20 Ağustos 2014 Çarşamba

ÖLÜMÜN DÜNYA HÂLİ

Ölüm bizzat tecrübe edilemez…
Tecrübe edemeyiz ama hayattayken ve hayatımızda onun olmadığı hiçbir şey yok.  Başkalarının üzerinden yaşar ve konuşuruz ölümü; kendi ölümümüz ise başkalarına yadigâr kalır.
Başkalarının ölümü evet ağır, “başka” yakınınız ise kezzap gibi geçer damarlarınızdan ve sızısı dinmez...
Benim de damarlarımda nice ayrılıklar sızıldar…
Her birini yıkadım, kefenledim, kabre indirdim, başlarının altına toprak koydum, mahrukat tahtalarını dizdim ve çıktım. “Başkalarının ölümü” üzerinden konuşmak, tecrübe edilemeyen bir geleceğe de hazırlanmaktır. Baba ve anne ile çocukluğumuz, dayı amca ile yeğenliğimiz, bir dostun ölümüyle gülüşmelerimiz yarıdan bölünür ve azala azala ölürüz. En mesut anlarımızda evvel gidenler hatırımıza gelir ve noksanlığımız yumruk gibi oturur hançeremize…
Ölenler ne eder bilemem, aşağıya doğru yazacaklarım “Kalanlar ne yapar?” üzerinedir…
Bu yakınlarda yine kabirden çıkmıştım; killi toprak saçlarımın ta köküne işlemiş, tarak kâr etmemişti… Eve vardığımda o hay huy içinde kimselere hissettirmeden lavabonun altına tutup başımı yıkadım kuruladım: Merhaba Dünya!
Sonra ne der idi el-âlem, şakağımdan çamur renginde ter yürüseydi?
İşte böyle… Ölümün hayhuyunda bile dünyalık telaşemizi bir azap gibi taşırız gövdemizde…
Hayattan sürgün mezarlıklar
Karahaber tez duyulur…
Duyulur ve gereği her ne ise yapılır!
Eskiden diyeceğim ama sevmiyorum artık bu kelimeyi, çünkü o kadar da eskiden değildir anlatacaklarım; nispeten kentlerin kenarında, son köylerde o ince cenaze adetleri sürdürülmektedir. Kusursuz bir muaşeret sükût içinde yürür, acılılara yük bindirmeden yakın akraba, konu komşu her muameleyi yönlendirir, yürütür ve sonlandırır. Son durak mezarlık ama hangisi?
“Hangi mezarlık?” sorusu, bu günler için çok garip gelebilir. Oysa her şehrin pek çok mezarlığı var idi; şimdi yoklar! Mezarlıklar, sayılı mahallelerin kesiştiği bir mıntıkada ve salımıza nöbetleşerek omuz veren cemaatin yayan varabileceği mesafelerde idi. Anlayacağınız, mezarlık mahallelerin orta yerinde ölümü içimizde yaşatan nokta adreslerdi. Pek çoğu şehir merkezinde kaldı; miadını doldurdu ve iptal edildi. Bir mim koyun buraya… Çünkü toprak, arsa cinsinden nakdî kıymet kazanmıştır; her taraf çarşı pazar olmuştur… Bir “mim” koyun, beklesin.
“Önce alışveriş sonra fiş dünyası”nda mezarlık, her gün ölümü hatırlamaktır; bu hâl, kentleşmenin şirret iskânına, modernliğin ruhuna muhaliftir. Çoğu düzlendi bu “sessiz mahalleler”in, pek azı korundu. Korunanlar, şu anda kudretli yakınları olanların yattığı mezarlıklardır ve öyle zannediyorum ki, bir zaman sonra onlar da hükümlerini yitirirler. Bir de cami hazireleri vardı ve bazıları bayağı hacimliydi… Bugün çoğu şehirde buralar yitik gayr-ı menkullerdir; hazineye ait tasarruflarla mazi olmuşlardır.
Kenarlarda ve genişleme imkânına sahip arazilerde şimdi merkezî mezarlıklar vardır. Zincirleme reaksiyon gibi önüne ne gelirse tepeleyen kentleşme, bu sonucu doğurmuştur. En disiplinli örneği Ankara uygulamasıdır, orada mezarlığın merkezinde cami vardır ve aynı anda on cenaze kaldırılabilmektedir.
Yapacak bir şey yok, sadece sabit kalan hakikati, değişen dünyayı hatırlatıyorum…
Abdest-Gusül-Gasil
Abdest: Minik ellerimizle suyu çırpıta çırpıta ve bazen “Neyse, sen küçüksün ayaklarını yıkamasan da olur!” müsamahasıyla genişleyen çocuk ilmihâli ruhsatıyla… Ne keyiflidir ilk abdestler, ne sevimli; unuttuysanız yazıklar olsun…
Gusül: Mazmaza ve istinşaktan sonra cemi-cümle bedeni sudan geçirmemiz gerekiyor; bize böyle öğretmişlerdi. Ağzın, burnun içi en derinine su çekilmeli; tenimiz, iğne deliği kadar boşluk bırakmaksızın temizlenmelidir. Gusül, ergen mahcubiyetlerimizi de beraberinde taşımaktadır. Genciz mesela, çimmek için ırmağa gidiyoruz; ırmakta o zamanlar genç… Ömür uzadıkça bebekleşiyoruz, utansak da bazen ihtiyarımız elden gidiyor ve başkalarından yardım alıyoruz.
Ve gasil: Bir nevi kilometre saatimiz sıfırlanıyor; son sularla beraber dünya domur domur dökülüp gidiyor üzerimizden; hayat devam ediyor bir başka boyutta…
Abdest ve gusül irademiz dahlindedir; gasilde seçme hakkımız yok…
Gasil; şehirler şehir, köyler köy iken evcildi, bahçe yahut hayatlar geleneği sürdürmeye olanaklıydı… Bir köşede kazanla su ısıtılır, mahremiyet ölçülerini inceden inceye bilenler kuş gibi hazırlarlardı yolcuyu. Dedelerimi ve benden üç ay küçük amcamı evin bahçesinden yola vurmuştuk, kilimler gerilmiş ve peydahlanan alanda sefere hazırlamıştık onları. “Bir saplı su dökmek!” hane halkına ve eşe dosta nasip olurdu. Muhabbet bazen öyle derindir ki, evvel gideni yıkamak üzre dost dostla söz keserdi.
Merkezi mezarlıklar ve cenaze camisi kaçınılmaz son ve beraberinde merkezi gasilhaneleri de getirmektedir. Anadolu şehirlerinde şimdilik, bazı camilerde musalla taşı var; ama kentin dünyevi akışına manidir ölümle içiçe yaşamak… Tahminim o ki: İtirazlar olsa da kent referandumuyla, gasilhane, cenaze namazı ve defini aynı mekâna bağlayacak çözüm her kentin akşamında yazmadadır. Ölüm haberini alanlar, tahsis edilen saatte kentin merkezî mezarlığına gidecek herşey orada olup bitecek…
Eskiden hanemizde ölürdük, evinde döşeğinde, eşiyle aşiyanıyla ve birdenbire… Tam da birdenbire değil elbet, kısa bir yatak ömrüyle… Ölüm, “Daha geçenlerde çarşıda çay içmiştik!” gibi sözlerle karşılanırdı. Şimdi son anlarımızı hastanede ve belki makinaya bağlı geçirmekteyiz.
İlki yahut ikincisiydi bu seyyar gasilhane uygulamasına geçti bizim şehir de… Artık o etrafı muhafazalı; hayatı, bahçesi olan evlerin devri fiilen bitmiş ve işler hakikaten zorlaşmıştı. Bu esnada seyyar devrimi gerçekleşti. Herşey otobüste gerçekleşiyor; ölü itinayla yıkanıp kefenlenerek tabuta yerleştiriliyor, doğrudan musallaya naklediliyor. İcat edenin gönlü şen olsun, modern sıkıntılara pratik bir cevaptır bu! Belediyeye bir telefon ediyorsunuz, çark işlemeye başlıyor. Hamuşana gark olanın çenesi hastanede bağlanmışsa oraya cenaze arabasını gönderiyorlar, kalkacağı yere de ücretsiz otobüs... Emaneti döşeğinde teslim eden için ise seyyar gasil aracı evin önüne geliyor; böylece, acılı aileye başka bir yük bindirilmemiş oluyor. Aileye sadece kabre döşenecek mahrukat tahtası almak kalmıştır; bazı belediler artık bütün levazımatı karşılıyorlar. Karşılasınlar… Bari göçerken adamakıllı bir belediye hizmeti görmüş olalım! Umarım özelleştirme dalgasıyla belediyeler bu işi de şirketlere ihale etmez; maazallah mevtamıza haciz koyarlar.
Acıtan ve düşündüren tarafları var elbet; bir “mim” de buraya koyalım, kilitlesin ağzını o da dursun şimdilik!
Başsağlığı ve “helâllik”
Fani, tam evinden ayrılırken bir dua edilir ve konu komşu, hısım, akrabadan haklarını helal etmesi dilenir! Bu arada hanenin feryadı zirveye çıkmıştır, ardından zeval başlar… Ağıtlar yavaş yavaş azalır ve içe akan gözyaşlarına dönüşür.
Bir helallik de musallada dilenir…
Merhumu/merhumeyi nasıl bilirsiniz?
Titreten, dirileri titretmesi gereken bir sualdir bu, şahadet önemli çünkü…
Yakın zamana kadar, yavaş ve usul usul “Ehl-i sünnet ve’l cemaat” cevabı, hem üç kere verilirdi, şimdi cevaplarda nedret ve kesret devri başladı. “İyi biliriz” diyenlerin, ne diyeceğini bilmeyenlerin sayısı arttıkça cevap şıklarının sayısı artıyor, çünkü öğretilmiyor…
Yakında bilmediğinden susanlar yahut:
— Bizim mahalleden…
— Mesai arkadaşımdır.
— Emekli profesör.
— İyi arkadaştır.
Filan diyenleri duyarsanız şaşırmayın…
Defin işlemi biter, sıra taziyet bildirmeye gelir…
Cenaze namazları eskiden bu kadar kalabalık değildi, duyan yetişir, yetişen kılardı; bakisi başsağlığı dilerdi. Cenazeden sonra cemaat mahalle mescidine gelir; dua edilir, helallik dilenirdi. En yakın mescidin imamı tekfinden, define her işin içinde olduğu için, camiler daima muntazırdır; göçen de azından çoğundan cemaattendir. Otobüsler cemaati camiye bırakırlardı; içeride bir aşr-ı şerif okunur, çıkışta bir kere daha acılıların gönlü görülmüş olurdu. Camide başlayıp, camide biten işlerimiz azaldıkça azaldı…
Haneye varanları yine hanımların aniden yükselen feryatları karşılar; dolu gitmiş, boş gelmişlerdir çünkü… Bir zifiri sessizlik anı vardır ve o dem herkes çaresizliğin farkına varmıştır; giden gitmiştir. Sızım sızım iç çekişler sürer ama usul usul “dünya kelamı”na da geçilmiştir… Hatıralar konuşulur, hal hatır sorulur… Âdettendir; sade kahve ikramı vardı bir de; açlar ise dilerlerse kahveden önce yemek yiyebilirler, sofra açıktır.
Başsağlığı ziyaretleri kısadır; biteviye Yasinler okunur, hatimler indirilir; hâsıl olan sevap “Evvelen bizzat hülasay-ı kâinat peygamber efendimize…” olmak üzere teselsül tertibiyle tüm müminlere ve hitamında da sebep olan zata bağışlanır.
Yürek ezici bir izdiham
Ölüme bile artık fazla zaman ayıramaz olduk, dünya boyuna dürtüyor…
Üstümüze toprak atılırken çok az adam yere bakıp tefekkür ediyor, bazıları koyu muhabbete dalıp tilaveti bile dinlemiyor; ellerde cep telefonları, mesajlaşmalar son sürat… Billahi, çoğu cenaze merasimden ibaret kalmıştır. Göçen sanki bir müddet önce diri değildi ve sanki okunan Kur’an bizi uyarmak için değil de, ölüleri uyutmak(!) içindir. Yine bir avuç mahalleli münavebeyle toprak atıyor, kemal-ı ciddiyetle son görevlerini ifa ediyor. Sayıları süratle kabaran orta sınıf ve onların yakın temasta olduğu kerli ferli zevat, sanki dünyevî işlerin bir uzantısı olarak laci-lacivert oradalar.
Cenaze cemaati mahalle ve eş dost sınırlarını taştı; iş çevresi, sosyal çevreler, statüye göre artan şahıs kadrosu mesafeli bir biçimde kabrin çevresinde kümelenmeye başladılar. O kadar çok özel araba gelir oldu ki, artık belediye otobüslerinde oturacak yer bulunabiliyor. Hal böyle olunca, başsağlığı için mahalle mescidine gitmek yerine; hoparlörle ilan edilen mıntıkaya cenaze sahipleri diziliyor ve sırayla taziyet bildiriliyorlar.
İzdiham da orada başlıyor…
Az önce ve kabristanda belki de öğlen yemeği, ilkindi çayı için yahut iş için randevulaşan aylaklar sınıfı, az önceki ataletinden sıyrılıyor ve çevik hareketlerle sıra kapma yarışına giriyor. Aralarına düşerseniz ezilme tehlikesi bile atlatabilirsiniz; iyisi mi bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Ben öyle yapıyorum, göze batmayan bir kenarda bekleyip, başsağlığı diledikten sonra yavaş yavaş ayrılıyorum; olup olacağımız hal belli, yol belli, yolun sonu belli.
Buraya da bir mim koyalım ve sonra bunu bir daha hatırlatırım belki…
Ev açma
Kadınlar evde kalır; erkekler için ise en yakın komşu, evini açmıştır.
Tarz-ı kadimdir bu…
Ev açma duruma göre bir gün de sürebilir, üç gün boyunca da… İlk günün akşamı ve ikinci gün taziyet için gelen sayısı fazladır. “Ev açma” hakikaten meşakkati en aza çekerek, acıyı hafifletir. Evini açan komşu icabında üç gün boyunca kapısını açık tutar ve misafirlere hizmet eder…
“Ev açma” asaletli bir iştir; şimdilerde de sürmektedir ama kimsenin kimseyle komşuluk yapmadığı toplu konutlarda artık sekteye uğradığına şahit olunmaktadır. Yasın esası üç gündür; üç gün boyunca ağzının tadı bozulan hanenin ocağında kahve dışında bir şey kaynamaz, komşular habire yemek taşır. Şimdilerde bu âdetin yerini millî “fast food”umuz etli pide yahut dürüm almıştır, bazen “yemek fabrikaları” tabldot usulü hizmet vermektedirler. Nur içinde yatasıcalar, “Diri baş aş ister!” demişlerdir, diri başlara aş taşıma âdeti tam “Bizlik” bir şey! Benim çokça ve çoğalmak temennisiyle dediğim “Biz”i Süleymaniye’nin muhteşem kubbesinde aramamalı… Böyle ince ayrıntılarda gizliyiz, zahmete girip kendi kendimizi yeniden keşfetmemiz gerek…
Çoğumuzun mahallesi yok, evi barkı da yok sayılır; apartman daireleri ev değil ikametgâh adresidir. Hangi mahalleli olduğumuz sorulduğunda çocukluğumuzun geçtiği mahallenin adını veririz. Oysa mahallenin yerlisi olan bizleri, o yerlerde tanıyan bile kalmamıştır. Cami cemaati de mukim şehirlilerden değil, yirmi yedi kat sevap almak isteyen, A-Blok 2/4 gibi bayağı kesirli adreslerde konuşlandırılan “kemiyet ve küsurat ”tan ibarettir… Cami cemaati, cami dışında da cemaatti; şimdi din ile dünya mezarlıkta bile sert çizgilerle ayrılmıştır. Mahalle üzerinde duruşumu, birbirine omuz vererek yaşayan evlere ağıtlar yakışımı, nostalji olarak değerlendirenlerden bizarım ve burada, hem ötede davacıyım…
Tip projelerle kondurulan camilerin insaniyetsizliğini, birileri uygarlaşma olarak tanımlayabilir; mevzumuz ise laiklik değil, sekülerleşmedir. Çünkü laiklik devletle ve hukukla alakalıdır, sekülerlik ahlakla ve toplumla… Değişen ahlaktır ve değişen bu ahlak üzerine Anglosakson yahut Fransız laikliği dikme tartışmaları, fikir dünyamıza ait bir yerli çelişki bile değildir. Bizim arayışımız kamu ahlakını seküleştirmeyen bir nitelik taşımalıydı; mümkün, hatta basitti… Modernite/kapitalizm karşısında şahsiyet ibrazı şansımız şimdilik gözükmüyor; “yeşil tüketici”lerle “Durmak yok yola devam” talihsizliği, kendi “resmî aydınını” da yetiştirmiştir. Baştan beri hamasetle dünyeviliklerini bastıran çeşit çeşit cemaatler ve İslamcılıklar; kifayetsiz, donanımsız modernleşme mezheplerine dönüşmüş ve pelteleşmişlerdir. Devlet kılavuzluğunda sekülerleşmenin laiklik olarak tanımlanması despotluğu, şehirleri zorla ve süratle kentleştiren iskân politikaları vasıtasıyla işlerlik kazanmıştır.
Hayır, dağıtmadım! Konu tam da budur…
Mahalle ve cami bütünlüğü içerisindeki cemaat, mazi olmuştur… İnsanların mahalleleri, omuzdaşları yok ama statüleri var; siyasi partileri, dernekleri, iş arkadaşları vs. cenazesine gelir ama kalıcı değildir… Zaten, bu kabala cemaatin azaları defin yorgunluğundan sonra bir de mescide girme meşakkatine katlanamazlar. Benim neslimden olanların az çok hâlâ mahalle arkadaşları kalmıştır ama sonrakilerin cenazelerindeki kalabalığı ekser “statü”leri belirleyecektir.
Ölüm ve statü… Mim… Bu mim, hayretimden değil; söz yoruldu…
Çamaşır Günü
Göçenin elbiseleri, bazı eşyaları uygun kişilere verilir…
Nedenini bilmiyorum, önce ayakkabıları verilir… Böyle bir hadiseyi naklen dinlemiştim...
Tellal Hamdi derler bir zat, akşam sipariş verdiği bir çift kundurayı alır evine gider. Niyeti ertesi gün gıcır gıcır giyinmektir. Lakin emr-i hak vaki olur; adamcağız uykudayken öbür tarafta gözlerini açar. Ayakkabılarını da hatar patar, hamallıkla geçinen bir komşuya verirler. Hamal, aynı kunduracıya götürür ve taze çizmelere pençe vurdurmak ister. Usta yan dükkânda çay içmededir, çırak ayakkabıyı tanır ve işkillenerek haber verir. Usta gün umur görmüş bir kâmildir, “Efendi, çizmeler de pek güzelmiş, kime yaptırdın?” diye sual eder. Hamal, “Yok be usta, nerde bende ısmarlama çizme giyecek kudret, Tellal Hamdi komşumdu, rahmetli oldu, çizmelerini bana verdiler” der…
Bu dünya böyledir; kim kazanır, kime nasip olur bilinmez…
Göçenin elbiseleri, bazı eşyaları uygun kişilere verilir.
“Çamaşır Günü” diye, bir adet vardır; bence hoştur… Dar-ı bekâya gidenin elbiseleri temizlenir, çamaşırları yıkanır… Komşular da birer kalıp sabun alıp ziyarete giderlerdi. Çamaşır Günü, üçüncü gündür, yani matemin sona erdiği gün… Sonra çamaşırlar, elbiseler ihtiyaçlısına verilirdi. Şimdi neredeyse o da yok; çünkü pırtı bollaştı. Bırakınız eskiyi, bir ölüden arda kalan elbiseyi giyecek tevazuda insan mı kaldı?
Bence üryan gelip, üryan gittiğimizi vurgulamak içindir bu örf. Göçeriz ve cümle esbabımızı geride bırakırız…
Can Yemeği
Bir köyde temaşa etmiş idim…
Adamı defnettik evine geldik, güya bir aşrı-şerif okuyup başsağlığı dileyeceğiz. Eve girer girmez yer sofralarıyla karşılaştık… “Buyur, buyur, buyur!”lar ardı ardına; odaya girişte solda kadınlar kazanlardan biteviye yemek aktarıyor. Taaccüp etmeme rağmen buyurduk, köyün işinin erbabı imamıyla aynı sofradayız. İmam garipsediğimi anladı ve “Ye iki lokma hocam, sonra söylerim!” diyerek pilava daldı. Kaşık mesaimiz bitti; yemek duası, kıraat, taziye…
Yemek çok sade idi ama bu göçenin variyetine göre de değişirmiş, bir sığır kesen bile olurmuş… İmama bu âdetin özünde güzel olduğunu ama daha acı soğumadan sıcak aş çıkarmanın haneye eza olduğunu söyledim. İmam da sözüme hak verdi, kendisi de hoş karşılamazmış ama “Bu âdetlerle çok uğraşmaya gelmez, zamanla değişir!” diyerek, ilm-i siyasetini konuşturdu.
Üçüncü gün, yedinci gün, kırkıncı gün, elli ikinci gün yemekleri…
Halkiyatçılar için bir çalışma alanı olan bu yemek adetleri üzerine benim görüşüm, yuğ törenlerine benziyor oluşudur; başka kavimlerde de benzeşen âdetler mutlaka vardır. Yoksulu doyurmak için ölümü beklemek gerekmediği gibi; hayrı hasenatı saman alevi gibi değil, kor gibi için için yaşatmak ve sürdürmektir. Paranın parçaladığı günümüz dünyasında ne vesileyle olur olsun, insanların sofra açması hoştur, âlâdır, rânâdır. Açı doyurmaya, açığı giydirmeye vesile olan muaşeretin kökeni o kadar da önemli değil; güzel her yerde güzeldir, yeter ki rüküşlükten, aşırılıktan berî olsun.
Kur’an okunsun, dualar edilsin, gücü yeten pilav üstüne tepe gibi et yığsın; üçüncü gün, beşinci gün, kırkıncı gün; mümkününüz var ise hergün be ya, her gün…
Alkışlar arasında ölüleri yakmak
Evvel yoğ idi, ucun ucun çıkmaya başladı ölüleri yakmak âdeti. Münferittir diyebilirsiniz, münferittir ama pek çok sosyal oluşum böyle başlar, iz bıraka bıraka derinleşir. Derinleşme imkânına sahip tek bir olay, alır başını yürür; önce ahlakileşir sonra da hukukileşir. Bir de bakmışsınız ki kanun hükmüyle ölüleri yakmak için belediyeden ruhsatlı, ticaret odasına kayıtlı, TSE garantili fırınlar kurulmuştur.
Adına ben de “Büyük Dönüşüm” diyeyim… Dünyayı fabrikalaştıran bu süreç, ölüleri de yüksek fırında bir avuç kül haline getirerek, savurma ya da bir kavanozda rafa kaldırma uygarlığı sunmaktadır. Hint’te bilinen bir âdettir ama bunun doğrudan Hindîlerle ilgisini kuranlar var ben kuramam; daha çok suyun buharlaşma özelliğinin keşfiyle ilgili görülmelidir bence… Su buhar olur uçar, bir avuç tortu kalır. Önce tekmil frengistanda başlamıştı, sonra yaygınlaştı, sıçramalarla bize doğru gelmeye başladı. “Gelir mi?” derseniz, “Gelir!” derim… Doğu-Batı diye diye, başımıza gelmeyen kalmadı; neler geldiğini oturup da insaniyet dairesinde düşünmedik… Ne yani! Bugünün dünyasında ölülerini en çok yakarak yola vuran İngilizler, işin iptidasında hayıflanmadılar mı, üzülmediler mi? Hepimiz, zaman ve mekânı birleştiren, dişlileri arasında insana mahsus ne var ise parçalayan, öğüten devasa bir makinenin içindeyiz. “Gâvura olan, sana bana olmaz!” demeyin; ne gâvurumuz var, ne de biz o müslümanlarız… Bırakın uygunadım yürüyen akıllılarımızı, delilerimiz bile artık aynı nedenlerle deliriyor! “Yürek ezici izdiham” başlığı altında hatırlatırım dediğim “mim”i burada açalım ve paralel okuyalım.
Yirmi küsur sene evvel birader-i kudemadan Hasan Yurtoğlu bir kitap hediye etmişti: Ölüm Karşısında Batılının Tavırları… Kitap, sıfır kilometre değildi, pek çok satırı çizilmişti, kalanı da ben çizdim. Ta o gün, böyle bir yazı yazmayı da düşünmüştüm. Ve yine “batılılar ne yaşamışlarsa, bir benzerini bizler de yaşarız!” cümlesini zaman denilen satha o lahza yazmıştım. Ölümün, bütün anahatlarıyla hayatımızdan nasıl çekildiğini geçen yıllar içinde safha safha yaşadık, yaşıyoruz. En önemli eşik, “ölüleri yakmak”tı, bir nevi o da başladı ve dışarıda yakılan ilk cenazenin külleri İstanbul Boğazı’na saçıldı… Bence bu olay, bir işaret, geleceğe doğru sıkılan bir işaret fişeğidir,
Atlamayalım… Çok mühim bir hadisedir, alkışlı ölüm; bir yönüyle ölümün bu dünyadan alkışlarla sürgün edilişidir. Ölüme, dine, hayata ve adı konulmakta zorlanan “bağzı şeyler”e isyan da var işin içinde. Bu “bağzı şeyler”, hiçleyecek bir şeyi kalmayanların hiçliklerini dile getiren bir görüngüdür. Çepikli cenazelere karşı kendilerini sağlama alan insanlar ve o insanların “Alkış istemem!” vasiyetleri var. Müslümanlarla yoğrulan yurtta bir kişinin bile “Alkış istemiyorum, beni müslümanca gömün!” diye vasiyet bırakması da bir işaret fişeğidir… İnsanların, “muhterem bedenler”i üzerindeki tasarruflarını öldükten sonra da vasiyet yoluyla sürdüreceği yahut varislerinin tercihine bırakacağı günler çok uzak değil…
Tabii, frenklerin baş tuttuğu bu gidişe, alaturka frenklerimiz de bir katkıda bulunurlar. Mesela, bir yakınları buharlaşırken çepiklerle eşlik ederler, bu anlamlı terakkiye özgün bir renk(!) katarlar… Böyle şeyler “Bizde olmaz!” mı dediniz? Olmayabilir ben de yazmadım sayarım. Olursa da “Demişti ki…” der geçersiniz; dünya denilen bu tecrübeler definesi, “Dediydi, demişti”lerden ibaret değil mi?
Mim…
Sebeb-i telif artık zaruret oldu, çünkü sözün topuğuna bakan sayısı arttıkça oyunun tadı kaçtı… Ben toprağımın yerlisiyim, toprağımdakiler bana giderek yabancı… Frenk icadı yalnızlıkların tuzağına düşmemek için boyuna yazıyorum… Hiçbir konunun saymakla, yazmakla tüketilemeyeceğini hakk-el yakîn bilecek yaşlardayım; yaşadıkça da yazdığım benimle yaşar… Bu yazı ise, âlemde her nefs için sabit hakikat olanın, hayatımızdaki yerinin nasıl değiştiğini anlatmak içindi. Ve anlatırken anladım ki, ötesini kaybeden bu dünyada, değişen sadece hayatımız değil, ölüm de değişti. Çünkü “Ölü” canı teninden ayrılanı vasfeden bir isimdir, sonuna “mim” gelir “Ölüm” olur ve hayatımızda yerini alır. Ölüm sınırlar; bu sınırı fehm edemediğimizde hayatımız genişlemez, anlamsızlaşır. Ölmeyecekmişiz gibi yaşıyoruz, ötesi hiçlik.
Birinci mim: Bir dostum, gezerken “Hadi yolumuz düşmüşken mezarımı da bir ziyaret edelim!” diyen arkadaşının hâlini anlatmıştı. Şaka zannetmiş ama gerçekmiş. Babası rahmetli olmuş ve mezar yeri bulamamışlar. Kendisi göçtüğünde evladı aynı sıkıntıyı yaşamasın için bugünün rayiciyle on bin lira verip Karacaahmet’ten mezar yeri satın almış, arada bir yerinde mi diye de yoklarmış. Gel gör ki, aldığı istirahatgâh kayınpederine nasip olmuş… Meskûn mahaller ile koyun koyuna yaşayan eski mezarlıklarda yer bulmak çok zor, bu yüzden kentlerden uzak yerlere sürmek zorunda kaldık mezarlıkları. Bayramdan bayrama ziyaret edebilmemiz bile müşkildir.
İkinci mim: O kadar dünyevileştik ki, içimizden biri defnedilirken çok az adam sükût halinde, kara toprağa dalıp düşünenimiz yok gibi. Herşey alabildiğinde hızla gerçekleşiyor, bir an önce arabalara binip uzaklaşmak için böyle olması gerekiyor. Kazmanın küreğin ve üstümüze atılan toprağın senfonisi bence tek ses olmalıydı, eskiden öyleydi; şimdi ise kıraati sanki ölüler dinliyor ve adeta kanıksadığımız kirli bir uğultulu var. Daha hazini, kapatılmayan cep telefonları, süregiden mesaj trafiği… Hani ki, biz bir ağyarın bile cenazesi geçerken ayağa kalkıp hürmet eden bir peygamberin ümmetiyiz…
Üçüncü mim: Cenaze alayında ne kadar özel araba, namaza ne kadar çok iştirak eden varsa ölenin zenginlik ve statüsünü de o göstermektedir. Ölüm, ölüm olduğu için değil, yanımızda götüremediğimiz menkul, gayr-ı menkul emlake göre kıymet görmektedir. Batı’da bu iş daha abartılıdır… Altın kaplama tabuttan tutun da, limuzin nakil aracına, makyajla partiye hazırlanan cesetlere kadar statülerle ilgilidir ve her biri ekstra fiyata tabidir. Ölümün metalaştırılması başka nasıl olur, bilen söylesin.
Dördüncü mim: Frengistanda yakılan ilk cesedin külleri İstanbul Boğazı’na döküldüğü anda kapı açılmıştır. AB uyum sürecinde var mı bilmem, aslında uymasa da her çeşit “uyum” tamam da bu incitici süreç resmiyete kavuşmamıştır. Yanarak kavanoza girmek, rüzgâra savrulmak, denize dökülmek isteyen çok adam var çoook… Belki tam otomatik fırın için fırsat kollayan cesur girişimciler de vardır ve tetiktedir…
Yazının sonuna yaklaştım ama mevzu sürecek; çünkü ölü(m) sürecek…
Her satırda bir “Mim” koysa idim, daha baştan çenemi bağlamam gerekirdi! Zar zor da olsa konuştum, ahirinde “dört mim”den medet umarak belki de kariyerimi(!) zora soktum… “Nun” ile başlayan her hece inler, inlemelidir; “Mim” ise inlemenin hafifleştiği, sükûnun şiddet kazandığı bir harftir. Son “mim”de ise iki dudak arasından dökülecek söz kalmamıştır.
Miiiim…

DERGÂH, Haziran, 2014

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder