30 Mart 2015 Pazartesi

PAZARTESİ YAZILARI-1

Şairi de artistik patinaja tutulan bir ülke burası...
Anlaşmalı ve standartlarını iktidarlar ile açık örtük mukavelelerle sürdüren bir edebiyat dünyası. Neyi soruyorsunuz bana? Çok ayıp ve çirkinsiniz. Ben hiç bir zaman kendim okumak için yazmadım, başkaları için de yazmadım. İnandığımı yazdım, inandırmak için değil.
Bağımsızlık, zavallı ve kendini yücelten edebiyat ekipleri ile pazara ehil söz satın alan tıfıllar arasında buharlaşıyor.
Anlam ölüyor dudakla kalp arasında.
Evet...
Bazı gazetelerden teklifler de aldım, sağolsunlar. İyi paraydı benim için doğrusu, müstakil bir yazarı geçindirmez ama benim gibi geçimini akademiden karşılayan bir kanaatkar için çok para...
Kâğıt tek arsamdır, istimlâke açık değil, kalem tek bayrağım...
Hür olmanın lezzetini ise hiç bir şeyde görmedim.
Bedelini kaybederek ödemek ise ayrı bir lezzettir.
Kendi mecrasında akan şiirim elbette akacak, gerekirse buz üstüne yazarak. 
Bir de Türkçe var, mümin bir dil. Fasihlik makamına ulaşmış üç dilden biri. Öznelerinden bağımsız akıyor ve pırıl pırıl... Kelimelerimi asla tezgâhlara elverişli ambalajlarla sunmamalıyım...
Ve karanlık cümleler kurmamalıyım başkaları hakkında.
Edebiyat dünyası tüm dünyaya paralel bir biçimde moderniteye muhalif kaçamak söylemlerle bohemce yaşlandı, merhamete muhtaç. Bu yüzden edebiyat otoriteleri ve yazınbilim uzmanlarını devlet koltuğu takviye etmektedir. Bir tür sübvansiyon...
Sıra bana gelmeyecek...
Sırayla bütün sınırlar turistik ve yeşil pasaportlarla açılıyor.
İstanbul'a giderken bile endişeliyim ama en azından gidebiliyorum.
Bağdat yolu kapalı…
Ayaklarım yeri henüz tutarken Mekke'ye ve Medine'ye nasıl gideceğimi her akşam kurgulayıp duruyorum...
Ve Kudüs'e...
Ne yüzle varırım varırsam, onu da bilmiyorum...
30 Mart 2015 Pazartesi, 14.11

29 Mart 2015 Pazar

BİR BOŞ ZAMAN YAZISI

12 Eylül sonrası herkes bir yana dağılmıştı ve her kafadan da bir ses geliyordu. İstanbul’a gitmiştim, bir de bizim gençlere bir uğrayayım dedim. Mevdudî merhumun “Kur’anda Dört Terim”i yayınlanmış, bizim çocukları uçurmuştu. Radikal havalar sert esiyordu. Nasihat ettim, bu kitabı ben de okudum, her tefsirde bu konular vardır diyecek oldum dinlemediler.
Sonra nasıl olmuşsa mektep medrese görmüş bir arkadaş bizim çocuklara merhamet edip, ben size bir dört terim dersi yapayım demiş ve yapmış. Bayılmışlar tabii… Ama sonunda sadece Elmalılı Hamdi Yazır merhumun tefsirinden aktardım bu konuları deyince de şaşırmışlar. İstanbulsuz olur mu? Bir daha ki gittiğimde mahcup oldu ve benden özür dilediler. Hamdi Yazır işe yaramış. Radikalliğin ne olduğunu tayin etmek o kadar zor ki, duruma göre esnetilebiliyor.
Bir gün bir düğüne gitmiştim. Kasetten vaaz dinlettiler, bir de karate gösterisi yapıp, dua ile işi bağladılar. Davul zurna niye yok deyince, harama olan temayülümden dolayı bayağı yadırgamışlardı. Sonra o damadı özellikle takip ettim, her modanın takipçisi, her siyasi partinin aday adayı olmuştu. Çok ince zevkler edinmişti.
Yine bir gün bir düğüne gitmiştim…
Davul zurna da vardı halay çeken gençler de…
Tereddütsüz kalktım ve cebimden mendili çıkarıp halaya durdum…
Aynı gençler, “Abi, bunlar vardı da bizim niye haberimiz olmadı!” diye sitem ettiler.
Şimdi daha ilginç…
İşler profesyonelleşti…
Her şeyin ekibi var grubu var… Düğünlerde davetliler oynamıyor. Profesyonel folklor ekipleri halay çekiyor, sanatçılar türkü söylüyor, ilahi ekibi bile var…
Ben ise on dakika oturup, hayırlı olsun diyip çıkıyorum…
Hepsi bir biriyle bağlantılı anlayacağınız…
Hani neredeyse İslamcılık da profesyonelleşti diyeceğim dilim varmıyor…
Her alanda ekipler var…
Âlimler hazır ve servis hızlı… Dört Terin ne ki? Ne meseleler anlatılıyor lüks salonlarda…
Bir belediye bir telefon ediyor şiir ekibi tak diye yerini alıyor.
Özel organizatörler var…
Her ilde manyakça bir kültürel etkinlik furyası…
Hayata nerden başlamalıyız, hâtâyı nerde yaptık doğrusu bilmiyorum…
Belki hâta da yoktur, eski bir neslin uyumsuzluklarıdır söylediğim…
Yazı yazmak lazım ya bir de…

Bizim Sivas Yazıları, 29 Mart 2015, Pazar, 23.01

28 Mart 2015 Cumartesi

TURİSTİK İSLAMCILIK

Anadolu en uzun sure bizim tarafımızdan yurt edinilmiştir.
Dar-ul İslam oluşu Türk Yurdu oluşuyla eş anlamlıdır…
Arapça, Farsça, Türkçe sırasıyla İslam’ın üç dilidir…
“Yerlilik” derken biz biraz da Türkçe’yi kastediyoruz.
Bu dil hayatımızda hayat buldu ve dedelerimizle, ninelerimizle toprakta yeşerme imkânı buldu.
Türkçe’nin Hidayeti bu dili konuşanların tercihlerinden azadedir. Öznesinden bağımsız olarak bu dille üretilen türküler bile mümindir.
Bu noktada, bu dile tahsil yolu ile vakıf olanların şiirleri, besteleri ile klasik dile bağlılığını anasından emmiş olduğu sütle elde edenler arasında fark ortaya çıkıyor.
Mütegallibe çocuğu olup İslamcılığı seçenlerin yerliliği acayip turistik kalıyor. Ama iktidar dili ile çok iyi uyum kurabilecek yatağanlığa sahip olduklarından revaç buluyorlar. İktidarların bunlardan bir “entelektüel kadro” oluşturması çok doğaldır. Çünkü yerliliği eskiden olduğu gibi iktidarın hem uzak tutması, hem de mesafeli olarak el altında tutması gerekir. İktidarlar yerlilere güvenir ama kadrolarını “Turistik İslamcılar”dan oluşturur.
Turistikler, Ebu Süfyan’ın çocukları gibi sokağı ve mahalleyi balkonlardan seyretmiş, İslamcılığı biraz batılı ve frapan üstatlardan talim etmişlerdir. Gezi olaylarında şu an iktidarın has entelektüeli bir popüler şair, “Polis sen aradan çekil, halkın çocukları devrim yapsın!” ifadesini kullanmış ve sanal kolaylıktan istifade ile akabinde kaldırmıştı. Meselâ zayıf bir hedef olan Murat Menteş’in tavrının altının çizilmesini ama ötekinin şişirilerek tahsisli entelektüel ilan edilişini, doğrudan doğruya bu toprakların edebiyat ve fikir otoritesi tayin edilen yüzsüzlerine borçluyuz.
Turistik İslamcılık, iktidarın medeniyetçi pozisyonunda temsil kabiliyeti yüksek görünüyor ama bunların kullandığı dil aynı zamanda içinde yerlilere ve yerliliğe ince ihanetlerle doludur. Maceralarını takip ederken bunların yeni nesillere örnek adam gibi takdimlerinden de rahatsızlık duydum. Şimdi “piyasa” faktörü ve iktidarın “dünyalık” verebilme imkanı, bu dadaist ve dejenere entelektüele yerlileri denetleme görevi düşmüştür. Kendimi elbette ve daima Hz. Ali’nin yanında olanlar gibi tutmaya devam edeceğim.
Hükümetten ne isteyebilirim?
Ayaklarımıza dolaşmasınlar yeter. Sadece işlerini yapsınlar, biz de kendi işimizi yapalım. Ebu Süfyan İslamcılığı ile daima çelişeceğiz ama beraber yaşamak kaderimizde var.
Bu dünya böyle gelmiş, böyle gider…

Bizim Svas Yazıları, 28 Mart Cumartesi, 13.33

26 Mart 2015 Perşembe

ZEİTGEİST

Zamanın ruhu…
Ne kavram ama tam zeytinyağlı dolma kıvamında…
Diyalektik bir derinlik mi arayalım, sosyolojik illüzyon mu bilemem? En iyisi şimdilik pragmatik kandırmaca, dil üstünden kaydırmaca diyelim. Sonra diyeceklerimizi deriz.
Aslında aranmakla bulunmayan bir şey değil, daha önce “Tarihin Sonu Ve Son insan” diye yazan biri olmuştu. Sonra üstüne ciltler dolusu haşiye ve şerh yazılmıştı.
Mekâna hâkim olanların diğerlerinin zamanını mahkûm edişleridir aslında, çünkü aslolan hâkimiyetin meşrulaştırılmasıdır…
Hristiyanî bir tarih yazıcılığının son numaralı sayfasıdır, ilaveye açıktır…
Burjuva Düzeneği’nin çökeceğini söyleyen de, son düzenek olarak kendini mükemmelleştireceğini söyleyen de birbirine zıt şeyler söylemiyor.
Biz ise ağzımızı bozmayız…
Gönlümüzü hele hele hiç…
Bir kıyam biliriz, bir de kıyamet… “Müslüman vücudunda kıyamet taşıyan, ötenin sarsıntısını duymamış kişilere bir kıyamet aşılayan ve onları şiddetli bir kıyametle sarsan bir kıyamet adamıdır.” demişti Sezai Karakoç üstadımız; sözün üstünden bir asır geçti. Ruhumuzu mekânın ruhuna armağan etmemek üzere kavilleşmemiz ise ezelidir.
Çünkü “Zamanın ruhu” kavrayışı yanlış, çünkü zamanın ruhu müslümandır…
Son müslüman tek başına zamanın ruhudur!
Peki diyenler ne demek istemişlerdir? “Çağın Ruhu” demek istemişlerdir ama rahatsız edeceğini bildikleri için öyle tercih etmiş olabilirler. “Zeitgeist” ile akrabalığının ben muhakkak olduğunu düşünüyorum…
Çağ dediğin zaten onun bir kademesidir.
Bu kademede mekâna hâkim olanlara ise çağdaş denir…
Ne çok ruhsuzluk var, ne çokmuş…
Öğreniyoruz...
Acı yok, acı yok, acı yok!

Bizim Sivas yazıları, 26 Mart 2015, 22.59

25 Mart 2015 Çarşamba

NEŞET ERTAŞ YAZISIDIR

Çimdiğim ırmak, güzergâhım bozkır. Bu yüzdendir bizim oraların demeleri daha derin işler ve düşündürür. Geleneğin dinç, diri kelimeleri ve çağrışımları cihetinden bakılırsa, “Kenardan geçeyim yol sizin olsun/Ağular içeyim bal sizin olsun.” türküsünün hem bir omuzu düşüktür, hem de aslan gibi bir duruşu vardır. “Kenardan geçeyim…” dünya karşısında bir hakikatli dervişin diyebileceği sözdür. Dünyalıların ahvaline kapılmayıp, kenardan geçmek gerekir. Çünkü dervişin bir ayağı üzengidedir; durmaması gerekir.
Şöyle bir atmosfer meselâ: Fırat’ın hazineleri açığa çıkmış da, beyler kıran kırana yarışmaktadırlar. Derviş, kenardan geçerek engebeyi aşıyor. Mükellef sofralara tenezzül etmeyip, “Ağular içmeye” razı oluyor. Ağulu aşı bala çevirme inceliği, kenarda kalmışların koştuğu bir türküde bile kırık hava renginde hissedilmektedir. Abdallar, kendilerini kat be kat aşan ve kendilerinin de tam anlamıyla bilincinde olmadığı seslerin, renklerin taşıyıcılarıdır. Bozkırın bir tarafında türkü çığıranlara abdal denilmesi geleneğin hangi telinin koptuğunu gösterir.
Türkünün “Bozkır dedikleri büyük kasaba/Severler güzeli gelmez hesaba!” dizeleri fıkır fıkır oynuyor ve oynatıyor. Neşet’iyle nam salan abdalmeşrep tezene pek muhteşemdir. Abdaldır, kenarda kalmıştır ama munis ve müşfiktir; yeraltından akan bulanık bir hesabı yoktur. “Yol sizin olsun!” bir serzeniş bildirir, seste bastırılmış bir isyan var ama bölücülük yok. Kim ne niyetle söylerse söylesin; bu avaz, öznesinden bağımsızlaşarak can iliğimize değmektedir. Bozkırın gök gürlemesi, sapı güdük bağlamaların puslu havalarına asla benzemiyor. Hem usûlde, hem esasta derin ve derinlikli bir fark var.
“Yol sizin olsun!” denilenler kimlerdir?
Merkeze varınca kendilerine uzak duran, uzaklaşanlaradır bu hitap. “Mehmetçik Mehmet”in bir tür sitemidir. Kıvrak kıvrak oynatırken, bir ucundan da derin derin acı sızdıran türkünün şakağına baktığımızsa: Acının üstüne örtüp, “Oynayalım bari düşman çatlasın!” tavrına işaretler bulabiliriz. “Haydi, gel gel aslan Mustafa’m aman/Amanin gel gel gel garip başlı yârim vay vay!” dizelerini, bize yabancı olmayan böylesi bir vakur tavra yaslandırabiliriz.
Bence türküde bir Mustafa ve bir de meselâ Zeynep var!
Türkünün gövdesi erkek, nakaratı ise hanımdır. Mustafa, kenardan geçeyim, ağular içeyim feryadıyla kahırlanırken; Zeynep garip başlı yârine “Gel gel!” diyerek kucak açmaktadır.
Mustafa da en nihayet Mehmetlerden bir Mehmet’tir.
Neşet Ertaş…
Ruhun şad olsun, şad u handan olsun…

Bizim Sivas Yazıları, ‎19 ‎Mart ‎2015 ‎Perşembe, ‏‎11:29:51

2 Mart 2015 Pazartesi

EMAN ÜLKESİ

Ciddi bir anti-barış lobisi var...
Önce barış olsun, sonra konuşalım...
Terör kalleşliktir, önde giden terörist ölür, masum insanlar ölür... Arkasındakilerin ise kim olduğunu asla bilemeyiz...
Türkiye eman ülkesi olsun, silahını dışarıda bırakanların yaşadığı bir ülke...
Bu kadar net söyleyelim...
Ortadoğu’yu kanamalı hasta durumuna çevirenler namussuz, onlara hizmet edenler ise haindir…
Kanın bütün azalardan fışkırdığı bir bedende beyine kan gitmez…
Bir karış sabiler bile insanlıktan çıkar…
Kan kuşlarına nişan almanın zamanıdır…
Sonra insanlar gibi konuşmaya başlarız.
Sararız belki yaralarımızı…
Şifa buluruz.
Daha doğmayan torunlarımızı ağıt yakmayalım,
Ölüm ecelsiz gelmesin bu topraklara.
“Ecelsiz ölüm!” deyimi kadar güzel bir deyim üreten Anadolu, güzel günler görsün.

BİZİM SİVAS YAZILARI