2 Mart 2013 Cumartesi

28 ŞUBAT VE DÜNYEVÎLEŞME


“Kamu alanı” ile “özel alan” ayırımı; muhkem bir kitaba göre değil, tarihi şartlara göre biçimlenen bir din ile siyasi iktidar arasında geçen mücadele ve gerilimin ürünüdür. Roma, Kutsal Roma’ya dönüşünce gerilim yerini nisbî uzlaşmaya bırakmıştır. Kilise siyasî bir kurum olarak papalık tahtına sahiptir. Ruhban zümresi inananalar adına, siyasi iktidarla bir yandan işbirliği, bir yandan çıkar mücadelesi halindedir… Batıda erk ayırımı problemi ilkin din ile devlet iktidarı arasında gerçekleşmiştir; birbirinin alanını ihlal eden iki erk vardır, yani “çift kılıç”... Yasama-yürütme-yargının içerisinden kilisenin uzaklaştırılmasıyla kılıç teke inmiş; bu teklik içinde erklerin tanzimi din kurumunun iktidar dışında kalmasını doğurmuştur. Kilise ise konuşlandırıldığı yer itibariyle hayatın/şehrin dışındadır ve daima uzaktan/yukarıdan müdahildir.
İnsanlığın batı yakasının hikâyesi kısa künye ile geçiştirilecek bir macera değildir…
Bu macera bir kısa künye haline getirilmiştir… Seçilmiş sahnelerle birbirine bağlanarak edilen tarih şeması doğru olmayabilir ama insanlar bu şemayı kutsallaştırmışlarsa bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur… Büyük bir entelektüel enkazı, basitleştirmede ve sadeleştirmede modern uygarlığın mümessillerinin başarısı emsalsizdir. Üniversiteler bugünün mecburen “böyle” yaşanması gerektiğini öğretir; sonuçlanmış bir olayı tekrar tekrar başından itibaren hatırlatarak muhakemeye imkân tanınmaz… Bugünden geriye doğru gitmek gerekir, belki eşeğe ters binerek geçtiğimiz yolların ezberlendiği gibi olmadığını anlayabiliriz. Böyle yürüyünce: laiklik, hristiyanlığa inanmadığı anda bile batılıların, hristiyanî bir biçimde kapitalizmle –Roma ile olduğu gibi- uyuşmasının biricik yolu olarak gözüküyor… Bu uyuşmayı sağlarken demokrasi formu kullanılmıştır. Demokrasi formunun modern ruhu laikliktir; laiklik kapitalizmin devletleşmiş garantörüdür. “laiklik” içi dışı, altı üstü doldurulmuş, pozitif hukuk kuralı haline getirilmiştir.  
Endüstri Devrimi sonrasında “Kamu alanı” artı ürün için insanların buluştuğu, yarıştığı “endüstriyel mera” gibidir… Alana değerlerinizle girmenizde mahzur yoktur, tek şartı ise almak-satmak, alınmak-satılmak için girmiş olmaktır… Batı, rant olarak sadeleştirdiği tabiatı hızla istismar fırsatını fabrikayla; “tüketici” olarak sadeleştirdiği insanı/ötekileri ise fabrikanın başka şubesince üretilen silahlarla yönetmeyi ve denetlemeyi becermiştir… Laiklik, pazar yerlerinin dinlerini hristiyanîleştirmek için de işe yaramıştır…
İnsanlığın doğu yakası hikâyesizdir…
“Bizim buralar”da tek tek hikâye boldur ama bunlar bağlantısız olduğu için; hepimizin hikâyesi değildir.  Yazılmadığı ve belki üzerine düşünülmediği için renkli doğu macerası, adeta aktörlerinden bağımsız bir surette sürmektedir… “Doğu” kısa künye değil, geçmişle ilgili söz söylemeye bahane edilen bir karartıdır… Ağız dolusu “Doğu...” ile başlayan cümleler, çok geniş bir coğrafya çizebilir. Bizim doğudan anladığımız şey, evvel emir biziz…
Marx’a “Asya’nın bilinen bir tarihi yoktur!” dedirten, oryantalizmin sol kanadına dinsizleştirilmiş bir Asya Tipi çiziktirmeye sevkeden de belki Hint ve Çin’in değil, “bizim halimiz”dir. Onun mezhebinin izleyicileri, hâlâ dinsiz bakışa devam etmektedirler… “Mülk Allahındır!” ilkesini mülkiyet sisteminin başına yerleştiren bir sistemi dinsiz değerlendirmek, dinsizliğin değil cehaletin ürünüdür. Müslümanlığı Weber’in baştansavma doğu tezleriyle tanıyan bu garip yerli sosyalistler, henüz Kemal Tahir’in takıldığı yerden bir adım bu tarafa gelememişlerdir. Marx’a ters düşmelerine rağmen, “La ilahe” diyerek batının kutsallaştırılmış tarih şemasını reddediyorlar ama ol görüp de “İllallah” diyenleri anlama yürekliliği gösteremiyorlar; çünkü “alışkanlıkları hayal güçlerinin afyonu” olmuştur.
Batı’dan alınan hiçbir kurum, değer, kanun vs. oralardaki işlevlerini yerine getirmediği gibi, toplum ile devletin ilişkilerini korku ile çıkarcılık arasına yerleştirmiştir.  Din ile devleti ve din ile milleti organik bir terkip sayarak hayatını tanzim eden toplumlarda/bizde laikliğin batıdaki zeminini aramak beyhudedir. Çünkü böyle bir toplumda, devletin topluma gücünü hissettirdiği “kamu alanı” diye bir ortam söz konusu edilemez… Din hayatın/şehrin içindedir; ruhban sınıfı iktidar ortağı değildir… Müslümanlık, tarihin biriktirdiği bir kar kürtüğü değildir; muhkem bir kitaba bağlıdır ama bu tarihsiz olmamızı gerektirmez. Wallerstein, Osmanlı Tarihi araştırmalarından çok şey öğrendiğini söyler ama “Bunlar nereye bağlanır?” diye de sorar… Yaşadıklarımızın birbirine bağlanamayışı bizi anlamsız kılıyor; her yeni nesil bir öncekilerin hatıralarını çiğneye çiğneye geçiyor.
Bizi modernizmin defterine kaydeden devrimler, devrim değildir…
Çünkü bağlantısızdır ve güdülmüştür... Devrimleri gerçekleştiren iktidar seçkinleri için demokrasi “Lazım olan bir şey!”dir; laiklik, “endüstriyel mera”nın kurallarını belirleyen bir kamu alanı için değildir, çünkü mümbit fabrikalarımız yoktur.  Laiklik: milyonerlerimizin ve burjuvanın “kimler” olacağını belirlemek için, iktidara sahip olanların sarılacakları/sarıldıkları “dünyalık temin etme” aracıdır. Laikler olarak adlandırılması mümkün olan kesimler için laiklik, din gibidir. Türkiye laikleri, laikliğe inanırken adeta müslümanlığın bir yeni mezhebine inanır gibidirler; bu laiklik, din ile dünyayı ayrıştırmaz, hem dinîdir, hem dünyevî… Ahiret konusu belli değildir ama yaşarken bu din peşinen nemalandırmaktadır; makama, rütbeye göre cennetin kapılarından girilebilmektedir. Devlet/iktidar eli değmeden işveren, bürokrat, hattâ işçi bile olmanın mümkün olmadığı bir vasatta, kamu alanı üzerine yapılan tartışma ve mücadele “dünyalıklar” üzerinde düğümlenmektedir. “Kamu alanı”na insanlar dünyevî bağlanışlarla çıktıklarında, bir inanç olarak laiklik bitecektir, pozitif hukuk kuralı haline gelecektir.
 Batılılar, maliyeti yüksek yaşam tarzları ciddi anlamda sekteye uğradığında “ötekiler”e savaş açarlar... Savaş, onlara talan yolu ile kaynak; ağır tahribata uğrayan ülkeleri tamir fırsatı ile de pazar yeri sağlayarak “endüstriyel mera”yı beslemektedir. Bizde ise “endüstriyel mera”nın darlığı, çift taraflı tarafları iktidar mücadelesine yöneltmiştir. İnce zevk sahibi iktidar seçkinleri, kamu alanını “ötekiler”e kaptırmamak için darbeleri meşrulaştırmıştır. Askerî cemaat, iç hizmet kanunu bahanesiyle devleti korumak için değil de siyasi, epistemik ve iktisadî cemaatin yerini sağlamlaştırmak için hareket etmiştir. 
“Ötekiler” aslında “Öteki” değildir; kamu alanından uzak tutulmak için operasyonel tekniklerle ötekileştirilmek istenenlerdir. İrtica ötekileştirmeye bahanedir, başörtüsü ise “ötekileştirilenler”in simgesi… Dedesi hoca olan köktenlaiklerle, dedesi hoca olmayan mürteciler arasında keskin bir hat olmamasına rağmen, sert esen darbe rüzgârları derin çatlaklar doğurmuştur. Beşerî yapısı gergin olan bir ülkede, farklı hesaplaşmalar da darbelerin içerisine gizlenmiştir… 28 Şubat, darbeler içinde, iktidar mücadelesini laiklik, dindarlık ekseninde netleştirmiş olmakla seçkin bir yere sahiptir.
Tank yürüten, başbakana küfreden, sarı sendika ve “sarı girişimci” hüviyetindeki sivil toplum örgütleriyle iş tutan darbecilerin pervasız, hattâ patavatsızca hareketleri, başarılı bir “psikolojik hareket” intibaı bile vermemiştir. Kendi adıma söyleyeyim, bana ve benim gibilere yapılanlara zulüm gözüyle bile bakmamıştım, bu adamların davranışlarının sebeplerine ve insanî kalitelerine bakarak normal görmüştüm. Darbe, bir de hâlâ selamlaştığımız pek çok insanın ne kadar tabansız ve samimiyetsiz olduklarını gösterdi. Bu insanların çoğu RP iktidarının kendilerine “dünyalık” olarak ne vereceğinin hesabına fena halde kaptırmışlardı; elleri boşta kaldı… O şartlarda bu mağdur insanların “dünyalık imkânı”nı kaybettikleri için mi, dinlerinden dolayı sataşıldığı için mi üzüldükleri anlaşılmıyordu. Zulmedenlerin gerekçeleri ise, mürtecilerin yakın gelecekte “endüstriyel mera”daki nemalanma imkânlarını daraltacağı mı, yoksa gerçekten rejimin tehlikede oluşu muydu? Bu da belli değildi, çünkü darbe kurmayları, nüfus sayımı yapar gibi tehlikeli insanları fişliyor, fişlemekle kalmayıp tehlikeli “insan tipi” çiziyorlardı… Bu insan tipinin yekûnu nereden bakarsanız en az Abdullah Gül’ü seçen insan sayısına tekabül eder. 28 Şubatçılar, devletçi refleksleri en kuvvetli sağ kesimleri bile kaybederek azınlık fırkası haline dönüştüler. Bu zevatın “endüstriyel mera”yı ganimet gibi görmeleri ise, bu ülkenin toplam insan kalitesi hakkında da ürkütücü bir manzara çizmiştir.
Bence sorularımızın çoğu cevabını fiili olarak aldık…
Mağdurlar iktidara gelir gelmez, RP iktidarında “dünyalık” sırasına girenler, kısa zamanda “Milli Görüş Gömlekleri”nı değiştirerek, arzularına nail oldular… Ben bir değişim, zihniyet farklılığı olduğuna inanmıyorum; çünkü “Milli Görüş”ün belediye uygulamalarında da, iktidar uygulamasında da “Modern Uygarlık Paradigma”sının haricine çıktığına şahit olmadım. Dinin ibadet ve muamelat kısmına hiçbir zaman estetik, şehir, mahalle, ev gibi tabiatla insanı birinci dereceden bağlayan ve cem’an muaşeret diyebileceğimiz alan sokulmamıştır. Zamanî ile kevnîyi eşleştirerek bütünleştiremeyen her anlayış, moderniteye eklenir; organizmaya benzemediği halde –miş gibi yapmak, dünyevileşmenin fundamentalitesidir. Devlet makinesine insanların, onun bir parçası imiş gibi bağlanması, insanı/toplumu değil, devleti/iktidar gücünü önceleyen islamizmlerin ve sağcılıkların dünyevî ilişkileri, başkalarınca tanımlanmış bir “dünya” tasavvuruna dayanır. Bundan dolayıdır ki, “Muasır Medeniyet” denilince, teknolojinin son nimetlerini ülkeye taşımaktan başka bir şey anlamayan, devletçi sağcılıktan çağdaş yanılgılara asla muhalif bir eylem ve işlem çıkmaz… Solun devletçiliği çok ayıp karşılanırken, sağın “pasif devletçilik”i oldum olası tabii karşılanmıştır.
-Aslında modernizmin sevdiği- hamasi ve milliyetçi söylemlerin rengini taşıyan, yerinde ve dozunda kullanan lider/iktidar, “Endüstriyel Mera”yı yönetme, paylaşma konusunda, öncekilerle mukayese edilmeyecek kadar başarılıdır; aslında bütün başarısı budur. Şu da şimdilik söylenebilir: Taban ile lider kadrolar arasında tabii olarak uyum ve benzerlik vardır. Bu uyum, 28 Şubat’ın yaydığı korkudan beslenmiştir; ancak, korkunun baskın sebebinin “inançlarını yaşayamamak” olduğuna dair hiçbir sağlam delilimiz yoktur.
Başörtüsü yasağının üniversitelerde kalkışı üzerine yaşananlar bir göstergedir. Pek çoğunun dinleriyle ilişkilerinin gerçek yüzünü bilemediğim, ama kesinlikle diğer öğrencilerden daha şık giyinen başörtülü öğrencilerin seküler alandaki başarıları önünde bir engel kalmadı. Çok iyi gözlemlediğim bir şey: Bu öğrenciler süratle, bazen çok rahat ve umursamaz biçimde, kendilerini engelleyen, fişleyen hocalarla aralarındaki mesafeyi kapattılar. Doğrudan iktidarın değil, muhalefetin yaktığı bir yeşil ışığın Anayasa Mahkemesi kararını delmesi ile kazanılan özgürlüğe üniversitenin sağcı hocaları da, yönetimleri de önce inanmadılar. Giyim kuşamın insanın tabii ve tartışılmaz alanı olduğuna inandığım için, anında ve en ufak bir tereddüt göstermeden öğrencilere her zamanki gerekçemle beraber tavrımı bildirdim. Yönetimin de, yakınımdaki dini bütün, hatta teolog akademisyenlerin tepkisiyle karşılaştım; suçumu üstlendim(!)… Onlardan bir kısmı öğrencileri almalarına rağmen tutanak tuttular, ben ise onlara zarar gelmesin diye kararımı tutanak haline getirerek öğrencilerle beraber rektörlüğe yolladım. Yine de zorlandılar ve kendilerini tam garantide görmeden “Özgürsünüz!” diyemediler. Bugün, iktidarın kadroları ful-aksesuar bu acayip yanardönerlerle doludur, çünkü burada “dünyalık” da garantidir. Konjonktüre bağlı olarak, birbirine bu kadar zıt bir biçimde değişen kişiliklerin, en azından birbirine zarar vermelerini engellemek için çok sağlam hukuk kurallarına ihtiyaç var… Çünkü insanları tanımaya bugünün kent, iş hayatı imkân vermemektedir.  
Muhalefetin şimdi yapacağı tek bir şey var: Kamu alanında başörtülülerin istisnasız her görevi yapabileceğini ifade etmek. “Tabii Hukuk” ilkesi olarak kıyafet serbestliğinin kanunlara konu olması modernitenin genel parametrelerine uymamaktadır; modern dünya düzeninin bütün katılığına rağmen, ülkeler arasında bazı farklılıkları hoş gören bir esnekliği de vardır. Böyle bir serbestlikle beraber, “endüstriyel mera” üzerinde hiçbir engel olmadan, insanların birbirleriyle alış veriş kurallarıyla sağlanmış olur. Dindarlıklar üzerindeki çift taraflı baskı kalkmış olur. Bu çift taraflı baskının bir tarafında 28 Şubat’ın baskısını üzerimizden kaldırmakla bize büyük bir lütufta(!) bulunan iktidar; öbür tarafında hâlâ nasıl müslüman olacağımızın sınırlarını çizmeye çalışan muhalefet vardır. İktidar, sadece ibadet kısmının özgürlüğünün kâfi olduğu düşüncesindedir. İktidarın dindarlığı içerisinde mimarî, estetik, teknoloji, tarım, kentleşme vs. konulara asla yer yoktur. İslam, modernitenin içerisinde ve moderniteye rağmen insaf sahibi her insana inşirah verebilecek bir dindir. Bu iktidar zamanında çarşıda, pazarda, işveren-işçi ilişkilerinde, ürün denetiminde, üniversitelerin verimli hale gelmesinde örnek gösterilebilecek ciddiyette uygulamalara rastlanmaz. Taşra yönetimleriyle, belediyeleriyle “kendine özgü” bir sosyete oluşturulmuştur ve bu sosyetenin şekil farklılıkları dışında “çağdaş yaşam kılavuzları”ndan hiçbir farkı yoktur. Darbe ne kadar post-modern idi ise, bunlar da o kadar post-moderndir(!).
Ateşli hatiplerin, sloganların gençlerinin şimdi gazete ve televizyonların munis çocukları haline gelmesi de ilginç bir göstergedir… Bu alabildiğine sağcılaşmış ve muhalifken sevimli gözüken kadrolardan iktidara yardım olsun diye de, eleştiri olsun diye de tek bir görüş sadır olmamaktadır. Bu iktidar dönemi kadar iç ve dış muhalefetten mahrum hiçbir dönem yaşanmamıştır. Devletçi/düzenci olan ve “endüstriyel mera”dan tıpkı öncekiler gibi nemalanmayı sürdüren bu iktidar dönemi, 28 Şubatçıların endişelerinin yersizliğini göstermektedir. Sekülerleşme konusunda Türkiye’nin fazlası var, eksiği yok; bu suretle laikliğin de aslında hiçbir zaman tehlikede olmadığı anlaşılmış olmalıdır. Bence 28 Şubat bu noktada başarılıdır; görevini tamamlamıştır: Din evlerin, hattâ insanların içindedir; ikiyüzlülüğe bu şekilde geniş bir imkân alanı açılmıştır… En azından çift partili demokrasinin önündeki engelin kalkması için, muhalefetin de bir gömlek değiştirmeye ve tarihinin bazı ağırlıklarını atmaya ihtiyacı vardır, ama samimiyetle, siyaseten değil… Şu andaki haliyle muhalefet her yönüyle tam bir zavallı; üzerine bunun dışında söz söylemek insafsızlık olur. “Muhafazakâr-dindar” gömleğinin içinde her çeşit insan var; “Sosyal demokrat-dindar” gömleğinin içinde de olabilir.
Tortu olarak sürdürülen dindarlığın, modernizmin tıkanıklıklarına Müslümanca bir cevap verme derdi yoktur; vardı da yok olmamıştır, sadece olmadığı çok net olarak açığa çıkmıştır. Her alanda biçimlendirici, yerine göre baskıcı bir merkeziyetçilik; evimiz, sokağımız, şehrimiz, eğitimimiz, çocuklarımız üzerine düşünme, konuşma, karar verme imkânımızı tamamen elimizden almıştır. TOKİ’nin yüksek inşaat teknolojisini kullanarak inşa ettiği konut alanları yerine, o efsanevî “Müslüman mahallesi” inşa edilemez miydi? Bu insanlar o kadar mı değersizdir ki, mimarî proje yarışmaları düzenleyerek, çok ince düşünerek şehirler inşa etmek yerine; soğuk, kişiliksiz ve rahatsız “demirperde” evleri yapılmıştır. “Kentsel Dönüşüm” aynı mantıkla kolları sıvamıştır, şehrin içinde son kalan mahalle ve  evlerin önünde müteahhitler leş kargası gibi dönüp durmaktadır… Belediyeler; fikirsiz, çilesiz, çıkarcı insanların rant kaynaklarını kuvvetlendiren aracı kurumlar haline gelmiştir. Zeki çocuklarımızı hayattan nasipsiz yaratıklara çeviren mektepler çok başarılı imiş gibi, mecburi eğitimin on iki yıla çıkarılmasının hiçbir izahı yoktur; despot ve merkeziyetçi sekiz yıl uygulamasının uzantısıdır. Bırakınız “bizim medeniyetimiz”(!) vurgusuna yapılan atıflara uygunluğu, bu uygulamaların içerisinde insan ve insanî en ufak bir şey yoktur. Dinî tortular; sekülerleşmenin kutsal bahanelere bürünmesini, modernitenin en kötü uygulamalarının hayata geçirilmesini kolaylaştıran araç olmuştur. Fırsatçı ama üretici, kurnaz ama yaratıcı olmayan yeni orta sınıflar, tüketim toplumu seçkinlerinin en kesif örneğidirler. İştahları, hazları, zevkleri hiçbir sınır tanımamaktadır.
Bunlar, bu yaşananlar nasıl ve nereye bağlanır?
Şüphesiz darbecileri harekete geçiren sebepler farklı idi, darbecileri destekleyenlerin davranışları ve darbeye maruz kalanların tepkileri farklı oldu. Sonuçta siyasetin çehresi tamamen değişti. Ak Partiyi kuran kadroların kastettikleri “gömlek değiştirme” den umulan da şu an yaşananlar olmayabilir… Ama niyetler eylemlerimizi başlatır, sonuç ise niyetlenenle taban tabana zıt olabilir… Mazeretler eylemlerimizin sonuçlarını değiştiremez ve aktörlerini de sorumluluktan kurtaramaz. Toplum, rasyonel amaçlarını irrasyonel yollarla, irrasyonel arzularını da rasyonel yollarla karşılamak için hareket eden insanlar, gruplar ve ilişkilerin ağıdır. Kendi adıma şu son yirmi yıl içinde yaşadığım toplum hakkında çok şey öğretti. Öğrendiklerimin çoğunu anlayamıyorum, anladıklarımın çoğunu da anlatamıyorum.
28 Şubat’ın sene-i devriyesinde, şimdilerde pek çoğu tatlı hayat süren mağdurlar, “o süreçte” neler çektiklerini anlatacaklar; bu arada mevcut iktidarın bizleri nelerden ve kimlerden kurtardığı hatırlanmış olacaktır. Velinimetlerimizi bilmem kaçıncı kez iktidara getirirsek, şükran borcumuzu eda etmiş oluruz bilemem; böyle mağrur, kibirli bir iktidar ben ömrümde görmedim. Darbenin gerçek mağdurlarının iktidar nimetlerinden nemalandığını zannetmiyorum; uğradıkları haksızlığı kâra çevirmeyi becerenler bugünün üniversitelerde, kurumlarda, kuruluşlarda yönetici kadrolarıdır. Bu kadrolar, zaman zaman onlardan daha menfaatçi ve zalim olabilmektedirler.
28 Şubat sonuçlanmıştır; sonuçlanmış bir olayı baştan başlayarak konuşmak, onu örtmeye yaramaktadır. Ben kudretimce sonuçlarını yazmaya, geçmişle bağlantılarını kurmaya çalıştım; doğru da bulunabilir, yanlış da önemli değil… Tarihî olayları baştan başlayarak tekrar etmek birilerini efsaneleştirir, birilerini kötü adam yapar; yine bir tarihimiz/hikâyemiz olmadan tek istikametli uygarlık(!) yolunda yürümeye devam ederiz.
Ben öncekilerin hatıralarını, hatırlarını çiğneyerek geçmedim; kendi hatıralarımı da çiğnetmek istemem. Birilerinin hatırımızı sayıp saymaması ise kendilerine kalmış…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder