“Kamu alanı” ile “özel alan” ayırımı; muhkem bir
kitaba göre değil, tarihi şartlara göre biçimlenen bir din ile siyasi iktidar
arasında geçen mücadele ve gerilimin ürünüdür. Roma, Kutsal Roma’ya dönüşünce
gerilim yerini nisbî uzlaşmaya bırakmıştır. Kilise siyasî bir kurum olarak
papalık tahtına sahiptir. Ruhban zümresi inananalar adına, siyasi iktidarla bir
yandan işbirliği, bir yandan çıkar mücadelesi halindedir… Batıda erk ayırımı problemi
ilkin din ile devlet iktidarı arasında gerçekleşmiştir; birbirinin alanını
ihlal eden iki erk vardır, yani “çift kılıç”... Yasama-yürütme-yargının
içerisinden kilisenin uzaklaştırılmasıyla kılıç teke inmiş; bu teklik içinde
erklerin tanzimi din kurumunun iktidar dışında kalmasını doğurmuştur. Kilise
ise konuşlandırıldığı yer itibariyle hayatın/şehrin dışındadır ve daima
uzaktan/yukarıdan müdahildir.
İnsanlığın
batı yakasının hikâyesi kısa künye ile geçiştirilecek bir macera değildir…
Bu macera bir
kısa künye haline getirilmiştir… Seçilmiş sahnelerle birbirine bağlanarak edilen
tarih şeması doğru olmayabilir ama insanlar bu şemayı
kutsallaştırmışlarsa bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur… Büyük bir
entelektüel enkazı, basitleştirmede ve sadeleştirmede modern uygarlığın
mümessillerinin başarısı emsalsizdir. Üniversiteler bugünün mecburen “böyle”
yaşanması gerektiğini öğretir; sonuçlanmış bir olayı tekrar tekrar başından
itibaren hatırlatarak muhakemeye imkân tanınmaz… Bugünden geriye doğru gitmek
gerekir, belki eşeğe ters binerek geçtiğimiz yolların ezberlendiği gibi
olmadığını anlayabiliriz. Böyle yürüyünce: laiklik, hristiyanlığa inanmadığı
anda bile batılıların, hristiyanî bir biçimde kapitalizmle –Roma ile olduğu
gibi- uyuşmasının biricik yolu olarak gözüküyor… Bu uyuşmayı sağlarken
demokrasi formu kullanılmıştır. Demokrasi formunun modern ruhu laikliktir;
laiklik kapitalizmin devletleşmiş garantörüdür. “laiklik” içi dışı, altı üstü
doldurulmuş, pozitif hukuk kuralı haline getirilmiştir.
Endüstri Devrimi sonrasında “Kamu alanı” artı ürün için insanların
buluştuğu, yarıştığı “endüstriyel mera” gibidir… Alana değerlerinizle
girmenizde mahzur yoktur, tek şartı ise almak-satmak, alınmak-satılmak için
girmiş olmaktır… Batı, rant olarak sadeleştirdiği tabiatı hızla istismar
fırsatını fabrikayla; “tüketici” olarak sadeleştirdiği insanı/ötekileri ise
fabrikanın başka şubesince üretilen silahlarla yönetmeyi ve denetlemeyi
becermiştir… Laiklik, pazar yerlerinin dinlerini hristiyanîleştirmek için de
işe yaramıştır…
İnsanlığın
doğu yakası hikâyesizdir…
“Bizim buralar”da
tek tek hikâye boldur ama bunlar bağlantısız olduğu için; hepimizin hikâyesi
değildir. Yazılmadığı ve belki üzerine
düşünülmediği için renkli doğu macerası, adeta aktörlerinden bağımsız bir
surette sürmektedir… “Doğu” kısa künye değil, geçmişle ilgili söz söylemeye
bahane edilen bir karartıdır… Ağız dolusu “Doğu...” ile başlayan cümleler, çok
geniş bir coğrafya çizebilir. Bizim doğudan anladığımız şey, evvel emir biziz…
Marx’a
“Asya’nın bilinen bir tarihi yoktur!” dedirten, oryantalizmin sol kanadına
dinsizleştirilmiş bir Asya Tipi çiziktirmeye sevkeden de belki Hint ve Çin’in
değil, “bizim halimiz”dir. Onun mezhebinin izleyicileri, hâlâ dinsiz bakışa
devam etmektedirler… “Mülk Allahındır!” ilkesini mülkiyet sisteminin başına
yerleştiren bir sistemi dinsiz değerlendirmek, dinsizliğin değil cehaletin
ürünüdür. Müslümanlığı Weber’in baştansavma doğu tezleriyle tanıyan bu garip
yerli sosyalistler, henüz Kemal Tahir’in takıldığı yerden bir adım bu tarafa
gelememişlerdir. Marx’a ters düşmelerine rağmen, “La ilahe” diyerek batının
kutsallaştırılmış tarih şemasını reddediyorlar ama ol görüp de “İllallah” diyenleri
anlama yürekliliği gösteremiyorlar; çünkü “alışkanlıkları hayal güçlerinin
afyonu” olmuştur.
Batı’dan
alınan hiçbir kurum, değer, kanun vs. oralardaki işlevlerini yerine getirmediği
gibi, toplum ile devletin ilişkilerini korku ile çıkarcılık arasına
yerleştirmiştir. Din ile devleti ve din
ile milleti organik bir terkip sayarak hayatını tanzim eden toplumlarda/bizde
laikliğin batıdaki zeminini aramak beyhudedir. Çünkü böyle bir toplumda,
devletin topluma gücünü hissettirdiği “kamu alanı” diye bir ortam söz konusu
edilemez… Din hayatın/şehrin içindedir; ruhban sınıfı iktidar ortağı değildir… Müslümanlık,
tarihin biriktirdiği bir kar kürtüğü değildir; muhkem bir kitaba bağlıdır ama
bu tarihsiz olmamızı gerektirmez. Wallerstein, Osmanlı Tarihi araştırmalarından
çok şey öğrendiğini söyler ama “Bunlar nereye bağlanır?” diye de sorar…
Yaşadıklarımızın birbirine bağlanamayışı bizi anlamsız kılıyor; her yeni nesil bir
öncekilerin hatıralarını çiğneye çiğneye geçiyor.
Bizi modernizmin defterine kaydeden devrimler, devrim değildir…
Çünkü
bağlantısızdır ve güdülmüştür... Devrimleri gerçekleştiren iktidar seçkinleri
için demokrasi “Lazım olan bir şey!”dir; laiklik, “endüstriyel mera”nın
kurallarını belirleyen bir kamu alanı için değildir, çünkü mümbit
fabrikalarımız yoktur. Laiklik:
milyonerlerimizin ve burjuvanın “kimler” olacağını belirlemek için, iktidara
sahip olanların sarılacakları/sarıldıkları “dünyalık temin etme” aracıdır.
Laikler olarak adlandırılması mümkün olan kesimler için laiklik, din gibidir.
Türkiye laikleri, laikliğe inanırken adeta müslümanlığın bir yeni mezhebine
inanır gibidirler; bu laiklik, din ile dünyayı ayrıştırmaz, hem dinîdir, hem
dünyevî… Ahiret konusu belli değildir ama yaşarken bu din peşinen
nemalandırmaktadır; makama, rütbeye göre cennetin kapılarından
girilebilmektedir. Devlet/iktidar eli değmeden işveren, bürokrat, hattâ işçi
bile olmanın mümkün olmadığı bir vasatta, kamu alanı üzerine yapılan tartışma
ve mücadele “dünyalıklar” üzerinde düğümlenmektedir. “Kamu alanı”na insanlar
dünyevî bağlanışlarla çıktıklarında, bir inanç olarak laiklik bitecektir,
pozitif hukuk kuralı haline gelecektir.
Batılılar, maliyeti yüksek yaşam tarzları ciddi
anlamda sekteye uğradığında “ötekiler”e savaş açarlar... Savaş, onlara talan
yolu ile kaynak; ağır tahribata uğrayan ülkeleri tamir fırsatı ile de pazar
yeri sağlayarak “endüstriyel mera”yı beslemektedir. Bizde ise “endüstriyel
mera”nın darlığı, çift taraflı tarafları iktidar mücadelesine yöneltmiştir.
İnce zevk sahibi iktidar seçkinleri, kamu alanını “ötekiler”e kaptırmamak için
darbeleri meşrulaştırmıştır. Askerî cemaat, iç hizmet kanunu bahanesiyle
devleti korumak için değil de siyasi, epistemik ve iktisadî cemaatin yerini
sağlamlaştırmak için hareket etmiştir.
“Ötekiler” aslında
“Öteki” değildir; kamu alanından uzak tutulmak için operasyonel tekniklerle
ötekileştirilmek istenenlerdir. İrtica ötekileştirmeye bahanedir, başörtüsü ise
“ötekileştirilenler”in simgesi… Dedesi hoca olan köktenlaiklerle, dedesi hoca
olmayan mürteciler arasında keskin bir hat olmamasına rağmen, sert esen darbe rüzgârları
derin çatlaklar doğurmuştur. Beşerî yapısı gergin olan bir ülkede, farklı
hesaplaşmalar da darbelerin içerisine gizlenmiştir… 28 Şubat, darbeler içinde,
iktidar mücadelesini laiklik, dindarlık ekseninde netleştirmiş olmakla seçkin
bir yere sahiptir.
Tank yürüten,
başbakana küfreden, sarı sendika ve “sarı girişimci” hüviyetindeki sivil toplum
örgütleriyle iş tutan darbecilerin pervasız, hattâ patavatsızca hareketleri,
başarılı bir “psikolojik hareket” intibaı bile vermemiştir. Kendi adıma
söyleyeyim, bana ve benim gibilere yapılanlara zulüm gözüyle bile bakmamıştım,
bu adamların davranışlarının sebeplerine ve insanî kalitelerine bakarak normal
görmüştüm. Darbe, bir de hâlâ selamlaştığımız pek çok insanın ne kadar tabansız
ve samimiyetsiz olduklarını gösterdi. Bu insanların çoğu RP iktidarının
kendilerine “dünyalık” olarak ne vereceğinin hesabına fena halde
kaptırmışlardı; elleri boşta kaldı… O şartlarda bu mağdur insanların “dünyalık imkânı”nı
kaybettikleri için mi, dinlerinden dolayı sataşıldığı için mi üzüldükleri
anlaşılmıyordu. Zulmedenlerin gerekçeleri ise, mürtecilerin yakın gelecekte
“endüstriyel mera”daki nemalanma imkânlarını daraltacağı mı, yoksa gerçekten
rejimin tehlikede oluşu muydu? Bu da belli değildi, çünkü darbe kurmayları,
nüfus sayımı yapar gibi tehlikeli insanları fişliyor, fişlemekle kalmayıp
tehlikeli “insan tipi” çiziyorlardı… Bu insan tipinin yekûnu nereden bakarsanız
en az Abdullah Gül’ü seçen insan sayısına tekabül eder. 28 Şubatçılar, devletçi
refleksleri en kuvvetli sağ kesimleri bile kaybederek azınlık fırkası haline
dönüştüler. Bu zevatın “endüstriyel mera”yı ganimet gibi görmeleri ise, bu
ülkenin toplam insan kalitesi hakkında da ürkütücü bir manzara çizmiştir.
Bence
sorularımızın çoğu cevabını fiili olarak aldık…
Mağdurlar
iktidara gelir gelmez, RP iktidarında “dünyalık” sırasına girenler, kısa
zamanda “Milli Görüş Gömlekleri”nı değiştirerek, arzularına nail oldular… Ben
bir değişim, zihniyet farklılığı olduğuna inanmıyorum; çünkü “Milli Görüş”ün
belediye uygulamalarında da, iktidar uygulamasında da “Modern Uygarlık
Paradigma”sının haricine çıktığına şahit olmadım. Dinin ibadet ve muamelat
kısmına hiçbir zaman estetik, şehir, mahalle, ev gibi tabiatla insanı birinci
dereceden bağlayan ve cem’an muaşeret diyebileceğimiz alan sokulmamıştır.
Zamanî ile kevnîyi eşleştirerek bütünleştiremeyen her anlayış, moderniteye
eklenir; organizmaya benzemediği halde –miş gibi yapmak, dünyevileşmenin
fundamentalitesidir. Devlet makinesine insanların, onun bir parçası imiş gibi
bağlanması, insanı/toplumu değil, devleti/iktidar gücünü önceleyen islamizmlerin
ve sağcılıkların dünyevî ilişkileri, başkalarınca tanımlanmış bir “dünya”
tasavvuruna dayanır. Bundan dolayıdır ki, “Muasır Medeniyet” denilince,
teknolojinin son nimetlerini ülkeye taşımaktan başka bir şey anlamayan, devletçi
sağcılıktan çağdaş yanılgılara asla muhalif bir eylem ve işlem çıkmaz… Solun
devletçiliği çok ayıp karşılanırken, sağın “pasif devletçilik”i oldum olası
tabii karşılanmıştır.
-Aslında
modernizmin sevdiği- hamasi ve milliyetçi söylemlerin rengini taşıyan, yerinde ve
dozunda kullanan lider/iktidar, “Endüstriyel Mera”yı yönetme, paylaşma
konusunda, öncekilerle mukayese edilmeyecek kadar başarılıdır; aslında bütün
başarısı budur. Şu da şimdilik söylenebilir: Taban ile lider kadrolar arasında tabii
olarak uyum ve benzerlik vardır. Bu uyum, 28 Şubat’ın yaydığı korkudan
beslenmiştir; ancak, korkunun baskın sebebinin “inançlarını yaşayamamak” olduğuna
dair hiçbir sağlam delilimiz yoktur.
Başörtüsü
yasağının üniversitelerde kalkışı üzerine yaşananlar bir göstergedir. Pek çoğunun
dinleriyle ilişkilerinin gerçek yüzünü bilemediğim, ama kesinlikle diğer
öğrencilerden daha şık giyinen başörtülü öğrencilerin seküler alandaki
başarıları önünde bir engel kalmadı. Çok iyi gözlemlediğim bir şey: Bu
öğrenciler süratle, bazen çok rahat ve umursamaz biçimde, kendilerini
engelleyen, fişleyen hocalarla aralarındaki mesafeyi kapattılar. Doğrudan
iktidarın değil, muhalefetin yaktığı bir yeşil ışığın Anayasa Mahkemesi
kararını delmesi ile kazanılan özgürlüğe üniversitenin sağcı hocaları da,
yönetimleri de önce inanmadılar. Giyim kuşamın insanın tabii ve tartışılmaz
alanı olduğuna inandığım için, anında ve en ufak bir tereddüt göstermeden
öğrencilere her zamanki gerekçemle beraber tavrımı bildirdim. Yönetimin de,
yakınımdaki dini bütün, hatta teolog akademisyenlerin tepkisiyle karşılaştım;
suçumu üstlendim(!)… Onlardan bir kısmı öğrencileri almalarına rağmen tutanak
tuttular, ben ise onlara zarar gelmesin diye kararımı tutanak haline getirerek
öğrencilerle beraber rektörlüğe yolladım. Yine de zorlandılar ve kendilerini
tam garantide görmeden “Özgürsünüz!” diyemediler. Bugün, iktidarın kadroları
ful-aksesuar bu acayip yanardönerlerle doludur, çünkü burada “dünyalık” da
garantidir. Konjonktüre bağlı olarak, birbirine bu kadar zıt bir biçimde
değişen kişiliklerin, en azından birbirine zarar vermelerini engellemek için
çok sağlam hukuk kurallarına ihtiyaç var… Çünkü insanları tanımaya bugünün
kent, iş hayatı imkân vermemektedir.
Muhalefetin
şimdi yapacağı tek bir şey var: Kamu alanında başörtülülerin istisnasız her
görevi yapabileceğini ifade etmek. “Tabii Hukuk” ilkesi olarak kıyafet
serbestliğinin kanunlara konu olması modernitenin genel parametrelerine
uymamaktadır; modern dünya düzeninin bütün katılığına rağmen, ülkeler arasında
bazı farklılıkları hoş gören bir esnekliği de vardır. Böyle bir serbestlikle
beraber, “endüstriyel mera” üzerinde hiçbir engel olmadan, insanların
birbirleriyle alış veriş kurallarıyla sağlanmış olur. Dindarlıklar üzerindeki
çift taraflı baskı kalkmış olur. Bu çift taraflı baskının bir tarafında 28
Şubat’ın baskısını üzerimizden kaldırmakla bize büyük bir lütufta(!) bulunan
iktidar; öbür tarafında hâlâ nasıl müslüman olacağımızın sınırlarını çizmeye
çalışan muhalefet vardır. İktidar, sadece ibadet kısmının özgürlüğünün kâfi
olduğu düşüncesindedir. İktidarın dindarlığı içerisinde mimarî, estetik,
teknoloji, tarım, kentleşme vs. konulara asla yer yoktur. İslam, modernitenin
içerisinde ve moderniteye rağmen insaf sahibi her insana inşirah verebilecek bir
dindir. Bu iktidar zamanında çarşıda, pazarda, işveren-işçi ilişkilerinde, ürün
denetiminde, üniversitelerin verimli hale gelmesinde örnek gösterilebilecek
ciddiyette uygulamalara rastlanmaz. Taşra yönetimleriyle, belediyeleriyle
“kendine özgü” bir sosyete oluşturulmuştur ve bu sosyetenin şekil farklılıkları
dışında “çağdaş yaşam kılavuzları”ndan hiçbir farkı yoktur. Darbe ne kadar post-modern
idi ise, bunlar da o kadar post-moderndir(!).
Ateşli
hatiplerin, sloganların gençlerinin şimdi gazete ve televizyonların munis
çocukları haline gelmesi de ilginç bir göstergedir… Bu alabildiğine sağcılaşmış
ve muhalifken sevimli gözüken kadrolardan iktidara yardım olsun diye de,
eleştiri olsun diye de tek bir görüş sadır olmamaktadır. Bu iktidar dönemi
kadar iç ve dış muhalefetten mahrum hiçbir dönem yaşanmamıştır. Devletçi/düzenci
olan ve “endüstriyel mera”dan tıpkı öncekiler gibi nemalanmayı sürdüren bu
iktidar dönemi, 28 Şubatçıların endişelerinin yersizliğini göstermektedir.
Sekülerleşme konusunda Türkiye’nin fazlası var, eksiği yok; bu suretle
laikliğin de aslında hiçbir zaman tehlikede olmadığı anlaşılmış olmalıdır.
Bence 28 Şubat bu noktada başarılıdır; görevini tamamlamıştır: Din evlerin,
hattâ insanların içindedir; ikiyüzlülüğe bu şekilde geniş bir imkân alanı
açılmıştır… En azından çift partili demokrasinin önündeki engelin kalkması
için, muhalefetin de bir gömlek değiştirmeye ve tarihinin bazı ağırlıklarını
atmaya ihtiyacı vardır, ama samimiyetle, siyaseten değil… Şu andaki haliyle
muhalefet her yönüyle tam bir zavallı; üzerine bunun dışında söz söylemek
insafsızlık olur. “Muhafazakâr-dindar” gömleğinin içinde her çeşit insan var;
“Sosyal demokrat-dindar” gömleğinin içinde de olabilir.
Tortu olarak sürdürülen
dindarlığın, modernizmin tıkanıklıklarına Müslümanca bir cevap verme derdi
yoktur; vardı da yok olmamıştır, sadece olmadığı çok net olarak açığa
çıkmıştır. Her alanda biçimlendirici, yerine göre baskıcı bir merkeziyetçilik;
evimiz, sokağımız, şehrimiz, eğitimimiz, çocuklarımız üzerine düşünme, konuşma,
karar verme imkânımızı tamamen elimizden almıştır. TOKİ’nin yüksek inşaat
teknolojisini kullanarak inşa ettiği konut alanları yerine, o efsanevî
“Müslüman mahallesi” inşa edilemez miydi? Bu insanlar o kadar mı değersizdir
ki, mimarî proje yarışmaları düzenleyerek, çok ince düşünerek şehirler inşa
etmek yerine; soğuk, kişiliksiz ve rahatsız “demirperde” evleri yapılmıştır.
“Kentsel Dönüşüm” aynı mantıkla kolları sıvamıştır, şehrin içinde son kalan
mahalle ve evlerin önünde müteahhitler
leş kargası gibi dönüp durmaktadır… Belediyeler; fikirsiz, çilesiz, çıkarcı
insanların rant kaynaklarını kuvvetlendiren aracı kurumlar haline gelmiştir.
Zeki çocuklarımızı hayattan nasipsiz yaratıklara çeviren mektepler çok başarılı
imiş gibi, mecburi eğitimin on iki yıla çıkarılmasının hiçbir izahı yoktur; despot
ve merkeziyetçi sekiz yıl uygulamasının uzantısıdır. Bırakınız “bizim
medeniyetimiz”(!) vurgusuna yapılan atıflara uygunluğu, bu uygulamaların
içerisinde insan ve insanî en ufak bir şey yoktur. Dinî tortular; sekülerleşmenin
kutsal bahanelere bürünmesini, modernitenin en kötü uygulamalarının hayata
geçirilmesini kolaylaştıran araç olmuştur. Fırsatçı ama üretici, kurnaz ama
yaratıcı olmayan yeni orta sınıflar, tüketim toplumu seçkinlerinin en kesif örneğidirler.
İştahları, hazları, zevkleri hiçbir sınır tanımamaktadır.
Bunlar, bu
yaşananlar nasıl ve nereye bağlanır?
Şüphesiz
darbecileri harekete geçiren sebepler farklı idi, darbecileri destekleyenlerin
davranışları ve darbeye maruz kalanların tepkileri farklı oldu. Sonuçta
siyasetin çehresi tamamen değişti. Ak Partiyi kuran kadroların kastettikleri
“gömlek değiştirme” den umulan da şu an yaşananlar olmayabilir… Ama niyetler eylemlerimizi
başlatır, sonuç ise niyetlenenle taban tabana zıt olabilir… Mazeretler
eylemlerimizin sonuçlarını değiştiremez ve aktörlerini de sorumluluktan
kurtaramaz. Toplum, rasyonel amaçlarını irrasyonel yollarla, irrasyonel
arzularını da rasyonel yollarla karşılamak için hareket eden insanlar, gruplar
ve ilişkilerin ağıdır. Kendi adıma şu son yirmi yıl içinde yaşadığım toplum
hakkında çok şey öğretti. Öğrendiklerimin çoğunu anlayamıyorum, anladıklarımın
çoğunu da anlatamıyorum.
28 Şubat’ın sene-i
devriyesinde, şimdilerde pek çoğu tatlı hayat süren mağdurlar, “o süreçte” neler
çektiklerini anlatacaklar; bu arada mevcut iktidarın bizleri nelerden ve
kimlerden kurtardığı hatırlanmış olacaktır. Velinimetlerimizi bilmem kaçıncı
kez iktidara getirirsek, şükran borcumuzu eda etmiş oluruz bilemem; böyle
mağrur, kibirli bir iktidar ben ömrümde görmedim. Darbenin gerçek mağdurlarının
iktidar nimetlerinden nemalandığını zannetmiyorum; uğradıkları haksızlığı kâra
çevirmeyi becerenler bugünün üniversitelerde, kurumlarda, kuruluşlarda yönetici
kadrolarıdır. Bu kadrolar, zaman zaman onlardan daha menfaatçi ve zalim
olabilmektedirler.
28 Şubat
sonuçlanmıştır; sonuçlanmış bir olayı baştan başlayarak konuşmak, onu örtmeye
yaramaktadır. Ben kudretimce sonuçlarını yazmaya, geçmişle bağlantılarını
kurmaya çalıştım; doğru da bulunabilir, yanlış da önemli değil… Tarihî olayları
baştan başlayarak tekrar etmek birilerini efsaneleştirir, birilerini kötü adam
yapar; yine bir tarihimiz/hikâyemiz olmadan tek istikametli uygarlık(!) yolunda
yürümeye devam ederiz.
Ben öncekilerin
hatıralarını, hatırlarını çiğneyerek geçmedim; kendi hatıralarımı da çiğnetmek
istemem. Birilerinin hatırımızı sayıp saymaması ise kendilerine kalmış…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder