “Güzel ahlâk kimdir?” soruları vasıtasıyla öznelere ulaşabiliriz.
İşte orada sıkıntı vardır: Bilim, sanat yahut fikir adamlığı statüsünün
kazandırdıklarıyla ahlâkdışı bir hayat sürdürenler, kendi aralarında bir tür “çıkar
grupları” oluşturarak dini, siyaseti, çarşıyı fesada boğmaktadırlar.
Mahut tavırların belli bir
adresi yoksa da sözüm söylem itibariyle güzel ahlaktan yana geçinen ve sağcılık
içinde yuvalanmış cehl-i mürekkebedir. Yuvalanma sözünü özellikle tercih
ediyorum, daha vahimi yuvalananlar aynı zamanda kaşarlanmıştır. Neo-Muhafazakârlığı
kimseye bırakmadan ve “Bizden olsun çamurdan olsun!” sürüleşmesi içinde
kendilerine mühim mevkiler bulabilmektedirler…Bazen fikir adamıdırlar, bazen
sanat, bazen kiralık kalem… El-hâk; en ahlâklı, en bilgili olmasalar da
“uyanık”tırlar, jest ve mimik itibariyle büyük adam rolünü neo-kentsoylu(!)
oldukları için daha iyi oynarlar.
Şehirli
manken-köylü evliya
Karşımızda gündemi belirleyen,
altını üstüne çeviren malumatfuruş bir zevat vardır; tarih, sosyoloji, ilahiyat
formasyonuna da sahip olmaları tercihe şayandır… Formasyona itirazımız yok;
belkemiği olan aydının ufkunu genişletir; belkemiği deformasyona uğramış olanı
ise en hafifinden erken seyir eden züppeliğe müptela kılar. Uygar-ilkel,
beyazadam-renkli, gelişmiş-az gelişmiş, çağdaş-çağdışı, kentli-köylü gibi
kavramlar ideolojik boyut da taşıyan sosyolojistik kavramlardır. Zikrettiğimiz
kategoriler içerisinde en dikkat çekici olanı ve özellikle de sağdançarklı
enteller tarafından en çok kullanılanı köylü-kentli ayırımıdır. Millî sınırlar
içinde sosyolojist anılmanın tek yolu da zaten köylü-kentli kategorileri
üzerinden söz pazarına adım atmaktır. Çünkü tarihimiz senyör-serf mukayesesine imkân
vermez… Ama yığınlarca; pazara gelen ve şehirli tarafından malı yok pahasına
elinden alınan köylü-şehirli hikâyesi, atışması vardır. Birinci katta tarih,
ikinci katta sosyoloji yapan bir ciddiyetten azıcık nasiplenmiş olan bilir ki; türkülerin,
manilerin, fıkraların işlemiş bir gerçeklik, sağlam sosyolojik delillerdir.
Köylü-kentli düalizmi üzerine
kurulan bir sosyoloji kuramı olamaz, belki halkiyat destekli tebessüm ettirici çalışmalar
yapılabilir. Muhatabımız sosyologlar değil, sosyal kategorilerden ahlakî ilkeler
çıkarma sululuğunu arada bir ortalığa serptirenlerdir. Daha çok manken olduğu
için kıyasıya eleştirilen Aysun Kayacı’nın demek istediği de aslında bunlarla aynıdır…
Ulusal(cı) mankenin dağdaki çoban-şehirdeki manken ayırımı; “köylü evliya”
menkıbesine sığınan sosyolojistlerden daha temiz bir duruştur. Mazereti vardır;
manken olmak için siyasetçi, sosyolog, tarihçi, gazeteci yazar filan olması
gerekmez.
Köyün evliyası, şehirdeki
evliya arkadaşına ağustosta mendiline sarıp kar getirmiş. Ama az sonra şehrin
dilberlerini temaşa edince mendilindeki kar erimeye başlamış, kerameti
uçkurunda nihayetlenmiş. Bazıları bunda hikmet arayabilir, bulabilir de; ama
baştan ayağa terbiyesizlikle malûldür. Karın,
karıya bakınca erimesi, gerçekte köylü evliyanın, evliya olmadığını gösterir.
Köylü evliya(!) keşiş değildir, bizim köylerde de kadınlar haremde değil,
günlük hayatın her safhasında erkekleriyle beraberdirler;“Güzin Abla”ya da
ihtiyaçları yoktur… Bence bu kıssa, köylünün malını ucuza kapatan şehirli bir
tüccar tarafından, kendi ahlaksızlığını meşrulaştırmak için uydurulmuştur. Oturup,
ince ayar tahlile tabi tutacak olsak, ortaya yine ciddi sonuçlar çıkarabiliriz
ama oyalanmaya değmez, en azından şimdilik…
Aysun Kayacı,
manken-sosyolojisttir; kaypak ilgi ve bilgilerle toplum mühendisliğine soyunan
zevat da sosyolojist-mankendir. İkincilere “konu mankeni” de diyebilirsiniz ve muhtemelen
konu da uzak diyarlardan sipariş verilmiştir. İdeolojik farklılık, inanın
teferruattan ibarettir. Sosyolojik kategorileri, ahlakî ölçüler yerine ikame
etmeye çalışmaları ise en kentsoylular arasında bir koltukluk yer kapma
çabasıdır. Kayacı’nın sözü, yaşamından kaynaklanan bir doğaçlamdır(!). Ötekilerin
derdi ise: Köylüleri ötekileştirerek, yüksek burjuva olarak gördüklerine, “Ben
sizin bildiğiniz Müslümanlardan değilim, beni de aranıza kabul edin!” selamıdır.
Selamlarını alırlar mı? Almazlar, çünkü köylü Müslümanlar(!) arasındaki
itibarlarını, onları aşağılayarak elde etmişlerdir; yüksek sosyete arasında ise
Aysun Kayacı’nın kesip attığı tırnak kadar itibarları olamaz.
Köylüler/köyler
niçin öldürüldü?
Konu elbette kenti mesken tutan
köylülerdir; daha doğrusu köy kökenli kentlilerdir…
Bu istilacı(!) köylüler olmasa
zıvanasından çıkmış kentlilerin merak edip de dinlerini öğrenmek için kitabın
sayfasını kaldırma, zil zurna sarhoş vaziyette gerdeğe girmenin yanlış olduğunu
anlama imkânları yoktu. O gerçekten yıkılmış ve harp yetimi halleriyle, çok
büyük bir ihtiyacı hissettirdiler. Köylülerin kente göçüşlerinin getirmiş
olduğu hareketlilik, Türkiye’de yaşanan olumlu olumsuz pek çok şeyin itici
gücüdür. İktisadi liberalizmin ancak fertlerin özgürlüğüyle mümkün
olabileceğini bugünlerde gündemin esas maddesi yapan da köylülerin
hareketliliğidir. Bugünün orta tabakası büyük oranda köy kökenlidir. TOKİ’ler
onlar için barınak inşa etmekte, duble yollar göç kolaylığı sağlamaktadır.
Halil İnalcık, Osmanlı Devleti
gibi devletlerin tamamının köylü imparatorlukları olduğunu ve Osmanlı’nın
mülkiyet ilişkilerini belirleyen uygulamanın her haneye bir çift öküzün
işleyebileceği toprak miktarının verildiği Çifthane sistemi olarak
kavramlaştırılabileceğini söylemektedir. Bugünün problemi, kendi köyünde
geçimini sağlayan ve şehirleri de, orduları da besleyen “efendiler”in, kente göç
zorunda kalışıdır. Kent, insanların en kaba yerlerini harekete geçirir, iştah
ve haz varlığı haline getirerek de kabalaştırır. Tabii, bundan elli sene
evveline kadar güzelim şehirlerde yaşayan ve bugün çoğunun geçmişinin ne olduğu
unutulmuş asillere(!) büyük bir rakip çıkmış; makamlar, mevkiler, meslekler
birer birer elden çıkmaya başlamıştır. Bu konuda manken hanımlar da haklı, konu
mankeni beyler ve hanımlarda…
Asalet ibraz eden ortaçağ şehirleri,
yerle birdir ve bu konuda Türkiye en acımasız cinayetlere sahne olmuştur; keşke
şehirlerimizin silueti olsun canlı kalsaydı. Ve keşke uygulanan yanlış, hatta ihanetlerle
dolu tarım politikalarıyla yerle yeksan edilen köyler ve köylüler de yerinde
kalsaydı. Baştan ayağa sağlıksız kentleşmenin baş müsebbibi ricalin, mütegallibenin
ve kent şovenistlerinin suçu köylülere atmaları ise tam bir “cambaza bak”
numarasıdır.
Kentin
İnsanı: Bozuk paraların insanı, kaypak ilgilerin
Şair sözünü tahrif etmek
niyetinde değilim ama şehir ile kent ayırımından yana olduğum için kent demeyi
tercih ediyorum. Kentlerde, ilişkilerin çıkara (makam, statü, mevki), en netice
paraya dayalı olduğunu bilmek için sosyoloji okumak gerekmez; bu ilişkilerin hâkim
olduğu yerlerde ahlâk, -bir nevi- günah çıkarma hücresine sığınır. Şairlerin
dili daha keskindir ve bir kucak lafa ihtiyaç bırakmaz.
şehrin insanı, şehrin insanı,
şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif
ihanetlerin
şehrin insanı, şehrin insanı,
şehrin
bozuk paraların insanı,
sivicelerin
şehrin insanı, şehrin insanı,
şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz
cesaretlerin”
Bu özel mısralar kenti hülasa etmektedir; başka söze hacet yok ama şerhe daima ihtiyaç var... Hayatımda ne kadar hainliğe, hasetliğe, zarif ihanetlere uğradıysam, faili ya neo-kentsoylular ya da onları örnek seçen sonradan görme köylüler olmuştur; ideolojik yahut dinî istisnasını da görmedim. Köyü de şehri de yaşayan biri olarak, şahsiyet çizgisinde sapma göstermeyen ne kadar haysiyetli, namuslu ve dürüst insan tanıdıysam, köylü saflığını derununda hâlâ taşıyanların içinden oldu. Bu da beni İbn-i Haldun’un köylü-şehirli fazilet mukayesesinin uzun çağlar boyunca geçerlilik taşıdığına ikna eden bir tortu olmuştur. Bugün bu tortunun da kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Modern çağlar ve modernizm köylü şehirli tüm insanları birbirine benzetmiş, farklı hayat alanlarını ve tecrübelerini silmiş süpürmüştür; tüm dünya büyük bir yığıntı haline gelmiştir. Böyle bir zaman ve ortamda hâlâ köylülükten kentlilikten bahsetmek için, en hafifinden bir hayal âleminde yaşamak icap eder. Keşke Aysun Hanım gibi hit ölçülerde formüllerim; sağ sosyolojistler gibi köylü-şehirli evliya menkıbesi türünden tarihî vesikalarım olsa da rahatça ahkam kesebilsem…
Bu gidişle on sene sonra köy de köylü de kalmayacaktır. Ama şimdilik az sayıda köy ve köylü vardır; az sayıda şehir kırıntısı ve şehirli olduğu gibi… Mevcut durumda, kentlerin ve kentlilerin kötü; köylerin ve köylülerin tamamen iyi olduğunu söylemek; popüler sosyolojistlerle aynı kategoriye girmektir; gayri insaniliktir. Kent Müslümanlığı’ndan maksat, kentin kozmopolit ortamına uyum sağlamış/sağlayacak adam yontmaksa; kafa kafaya verip “Kent Müslümanlığı İlmihali” yazmaları tavsiyemdir…
Kronikleşmiş Medine anakronizmi
Yesrib şehir olduğu için değil, ferdiyetiyle “Güzel Ahlâkın Yürüyen Medinesi”nin teşrifiyle Medine olmuştur; elbette Mekke de bir şehirdir, hatta devrinin Newyork’u filan gibidir. Çatal dilli sosyolojistlerin yolu da burada çatallaşıyor: Medine’yi anakronik illüzyonizmlerine bir malzeme gibi kullanarak, “Peygamberimiz de Yesrib’i seçmişti!” hükmü kolayca çıkarılır… Buradan hareketle “Öyleyse kentli müslümanlığına terakki farz-ı ayndır(!)!” önermesine geçiş; tam bir hokkabazlık, tükenmeye yüz tutan köylere/köylülere de, şehirler/şehirlilere de en büyük hakarettir.
Dini malzemeyi sosyolojistik alanda müsrifçe sarfedenlere, sadece Hz.Musa’nın hayatını hatırlatalım. Ol kıssadan bir büyük peygamberin, firavunun-karunun hem kendileri, hem şahıslarına mahsus bilimadamları (büyücüleri), hem de topyekün şehirleriyle olan ilişkilerini ve mücadelesini okursunuz. Hususen, Hz. Musanın Medyen suyu kenarında karşılaştığı çoban kızın ve onun şahsında çobanların (Aysunistlerin kulakları çınlasın) yahut bedevilerin sergilemiş olduğu güzel ahlâka hayran olursunuz… Olayı dilerseniz köylülerin üstünlüğüne dair anakronik bir malzeme olarak kullanabilirsiniz. Tabii, peygamberlerin hepsini de örnek alınacak insanlar sayıyorsanız. “Şehir; dinin, sanatın, felsefenin piştiği ve taşrasına doğru genişlediği yerdir!” deseniz, harc-ı âlemdir ama doğrudur. Sosyolojik bir işlev tanımıdır ama buradan da bir ahlakî kategori çıkarılamaz.
Yesribi Medine’leştiren “Güzel Ahlâkı” örnek alan insanlarla dolu kentler var da biz mi ıskaladık? Lütfen Medine’yi incitmeyin. Şöyle bir söz mesela, kronikleşmiş anakronikçilere daha yaraşabilir: Kentler içinde en kent olanı Washingtondur (meselâ yani) ve Washington’da kent hristiyanlığı yürürlüktedir; biz de çağdaşlaşalım, çok geç olmakla beraber benzeri bir kentleşme sürecine girelim ve kent müslümanlığı diye bir mezhep geliştirelim! Böyle derseniz, ben kendi adıma daha ciddiye alabilirim, en azından daha köşeli bir duruştur, bulanık suda balık avlamak gibi bir hesabı yoktur. Üstelik anakronik değil, eşzamanlı (senkronik) bir örnektir.
Sonuç: En az İlber Ortaylı kadar ciddiyet…
Birileri günümüzün hakiki probleminin kentlilik-köylülük olmadığını ya bilmediğinden, ya da kendilerini dinleyen kitlelere bilgiçlik taslamak için tam anlamıyla bir cadı kazanı kaynatmaktadırlar; söyledikleri ciddiyet ve disiplinden uzaktır ama zihni tahribata yol açmaktadır. İlber Ortaylı, bir röportajda “Şimdi sabah akşam oturup işte köylüler geldi falan. Bu hiçbir şey yapmaz, ikna edemezsin insanı. Çünkü diyorum bak %85’i köylüydü ben ilkokula başlarken. Demek ki herkesin ya babası, ya dedesi köylü… Böyle bir toplumda sabah akşam köylülere laf atarak sorunları çözmeye çağıramazsın insanları. Demokrasilerde ortak kaynatmak gerekir kazanı.” demişti. Köylü nüfus bugün %25’tir ve artık köylü filan da değildirler; hatta zayıf fikirlerini yeni bir modernleşme projesi gibi takdim edenlerden daha kentlidirler.
Bence gecikmeli olarak solcu ağabeylerine özenerek toplum mühendisliğine soyunan zevatın sıkıntısı da kentlerin tegallüb alanlarından (Bir nevi kamu alanı) iyiden iyiye çıkıyor olmasıdır. Bu ülkenin ortadireği artık köy kökenlidir; acar kentlilerin cevvaliyeti, girişimciliği ve her alanda görülür olmalarından fena halde rahatsız olmuşlardır; tavırlarının da Aysunist yahut Bekirist seçkincilikten en ufak bir farkları yoktur. Onu dürüstlük cihetiyle efdal tutarım; çünkü Aysun KAyacı çağdaş kent kriterlerine göre çok seçkin biridir; mankenlik gibi zor bir zenaat dalında temayüz etmiştir. Kent Müslümanlığı(!) mankenler konusunda çirkin önyargılı düşüncelere sahip değilse tabii? Öyle olursa derin fikirdaşlarına karşı çok ayıp ederler.