28 Aralık 2014 Pazar

ONTOLOJİSİZ MİLLİYETÇİLİK VE MEHMET ÂKİF

Mehmet Âkif Ersoy, Türk Düşüncesi'nin hâlâ aydın ve aydınlık ufuklarından biridir; Doğu’yu da Batı’yı da kendi içerisinde değerlendirmiş, lafı eğip bükmeden toplumuna bir çıkış yolu göstermeye çalışmıştır. Bu tahlil ve terkip özelliklerini taşıyan ve tavrını tavizsiz sürdüren ikinci bir müellif örneği batıcılardan da, yerli izler taşıyan düşünürler arasından da çıkmamıştır. Batılılarda örneği aranacak olursa Âkif, taşıdığı ciddiyetle Rönesans düşünürlerinin içerisine konulabilir ve geleceğe yönelik ciddi bir Türk Aydınlanması ülküsüne talip olanlar hâlâ varsa, köşetaşlarından biri şüphesiz Mehmet Âkif Ersoy'dur.

Mahalli Millî Hakikat Yolcusu
Âkif mahallîdir, mahallesinin çocuğudur ve İstanbul’un mahalle hayatını özgün ve özlü bir biçimde ayrıntılarıyla tasvir eder. Camiyi anlatırken bir Müslüman çocuğun saffetini aksettirir. Meyhaneyi anlatırken, hiç meyhane görmeyenlerin bile zihninde gerçeğin ta kendisi denilebilecek resimler çizer. Mezarlıklar, sokaklar, mahalle kahveleri, evler, akla hayale gelebilecek  bütün mekanlar en gerçekçi ve katı bir tarzda, ama ferah bir Türkçe ile Âkif'in şiirinde tek tek yerini almıştır. Buna hem tarihî, hem güncel gerçekliğe sahip insan tipleri de eklenince karşımıza sahih bir memleket manzarası çıkar.
Nadir mütefekkire nasip olan bütünü kavrama yeteneği Âkif’i mahallî, millî ve medeniyetler arası olanı aynı anda kavrayan "şahsiyet sahibi" bir aydın kılmıştır. Mahallî olanı daima taşıyan ve yaşayan biri oluşu, Âkif’e sarsılmaz bir aidiyet bilinci ve milletiyle ilgili olan her meseleye anında nüfuz edebilme gücünü kazandırmıştır. Milletini tarihi çerçevede eleştirir, bugün içerisinde değerlendirir ve gerçekçi bir biçimde cehaletten kurtulmanın, "Aydınlanma"nın yolunu, "içimizden biri" olarak gösterir. Onun yalın ve içeriden tesbitlerini mekteplisi de, ümmîsi de, cahili de anlar. Doğu ve Batı karşısındaki taklitçi tavırları hiddetle eleştiren Âkif’in tek davası “hakikat”tir. M.Cemal Kuntay’ın ifadesiyle gerçeği her şartta söyleyen bir erkişidir,hakikat karşısında “O dimdik alın, önüne bakacak kadar da (olsa) eğilemiyordu.”
Hakikat; duyan, kavrayan insanla, yani şahsiyetle alakalıdır. Şairimizde hakikâti gerçekleştirmenin yolu, döneminin "tekniğini alalım kültürünü almayalım" formülünün birazcık dışındadır. Millî şairimiz, market listesi ciddiyetiyle konuşulan "neyi alalım?" cenderesine asla sıkışmaz, daima "kim olarak almalıyız?" noktasındadır; alacağımız şeyi "kim olduğumuz" belirlemelidir. Her millet kendi yolunu, kendi tarih ve kültür akışı içinde tayin etmelidir.

Âkif’te Şiir Manzume İçiçeliği
Yalnız Âkif değil, Tanzimat sonrasının bütün yazar ve şairlerinde ortak kaygı “vatanın, milletin yahut imparatorluğun kurtarılması” düşüncesidir. “Kurtulma”nın yolları, şairleri saf şiirden uzaklaştırarak yer yer didaktik manzumelere sevketmiştir. İçlerinde hece yahut aruz vezniyle çok kötü manzumeler yazanlar olmasına rağmen, hepsi dili sanatkarane kullanmışlardır. Âkif dilini ve vezni en iyi kullanan şairimizdir. Duru bir Türkçe ve arızasız bir aruz yanyana geldiğinde, neyi konu ederse etsin nazmındaki iç musiki büyük bir şairle başbaşa olduğumuzu daima hissettirir. “Samimiyet” onun yazdıklarının en önemli vasfıdır, dolambaçlı yollar, fikir cambazlıkları yoktur; ne diyecekse tavizsiz ve tereddütsüz söylemiştir.
Âkif, “içindeki saf şair”i millî davası uğruna, bastırmıştır; bunun ona ızdırap verdiğini düşünüyorum. “Viranelerin yasçısı baykuşlara döndüm/Gördüm hazanında bu cennet yurdu/Gül devrinde gelsem bülbül olurdum/Yarab beni daha evvel getireydin nolurdu.” Dörtlüğünde ki naz ve sitem iç yakıcıdır. Sanatkar, özellikle şair, hayatı “kendine mahsus olan dünya”nın prizmasından geçirerek yeniden hayata dönendir; Âkif ise “kendine mahsus olan”ı örtmeye çalışarak, “herkesin derdini” yansıtmak gayretindedir, bu gayret çok yıpratıcıdır. Âkif’in şiirlerindeki “şiddet ve celal” kendi halini daha iyi anlatmaya yönelen bir şairin değil, memleketin halini daha vurgulu anlatmaya çalışan bir mustaribin feryadıdır. Bu feryat “İstiklal Marşı”nda bir nârâ avazıyla zirveye çıkmıştır.

“Millî Şair” ve Milliyetçilik
Âkif’i “Arap milliyetçisi, dinci” gibi sıfatlarla yaftalayarak refüze eden insanların yaşadığı bir vasata sahip olmak üzücüdür. Akif fasihtir; Türkiye’de “Fasih Türk” olmak giderek zorlaşmaya başlamıştır. Türk Milleti olmanın ne demek olduğunu on kıtalık bir şiire sığdırmak Âkif’e nasip olmuştur ve o bu yüzden “Millî Şair”imizdir.  Herkesin birbirini “ötekileştirdiği” bir düşüncesizlik ve stratejik kirlilik ortamında, İstiklal Marşının iki kıtasını değil tekmilini sevmek ve benimsemek  “ötekilerden biri” olma damgası yemeye yetmektedir. İstiklal Marşının tümünden bir “millet” ve “milliyetçilik” ontolojisi çıkar. Günümüzün giderek yaygınlaşan “parçacı ve parçalayıcı milliyetçilikleri” farklı maksatlarla Âkif’in çizmiş olduğu bütünden uzaklaştıkça, nesnesinden kopuk bir söyleme düşmektedirler; bu söylem bir noktadan sonra “milletsiz ve milliyetsiz milliyetçilik” gibi felaket bir sokak ideolojisine dönüşmektedir.
Âkif, kendi hakkında ve kendi şiiri hakkında fazla konuşmayan bir şahsiyettir. “Aczimin giryesidir bence bütün âsârım” mısraı onun hem şiir kudretini, hem tevazuunu göstermektedir. Şiirleri hakkında çok az konuşan adam, İstiklal Marşı’na “Milletimindir” diyerek imzasını atmamış ve konulan para ödülünü de sırtında onu soğuktan koruyacak bir paltosu bile yokken almamıştır. İstiklal Marşı’nı yazdıran şartlar ve duygular, onun diliyle daha güzel anlaşılır. Hasta yatağında İstiklal Marşı’ndan sözedilince, hastabakıcının yardımıyla doğrulur ve “İstiklal marşı… O günler ne samimi, ne heyecanlı günlerdi. O şiir, milletin o günkü heyecanının ifadesidir. Binbir fecâyi karşısında bunalan ruhların, ızdıraplar içinde halâs dakikalarını beklediği bir zamanda yazılan o marş, o günlerin kıymetli bir hatırasıdır. O şiir bir daha yazılamaz… Onu kimse yazamaz… Onu ben de yazamam… onu yazmak için o günleri görmek, o günleri yaşamak lazım. O şiir artık benim değildir. O milletin malıdır. Benim millete karşı en kıymetli hediyem budur… Allah bu millete, bir daha bir İstiklal Marşı yazdırmasın” der, yorularak uykuya dalar.
Mehmet Âkif, ek yeri olmayan bir adamdır, ona yöneltilecek her tenkid  samimiyetinin ve dava adamlığı vasfının gölgesinde kalmaktadır. O fildişi kuleden seslenen bir şair değil, Millî Mücadeleye fiilen katılan bir kahramandır. Onu şiirinden hareketle eleştirmek mümkün değildir, çünkü şiiri hayatıdır; hayatı hakkında “şahsa ait” bir şey ayıklamak ise mümkün görünmüyor. Kudretli bir sanatkâr olmasına rağmen, şiirinde ferdiyetini bu kadar bastıran ikinci bir şairin dünya edebiyatında örneği olduğunu sanmıyorum. Âkif’le güya aynı temaları paylaşan yığınlarca şair vardır, ama onların pek çoğu Milli Mücadele’den sonra “paye-i rıfat” koparmak için yazmıştır ve “resmî şair”dirler. Âkif ise milletinin şairidir, sıfatını  ona millet vermiştir. Âkif’in, hamasi şiirleri, kuru bir milliyetçilik söylemi değil, bir mücadele ve dava adamının hayatıyla bütünleşmektedir, bu yüzden yadırganmaz. Daha sonraki dönemlerde ise zayıf şair olup hamaset edebiyatı yapanlar parsayı toplamıştır. Âkif’in millet ve milliyetçilik anlayışı, sonraki dönemlerin siyasî milliyetçiliklerin tersine çok açık ve net çizgiler taşır. Millet olmanın vazgeçilmezleri olarak değerlendirdiği bütün unsurlar, onun yaşadığı dönemde yaşayanların az ya da çok müşterekleridir; günümüzde böylesine kapsamlı ve kapsayıcı bir bütünlük taşıyan perspektif ne aydınımızda vardır, ne de “milliyetçi/ulusalcı” ideologlarda. Her kesim kendi ideolojisine uygun bulduğu unsurlardan yola çıkarak bir millet ve milliyetçilik inşa etmektedir ve hepsi de bütünü kavrayamama marazına tutulmuşlardır.
Âkif’in “Allah bu millete, bir daha bir İstiklal Marşı yazdırmasın!” duasına amin demekle beraber; ülkemizin içinde bulunduğu millî sığlıktan kurtulmak için aydınımızın, ricalimizin, gençlerimizin İstiklal Marşı’nı bir millet ontolojisi olarak kavramalarını da temenni edelim. Ontolojik olandan yola çıkınca parçalar bütüne doğru yönelir; ümidimizdir.



31 Ekim 2014 Cuma

GAYR-I NİZAMÎ HARP

Gayr-ı nizami harbe cevap verecek milis kuvvetlerinin olması gerekir. JİTEM yoldan çıkmışsa uygulama kökten neden askıya alınsın...
Biz coğrafya olarak, gayr-ı müslim unsurların ortasındayız. Dar zamanda bu unsurlar gayr-ı nizami her yolu deneyerek, bu ülkeyi zora sokarlar. Bu yeni de değildir...
Milis kuvvetlere bizim gibi bir ülkenin daima ihtiyacı var... 
Kışla askerliği yanı sıra ve önemle daimi ve yenilenen milisimiz olmalı...
Bölgelere göre farklılık taşıyan milis kuvvetlerimizin olması ve sürekliliği, tecrübenin gerektirdiği bir şey değil midir?
Milis harbi verecek kurum "korucu sistemi" gibi eğreti değil, her yönüyle üst-özel eğitimden geçmiş askerlerden oluşturulmalıdır. Bunlar eğitim ve donanım itibariyle yüksek özelliklere sahip oldukları gibi, kıyamete kadar söndürülmemesi gereken bir ocak gibi yenilenmelidir.
Bir kişi bile vatandır...
Bizim çocuklarımız kolay yetişmiyor, tırnaklarına bile zarar gelsin istemeyiz…
Devlet de bunun için vardır.

30 Ekim 2014 Perşembe

PATRONLAR VE TERÖR AĞALARI

PKK'nın ve demokratik(!) uzantılarının ezik Kürtleri istismarıyla, patronların işsiz insanları istismar edip öldürmeleri arasında fark yok...
İşsizlik ve sefalet aslan gibi delikanlıları, denetimsiz maden ocaklarına mecbur bırakır... 
Patron, için biri kabul etmezse öbürü...
Peki tedbir?
Hak getire...
İsterseler ve bunun zor da olduğunu sanmıyorum; yeraltı haritaları çıkarırlar. KAldı ki, madeni basan birikinti filan değil, bir nevi akarsu...
Aslında bunlar patron da sayılmaz, sonradan görmedir ve "yarım ağa" kılıklı tiplerdir.
Benzerleri demokrat(!) Kürt önderleridir, "yarım ağa"dırlar, diğer yarıları da frenk taklitçisi. "Ula gırrolar'" diyordu ya Şener Şen, benzeşiyorlar... İki gün sonra eyleme çağırıyorlar marabalarını, onlar da koşacaklar... Zorunluluktan değil bu sefer, fikri açlık ve manevi boşluktan. Böyle olmasa USA armalı askeri elbiselerle poz verir mi peşmerge?
Daha vahimi "Biji serok Obama!" diye tezahüratta bulunmuşlar. Apo cenapları fena bozulmuş olmalı, bozulmasına mahal yok aslında, o çocuklar kendi eserleri. Maraba yerine kullandıkları Kürt gençleri akıllanmış ve gerçek efendilerini tanımışlar.
Haçlı demiştim, neden dediğim bugün itibariyle daha iyi anlaşılmıştır. Haçlı ama sadece uşaklar yine de... Allah korusun, bir Haçlı seferi olsa, bunlar "Biji serok!" diye işgalcilere selam dururlar... Bir de Selahattin Eyyubi'yi kullanmaları, Sallabaş Selo'yu kahramanlaştırmaları yok mu? O garson ulan, sıradan bir garson...
Patron yahut önder...
Caniler...
Biri ekmek uğruna naçar düşmüşleri istismar ediyorlar... Diğeri, boşluk içerisinde ve hastalıklı kitleleri dağa yahut sokağa döküp, kanlarından besleniyorlar... Bu tür patronlara merhamet, merhametsizliktir; asla acımamalı... Ötekilere de öyle...
1 Kasım'da kanlı önderler, aynanın karşısına geçip, "Eyleme hangi elbise daha iyi gider, marabalar en çok beni nasıl karizmatik bulurlar!" diye düşünür, giyinir kuşanır sokağa çıkarlar. Belki, bir polise diklenip edip kürt çocuklarına "kabadayılık nedir?" öğretirler... 
Evinizde oturun ey evlad-ı vatan!
Geleceğe hazırlan!
Geçecek bunlar, inanın geçecek... 

YERYÜZÜ ALNIMIZA ZİMMETLİDİR

Danimarka, kendilerine sığınan Kürtler konusunda Türkiye'ye bir teklif getirmişti...
Bence altı çizilecek bir husus idi...
“Bize uyum sağlayamıyorlar, size verelim bir miktarda para verelim...” demişlerdi.
Para...
Ne yapacağız parayı, Bölücü Kürt taleplerine tüm bütçenizi verseniz duyuramazsınız. Kültürlerini yaşamaları ve yaşatmaları arzusu göstermeliktir; kültür varsa vardır, yoksa yoktur; hiçbir baskı diri ve üretken bir kültürü zayıflatamaz, yok edemez. Kültür davranışa akseden yönüyle bilinir. Ben müslüman Kürtlerin Türklerden çok ayrı bir kültüre sahip olduğunu asla düşünmedim, düşünüyorlarsa bilgisizlikten kaynaklanıyordur. Bir kültürün muaşereti en yalın ve ince biçimde halkın seçkinlerinde gözükür. Bu yaşıma erdim, Kürt Seçkini rolü oynayanlarda, bırakın kültürü; insanlık namına "asalet" ibraz eden tek bir davranış görmedim. Standartları hiç olmadı; daima çok yüzlü davrandılar ve daha vahimi: Halk diye sahiplendikleri Kürt gençlerini merhametsizce dağa yahut sokağa teşvikte kan bankalarından cömertler. İçlerinde bu duruma karşı çıkanları ise entrika ve tehditle derhal susturdular...
Demek ki, kültür bir bahane...
Kültür, manevi bir esas üzerinde yükselir. İtiraz edip, maddi esas üzerinde yükselir diyorsanız ona da tamam ama manevî kültür, yani üst yapısal(!) durumlar yine vardır. Kürt Seçkinleri'nin ağzından, bugüne kadar manevi bir alana, sabit bir ahlâka dair tek bir söz duymadım... Tersine, şu anda dünyada en materyalist güruh... Kürtlerin bölücüleri ile de seçkinler bu yüzden iyi anlaşıyorlar ve mayaları da materyalizmde buluşuyor. Bu seçkinler müreffeh, bazıları lüks bir hayat sürüyor, marabaları da aynını istiyorlar. Ekmek, aş değil sadece; bedava tahsil, bedava elektrik, bedava su, bedava otomobil vs. istiyorlar. Gerisine asla inanmıyorum, kinlerinin tek sebebi köle ahlakı ve hasetlik... Aslında sadece Türk'e değil; her insana karşı, her topluma karşı öfkeliler...
"Efendi Ahlakı”na da sahip çok Kürt tanıdım ve hepsi dostumdur...
Toptancılığa değil,  "ahlakî" bir değerlendirmeye de ihtiyaç vardır; bu yapılması gereken en ciddi iştir ve namusluları kesin tefrik gerekir. Suriyeli muhacir bir aileye ağılını eve dönüştürüp veren çok fakir bir Diyarbakırlı aile reisi şöyle diyordu: Ekmeğimin son lokmasına kadar bu aileye sahip çıkacağım. Benim böylesi bir "Efendi İnsan" ile dünya ve ahrette hiçbir davam olamaz... Aynından benim mahallemde de var, yemin ederim karnına taş bağlayan "Hanım efendiler", er kişi hanımlar bile var...
Vandalların torunu Danimarka'ya dönüyorum ve duymalarını isterim...
Yanlış düşünüyorsunuz…
Aslında Türkiye'den memnun olmayan bütün Kürtlere kapınızı açmalısınız, bunlar sizinle her konuda anlaşırlar, Türk'e isyan ederler ama sizinle uzlaşırlar. Gelirler ve size çok büyük yardımları dokunur. Bir defa sizin nüfusunuz artmıyor ve askeriniz az, nüfusunuzu kısa artırmış olursunuz. İcabında Papa hazretleri yeni bir Haçlı Seferi düzenlerse, hazır "kürt tugayları"nız filan olur. Biz iktiza ettiğinde cephe savaşını seven bir milletiz, unuttuğunuzu da asla zannetmiyorum. Son haçlı seferi Çanakkale değil miydi? Yamyam, hindu, gurka... Bu çeşitliliğe Kürt birlikleri de ilave edilmiş olur. Hem arada bir başımıza kaktıkları "Biz de Sultan Alparslan'a Malazgirt'te yardım ettik!" deyip, rüşvet taleplerinden de kurtulmuş ve bir nevi ödeşmiş oluruz. Papa, Kürtlere Türkiye’yi vaat etsin, hatta öldürecekleri her Türk başına ödül versin, uçarlar. Parayı, lüx hayatı çok arzularlar; alın ve besleyin, gönlünüzce kullanın…
Hulasa: Bunlar size iyi gider Danimarka ve bilumum AB ülkeleri... Üste siz değil, biz para bile verelim, yeter ki, düşmanımız cepheden gelsin...
Sıkı durun...
Türk kökenli olup da, Haçlıya asker olmak isteyenler yok mu?
Artık var, çok sayıda hem de...
Bu yazı onların da hoşuna gitmeyecek... Hatta "Irkçı" görüşlerimden(!) dolayı, dolaylı olarak bu cism-i nâtüvanın sözünü topuğundan vuracaklar... Mühim değil, “Ebediyyen ırkıma yok izmihlâl!” de derim... Irkım alnımızdan okunur, tekmil yeryüzü de alnımıza zimmetlidir...
Onlara da benim teklifim aynıdır...
Birleşsinler, birlikten kuvvet doğar!

1 Eylül 2014 Pazartesi

İCRAAT DEĞİL İSTİRAHAT HÜKÜMETİ

Bu kabine yeni bir kabine değil…
İcraat hükümeti hiç değil…
Bence istirahat hükümet…
Mevcut hükümetin büyük bir bölümü ne Gezi olaylarında, ne de 17 Aralık Darbe Teşebbüsü sırasında, hedefteki adam Tayyip Erdoğan’ın yanında ve arkasında duran insanlar değildiler. Bakan görüntüsünden çok üst düzey bürokrat havasındaki bu hükümetin neredeyse aynen görevde kalmasının mantıklı bir izahı yoktur.
Bizim bilmediğimiz çelpeşik ilişkiler içeren bir mantığı belki vardır ve bilemediğimiz hesaplar söz konusu olabilir…
Numan Kurtulmuş ve Savunma Bakanı ve belki Mevlüt Çavuşoğlu hariç, isabetli diyebileceğim ve icraat için konulan tek bir isim ben kendi adıma göremedim. O mecliste bu eski ve üçüncü dönemini doldurmuş şahıslar yerine bakanlık yapacak adam kıtlığı olduğunu da düşünmüyorum.
İçlerinde şahsen tanıdığım öyleleri var ki, paralel götürümlü, her şeye hazımlı, vefasız ve kibir abidesi…
Ahmet Davutoğlu’nun bu kalpleri, beyinleri kireçlenmiş ve koltuğa çivilenmiş kabine üyeleriyle işinin çok zor olduğunu tahmin ediyorum.
Yeni Türkiye, şimdilik içi boş bir laf…

Koltuklar tazelendi sadece…

BİZİM SİVAS YAZILARI, 1 Eylül 2014, 16.42

30 Ağustos 2014 Cumartesi

MUHALEFET CEPHESİ: İSTİKRARLI REZALET

Hasetsiniz be ya!
Genel hatta haset, dağıldıkça her türlü terbiyesizliğin adresi gibisiniz....
İçinizde bir sürü akademisyen, akademisyenden bozma düşünür, düşünür rolünde yazar, kitap kurdu okur, beynelmilel sanatçı var…
Allame ilahiyatçılarınız, denizaşırı cesamette ruhani liderleriniz var…
Yetmedi, dış basın elinizde, Mossad icabında yanınızda…
Ama millete tosluyorsunuz. Çünkü elin aklıyla düşünenin düşüncesi gayrı-meşru olur, elin istihbaratıyla iş tutan ihanete kavşak olur, elin gazetesiyle paslaşan top olmazsa bile top sakal olur…
Halk sizi seçmiyor değil; çok iyi seçiyor ve gıdım gıdım eritiyor. En sonunda sabun kırtiğine dönüşeceksiniz…
Muhalefet Cephesi’nden bahsediyorum…
Cemaatin ne kadar ham, CHP'nin kadar bilgesiz, MHP'nin gölgesiz olduğunu 30 Ağustos törenleri münasebetiyle bir kez daha idrak etmiş bulunuyoruz...
Bu üçlü ve önemli muhalefetin ürettiği gerilim ve hasetlik politikası: Ak Parti'nin daimî seçim garantisidir...
Şimdiden seçimlerin galibi Ak Parti’dir…
Kutsanmış Muhalefetin: Mizahçısı boynuz, düşünürü tekme, sanatçısı edepsizliği araç olarak kullanmaktan asla vazgeçecek gibi gözükmüyor...
Beyinsiz, yüreksiz, terbiyesiz…
Bu üçü varsa bütün dünya yanınızda olsa, şekilde görüldüğü gibi millet sizi paçavraya çevirir.
Beyinsiz düşmandan, yüreksiz dosttan, illa herşeyin terbiyesizinden kurtulmak: Bu memleketin gerçek kurtuluşu olacaktır.
Önce ahlak ve maneviyat derdik ve diyoruz…
Büyük bir ahlâkî inkılâba ihtiyacımız var…
Özellikle de muhalefetin kutsal teslisinin…

BİZİM SİVAS YAZILARI, 30 Ağustos, 14.01

22 Ağustos 2014 Cuma

İDOĞLUİDLER

IŞİD'in İD olması gerçek kimliğidir.
Kimin İD'i?
İsrail'in İD'i...
Süper egosu: ABD
Egosu: Büyük Britanya...
İD: İsraildir,
Çünkü Hristiyan Avrupa’nın dünyadaki her işi Eski Ahid’e dayanır…
SÜPEREGO:  ABD’dir…
Çünkü İD’i baskı gücüyle politik kabul sınırlarına çeker…
EGO: Büyük Britanya’dır çünkü politika halinde İD’in eylemlerinin gerçek öznesidir…
Tekmili birden: İdoğluidler’dir…
Bütün dünyanın aslında “Kurtuluş Savaşı”na ihtiyacı var…
Ben diplomasi bilmem!

BİZİM SİVAS YAZILARI, 22.08.2014, 15.21

21 Ağustos 2014 Perşembe

İMKÂN MÜMKÜN DEĞİLDİR

Dediğinizin gerçekleşmesi için, "Mümkün olan şeyler" cümlesinden olması icap eder... İlk şart bu ve sınırları belirler...
“Mümkün olan şeyler”i belirleme kudreti, ehl-i temkin olmayı gerektirir. Ehl-i temkin, sabit ve hareket halindeki eşyayı “tel’if” kudretine sahiptir…
“Za’f-ı tel’if” ile malul olan, istikamet belirleyemez. Doğrusu ile yanlışı tenakuz teşkil etmez…
İnsan bizde, kıyas ile ulaşılan ve anlaşılan bir mertebe değildir. "İmkânlar Varlığı" olma sürecini tamamlamıştır; "Mümkünler Varlığı"dır...
Güncel olmadı değil mi?
Benim de sözüm zaten sana/güncel insana değildi...

20 Ağustos 2014 Çarşamba

ÖLÜMÜN DÜNYA HÂLİ

Ölüm bizzat tecrübe edilemez…
Tecrübe edemeyiz ama hayattayken ve hayatımızda onun olmadığı hiçbir şey yok.  Başkalarının üzerinden yaşar ve konuşuruz ölümü; kendi ölümümüz ise başkalarına yadigâr kalır.
Başkalarının ölümü evet ağır, “başka” yakınınız ise kezzap gibi geçer damarlarınızdan ve sızısı dinmez...
Benim de damarlarımda nice ayrılıklar sızıldar…
Her birini yıkadım, kefenledim, kabre indirdim, başlarının altına toprak koydum, mahrukat tahtalarını dizdim ve çıktım. “Başkalarının ölümü” üzerinden konuşmak, tecrübe edilemeyen bir geleceğe de hazırlanmaktır. Baba ve anne ile çocukluğumuz, dayı amca ile yeğenliğimiz, bir dostun ölümüyle gülüşmelerimiz yarıdan bölünür ve azala azala ölürüz. En mesut anlarımızda evvel gidenler hatırımıza gelir ve noksanlığımız yumruk gibi oturur hançeremize…
Ölenler ne eder bilemem, aşağıya doğru yazacaklarım “Kalanlar ne yapar?” üzerinedir…
Bu yakınlarda yine kabirden çıkmıştım; killi toprak saçlarımın ta köküne işlemiş, tarak kâr etmemişti… Eve vardığımda o hay huy içinde kimselere hissettirmeden lavabonun altına tutup başımı yıkadım kuruladım: Merhaba Dünya!
Sonra ne der idi el-âlem, şakağımdan çamur renginde ter yürüseydi?
İşte böyle… Ölümün hayhuyunda bile dünyalık telaşemizi bir azap gibi taşırız gövdemizde…
Hayattan sürgün mezarlıklar
Karahaber tez duyulur…
Duyulur ve gereği her ne ise yapılır!
Eskiden diyeceğim ama sevmiyorum artık bu kelimeyi, çünkü o kadar da eskiden değildir anlatacaklarım; nispeten kentlerin kenarında, son köylerde o ince cenaze adetleri sürdürülmektedir. Kusursuz bir muaşeret sükût içinde yürür, acılılara yük bindirmeden yakın akraba, konu komşu her muameleyi yönlendirir, yürütür ve sonlandırır. Son durak mezarlık ama hangisi?
“Hangi mezarlık?” sorusu, bu günler için çok garip gelebilir. Oysa her şehrin pek çok mezarlığı var idi; şimdi yoklar! Mezarlıklar, sayılı mahallelerin kesiştiği bir mıntıkada ve salımıza nöbetleşerek omuz veren cemaatin yayan varabileceği mesafelerde idi. Anlayacağınız, mezarlık mahallelerin orta yerinde ölümü içimizde yaşatan nokta adreslerdi. Pek çoğu şehir merkezinde kaldı; miadını doldurdu ve iptal edildi. Bir mim koyun buraya… Çünkü toprak, arsa cinsinden nakdî kıymet kazanmıştır; her taraf çarşı pazar olmuştur… Bir “mim” koyun, beklesin.
“Önce alışveriş sonra fiş dünyası”nda mezarlık, her gün ölümü hatırlamaktır; bu hâl, kentleşmenin şirret iskânına, modernliğin ruhuna muhaliftir. Çoğu düzlendi bu “sessiz mahalleler”in, pek azı korundu. Korunanlar, şu anda kudretli yakınları olanların yattığı mezarlıklardır ve öyle zannediyorum ki, bir zaman sonra onlar da hükümlerini yitirirler. Bir de cami hazireleri vardı ve bazıları bayağı hacimliydi… Bugün çoğu şehirde buralar yitik gayr-ı menkullerdir; hazineye ait tasarruflarla mazi olmuşlardır.
Kenarlarda ve genişleme imkânına sahip arazilerde şimdi merkezî mezarlıklar vardır. Zincirleme reaksiyon gibi önüne ne gelirse tepeleyen kentleşme, bu sonucu doğurmuştur. En disiplinli örneği Ankara uygulamasıdır, orada mezarlığın merkezinde cami vardır ve aynı anda on cenaze kaldırılabilmektedir.
Yapacak bir şey yok, sadece sabit kalan hakikati, değişen dünyayı hatırlatıyorum…
Abdest-Gusül-Gasil
Abdest: Minik ellerimizle suyu çırpıta çırpıta ve bazen “Neyse, sen küçüksün ayaklarını yıkamasan da olur!” müsamahasıyla genişleyen çocuk ilmihâli ruhsatıyla… Ne keyiflidir ilk abdestler, ne sevimli; unuttuysanız yazıklar olsun…
Gusül: Mazmaza ve istinşaktan sonra cemi-cümle bedeni sudan geçirmemiz gerekiyor; bize böyle öğretmişlerdi. Ağzın, burnun içi en derinine su çekilmeli; tenimiz, iğne deliği kadar boşluk bırakmaksızın temizlenmelidir. Gusül, ergen mahcubiyetlerimizi de beraberinde taşımaktadır. Genciz mesela, çimmek için ırmağa gidiyoruz; ırmakta o zamanlar genç… Ömür uzadıkça bebekleşiyoruz, utansak da bazen ihtiyarımız elden gidiyor ve başkalarından yardım alıyoruz.
Ve gasil: Bir nevi kilometre saatimiz sıfırlanıyor; son sularla beraber dünya domur domur dökülüp gidiyor üzerimizden; hayat devam ediyor bir başka boyutta…
Abdest ve gusül irademiz dahlindedir; gasilde seçme hakkımız yok…
Gasil; şehirler şehir, köyler köy iken evcildi, bahçe yahut hayatlar geleneği sürdürmeye olanaklıydı… Bir köşede kazanla su ısıtılır, mahremiyet ölçülerini inceden inceye bilenler kuş gibi hazırlarlardı yolcuyu. Dedelerimi ve benden üç ay küçük amcamı evin bahçesinden yola vurmuştuk, kilimler gerilmiş ve peydahlanan alanda sefere hazırlamıştık onları. “Bir saplı su dökmek!” hane halkına ve eşe dosta nasip olurdu. Muhabbet bazen öyle derindir ki, evvel gideni yıkamak üzre dost dostla söz keserdi.
Merkezi mezarlıklar ve cenaze camisi kaçınılmaz son ve beraberinde merkezi gasilhaneleri de getirmektedir. Anadolu şehirlerinde şimdilik, bazı camilerde musalla taşı var; ama kentin dünyevi akışına manidir ölümle içiçe yaşamak… Tahminim o ki: İtirazlar olsa da kent referandumuyla, gasilhane, cenaze namazı ve defini aynı mekâna bağlayacak çözüm her kentin akşamında yazmadadır. Ölüm haberini alanlar, tahsis edilen saatte kentin merkezî mezarlığına gidecek herşey orada olup bitecek…
Eskiden hanemizde ölürdük, evinde döşeğinde, eşiyle aşiyanıyla ve birdenbire… Tam da birdenbire değil elbet, kısa bir yatak ömrüyle… Ölüm, “Daha geçenlerde çarşıda çay içmiştik!” gibi sözlerle karşılanırdı. Şimdi son anlarımızı hastanede ve belki makinaya bağlı geçirmekteyiz.
İlki yahut ikincisiydi bu seyyar gasilhane uygulamasına geçti bizim şehir de… Artık o etrafı muhafazalı; hayatı, bahçesi olan evlerin devri fiilen bitmiş ve işler hakikaten zorlaşmıştı. Bu esnada seyyar devrimi gerçekleşti. Herşey otobüste gerçekleşiyor; ölü itinayla yıkanıp kefenlenerek tabuta yerleştiriliyor, doğrudan musallaya naklediliyor. İcat edenin gönlü şen olsun, modern sıkıntılara pratik bir cevaptır bu! Belediyeye bir telefon ediyorsunuz, çark işlemeye başlıyor. Hamuşana gark olanın çenesi hastanede bağlanmışsa oraya cenaze arabasını gönderiyorlar, kalkacağı yere de ücretsiz otobüs... Emaneti döşeğinde teslim eden için ise seyyar gasil aracı evin önüne geliyor; böylece, acılı aileye başka bir yük bindirilmemiş oluyor. Aileye sadece kabre döşenecek mahrukat tahtası almak kalmıştır; bazı belediler artık bütün levazımatı karşılıyorlar. Karşılasınlar… Bari göçerken adamakıllı bir belediye hizmeti görmüş olalım! Umarım özelleştirme dalgasıyla belediyeler bu işi de şirketlere ihale etmez; maazallah mevtamıza haciz koyarlar.
Acıtan ve düşündüren tarafları var elbet; bir “mim” de buraya koyalım, kilitlesin ağzını o da dursun şimdilik!
Başsağlığı ve “helâllik”
Fani, tam evinden ayrılırken bir dua edilir ve konu komşu, hısım, akrabadan haklarını helal etmesi dilenir! Bu arada hanenin feryadı zirveye çıkmıştır, ardından zeval başlar… Ağıtlar yavaş yavaş azalır ve içe akan gözyaşlarına dönüşür.
Bir helallik de musallada dilenir…
Merhumu/merhumeyi nasıl bilirsiniz?
Titreten, dirileri titretmesi gereken bir sualdir bu, şahadet önemli çünkü…
Yakın zamana kadar, yavaş ve usul usul “Ehl-i sünnet ve’l cemaat” cevabı, hem üç kere verilirdi, şimdi cevaplarda nedret ve kesret devri başladı. “İyi biliriz” diyenlerin, ne diyeceğini bilmeyenlerin sayısı arttıkça cevap şıklarının sayısı artıyor, çünkü öğretilmiyor…
Yakında bilmediğinden susanlar yahut:
— Bizim mahalleden…
— Mesai arkadaşımdır.
— Emekli profesör.
— İyi arkadaştır.
Filan diyenleri duyarsanız şaşırmayın…
Defin işlemi biter, sıra taziyet bildirmeye gelir…
Cenaze namazları eskiden bu kadar kalabalık değildi, duyan yetişir, yetişen kılardı; bakisi başsağlığı dilerdi. Cenazeden sonra cemaat mahalle mescidine gelir; dua edilir, helallik dilenirdi. En yakın mescidin imamı tekfinden, define her işin içinde olduğu için, camiler daima muntazırdır; göçen de azından çoğundan cemaattendir. Otobüsler cemaati camiye bırakırlardı; içeride bir aşr-ı şerif okunur, çıkışta bir kere daha acılıların gönlü görülmüş olurdu. Camide başlayıp, camide biten işlerimiz azaldıkça azaldı…
Haneye varanları yine hanımların aniden yükselen feryatları karşılar; dolu gitmiş, boş gelmişlerdir çünkü… Bir zifiri sessizlik anı vardır ve o dem herkes çaresizliğin farkına varmıştır; giden gitmiştir. Sızım sızım iç çekişler sürer ama usul usul “dünya kelamı”na da geçilmiştir… Hatıralar konuşulur, hal hatır sorulur… Âdettendir; sade kahve ikramı vardı bir de; açlar ise dilerlerse kahveden önce yemek yiyebilirler, sofra açıktır.
Başsağlığı ziyaretleri kısadır; biteviye Yasinler okunur, hatimler indirilir; hâsıl olan sevap “Evvelen bizzat hülasay-ı kâinat peygamber efendimize…” olmak üzere teselsül tertibiyle tüm müminlere ve hitamında da sebep olan zata bağışlanır.
Yürek ezici bir izdiham
Ölüme bile artık fazla zaman ayıramaz olduk, dünya boyuna dürtüyor…
Üstümüze toprak atılırken çok az adam yere bakıp tefekkür ediyor, bazıları koyu muhabbete dalıp tilaveti bile dinlemiyor; ellerde cep telefonları, mesajlaşmalar son sürat… Billahi, çoğu cenaze merasimden ibaret kalmıştır. Göçen sanki bir müddet önce diri değildi ve sanki okunan Kur’an bizi uyarmak için değil de, ölüleri uyutmak(!) içindir. Yine bir avuç mahalleli münavebeyle toprak atıyor, kemal-ı ciddiyetle son görevlerini ifa ediyor. Sayıları süratle kabaran orta sınıf ve onların yakın temasta olduğu kerli ferli zevat, sanki dünyevî işlerin bir uzantısı olarak laci-lacivert oradalar.
Cenaze cemaati mahalle ve eş dost sınırlarını taştı; iş çevresi, sosyal çevreler, statüye göre artan şahıs kadrosu mesafeli bir biçimde kabrin çevresinde kümelenmeye başladılar. O kadar çok özel araba gelir oldu ki, artık belediye otobüslerinde oturacak yer bulunabiliyor. Hal böyle olunca, başsağlığı için mahalle mescidine gitmek yerine; hoparlörle ilan edilen mıntıkaya cenaze sahipleri diziliyor ve sırayla taziyet bildiriliyorlar.
İzdiham da orada başlıyor…
Az önce ve kabristanda belki de öğlen yemeği, ilkindi çayı için yahut iş için randevulaşan aylaklar sınıfı, az önceki ataletinden sıyrılıyor ve çevik hareketlerle sıra kapma yarışına giriyor. Aralarına düşerseniz ezilme tehlikesi bile atlatabilirsiniz; iyisi mi bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Ben öyle yapıyorum, göze batmayan bir kenarda bekleyip, başsağlığı diledikten sonra yavaş yavaş ayrılıyorum; olup olacağımız hal belli, yol belli, yolun sonu belli.
Buraya da bir mim koyalım ve sonra bunu bir daha hatırlatırım belki…
Ev açma
Kadınlar evde kalır; erkekler için ise en yakın komşu, evini açmıştır.
Tarz-ı kadimdir bu…
Ev açma duruma göre bir gün de sürebilir, üç gün boyunca da… İlk günün akşamı ve ikinci gün taziyet için gelen sayısı fazladır. “Ev açma” hakikaten meşakkati en aza çekerek, acıyı hafifletir. Evini açan komşu icabında üç gün boyunca kapısını açık tutar ve misafirlere hizmet eder…
“Ev açma” asaletli bir iştir; şimdilerde de sürmektedir ama kimsenin kimseyle komşuluk yapmadığı toplu konutlarda artık sekteye uğradığına şahit olunmaktadır. Yasın esası üç gündür; üç gün boyunca ağzının tadı bozulan hanenin ocağında kahve dışında bir şey kaynamaz, komşular habire yemek taşır. Şimdilerde bu âdetin yerini millî “fast food”umuz etli pide yahut dürüm almıştır, bazen “yemek fabrikaları” tabldot usulü hizmet vermektedirler. Nur içinde yatasıcalar, “Diri baş aş ister!” demişlerdir, diri başlara aş taşıma âdeti tam “Bizlik” bir şey! Benim çokça ve çoğalmak temennisiyle dediğim “Biz”i Süleymaniye’nin muhteşem kubbesinde aramamalı… Böyle ince ayrıntılarda gizliyiz, zahmete girip kendi kendimizi yeniden keşfetmemiz gerek…
Çoğumuzun mahallesi yok, evi barkı da yok sayılır; apartman daireleri ev değil ikametgâh adresidir. Hangi mahalleli olduğumuz sorulduğunda çocukluğumuzun geçtiği mahallenin adını veririz. Oysa mahallenin yerlisi olan bizleri, o yerlerde tanıyan bile kalmamıştır. Cami cemaati de mukim şehirlilerden değil, yirmi yedi kat sevap almak isteyen, A-Blok 2/4 gibi bayağı kesirli adreslerde konuşlandırılan “kemiyet ve küsurat ”tan ibarettir… Cami cemaati, cami dışında da cemaatti; şimdi din ile dünya mezarlıkta bile sert çizgilerle ayrılmıştır. Mahalle üzerinde duruşumu, birbirine omuz vererek yaşayan evlere ağıtlar yakışımı, nostalji olarak değerlendirenlerden bizarım ve burada, hem ötede davacıyım…
Tip projelerle kondurulan camilerin insaniyetsizliğini, birileri uygarlaşma olarak tanımlayabilir; mevzumuz ise laiklik değil, sekülerleşmedir. Çünkü laiklik devletle ve hukukla alakalıdır, sekülerlik ahlakla ve toplumla… Değişen ahlaktır ve değişen bu ahlak üzerine Anglosakson yahut Fransız laikliği dikme tartışmaları, fikir dünyamıza ait bir yerli çelişki bile değildir. Bizim arayışımız kamu ahlakını seküleştirmeyen bir nitelik taşımalıydı; mümkün, hatta basitti… Modernite/kapitalizm karşısında şahsiyet ibrazı şansımız şimdilik gözükmüyor; “yeşil tüketici”lerle “Durmak yok yola devam” talihsizliği, kendi “resmî aydınını” da yetiştirmiştir. Baştan beri hamasetle dünyeviliklerini bastıran çeşit çeşit cemaatler ve İslamcılıklar; kifayetsiz, donanımsız modernleşme mezheplerine dönüşmüş ve pelteleşmişlerdir. Devlet kılavuzluğunda sekülerleşmenin laiklik olarak tanımlanması despotluğu, şehirleri zorla ve süratle kentleştiren iskân politikaları vasıtasıyla işlerlik kazanmıştır.
Hayır, dağıtmadım! Konu tam da budur…
Mahalle ve cami bütünlüğü içerisindeki cemaat, mazi olmuştur… İnsanların mahalleleri, omuzdaşları yok ama statüleri var; siyasi partileri, dernekleri, iş arkadaşları vs. cenazesine gelir ama kalıcı değildir… Zaten, bu kabala cemaatin azaları defin yorgunluğundan sonra bir de mescide girme meşakkatine katlanamazlar. Benim neslimden olanların az çok hâlâ mahalle arkadaşları kalmıştır ama sonrakilerin cenazelerindeki kalabalığı ekser “statü”leri belirleyecektir.
Ölüm ve statü… Mim… Bu mim, hayretimden değil; söz yoruldu…
Çamaşır Günü
Göçenin elbiseleri, bazı eşyaları uygun kişilere verilir…
Nedenini bilmiyorum, önce ayakkabıları verilir… Böyle bir hadiseyi naklen dinlemiştim...
Tellal Hamdi derler bir zat, akşam sipariş verdiği bir çift kundurayı alır evine gider. Niyeti ertesi gün gıcır gıcır giyinmektir. Lakin emr-i hak vaki olur; adamcağız uykudayken öbür tarafta gözlerini açar. Ayakkabılarını da hatar patar, hamallıkla geçinen bir komşuya verirler. Hamal, aynı kunduracıya götürür ve taze çizmelere pençe vurdurmak ister. Usta yan dükkânda çay içmededir, çırak ayakkabıyı tanır ve işkillenerek haber verir. Usta gün umur görmüş bir kâmildir, “Efendi, çizmeler de pek güzelmiş, kime yaptırdın?” diye sual eder. Hamal, “Yok be usta, nerde bende ısmarlama çizme giyecek kudret, Tellal Hamdi komşumdu, rahmetli oldu, çizmelerini bana verdiler” der…
Bu dünya böyledir; kim kazanır, kime nasip olur bilinmez…
Göçenin elbiseleri, bazı eşyaları uygun kişilere verilir.
“Çamaşır Günü” diye, bir adet vardır; bence hoştur… Dar-ı bekâya gidenin elbiseleri temizlenir, çamaşırları yıkanır… Komşular da birer kalıp sabun alıp ziyarete giderlerdi. Çamaşır Günü, üçüncü gündür, yani matemin sona erdiği gün… Sonra çamaşırlar, elbiseler ihtiyaçlısına verilirdi. Şimdi neredeyse o da yok; çünkü pırtı bollaştı. Bırakınız eskiyi, bir ölüden arda kalan elbiseyi giyecek tevazuda insan mı kaldı?
Bence üryan gelip, üryan gittiğimizi vurgulamak içindir bu örf. Göçeriz ve cümle esbabımızı geride bırakırız…
Can Yemeği
Bir köyde temaşa etmiş idim…
Adamı defnettik evine geldik, güya bir aşrı-şerif okuyup başsağlığı dileyeceğiz. Eve girer girmez yer sofralarıyla karşılaştık… “Buyur, buyur, buyur!”lar ardı ardına; odaya girişte solda kadınlar kazanlardan biteviye yemek aktarıyor. Taaccüp etmeme rağmen buyurduk, köyün işinin erbabı imamıyla aynı sofradayız. İmam garipsediğimi anladı ve “Ye iki lokma hocam, sonra söylerim!” diyerek pilava daldı. Kaşık mesaimiz bitti; yemek duası, kıraat, taziye…
Yemek çok sade idi ama bu göçenin variyetine göre de değişirmiş, bir sığır kesen bile olurmuş… İmama bu âdetin özünde güzel olduğunu ama daha acı soğumadan sıcak aş çıkarmanın haneye eza olduğunu söyledim. İmam da sözüme hak verdi, kendisi de hoş karşılamazmış ama “Bu âdetlerle çok uğraşmaya gelmez, zamanla değişir!” diyerek, ilm-i siyasetini konuşturdu.
Üçüncü gün, yedinci gün, kırkıncı gün, elli ikinci gün yemekleri…
Halkiyatçılar için bir çalışma alanı olan bu yemek adetleri üzerine benim görüşüm, yuğ törenlerine benziyor oluşudur; başka kavimlerde de benzeşen âdetler mutlaka vardır. Yoksulu doyurmak için ölümü beklemek gerekmediği gibi; hayrı hasenatı saman alevi gibi değil, kor gibi için için yaşatmak ve sürdürmektir. Paranın parçaladığı günümüz dünyasında ne vesileyle olur olsun, insanların sofra açması hoştur, âlâdır, rânâdır. Açı doyurmaya, açığı giydirmeye vesile olan muaşeretin kökeni o kadar da önemli değil; güzel her yerde güzeldir, yeter ki rüküşlükten, aşırılıktan berî olsun.
Kur’an okunsun, dualar edilsin, gücü yeten pilav üstüne tepe gibi et yığsın; üçüncü gün, beşinci gün, kırkıncı gün; mümkününüz var ise hergün be ya, her gün…
Alkışlar arasında ölüleri yakmak
Evvel yoğ idi, ucun ucun çıkmaya başladı ölüleri yakmak âdeti. Münferittir diyebilirsiniz, münferittir ama pek çok sosyal oluşum böyle başlar, iz bıraka bıraka derinleşir. Derinleşme imkânına sahip tek bir olay, alır başını yürür; önce ahlakileşir sonra da hukukileşir. Bir de bakmışsınız ki kanun hükmüyle ölüleri yakmak için belediyeden ruhsatlı, ticaret odasına kayıtlı, TSE garantili fırınlar kurulmuştur.
Adına ben de “Büyük Dönüşüm” diyeyim… Dünyayı fabrikalaştıran bu süreç, ölüleri de yüksek fırında bir avuç kül haline getirerek, savurma ya da bir kavanozda rafa kaldırma uygarlığı sunmaktadır. Hint’te bilinen bir âdettir ama bunun doğrudan Hindîlerle ilgisini kuranlar var ben kuramam; daha çok suyun buharlaşma özelliğinin keşfiyle ilgili görülmelidir bence… Su buhar olur uçar, bir avuç tortu kalır. Önce tekmil frengistanda başlamıştı, sonra yaygınlaştı, sıçramalarla bize doğru gelmeye başladı. “Gelir mi?” derseniz, “Gelir!” derim… Doğu-Batı diye diye, başımıza gelmeyen kalmadı; neler geldiğini oturup da insaniyet dairesinde düşünmedik… Ne yani! Bugünün dünyasında ölülerini en çok yakarak yola vuran İngilizler, işin iptidasında hayıflanmadılar mı, üzülmediler mi? Hepimiz, zaman ve mekânı birleştiren, dişlileri arasında insana mahsus ne var ise parçalayan, öğüten devasa bir makinenin içindeyiz. “Gâvura olan, sana bana olmaz!” demeyin; ne gâvurumuz var, ne de biz o müslümanlarız… Bırakın uygunadım yürüyen akıllılarımızı, delilerimiz bile artık aynı nedenlerle deliriyor! “Yürek ezici izdiham” başlığı altında hatırlatırım dediğim “mim”i burada açalım ve paralel okuyalım.
Yirmi küsur sene evvel birader-i kudemadan Hasan Yurtoğlu bir kitap hediye etmişti: Ölüm Karşısında Batılının Tavırları… Kitap, sıfır kilometre değildi, pek çok satırı çizilmişti, kalanı da ben çizdim. Ta o gün, böyle bir yazı yazmayı da düşünmüştüm. Ve yine “batılılar ne yaşamışlarsa, bir benzerini bizler de yaşarız!” cümlesini zaman denilen satha o lahza yazmıştım. Ölümün, bütün anahatlarıyla hayatımızdan nasıl çekildiğini geçen yıllar içinde safha safha yaşadık, yaşıyoruz. En önemli eşik, “ölüleri yakmak”tı, bir nevi o da başladı ve dışarıda yakılan ilk cenazenin külleri İstanbul Boğazı’na saçıldı… Bence bu olay, bir işaret, geleceğe doğru sıkılan bir işaret fişeğidir,
Atlamayalım… Çok mühim bir hadisedir, alkışlı ölüm; bir yönüyle ölümün bu dünyadan alkışlarla sürgün edilişidir. Ölüme, dine, hayata ve adı konulmakta zorlanan “bağzı şeyler”e isyan da var işin içinde. Bu “bağzı şeyler”, hiçleyecek bir şeyi kalmayanların hiçliklerini dile getiren bir görüngüdür. Çepikli cenazelere karşı kendilerini sağlama alan insanlar ve o insanların “Alkış istemem!” vasiyetleri var. Müslümanlarla yoğrulan yurtta bir kişinin bile “Alkış istemiyorum, beni müslümanca gömün!” diye vasiyet bırakması da bir işaret fişeğidir… İnsanların, “muhterem bedenler”i üzerindeki tasarruflarını öldükten sonra da vasiyet yoluyla sürdüreceği yahut varislerinin tercihine bırakacağı günler çok uzak değil…
Tabii, frenklerin baş tuttuğu bu gidişe, alaturka frenklerimiz de bir katkıda bulunurlar. Mesela, bir yakınları buharlaşırken çepiklerle eşlik ederler, bu anlamlı terakkiye özgün bir renk(!) katarlar… Böyle şeyler “Bizde olmaz!” mı dediniz? Olmayabilir ben de yazmadım sayarım. Olursa da “Demişti ki…” der geçersiniz; dünya denilen bu tecrübeler definesi, “Dediydi, demişti”lerden ibaret değil mi?
Mim…
Sebeb-i telif artık zaruret oldu, çünkü sözün topuğuna bakan sayısı arttıkça oyunun tadı kaçtı… Ben toprağımın yerlisiyim, toprağımdakiler bana giderek yabancı… Frenk icadı yalnızlıkların tuzağına düşmemek için boyuna yazıyorum… Hiçbir konunun saymakla, yazmakla tüketilemeyeceğini hakk-el yakîn bilecek yaşlardayım; yaşadıkça da yazdığım benimle yaşar… Bu yazı ise, âlemde her nefs için sabit hakikat olanın, hayatımızdaki yerinin nasıl değiştiğini anlatmak içindi. Ve anlatırken anladım ki, ötesini kaybeden bu dünyada, değişen sadece hayatımız değil, ölüm de değişti. Çünkü “Ölü” canı teninden ayrılanı vasfeden bir isimdir, sonuna “mim” gelir “Ölüm” olur ve hayatımızda yerini alır. Ölüm sınırlar; bu sınırı fehm edemediğimizde hayatımız genişlemez, anlamsızlaşır. Ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz, ötesi hiçlik.
Birinci mim: Bir dostum, gezerken “Hadi yolumuz düşmüşken mezarımı da bir ziyaret edelim!” diyen arkadaşının hâlini anlatmıştı. Şaka zannetmiş ama gerçekmiş. Babası rahmetli olmuş ve mezar yeri bulamamışlar. Kendisi göçtüğünde evladı aynı sıkıntıyı yaşamasın için bugünün rayiciyle on bin lira verip Karacaahmet’ten mezar yeri satın almış, arada bir yerinde mi diye de yoklarmış. Gel gör ki, aldığı istirahatgâh kayınpederine nasip olmuş… Meskûn mahaller ile koyun koyuna yaşayan eski mezarlıklarda yer bulmak çok zor, bu yüzden kentlerden uzak yerlere sürmek zorunda kaldık mezarlıkları. Bayramdan bayrama ziyaret edebilmemiz bile müşkildir.
İkinci mim: O kadar dünyevileştik ki, içimizden biri defnedilirken çok az adam sükût halinde, kara toprağa dalıp düşünenimiz yok gibi. Herşey alabildiğinde hızla gerçekleşiyor, bir an önce arabalara binip uzaklaşmak için böyle olması gerekiyor. Kazmanın küreğin ve üstümüze atılan toprağın senfonisi bence tek ses olmalıydı, eskiden öyleydi; şimdi ise kıraati sanki ölüler dinliyor ve adeta kanıksadığımız kirli bir uğultulu var. Daha hazini, kapatılmayan cep telefonları, süregiden mesaj trafiği… Hani ki, biz bir ağyarın bile cenazesi geçerken ayağa kalkıp hürmet eden bir peygamberin ümmetiyiz…
Üçüncü mim: Cenaze alayında ne kadar özel araba, namaza ne kadar çok iştirak eden varsa ölenin zenginlik ve statüsünü de o göstermektedir. Ölüm, ölüm olduğu için değil, yanımızda götüremediğimiz menkul, gayr-ı menkul emlake göre kıymet görmektedir. Batı’da bu iş daha abartılıdır… Altın kaplama tabuttan tutun da, limuzin nakil aracına, makyajla partiye hazırlanan cesetlere kadar statülerle ilgilidir ve her biri ekstra fiyata tabidir. Ölümün metalaştırılması başka nasıl olur, bilen söylesin.
Dördüncü mim: Frengistanda yakılan ilk cesedin külleri İstanbul Boğazı’na döküldüğü anda kapı açılmıştır. AB uyum sürecinde var mı bilmem, aslında uymasa da her çeşit “uyum” tamam da bu incitici süreç resmiyete kavuşmamıştır. Yanarak kavanoza girmek, rüzgâra savrulmak, denize dökülmek isteyen çok adam var çoook… Belki tam otomatik fırın için fırsat kollayan cesur girişimciler de vardır ve tetiktedir…
Yazının sonuna yaklaştım ama mevzu sürecek; çünkü ölü(m) sürecek…
Her satırda bir “Mim” koysa idim, daha baştan çenemi bağlamam gerekirdi! Zar zor da olsa konuştum, ahirinde “dört mim”den medet umarak belki de kariyerimi(!) zora soktum… “Nun” ile başlayan her hece inler, inlemelidir; “Mim” ise inlemenin hafifleştiği, sükûnun şiddet kazandığı bir harftir. Son “mim”de ise iki dudak arasından dökülecek söz kalmamıştır.
Miiiim…

DERGÂH, Haziran, 2014

19 Ağustos 2014 Salı

AK PARTİ VE AKP

Ak Parti iktidar partisinin resmi adıdır. Bu ad Adalet ve Kalkınma kelimelerinin bir araya getirilmesinden oluşturulmuş, güzel bir buluştur. AK, hem kolay söylenişi, hem de kültürümüzdeki karşılığı itibarıyla temizliğe işaret eder.
“Kalkınma”, iktisadi bir terimdir; bir ülkenin hava alanı, yol, fabrika gibi endüstri toplumlarında olması gereken alt yapı faaliyetlerini kapsar. Bu faaliyetler, adaletsizliği beraberinde getirir, bu da yeni değildir. AK Parti modernizmin bütün gereklerini gerçekleştirmeyi esas alan bir partidir. Bütün dünyada ve bütün toplumlarda bu hedefler “Adaletsiz” bir biçimde iktidardan nemalanan bir orta sınıfa daha fazla hizmet eder. İktisatta kanundur…
Kalkınma, birilerini adaletsiz bir biçimde yukarılara ve tepeye taşırken, birilerinin tarlasından yol geçirir, birilerini işsiz bırakır, şehirleri yıkar, ırmakları kurutur. Yükselen ve tüketim alışkanlıklarını dünya görüşünün önüne koyarak “liberal” olan kesimler, devletle barışık bir tavan oluştururlar. Bütün bunlar yaşanmış şeylerdir; Ak Parti de istisna değildir, sadece Türkiye’ye özgü renkleri vardır… O renkler benim için önemlidir, karartıları bile önemlidir.
AK kelimesini bu partiye baştan itibaren layık görmeyenler AKP dediler; aslında çok bir anlamı yok ama buna muhalif bir simgeleştirme denilebilir. “Akepe” diye hitap edince, muhalif olduklarını da ifade etmiş olurlar. Bazı insanlar da AK Parti ile başladılar, siyasi hesap ve çıkar farklılıkları ortaya çıkınca AKP demeye başladılar.
Aslında AKP’li denilecek bir kesim vardır ve kızmanıza havet yokyur. Hiçbir renge ve görüşe sahip olmayan, hem devletçi, hem milliyetçi, hem kapitalist ve hem de “Tayyipçi” olan kesim, AK Parti’nin muktedir ve hâkim rengidir. Kalkınanlar ve bürokraside tercih edilenler hep onlardır: AK Parti’nin üst kesimleri onlarla iş tutmayı siyaseten pek severler.
Bir de “AK” adamlar vardır…
Canı yanan vatan evlatları; eski Ülkücüler, Alperenler ve tabii esaslı bir biçimde Milli Görüşçü’ler… Bence bu kesim AK Partinin samimi destekleyicileri olup, AKP’yi tabanda hâlâ AK tutanlardır… Ancak, bürokraside, iş alanında bir şekilde üste doğru tırmanan AK’ların büyük bir bölümü, kişilik erozyonuna uğramışlardır. Bu durumu ben “Kalkınma”nın tabii sonucu olarak bulmaktayım. Üzülüyor muyum? Elbette üzülüyorum…
 Dün oturup Başbakan’a, Başbakanlığa, Milli Eğitim Bakanı’na, Bakanlar’a yazdığım layihalara ve ikazlara baktım; sunduğum projelere göz attım… Bazıları önce sevimli karşıladı ve zannetmiş olmalılar ki, söyleyip geçeceğim ve yanağımdan makas aldıracağım. Ben gönlünü ferahlatmak için söz söyleyenlerden olmadım ama “Tavanda” AK saydıklarımızın nasıl “Kirli Beyaz”a dönüştüğünü de müşahede ettim. Bazı dostlar(!), telefonlarımızı sildi, bazıları “Mahsus selam!” ile gönlümüzü aldı, bazıları bahaneler üretti. Benim öyle etkili dostlara ihtiyacım yok: Gönlümden sildim…
2005’ten beri yazmışım, arşivim öyle gösterdi, içinde nefsim için tek bir talep yok…
İl teşkilatlarında da AK adamlar mutlaka vardır ve muhteremdirler, samimidirler ama AKP hâkim bir zihniyettir; meselesiz, dertsiz ve sıradan çıkarlarla işleyen bir mekanizma vardır… Anadolu bu konuda çok daha talihsizdir…
Paralel olayına karşı, tam bir “Seferberlik Bilinciyle” Sn. Tayyip Erdoğan’a destek verdim, bu aslında millete ve vatana verdiğimiz kıymettir. Tabii, bizim desteğimize ihtiyacı da olmayabilir, AK Parti’ye ve Sayın Cumhurbaşkanı’na “siyasi çıkar” bağıyla bağlı medyası da, askerleri de kendisine yeter. Kendi adıma sadece görevimi yerine getirdim: Seferberlik anında tek soru sormadan, cepheye koşmak şiarımdır… Şiarımızdır, diyeceğim ama billahi “Siz kimsiniz” diye sormalarından çekiniyorum. “Sen kimsin?” diye soran sorsun; umurumda değil…
Mevzu hem uzun ve hem de derin…
Ben AK olan herşeyin daima yanındayım, yanında da değil ta içindeyim…
Ve AK’laradır hitabım…
Uzun ve derin mevzular, bestekârlara ilham verir…

BİZİM SİVAS, 19.08.2014, 14.16

17 Ağustos 2014 Pazar

DE DA

"Bir zamanlar ben de deli gibi sevdim!"
- Ben de!
- Ben dee!
- Ben deee!
- Ben daha çok!
- Ben mi? Aşkımdan öldüm öldüm dirildim...
Anladım! Telaşa lüzum yok.
Tırnak içinde aldım gördüğünüz gibi, ardı alayı meyhane kokusu da sinmiş bir şarkı. Tanju Okan güzel söylerdi...
Kolay anlaşılır bir şarkı...
Ne söyleyeceğimi unuttum...
Ha şuydu: Narsisizm, gerçek bir illettir, herkes "ben" der, kimse "ben" değildir. İnsanın fiil köküne varolmak için ihtiyacı vardır ama "de" ekine yoktur...
Nihilist neyi hiçlediğini bilir;
Narsisist de neyi yücelttiğini…
Bu garip hal, aslında iki hâl, nihilisti de soktuk işin içine çünkü...
Bu garip iki hâl, nihilizm de narsisizm de değildir...
"De ve Da"dır.
Şark, koca şark!
Şu düştüğün hâle bak. "Ben" demeye fiilin, aynaya bakmaya yüzün yok ama milyonlarca "ben diyen"in ve "beni beğenmeyen"in var...

BİZİM SİVAS YAZILARI, 17.08.2014, 14.52

16 Ağustos 2014 Cumartesi

KENT ŞAİRLERİ SEVMEZ

Daha ilk anda anlamıştım kentin şairleri asla sevmediğini...
Gaflet değil, gençlikti itiraf ediyorum: Beni de seyredenler vardı yoldan geçerken. Onun bir uzantısı olarak "sevilmediğimi bile bile" kentin sinematografik dünyasından ben de bir slayt gibi geçtim...
 Çok çabuk itiraf ederim sevdiğimi ve çok çabuk tövbe ederim sevmemeye...
Tövbe ettim...
Belediye encümen azaları "seyredilmeye uygun şairler" bulmak için toplanır ve ne yedireceklerine varana kadar karar verir.
Kent şairleri asla sevmediğini, tarihî yapıları korumayı incelik sayarak gösterir.
Nefretimi incelttim, kentin terbiyesizleri "hasetlik" diye yaydılar...
Bu dünyada/kentte sahtekar görmek istiyorsanız: Kendinde haset edilecek bir özellik vehmedenlere bakın!
Konu şair miydi?
Değil idi, şaire bile değildi...
Kent mümini sevmez...
Çünkü şiir imanî bir mevzidir.

BİZİM SİVAS YAZILARI, 16 Ağustos 2014