31 Aralık 2011 Cumartesi

KITLIK

Düşmana karşıydık arkamda şehir halkı
Yeldeğirmeni dediğin ne ki bir sıkımlık canı var!
Ellerimle çizdiğim kavis ırmaklar gibi,
Ölesiye emindim yatmayacak başaklar
Girmeyecek aramıza ihtiyaçlar listesi.

En son babamı gördüm gülümsüyordu,
Yapışmıştı elleri makinenin kulpuna.
Acı bir ıslıkmış gülümseme sandığım
Ağzında çevirdiği kıymığı tükürünce
Kömür aktı zifir gibi kapkara.

Çok namert birşeydi bu akledemedik
Savaşta değildik o yıl kuraklık yoktu
İkna olduk sonunda kıtlık var dedik.
Karnımızda kurt sürüsü soframızda kuzgunlar
Uzaktan vurulmak en büyük korku…

Hesabımız kabarmış henüz hesapta yokken
Gazete tepmişler sanki derimizin altına
Kalıbımıza göre borca batmışız.
Ani oldu herşey çoğumuz dışardaydık
Çoğumuz da zaten yetim kalmışız.

Sert olur bu dememeliyim ama sertim
Öğütülmeden kaldım nasıl kaldımsa…
Yumurta tokuşturmadan yaşamayı öğrendim,
Akmayı boğulmadan iki deniz arasında…
Öyle yalnızlıklar var ki ben icat ettim.

2 Aralık 2011 Cuma

KÂĞITTAN KUŞ

Uzak yoldan gelmiş yorulmamışım
Yorulmaya mecalim de kalmamış olabilir.
Ergenler doğmadan bilmiş erginler ila-ahir
çeşmeler taş kesilmiş farkında olmamışım.
Kâğıttan kuş çünkü mümkün iş
ve uçurmak hâlâ balkonlardan aşağı…

Ne çok şey olmadan olmuş
Ne çok şey olmadan bitmiş

Ömrümüz uzamış biz tükenirken
genlerimiz keşfedilmiş.
Mazeretim çok anlayacağınız
anında buharlaşıyor kızdığım herşey.
Düşmanı seçemeyen savaşçılarla dostluk
kurmakta zorlanıyorum ayıplamayın.
Söylememeliyim hilafımdan çıkmayan sözü
Gölün dibini görmeliyim yatağını ırmağın.

Azım farkındayım vakit daha az
kendi kendimle konuşuyorum sadece
başından beri öyleydim yeni değil.
Cebimde meyve çekirdeği gezdiririm
mevsiminde çiçek dermeyi bilirim sevgilime,
diz kırabilirim yolcusuz bir dağı görünce…
Bulabilirim aradığımı özetle
ne aradığımı da uzağımdan bilirim.

Evden çıktık, çıktık evden, evçık dentık, çıkev tıkden
yemek yedik, yedik yemek, yeye mekdik, dikmek yeye.
Faili çok fiili az dünyada bütün bildiklerimin
unutulduğundan bile artık emin değilken...
Hatırlatayım ama nasıl neyi kime;
bir köşekapmaca kalmış çocukluktan
körlerarası saklambaç bir de…

Dünya dönüyor köşeleri olan benim
Ne sakladığım bir şey var ne gizliyim.

1 Aralık 2011 Perşembe

SERÇE SAATİ

Tam güneş tutulmasını bir defa yaşadım. Hiç yaşamadan da ölebilirdim.
Yaşadım da ne oldu?
Olayın kozmik izahını bilmeyen komşu hanım, gündüz vakti hava kararınca evinden cenaze çıkmış gibi ağlamaya başladı, damağını kaldırdılar, yüzüne su çiselediler. Komşular bana döndü, “Teyzeciğimi teskin” etmemi istediler. Diyecektim ki, teyzeciğim güneşe bir şey olmadı, birazdan çıkacak! Sustum sadece! Mahalle cemaatiyle şu keşmekeşte münazara yapacak değilim ya! Susma hakkımı daima ve çoğunlukla kullanma imkânım, yazıyı keşfetmemin tek sebebidir. Alfabe icat ise, mucitleri muhtemelen dilsizlerdir.
Güneş tutulunca fenalaşan kadıncağız yere yığıldı…
Ben bir defa “Teyze” desem bile “ciğim”i zor getiririm... Komşular da muhtemelen gazete devrini kapattı, televizyon argosuna daldılar; mahallede de mi yalnız kalacağım ne? Bir de ben, bayılmış bir kadına soğukkanlılıkla yardım edebilecek kudrete sahip değilim! Yere yığılan kadın olmak nasıl birşeydir, asla bilemem! Savatsız bir kadının güneşe verdiği kıymeti ve tutulmanın onda çağrıştırdığı korkuları ise âlâ bilirim… Güneşin gözüne toz kaçırmadan kanatlı kapısının önünü süpürmeyi sürdüren bir kadına ancak sahilden seyredenler, güneş tutulması üzerine astronomi dersi verebilir. Bir hayal edin, nasıl komik olur ama. Sözlü anlatım kesmemiş, kadınlara güneş tutulmasını temsili olarak canlandırmışsınız. Üç saf kadın seçmişsiniz: Güneş, ay, dünya... Ay dünyanın etrafında dönüyor, dünya güneşin etrafında… Ay tam güneşle dünya arasına girdiğinde, filmi durduruyorsunuz; sonuç memnuniyet vericidir… Siz muallim-i evvel makamında “Anladınız mı?” diye soruyorsunuz. “Anladık!” diyorlar. Mutlusunuz ama tam uzaklaşırken, Dünya-hanım diyor ki, Ay-bacının başı döndü de onun için mi Güneş-annenin boynuna sarıldı? Fincanı taştan oyarlar balam oyarlar/İçine bade koyarlar... Tahammül edilmesi zor değil mi? Bu sıkışıkta çok lazımmış gibi bir boşluğunu bulup içimden türkü bile geçirebiliyorum. Yanlış anlamayın tahammül edemediğim kendi halimdir; kimseyle ilgili değil yani... Teyzeciğim(!) yere yığılmakla kalmadı, gözlerinin akı kaydı ve bayıldı. Bense üniversite hastanesinin acil servis tabipleri gibi soğukkanlıydım… “Eve götürün, geçer!” diyerek, vakayı kibarca diğer kadınlara havale ettim… Güneş de neredeyse kaybolmuştu...
Bütün bunlar on bilemedin onbeş saniye içinde oldu! Benim gözüm esas, karşıdaki ahşap evin çamurla örülmüş duvarına mitil atan serçede. Serçe ile vakitlerimiz hemen hemen uyuşuyor. Aramızda gıpta ettiğim bir fark var, serçe tam anlamıyla sahib-i tertip; ben ağzı kuru, gözleri kan çanağı nice kuşluklarla güne başlamış, tertibi bozuk bir adamım! Serçe her sabah istisnasız güneşin ucu görünmeye başladığında çıkıyor yuvasından... Usul ve temkinli; başını uzatıyor, acele etmeden bir sağına bir soluna bakıyor... Sonra yarısından biraz fazlasını dışarı salıyor ve ayaklarından aldığı hızla pırrrr… Çok iyi uçucu değil, göçücü de değil, mahallenin yerlisi. Yuvaya girerken de benzer bir merasim! Yavruları zaten yolunu gözlemededir. Serçecik bazen yuvanın ağzından onların yayvan gagalarına yarı özümsenmiş nevaleyi aktarıyor. Bir cıvıltı, bir şenlik; işin yoksa otur onları dinle! Nakliyat biter bitmez kuyruğu yüz seksen derece döndürüp rızık peşine düşüyor, ekmek bekleyen iştahlı balaları var.
Kadın, erkek, kız, kızan; cümbür cemaat dışarıdaydık!
Ellerimizde isli cam parçaları, tutulan güneşi seyrediyorduk. Mesai saatinin tam ortasında şehir alacakaranlığa büründü. Popüler astro-fizik bilgisinden mahrum olsaydık, ne yapardık bilemem. Serçe süratle yuvaya geldi, daha önce hiç rastlanmadık bir süratle içeriye daldı... Daldıktan sonra hemen başını çıkardı, şaşkın şaşkın bakındı; muhtemelen tertibin neden bozulduğunu anlamaya çalışıyordu. Tecrübesi kifayetsiz gelmiş olmalı ki, gecenin girdiğine kanaat getirerek yuvasına çekildi. Yakınımızdaki kamburu çıkmış evin buharisinin tepesinde feryat figan bağıran bir karga da vardı ama ikisinin aynı anda zaptına kadir olamadım. Karga son gördüğümde bir antenin üzerindeydi ve ihtimaldir serçenin gerekçeleriyle, az ötede yuvalarla tıka basa dolu kavağa ruhsatsız oturttuğu meskenine uçmuştu.
Geçti...
İtiraf edeyim, ben de güneşsizlikten hoşnut olmadım. Tutulma, ikindi vakti bize hızlı çekim bir acayip günbatımı yaşattı... Güneş de dünyanın birden bir görülmez hale gelişinden huzursuzluk duymuş olabilir... Serçe; kafayı çıkardı, lisanınca lahavle çekti... Her zaman yaptığı gibi kudretten sürmeli gözleriyle çevreyi denetledikten sonra mesaiye kaldığı yerden devam etti.
Ben ve serçe aynı mahallede...
Şimdilik idare edip gidiyoruz! Diğer saatler gibi değildir ama birgün bütün saatler gibi serçe saati de duracaktır. Galiba o an, hayatın durduğu ve tekmil mesainin bittiği an olacaktır.

22 Kasım 2011 Salı

AYAĞI POSTALLI ERKÂN-I HARBİN HİKÂYESİDİR

Asker milletizdir ve doğ­rudur...
Çünkü askerlik; daimi seferberlik haliyle yaşayan bir millet nez­dinde yalnızca kışlanın içi ile sınırlı kalamaz. Asker millet oluşumuza se­bep, vatanını cebinde gezdirerek yaşayabilecek bir kavim olmayışımızdır. Herşeyimiz bu vatanın içindedir; bu ülkenin çocukları da, "Herşey vatan için!"e samimiyetle inandılar. Bizim çocuklarımız “Has”tır, hiçbir zaman "Hassa askeri" olmamış; komutanları kim olursa olsun özde daima "Kuvvacı" kalmışlardır. Bu hususiyet; asker, sivil herkesçe idrak edilmesi gereken derin bir tecrü­benin ürünüdür. Zabiti milletine zıt düşen bir Türkiye’nin dirliği ve düzeni asla muhafaza edilemez.
Herkes iktiza ettiğinde askerdir ve bu ayıp da değildir. Cinsiyet hanesine erkek kaydı düşülmüşlerin "er­kişi"den sayılmaları için, vatanî görevlerini edaları, icmaen sübut bulmuş gibidir. Olmadık dolap döndürüp "çürüğe ayrılma"nın mütegallibe çocuklarınca açıkgözlülük sayıldığı duyulmaktaysa da; mazur sebeplerle bile askerlikten muaf tutulanlara reşit gözüyle bakılmaz; nakisaları başlarına kakınç olur. Üç-beş ay öncesine kadar, Anadolu vilayetlerinde "En büyük asker, bizim asker!" koçaklığıyla, günlerce asker yolculama şenlikleri düzenlenir­ken, bugünlerde aynı iştahın görülemeyişi üzerine; en başta apoletlilerin ve vatanı katmadeğer ile kâr mabeynine yerleştire­rek köşe üstüne köşe dönen sivil bezirgânların derinlikleri miktarınca dü­şünmesi gerekmektedir.

A.
Asker ocağı, İttihatçılarla beraber kışla merkezli "terakki" hareketinin halka belletilmeye ve benimsetilmeye çalışıldığı bir eğitim kurumu sayılmıştır. Savaş sonrasında harp sanatı, muvazzaflarımızın neredeyse ikinci meşguliyet alanı haline gelmiş; "Mekteb-i aslî kıta’dır!" sözünün geçerlilik alanı siviller üzerine vasi olmuştur. Gençler, asrî medeniyetle tanışıyor ve görgülerini artırmış olarak terhis oluyorlardı. Biraz da bu yüzden vatanî hizmeti firar­sız, vukuatsız bitiren gencin sözüne sohbetine kıymet verilir; düğün derneğe ismen buyur edilip, yer gösterilirdi. Köyüne "çift pırpır"la avdet eden delikanlıların adının ardına “çavuş” mutlaka eklenir, itibarı katmerlenirdi. Sivillikte de feraset ve maharetiyle tebarüz eden gençler; eski bir töre gereği kişiye hünerine atfen ad verilmesi gibi, askeri rütbe olan "çavuş"u, bir unvan olarak taşımaya layık görülürlerdi.
Özellikle köylükte, bir kişinin adının ardında çavuşu da varsa biline ki, askerde olduğu gibi, sivilde de erbab-ı hünerdir... Beyanımız onların serencamıdır; ahır encamları hayr ola.
a. Ali Okulu
Harf inkılâbı sonrası, kışlada hak edilen "çift pırpır", nere­deyse sayıları fazla olmayan lise diplomasına muadil bir mezuniyet belgesi hükmünde idi. Okur-yazar seviyesindeki ani düşüşü izale maksadıyla düşünülmüş "Ali Okulu" sayesinde, yeni harflerin cahili pek çok kimse ümmîlikten kurtulmuş; uygarlık yolunda, en azından kendi mektuplarını yazacak seviyede mesafe kat etmişlerdir.
Memlekette okur-yazar sayısını artırmak için bulunan çö­zümlerden biri de, selikası ve aritmetiği kuvvetli çavuşları "Eğitmen" vasfıyla istihdam ederek, tercihen kendi köylerine tayin olmuş­tur. Ki, askerde çavuşluğa yükselenlerin pekçoğu, eskiden ka­lemle tanış, yeni harflere geçişte de tanışıklığını sürdürmüş muhit­lerdendirler. Eğitmen çavuşlar yalnız çocuklara değil, yetişkinlere de kurslar açmışlar; kendilerine tahsis edilen mezbelelikleri mektebe tahvil ederek, maarif teşkilatımıza önemli hizmetlerde bulunmuşlar­dır.
b. Modernleşme ve asker ocağı
Şehirler, haber kaynakları yoğun ve teknik bilgiye daha açık yerleşim merkezleri olduklarından: Çavuşlar, medeniyet kılavuzlu­ğunu kâmilen köylerimizde icra etmişlerdir. Başta eğitmen çavuşlar olmak üzere, tamamı; ülkemizde hüküm süren "resmî pozitivizm"i derinden kavrayıp, kurmay ideologların erişemeyeceği bir idrakle sivilleştirmişler; modern teknikleri tarlada, harmanda tatbik etmişlerdir. Bu ilginç ve cesur girişimciler, su değirmenlerini traktör gücüyle döndürerek "ateş değirmeni"ne tebdil etmişler ama hanımların, "Un kavruk çıkıyor, ekmeği tutturamıyoruz!" şikâyetini de ciddiye alarak, kas­nağın hızını onların arzularına uyarak ayarlamakta zerre tereddüt göstermemişlerdir.
Çavuşlarla beraber, köylerimizde mütereddit karşılanan "gâvur icadı" bilgilere ilgi artmış; kendi çocuklarının ellerinde tehlike olmaktan çıkacağına inanılan pekçok teknolojik yeniliğe kapı açıl­mıştır. Çavuşlar, sayıları giderek artan traktörlerle tarla sürerken, taze hevesle pulluğu derine daldırdıklarında, ihtiyarlar hemen mü­dahil olur, toprağı bir buçuk karıştan derin sürmemek gerektiğini ikaz ederlerdi. Giderek, ayağı çarıklı erkân-ı harplerin kerevetinin bir kıyısına da ayağı "postal" görmüşler için yer açılması zaruret olmuş­tur.
Gerçi, onbaşı ve çavuşların "Frenk gömleği" denilen kravat yaka mintanları, çarıklıları birazcık huylandırıyorsa da, bilgelikle bilgi tez zamanda arifane bir itidale kavuşmuştur. Böyleyiz: Sert dönüşler, keskin virajlar bize göre değil!
c. Çavuşlar ve çaylaklar
"Manda yuva yapmış söğüt dalına/ Yavrusunu sinek kap­mış duydun mu(!)" gibi, mantığı zorlayanları da dâhil, türküler, ha­kikate dem tutar. Şu da onlardan biri işte; koşuluş sebebi, siz deyin anlı şanlı bir çavuşa mecliste yeterli ilgi gösterilmeyişi, ben diyeyim dünür gidilen kızın çavuşluğun kıymetini takdir edemeyişi... Her ne hal ise, çavuşumuz biraz burkulmuş, biraz öfkelenmiştir; koyuver­miştir avazını:
"Beni çavuş sanmayın,
Bir bölüğün başıyım..."
Öyledir... Çavuş deyip de geçilmez. Mekteb-i aslî kıta ise; kıt­ay-ı aslî çavuştur; bir bölüğün başıdır o. Çavuş, askerlik sanatının inceliklerine vakıf olmakla kalmayıp, dersini verecek kadar müte­bahhirleşmiştir; üstelik harpte ve sulhde kendisiyle daima aynı ka­dere sahip erlerin hakikî hamisidir. Askerî argoda "çaylak", "acemi kuş" gibi sıfatlarla anılan yeni tertip erler, dağıtım olup da vatan uf­kunda kanat çırpana kadar, çavuşların komutası ve merhameti al­tındadırlar.
Anadolu insanı, gurbette hemşeriliği herşeyin üstünde tu­tar; memlekette iyi geçinemeyenler bile, yabanda birbirine arkalanır. Hemşeriliğin en çok revaç bulduğu yer ise kışladır; bir gün önce silâhaltına alınanın, bir gün sonrakinden kıdemli addedildiği mantık takdirinde; acemi erlerin, kendi vilayetlerinden bir çavuşun bölüğüne düşmesi nimettendir. Arkalarında kudemadan dağ gibi hemşerisi bulunan çömezler, göze girmenin de, arazi olmanın da yollarını ça­buk keşfederler.
(Camilere yakın, tahta taraba çayocaklarında vakit aralarını yorgun fısıltılarla muhabbet ederek dolduran ihtiyarlara rastlamışsı­nızdır. Zamanın acımasız kılıcıyla biçilen hafızalardan geriye, alabil­diğine berrak tek köşe kalmıştır; orada da çocukluk ve askerlik hatıraları kayıtlıdır.
Sohbet o köşenin kıvrımlarında dolanır durur. Bir bakarsı­nız, altmışını çoktan devirmiş, çakı gibi iki neferin omuzları, filan köylü ya da mahalleli çavuşlarının kara haberiyle küçülmüş; yirmi­sinde bir civanı kaybetmişçesine yanmadadırlar.
Birinin bıraktığı yerden, sözü öteki alarak, rahmetlinin nasıl alaya nam salmış bir çavuş olduğunu, dürüstlüğünü, mertliğini, hemşericanlılığını anlatırken; gözoyuklarına biriken yaşları gizlemek için de azami gayreti gösterirler.
Bir iki hoperlör öksürüğü ile söz hitama erer.
Pür ihtiram ezanı dinledikten sonra, "İnna lillahi....." ayetini tasdik edip, iskemlelere dayanarak ağır ağır doğrulurlar.
Vakit ikindidir...)
d. Onbaşılar da mühim insanlardır
Onbaşılara haksızlık etmeyelim, “tek pıpırlı”lar da memleketin has çocuklarıdır; yalnız, rütbelerinin sivillikte çavuşla­rınki kadar kıymet-i harbiyesi yoktur. "Tertip" oldukları halde biri ça­vuş, diğeri onbaşı iki arkadaş tatlı tatlı şakalaşırlar. Çavuş, diğerine onbaşı diye hitap ederken, çevredeki­lere de işmar yoluyla kıdem farkını işittirir; onbaşı da vaziyeti anında kavrayarak, "Emret komutanım!" ı çakarak, latifeye letafet katar.
Onbaşılar da mühim insanlardır; hem mühim, hem iyi.
Evliya Çelebi(!) anlatır ya hani: Mahallenin kadınları çeşme­başında keşik beklerlermiş. O esnada bir yeniyetme, selamsız-sabahsız naylon bidonunu sıranın en başına şeklemesine dikmiş. İçlerinden tazece bir gelin, bir elini böğrüne yerleştirip en kostak edasıyla, "omuzluk"u tehdit makamında sallayıp, çıkışmış. Sonradan gelen, umursamamış ve kasılarak "Benim kocam yüzbaşı!" deyip, haksızlığına eş durumundan meşruiyet kazandırmak istemiş. Tazece gelinimiz beri durur mu "Benim kocam da, onbaşı!" demiş ve kadıncağızın su kabına bir tekme kondurarak sıradan çıkarmış. Tabii, kadınlardan en güngör­müşü; garibenin kötü bir niyetinin olmadığını, "kışlanın dışı"nın ahvalini bilmediği için hamlık ettiğini anlatarak, sükûneti sağlamış; sonra da bidonunu doldurup, sırtını tıpışlayarak yolcu etmiş.
Onların yol gözleyen hanımları da iyidirler; hem iyi, hem se­vimli.
e. Asker resimleri
"Er mektubudur görülmüştür" damgalı zarflarla eve ulaşıp ele değende bir bayram havası estirir asker resimleri. Suretteki tebessüm, asker ailelerinin hasretini giderir, gönüllerine emniyet hissi verir.
Çavuş resimlerinin ise apayrı bir havası vardır. Gıcır gıcır tö­ren üniformasıyla çektirilmiş resimlerde: yüz, çift perdahlı sinekkay­dıyla olduğundan daha pürüzsüzleşmiş; şapkanın tereği, nizamî eğiminden daha dik durmadadır ve alnı saç hattına kadar açmıştır. Bilekteki on yedi taşlı "Hıslon" ya da "Nacar" marka saat, akreple yel­kovanın doğruladığı rakamları gösterebilecek zaviyeden objektifi ni­şan tutmuş; "pırpır"ların bütün "çıtak"lığıyla sergilenebilmesi niye­tiyle sağ omuz yarım çark edilerek, ileriye çıkarılmıştır.
(Çavuş bekârsa, anası; son mektupla gelen resmi göğsüne yerleştirerek, ansızın keşfettiği, ne vakit serpildiğine akıl erdiremediği gelin namzedi kızın evine yönelir.
Kapıyı döver, "bizim it, sizin eve balta getirdi mi(!)" gibi tuhaf bir bahaneyle, içeri buyur edilmeyi bekler.
Eşikten ağır ağır geçen çavuş anası, zihninden de konuyu nasıl çıtlatacağının, resmi hangi vesileyle gösterebileceğinin hesabını yapmaktadır.
Laf lafı açar, gelin namzedi kızın anası, o değilden askerden söz edince; o da yine o değilden, oğlunun anlı şanlı bir çavuş oldu­ğundan başlayarak, terhisine kaç gün kaldığına varanaca anlatır. Kızın da gözucuyla görebileceği bir anı kollayarak, elini koynuna so­kup resmi çıkarır.
Resme bakmamak nezaketsizliğine düşmemek için, kısa fa­kat dikkatli nazarlarla göz gezdirilir. Ana yüreğinin sevecenliği içeri­sinde yadırganmayan hamleler hedefine ulaşmıştır.
Kız ailesi, kalorisi iyi hesaplanmış karavana va düzenli sa­bah talimleri sayesinde dolunay değirmisi bir hal almış çavuş çehre­sine ısınmaya başlar.
Mütevekkil, nasiplisini bekleyen kızcağız da; matruş yüzde daha bir belirginleşmiş, hilal kaşların ve bir çift siyah gözün ikide bir karşısına dikilmesine kani olamaz. Bu halin hicabından yüzü kıza­rırken, gönlünden bir yol da eloğluna doğru uzamadadır.
Gitmelerin gelmelerin ardı arkası kesilmez; iki aile arasın­daki "yuva kızdırma" faaliyetleri, çavuş terhis olana kadar sürer.
Sonrası; Allahın emri, Peygamberin kavli...)
Çavuş resimleri, işçiliği düşük ahşap çerçevelerde, evlerin kıblesine düşmeyecek şekilde duvarlara raptedilerek, suretin aslı öl­dükten sonra bile, ter-ü taze muhafaza edilir; resimlerin asıldığı yük­seklik ve çerçeve ebadının, Mushaf ve hüsn-ü hatları gölgede bırak­mamasına dikkat edilirdi.

B.
İkinci Cihan Harbi sonralarına kadar inkılâp buyruklarını, asrîleşmenin daha erken ve hızlı tezahür ettiği şehirlerimizin cazibe­sini, yurdun köşe bucağına ulaştırmada "kışla", esaslı bir köprü vazi­fesi görmüştür. Eşiğin dışını gurbet bilen, aklı erdikten sonra da taş çatlasın senede üç-beş kere şehre inme ihtiyacı hisseden kır in­san­ları; vilayet hududu dışına çoğunlukla askerlik münasebetiyle çıka­rak, göreneklerini artırma imkânına kavuşabilmektedirler.
a. Yatak ütüsü
Çavuşlar, askerlikte öğrendikleri hafif su çileyip, ütü yerleri dengi dengine gelecek şekilde akşamdan yatağın altına uzatılarak, sabaha ütülenmiş çıkan pantolon giyinmeyi, icab ettikçe sivillikte de sürdürmüşlerdir. Şehre inerken "yatak ütüsü"yle ütülenmiş panto­lonun üzerine, siyah kruvaze ceketi de çekti mi, filinta kesilirler.
Şehir dönüşü, ceketin cebine itinayla yerleştirilmiş gazete, çavuşluğun şiarındandır."Gazete yalan mı söylüyor!" saflığının hü­küm sürdüğü yıllarda, köye giren gazeteler, öyle bir günde tedavül­den kaldırılmaz; evden eve, elden ele gezdirilerek, birkaç günlüğüne matbu dedikodu malzemesi olurdu. Her santim sütunu maruf hale geldikten sonra da imha edilmeyen gazeteler; raf altlarına örtü, kitap­lara cilt olur; kırılmış pencere camlarına hamurla yapıştırılarak ihti­yaç savarlardı.
Bazı eski kafalar(!), ekmek gibi kağıda da hürmet gösterirler, sağda solda buldukları gazete kâğıtlarını ayakaltından kaldırarak duvar deliklerine sokarlardı. Gazetenin çok maksatlı tasarruf tarzına, sigara kâğıdı yerine ikame edilişini de eklersek, bugün tomar tomar çıkan gazetelerin hepten ziyan olduğunu düşünmemek elde değil.
b. Umur-u hariciye ve asker ocağı
Üst dudağı ortalayan ve halkın "kubur taşı"na benzettiği, başparmak enliliğindeki kara bıyıkların poz kestiği yıllarda, "ıra­dıyo"(radyo); şehirlerimizde bile nadir bulunur bir cihazdır. Kıraathanelerde, ağaların açtığı odalarda, bataryalı radyolardan Alaman ordularının zaferleri anons edilirken; köy halkı haberi dinlemekten ziyade, kendi konuşup kendi dinleyen "alamet"i tema­şayı tercih ederlerdi. "Umuru hariciye"si kuvvetli şahıslar olarak bu­rada da çavuşlar devreye girerek, fahrî haber yorumculuğunu üst­lenirler.
Acans (ajans) bittikten sonra, "Radyo ne demek istedi?" su­aliyle dolu nazarlar, bilirkişi vasfını bi-hakkın kazanmış çavuşa çev­rilir. Çavuş ise, kendini hafiften naza çekerek, iskemle gıcırtılarının dinmesini, halakanın tamamlanmasını bekler... Pirinç çay kaşıkla­rıyla, üzerinde sarı yaldızla "hoş geldiniz" yazılı bardakların temasın­dan doğan "çın çın"lar, her zamankinden daha yavaş; bir yudum çaylık molalarla şekerlenen sohbet her zamankinden daha tatlıdır. Acans adeta unutulur, radyonun uzaklardan gönderdiği haberin yerini, çavuşun mahallî vurgular da katarak yaptığı yorum alır. Birkaç çavuşun iştirakiyle gerçekleşen haber sonraları, tam bir mü­nazaraya dönüşür; sözaralarına serpiştirilen "Filan paşa tatbikatta demişti ki, bu Almanlar..." gibi takviyelerle işe yarı resmi bir hava verilerek ilgiyi artırma yoluna gidilir.
Yeni bir dönemle beraber, ülkede o günlere kadar görülme­dik bir teknolojik patlama yaşanır; transistorlu radyolar da her eve girmeye başlar. Radyonun tekâmülünde üçüncü sırada bulunan "cep radyosu" ile köy yollarında teferrüç, çavuşlarımıza nasip olmuş­tur. Hükümetin tamı tamına on iki buçuk liraya çıkardığı çavuş ma­aşı, evden gelen ufak tefek harçlıklarla birleşince, azımsanmayacak bir yekûn teşkil eder. Karavana haricine fazlaca imrenmeyip, nakdini muhafaza eden çavuşlar; tezkereyi alıp nizamiyeden çıkınca, gıcır onlukları bozdurur bozdurur harcarlar. Hısım-akrabaya alınan he­diyelerle istiap haddi aşıldığından, palaskayla bağlanarak sağlama alınmış asker bavulunun bir köşesinde, küflü saman rengini almış bir fanilaya sarılmış cep radyosu da vardır.
Çavuşların şahsa özel titreşimde ses çıkartan cep radyola­rıyla dolaşmaları hoş görülürken; daha sonra ortaya çıkan Alamancıların desinler için on iki pilli radyolu teypleri sonuna kadar açarak verdikleri metazori konserler, "çiğlik" olarak değerlendirildi.
c. Sinema ajanı çavuşlar
Şehre gittiğinde, zamanının bir kısmını sinema keşif gezile­rine ayıran çavuş, seyre değer bir filmi kafaya koyar; işin gücün az bir zamanı da traktör koşarak, gençleri uygun gördüğü filmin gös­terildiği sinemanın suaresine yetiştirir. Dönemin mendil ıslatan film­leri, erkek bir milletin delikanlılarına sinema loşluğunda bol bol gözyaşı akıtma fırsatı bahşederken; bir yandan da kılık kıyafet­ten, köy dövüşlerine kadar sirayet eden yeni alışkanlıkları zihinlere ekmektedir.
Çavuş ve maiyeti gecenin geç vaktinde sinemadan çıkarak, saatte yirmi dört kilometre hızla şehir yollarında toz kaldırırken; şehirdeki tekmil motorlu araç trafiği, şevrole (Chevrolet) ya da, bıyık (Buick) bir­kaç otomobil, az sayıda burunlu otobüs ve "askeriye bozması" da deni­len, inşaat malzemesi taşımada kullanılan cemse eskilerinden ibaret... Bu yıllar, başparmak enliliğindeki bıyıkların yerini, Ayhan Işık’ın da yaygınlaşmasını kolaylaştırdığı "duble" (douglas) bı­yıkların, köy delikanlılarınca da taklit edildiği yıllardır.
Sonrasında zaman, çılgın bir raksa kapılır, saatin sarkacı kopar; daha dün dediğimiz birçok şey gibi, çavuşların içtimai bün­yemizde yerine getirdikleri rol de, çok eski zamana ait, vesikalandırılması zor bir tarihî olay gibi zamana garkolmuştur. İyi de olmuştur, bu oluştan sonradır ki, iki yüz yıllık başa bağlı avarelik halinden silkinme ve canlılık hali başlamıştır. Artık memleketin vasat evladı hayata çeyrek tayınlık zaviyeden bakmamaktadır; meslek sa­hibi olmanın gerekliliğini anlamışlar ve kendi sınırlarını ciddi ciddi zorlamaya başlamışlardır.
d. Sivilleşme zamanıdır
Çavuşlar ve onbaşılar ve erler; kışlanın dışında işçi, me­mur, küçük esnaf ebadında, güç ve akıllarının yettiğince sivil ve mütevazı bir dünya inşa ettiler. Onlar ve evcimen kadınları diş­ten tırnaktan artırarak, öz sermaye ve helal lokmalarla "kaplanlar" yetiştirmeye başladılar; lakin gündoğumunda uzun vuran karaltıları, tenekeden akçe kesen kalpazan girişimcileri ürkütmededir.
Ulufeci aydının henüz keşfedemediği, ya da kast-ı mahsu­sayla horgördüğü Anadolu kafasında herşey berraklaşmaya yüz tutmuş, hakikî ve hukukî anlamıyla "serbest piyasa" düzeni, törenin verdiği munislik ile mezcedilmeye başlanmıştır. "Has"lar, "piyano pi­yano modernizm" rakımını çoktan aşmışlardır. Korkanların korkusu: Asrîleşmenin elden gidiyor oluşudur! Yoksa avare bozkurdun, av arayan kaplana dönüşümü, bizantinist hilelerle niçin durdurulmaya çalışılsın; ya da millet ekseriyeti böyle bir düşünceye niçin kapılsın.
Ve kemirgen bir acaba: Bu rüyada tekfurların da yeri var mıdır? Hafızamızı hayli zorlamamız lazım. Böylesine çetrefilli so­rularla meşgul olduğumuz şu sıralar çavuş ya da onbaşı lakabının eratı artık kesmediğini işittirmek iste­rim; askeri unvanlar ve elbiseler dar geliyor paşalar, dar!
Z. Sonuç
Kışlanın içini fazla dolaşmadan, çavuşların (onbaşıların da) yakın tarihimiz ve sosyal hayatımızdaki yerlerini, harici sahnelere de başvurarak temaşaya çalıştık; parantezler açtık. Adları majüsküllü geçen büyük tarihî şahsiyetlerin çok çok altlarında, yazmayı yeni öğrenen bir çocuğun kaleminin titrekliğiyle yatık el yazısıyla istif edilmiş "çavuş" kelimesi çok mu küçük bir ayrıntıdır sizce?
Oysa çavuşlar/mehmetçikler; yeryüzünde "yanaşık düzen" dolaşmanın imkânsızlığını anlayıp, hür adımlarla yürüyüşe geçtiklerinde bir değil, birkaç ülkeyi kendi parantezleri dahlinde demokratlaştı­rabi­lecek cevhere sahiptirler.

4 Kasım 2011 Cuma

Eski Mesel

I.
Derler ki: Söz para etmez, söylersin geçiverir.
Kaç eder, kaça gider, kaç verir, kaça verir?

“Kaç”tan başka soru mu kaldı, şimdi?
kim düşünür “dört sual”e cevabı şimdi?
“How much money” ah o frenk dilberi
çığırından çıkardı kadınları erkekleri…
Orda how much, burda “kap kaç?” düzeni
sürdü soframızdan nurlu alınterini.
Faiz asaletmeab, asillerin asili
her doğanın ikizi her göçenin varisi.

Üç öğün kamçı yedi borcun altında kaldı
taksit taksit tükendi yiğitlerin yüreği.
Tefeciler çalımlı kurumlu hem de meşru
centilmen haramiler şehre karakol kurdu.
Bir koşu markete var dolduruver poşete,
ne varsa sal sepete iştahımız dokuz kat.
Çöp dağları tevatür kalkınma göstergesi
gerçek dağlarsa arsa parselle parselle sat.

Bir günah yüzünden sürgün olduk cennetten
tükettik günahı da cennet kuralım derken.

II.
Derler ki: Eski meseldir aşk, elde kalan bu
deşeleme eski meselleri devran bu.

Ey ilk dersi kaçıranlar, ipek hırkalılar
bir ömür sarartanlar “mutlu musun?”la!
Tenzilatlı aşk romanları yazılır sizler için
“Verevine Yalnızlık” meselâ, sezon sonu;
son satırdan başlamalı okumaya.

Yalnızlık ki şirklerin en basiti en ucuzu...

Evsiz kızların yalnızlığı acayip fiyakalı
kart eleştirmenler içinse derin mevzu…
Karışır birbirine rock’n roll, ferah feza;
Sarı sevdalar çekeriz, hormonlu şarkılarla...
Devir: Post-aşk devridir, aşka darbe zamanı:
waoooow demek düşer bize, yedi elif miktarı.

Değil, yanlış, yalan, eğri! Neresini düzeltmeli
Aşk bu aşk! Gazete havadisi değil ki...

7 Ekim 2011 Cuma

Din Dün Gün


Modernizmin iktidarı “Dünsüzlük” ve “Dünsüzleştirmek” üzerine inşa edilmiştir. Geçmişi tahrip etmeden modern olunamayacağı kanaati, Batı dışındaki ülkelerin “Millî İdeoloji”leri haline gelmiştir. Bugün “Millî” iddiası taşıyan bütün ideoloji ve uygulamalar, modernleri taklit boyutunu aşmış olup, “daha modern” hedeflere ulaşmanın telaşesi ve kompleksini taşımaktadır/yaşamaktadır. “Muasır medeniyet” denilen büyüleyici terkip, öznesi belli olmayan bir “Kızılelma”dır; gerçekte medeniyet düşmanıdır, çünkü medeniyet birbiriyle irtibatlı dün-bugün-yarın demektir. Modern iktidar, canlılık alameti taşıyan herşeyin üzerine bütün gücüyle taarruz eder.
“Modern patenti”ni elinde bulunduran az sayıda ülke ile modernleri taklit eden çok sayıda ülke arasında usta-çırak ilişkisi değil; taklit edilen-taklit eden ilişkisi bulunur. Usta-çırak ilişkisi, çırağın ustasından farklı bir yol icadına imkân verebilir ama taklit ilişkisi, taklit edilenin tıkandığı yerde tıkanır. Taklit edilen ülkeler yaşlanmıştır, cerrahî operasyonlarla dik görünmeye çalışmaları da omurgalarındaki deformasyonu gizleyememektedir. Taklit eden ülkeler ise şaşkındır; çünkü muasır medeniyete ehil olmak kompleksinin tezahürü bütün resmî milliyetçilikler günü kurtarmaya yetmemiş, üstelik “dünsüz” kalmışlardır. Batı’nın AB birleşmesi, zihniyet itibariyle dine değil, “düne dönüş”tür; uygulama itibariyle “başkalarına karşı” birleşmedir. AB’nin dininin dünle ilişkisi “Kilise-Sezar” paylaşımından, “Kilise-kapitalizm” ilişkisine geçiştir; “Romalı atalarının dinini” bu suretle başkalarına karşı birleşmenin ruhu olarak kullanırlar. Weber’in tezi bu açıdan bakıldığında doğru olabilir; belki Weber de bu açıdan bakmıştır. Bizlerin Weber’e “Bana böyle bakın!” dediği yerden bakma zorunluluğumuzun olmadığını biliyorum; biliyorum ama kendi haneme bir kâr olarak kalıyor. Böylece kârlı bir hayatı da hak etmiş oluyorum.
Bugünlerde “Neo” kelimesinin İslamcılık, Osmanlıcılık gibi “dün” ile bağdaştırılarak kullanılması bir yönüyle modern taarruz, diğer yönüyle “modern millî” bir arayış ifadesidir. Her iki duruş da “dün”den rahatsızdır. Taarruz edenler Türkiye’yi “modern iktidar” güçlerine jurnallemektedirler; jurnalistler Ortadoğu’da kendine rol arayan bir Türkiye’nin ABD ve AB için tehlike arzedebileceğini bildirmektedirler. Bu Sezen Aksunun “Beni al, onu alma!” şarkısına benzemekte olup; “Benim gibi rüküş bir modern dururken, sizler neden Neo-Osmanlılarla(!) flört ediyorsunuz?” sitemidir. Buradaki ön kabul “dün” olarak hedefe yerleştirilen Osmanlı’nın “tehlikeli ve kötü” olduğudur; rüküş modernler, “Dünü kötü olanın, yenisi de kötü olur!” demek istiyorlar. Kendi içinde çeşitlilik arzeden Türk modernistlerinin müktesep vasfı rüküşlüktür. Söylediklerin hiç yeni bir şey olmamasına rağmen, göze batmayı her durumda becerebiliyorlar.
“Neo” tanımlama sıfatını “Millî modern” diyebileceğimiz ve bence hasarlı bilinç sahibi birileri de iyi niyetle kullanmakta ve “Bozgunda yeni bir fetih düşü…”nü yaşama arzularını izhar etmektedirler. Gerçi rüküş modernlerimiz fetih kelimesini işgal ile bilinçli olarak karıştırırlar ama kimsenin fetih ya da işgal gibi bir derdi yok; kelimeleri makyaj masasında boyamak da bir tür illüzyonizm olarak kalıyor. Hasarlı bilinçlerin dün ile irtibatlarında “süblimasyon” vardır; incelte incelte ideal bir “dün” oluştururlar. Modern iktidar karşısında böyle bir “dün anlayışı” cevap değil, olsa olsa arayış ifadesidir. Dünümüz, iyi kötü yanlarımızla dünümüzdür; başına “neo” getirmenin âlemi yok, biz bugün de hem Selçuklu, hem Osmanlıyız. Selçuklu ve Osmanlı bir yönetim biçiminin adı değil, o günlerdeki teamüle göre devlet sahibi Türklerin nüfus cüzdanıdır. Batılıların sadece Türkleri değil, Osmanlı tebaasının tümünü “Türk” olarak çağırmaları da bu yüzdendir. Şu ya da bu yönüyle bizi “dünümüz”le yargılayan derin ırkçılar, aslında dinimize olan düşmanlıklarını dile getirmekte; hemTürkçülüğü hem de Türk düşmanlığını modernizm formatında sürdürebilmektedirler.
Neo Osmanlı lakırdıları da zaten bunu ihtar ve ihbar etmektedir. “Günah çıkartma” geleneğimiz yoktur; biz “tövbeci”yiz, tam bir vücuh ile yanlışımızdan tövbe ederek yolumuza yürürüz. Modernizmin dünsüzlüğüne ve dünsüzleştirmesine, “Düncülük” ideolojileriyle cevap vermek, bizleri Hak’tan ve hakikatten uzaklaştırır. Biz elbette atalarımızın dinindeniz ama bizim atalarımız da “müslüman” ve başlarına “Neo” sıfatının getirilmesinden muazzep olabilirler. Müslümanlık yeniliğini her dem içinde taşır; batılılar ve batıcılar “Neo-Osmanlı” derlerken kendi zihniyetlerine uygun bir tanımlama yapıyor olabilirler ama bazı yönleri “yamulmuş ve çarpılmış” bir takım müslümanlara kinaye olsun diye “Neo” denilmesini bile doğru bulmuyorum.
Dün yanlışlarla, doğruları içinde barındırır ama bizim dünümüzdür; atalarım da benim gibi günah işleme potansiyeline ve yanlış eylemde bulunma hakkına sahiptiler. Her nesil kendi tarihini yazarken atalarının her yaptığını sırtında taşımak zorunda değildir; ama atalarını inkâr, insanı soysuzlaştırır. Hristiyanî bir ahlakla, bizden önce yaşayanları “karanlık” olarak kabul etmek; kendimizi yahut bugünümüzü yüceltmek için yer açma çabasıdır. Bazı Protestanların bugün vardığı yer, günah işleme ve günah çıkarma işlevini kişiye bırakan bir liberalizmdir. Liberalizm kökünde ve sadece papazsız bir hristiyanî duruştur; roman türü bu yeni günah çıkarma tekniğinin edebiyata yansımasıdır. Modernizme karşı imiş gibi gözüken İslamizmin ve popüler islamistlerin düştüğü ve kullandığı “dünsüzlük” ise ruhbanlaşma arzularından kaynaklanmaktadır. İslamistlerin modernizme tek ciddî eleştiri getirdiklerine rastlamadım, dünümüzle ilgili münazaraya mahal taşıyan en ufak bir geleneğe bile karadonlu şövalyeler gibi taarruzlarını ise defaten şahit olmuşumdur. Ruhbanlı sevdalılarını asla tehlike olarak görmem; müslümanlık ruhbansız ve kilisesiz olduğu için Sezar’a yahut kapitalizme rağmen özgür ve efendi yaşamanın ta kendisidir.
Galiba “dün düşmanlığı” da ikiye ayrılıyor: Birinciler, doğrudan dine düşman olup, dün düşmanlığıyla bunu kamufle edenler; ikinciler, dün düşmanlığıyla geleneği kırıp geçirerek, dini tekeline almak isteyen ruhbanlık sevdalıları… İslamiyet ilk insandan beri var olan ve “Nas” ile kaim olan bir geleneğin adıdır; bizler de tamamına ermiş o geleneğin son mensuplarıyız; aracıya tefeciye ihtiyacımız yoktur. Bir de dünün yanlışlarından ve yanlış adamlardan yola çıkarak, rasyonel ilahiyat (İslamiyat) kurmaya çalışan arada kalmışlar var; ayağı “Nas” içinde dolaşmayan islamiyatçılığın varacağı yer de deizmdir, belki de varmışlardır. Deistlere tavsiyem ise roman yazmaları olabilir; tuttururlarsa Nobel bile alabilirler. Ya da girdikleri patikadan çıkarlar!
Din dedim, dün dedim, aslında gün için dedim... Dünümü evvel kabul ederim, sonra muhafaza etmem gerekeni muhafaza ederim! Neden ederim? Çünkü dünümü diniyle, benim dinim aynıdır; dünüme düşmanlık edenin gerekçesi de dinimdir. Ne yapayım, protesto etmem gereken bir kilisem yok ve olamaz.



4 Ekim 2011 Salı

KELEBEĞİ BESLEMEK


Odama girmişti!
Bazen karasinek, sivrisinek, arı girdiği oluyordu ama bu ilkti…
Bir kelebek… Âşık Reyhanî’nin Çiçek şiiri geldi aklıma, hoş şiir… Şiirin bir yerinde de:
“Kelebektir böceklerin âlisi
Çünkü o da bir çiçeğin delisi…
Yeşil yaprak, tabiatın halısı
Ara ara, sıra sıra bir çiçek.”
Denilmektedir…
Kanatlı böceklerin en müzeyyeni, en narini keşke yanılıp şaşırıp odama girmeyeydi! Çiçek çiçek gezerek tüketmesi daha iyi olurdu kısacık ömrünü.

Davetsiz kanatlılar
İçerde mahpus kalmaları, açlıktan yahut cinslerine mahsus biçilmiş vadeleriyle ölmeleri demek; ölürler. Sinek ve sivrisinekleri camdan dışarı atmakta zorlanıyorum, çevikler çünkü… Öldürmeye kastetsem kolay, bir punduna getirir rulo yaptığım gazeteyle defterlerini dürerim; ama misafir hatırı var! Sivri faşoları bile sağ-salim pencereden dışarı etmeliyim, ecelleri odamda gelmesin ve elimden olmasın istiyorum. Çok yumuşak davrandığım da sanılmasın, hayli leşim vardır; sivrisinekler hortumu derine daldırmışken can havliyle şaplağı indirmişimdir. Nefs-i müdafaa halidir, yapacak bir şey yoktur. Sivrilerin hücumuna uğramışsanız tavsiyem ateş yakmanızdır; dumanı sevmezler, sigara dumanını hiç…
Oda silme dolu, rahat hareket edemiyorum, pencereyi açmazsam da boğuluyorum. Davetsiz kanatlıları eski bir takvim kartonunu yelpazeleyerek estirdiğim rüzgârla sağ salim kapı dışarı ettim ise ne ala; pes dediğim anda leylî kalmak zorundadırlar. Camı sürekli açık tutamıyorum; eceline susamış haşerat yüzünden cereyanda kalıp hıl-hışır yatağa düşmek de istemem. Meşguliyetim varlıklarını unutturuyor ve kurumuş vaziyette pencerenin pervazında gördüğümde, kanatlarından tutarak dışarı atıyorum, döne döne bahçeye, çimenler üzerine düşüyorlar.
Kana susamış bir sivrisineğin kulağınızın dibinden tozutarak geçerken çıkarttığı tiz vızıltı sinirleri tahriş etmeye yeter. Bu kılıksız zibidi soktuğunda nasıl can yakar, enginde yaşayan herkes bilir; sokma anının acısından daha beteri, geride bıraktığı kaşınma hissidir. Çocuklardan uzak olsunlar çünkü sivrisinekler onların narin ciltlerini göz göz kabartır. Sivrilerin en sevdiği birinci hedef körpe çocuk, ikincisi de muhtemelen sarışınlardır.

Sarışınlar ve sinekler
Taşra çıktığınızda yanınızda bir sarışın varsa mıntıkanın tekmil sinek ve sivrisinek sülalesi ona tebelleş olur; paratoner gibi haşerat çeker zavallılar. Sarışınlar hakkında bildiğim tek ilmî gerçek; güneşin ışıklarının bile göz ve ciltlerinde vahim hasara neden olduğudur. Bir kumral daha kolay, bir esmer kozmetik cebir uygulayarak kendini sarartabilir ama sarışından esmer çıkartmak zordur; zaten saçını siyaha boyayan sarışına pek rastlanmaz. Ayrıca sinek ve sivrisinekler herhalde kozmetik numaraları yutmazlar. Sarışınlar pikniğe gittiğinde haşerat taifesinin tacizine daha ziyade maruz kalacaklarını düşünmeli ve mutlaka böceksavar takımını yanında bulundurmalıdır.
Sarışın var, sarı var! Sarışın sarıya çalan demek, sarı ise tam sarı; hepsine birden sarışın demek âdet olmuştur. “Etek sarı, sen etekten sarısın!” tasviri, sapsarı biri için çizilmiş olabilir; böyleleri vardır ama bizim oralarda nadirattandır. “Sarışınsın sarısın güzel!” cümlesinin dalga boyu biraz daha incedir; sarışın ve sarının ardı ardına kullanılışı tekit maksadıyladır; ipek endazeli tiril tiril bir söyleyiştir. Sarışınların mavi ile ela arasında süzülen gözleri de pek hassastır; koyu renk güneş gözlüğü takmaları uzman tavsiyesidir. Kirpikleri de kısa olur, gözbebeğini gölgelemeye yetmez. Herkesin bildiği şeyler işte, öylesine söyledim; müzevirlik eden nasıl olsa bir yolunu bulur…
Sarışınların zekâ seviyeleri hakkında bir bühtanım da yok, özel bir parantezim de; kalender-meşrebim…

Güz sinekleri
Karasinek: Sineklerin en sineğidir, sineklikte üzerine yoktur; her türlü bulaşığı yalaşığı sever, konmadığı tatmadığı nesne yoktur. Haşerat denilince ilk aklıma gelen mahlûk karasinektir, hızlı uçar, helikopter gibi dik kalkar, çaktırmadan ısırır. Karasineğin besin kaynağı boldur ama o nedense çocuklara fazla musallat olur; o zaman da tepemin tası atar… Bir kundak bebesinin gözlerinin kenarına konan karasineğin eceli elimdendir; acımam.
Karasinekler ne işe yararlar bilmem, sormam da; bir kanadında zehir varmış, öbüründe panzehir… Çaya çorbaya düştüklerinde panzehirli kanat daima yukarıda kalır; komple batırırsan cümle zehri (mikropları) öldürürmüş! Kanatları hakkında bu yaygın söylentinin ilmî bir yanı var mıdır? Böcekbilimcilerin alanıdır, ben karasinek makulesine de, at sineğine de, it sineğine de tehlikeli haşerat gözüyle bakarım. Onlar hayatları için mücadele ederler, ben de hayatım için; icabında toptan itlafı gerektir.
Tanıştığım sineklerin en babayiğidi bungalektir; bugünlerin Türkçesiyle yetişenler için “ng” sesinin telaffuzu zordur, zorlanmasınlar bunalek de diyebilirler. Bunalek, sığır cinsi için çok tehlikelidir, kuyruğundan başka silahı olmayan zavallıların derisini yarar, altına yumurtalarını bırakırlar. Özellikleri danalar bu vahşiler elinden bizardır, bunalek tutunca hayvancıklar çıldırır ve en yakındaki gölgeliğe kaçarak ferahlamaya çalışırlar. Bunaleğe benzer At sinekleri vardır bir de, boyları ergin karasinek kadar olup, renkleri kahverengiye çalar; sinsidirler… At sineğinin konduğunu hissetmezsiniz ama fena ısırır ve deride toplu iğne başı kadar kan çıkartacak delik açar. Irmak kenarını sevdiğim için bu yırtıcılar tarafından kerrat ile ısırılmışımdır; şaplağı kuvvetli vurmazsanız bu melunları düşüremezsiniz, bilesiniz. Acemi olta balıkçılarına söyleyeyim, bunalek sazan avı için iyi yemdir. Ortalık merhamet ve terbiye noksanı obez avcılarla dolduğu için, fazla tüyo vermek istemem; senede üç beş kilo balık tutardım, ondan da vazgeçtim.
İt sinekleri, hakikaten en çok itlere musallattır; keskin dişler bir sinek karşısında çaresiz kalırlar. İt sineği insana saldırmaz, iyi uçucu da değildir; yaz sıcağında tüylerini yara yara derilerine ulaştıkları hayvanları ise delirtir. İtler kendilerini ısırırcasına dişleriyle tüylerini yolar ama sineğe ulaşamazlar; bu barbarlar kolayca da ezilmez, kanatlarının üstünde keratinden zırh vardır. Bazen köpekler, bu belalılarını derine dalmaya fırsat bulamadan havada yakalar ve azı dişleriyle çiğnerler. İyilik olsun diye tüylerini aralayarak sineği çıkarırsanız itler acayip memnun olur, ellerinizi yalarlar. Bir sinek karşısında çaresiz kalmış bir ite acıyanlara tavsiyem, sinekleri ayıklayıp suya basmaları olur; boğulsun kalleşler, en kolay yolu o…
Odadan dışarı hayli dolandık, aslında kutuplar da dâhil dünyanın her yerinde sefa süren karasineklerden bahsedecektim, onların odama dalanlarından. Karasinek: Temiz insanı ve temiz elbiseyi sevmez, kire pasağa bayılır; pervane ışığa, o pisliğe yangındır. Bu asla gelmez anlamına değildir elbet, ister hamamdan taze çıkmış ve bayramlığınızı giyinmiş olun, yine de tereddütsüz hatırınızı sual eder. Yazın odamda çok zaman geçirmediğim ve sineklerin de fakirhaneye ihtiyaçları olmadığı için karasinekler pek gelmez. Ama şu güz sinekleri yok mu? Son güze doğru sinek ümmetinin karartısı toptan kalkmak üzereyken, son parti karasinekler can havliyle hayata tutunmaya çalışırlar. Güz sineklerinin işi zordur, çünkü bereketli yaz mevsimi bitmiş, hava da soğumuştur, mecburen içerilere sığınırlar. Zayıflamışlardır, o müthiş manevra kabiliyetleri irtifa kaybetmiştir ama acayip ısrarcıdırlar, elle kovmak filan işe yaramaz. Konduğunda da bir karasinekten beklenmedik bir aceleyle ısırırlar; taze kana ihtiyaçları ziyadedir. Senenin bu son sinekleri tez zamanda gidicidirler. Odadan çıkmayı gözleri kesmez ve ne kadar ısrarcı olurlarsa olsunlar iyice takatten düşerek, can verirler.

Bal arıları
Odamın davetsizleri arasında arılar da vardır; bal arısı nadir; üzüm arısı daha sık… Bal arısı iyi bir uçucu değilse de hilkatten planör uzmanıdır; rüzgârı arkasına aldığında hızına hız katar, kapalı mekânda ise kağnı gibi gıcırdar. Camın şeffaflığına aldanarak, dışarı çıkmak için habire zorlarlar; muhtemelen dışarıyı gördükleri halde, çıkmalarını engelleyen camın sırrına akıl erdiremiyorlardır. Sadece arılar değil bütün uçan böcekler camı zorlamaktan bitkin düşer, çoğu da cam ardından göğü seyrede seyrede ölür. Kuşlar da öyle… Evin açık penceresinden girip sofaya dalan bir serçe, ölümüne kendini cama vurmuştu. Elime aldım, hane halkı başına toplandı; bitaptı… Ağzıma su aldım, gagasından içirmeye çalıştım, silkindi ve usulcacık kendine geldi; saldık gitti, acayip neşelenmiştik. Kuş neylesin, ben de bir defa sürgülü bir cam kapıya kafa atmıştım, bir şey olmadı ama seyredenlere komik gelmişti.
Bal arısını kapalı mekânda yakalamak kolay; başına doğru iki kanadından hafifçe yakalamalısınız, sıkarsanız kanatları zedelenir; yanlış yerinden tutarsanız sokar ve ölür; canınızı da dağlar tabii. Benim gibi kara kovan balını tadarak büyümüşseniz, illa arının iğnesinin de tadına bakmışsınızdır. Soktuğu yer kütük gibi şişer; bünyeye göre arı zehrinin etkisi farklıdır. Şifa niyetine ihtiyarların arıya kendilerini sokturduklarını unutmadım, benim ise uykumu getirmişti… Şimdilerde acayip tekniklerle arı zehri toplanıyor ve satılıyormuş; arılarla ilgili ayetin arısütünden sonra zehre de işaret etmiş olması mümkündür. Bendeniz kovanın uğultusunun bile şifa olduğunu düşünüyorum.
Çocukluğumuzda fenni kovan icat edilmediği için, her evin yaş söğütten sepet gibi örülen ve üzeri hafifçe sığır gübresiyle sıvanan kovanları vardı. Bal, baldı; kara kovanı, fennisi yok; hilelisi hiç yoktu. Rahmetli validelerimiz, bahara zebun çıkan arıya takviye olsun diye şerbet içirirlerdi… O şerbet bile halis baldan ezilirdi ve hanemizin arıları kana kana içerlerdi…

Eşek arıları
Odama giren bal arılarını çok zorlanmadan tabiata geri göndermek kolay da; üzüm (eşek arılarının uçma kabiliyeti daha yüksek. Sokma kabiliyeti ise hem daha acı verici, hem de süratli. Balarısı sokunca ölür; iğneyle beraber hayati azalarını kaybetmiştir çünkü… Eşek arısı soktuktan sonra zehir imal ettikçe kullanmak üzere kılıcını kınına geri çeker. … Balarısının iğnesinin delici gücünü ölçmedim ama eşek arısının iğnesi gazete kâğıdını deliyor; tecrübe edebilirsiniz... Gazeteyi deliyor ama zehrini salmıyor; kâğıdın arkasında bir el olduğunu sezinliyor olmalı. Parlak sarı-siyah formaları tehlike alametidir; tabiattaki zehir imalatçısı hayvanatın daha canlı renkler taşıdığını ihtar eder. Siyah beyaz çizgili olsalar zebra arısı denilebilirdi; eşekliği galiba tahfif içeriyor. Atın sineği var, eşeğin arısı; adaletsiz dünya işte… Eşek arıları dokuz canlıdır; ölü diye elinize aldığınızda iğneyi hemencecik saplayabilir; bir defasında böyle aldanmıştım ve başıma geldi, tecrübemle biliyorum. Eşek arısının arka nahiyesi daha kıvrak olduğu için kanatlarından yakaladığınızda yine sokma tehlikesiyle karşılaşabilirsiniz; en iyisi bir peçete filan kullanmanız.
Eşek arılarını gündüz dışarı atmak için kartonla yel estirme işe yarıyor. Kendisini suni rüzgârın şiddetiyle cama vururken vururken, pencerenin açık kanadına denk gelir gelmez olanca hızıyla uçuyor; yaşasın özgürlük! İşyerindeki oda önemli değil! Evin briketten bahçe duvarları eşek arılarının yuvalanmasına müsait olduğu için, bizim evde yetişen her çocuk eşek arısıyla tanışmıştır. Yeğenlerim, çubukla yuvalarına dürtünce fena dağlanmıştı; yapacak bir şey yok, hayat bazen böyle acı tecrübelerle öğrenilir. Kabaran yere yoğurt çalmak işe yarar mı bilmem ama yaparız; bir de soğuk ayran şifa niyetine, o kadar. Bir defa namazdayken topuğumdan bir eşekarısı vurmuştu, nasıl olmuşsa tahiyatta sol topuk kemiğimin boşluğuna sıkışmış zavallı. Selam verdim ezilmemişti ama çır çır çırpınıyordu; mendille tutup dışarı attım. İğnenin ilk yakıcı etkisi geçti ama birkaç gün derimi yüzercesine kaşıdım.
Camı açık bıraktığım bir Ağustos gecesiydi… Perde galiba rüzgârın etkisiyle aralanmış; gece yarısı kalktım ki, beş altı eşek arısı bizim odanın hava sahasında akrobatik uçuş gösterisi düzenlemişler. Havlu ile topunu dışarı attım; attım ama yoruldum; gidin başka yerde oynayın yabaniler! Muharebeyi kazasız belasız atlattığıma şükür; bazen duvarı betonla sıvayıp, kökten bu işten kurtulmak da var ama içim el vermez…
Eşek tarafı olsa da arıdır, sinek gibi başımızda akbaba gibi dönüp durmazlar; ara sıra can yaktı diye de canlarına kıyılmamalı!

“Allı pullu gelin getir!”
Oooo yirmi senede bir defa, ne şeref dostum; hoş geldin sefa getirdin, hangi rüzgâr attı seni bu gamhaneye! Talebem olmak için mi geldin, ders vermek için mi, yoksa kaza mı? Üçüncüdür tabii ama nasıl bir kaza kader anlayamadım. Sen ki tabiatın en yararlı kanatlılarındansın, ağaçların kanını iliğini kurutan haşeratın azılı düşmanısın. Sen olmasan yeşil ağaçlar kara bağlar; yaş ağaca balta vuran zibidiler, senin kanadındaki bir benek kadar dahi kıymete sahip değildirler. Odama düşen uğurböceğinden bahsediyorum; uğur getirmesine gerek yok, hayırlı bir candır, hem uğurlu! Vallahi kanım kaynıyor, öpeceğim!
Öpmedim tabii! Parmağımla dokundum, ayaklarını karnına çekti, dondu kaldı. İyi numaracılardandır; ölü ayağına yatar ki, hasmı dokunmasın. Ben hasmı değilim ama o bilmiyor; incitmeden aldım avucumun içine, biraz bekledi sonra kendini emniyette hissetmiş olmalı ki canlandı. Onun hareketlerine göre elimi eğip bükerek bir müddet seyrettim. Güzelliğe bak; bir defa çok tatlı bir kırmızı, üstündeki siyah benekler, güzelliğinin mütemmim cüzü… Gerçi turuncuya meyleden sarılarına da rastlanır ama bizim oraların uğurböcekleri kırmızıdır. Sakın bir uğurböceğini düz ve tutunabileceği ot çöp olmayan bir satha sırtüstü yatırmayın; işkence olur. Kaplumbağalar gibi ayaklarının üstüne doğrulmakta zorluk çekerler; gerçi uğurböceklerinin kanatları onlara yardımcı olur ama kaplumbağaların hiç şansı yoktur. Düz zeminde ters çevrilmiş bir kaplumbağa diri diri ölümü bekler.
Başladım çocukken elimize aldığımız uğurböceğini uçurmak için söylediğimiz “Uç uç uç uç allı pullu gelin getir!” tekerlemesini mırıldanmaya… Kırmızı benekli libası, gelinliğe benzetildiğinden olmalı, uğurböceğinden “allı pullu” gelin için tavassut istemek çocuksu bir âdet olmuştu. Sanki böceği bilinmeyen, belki de henüz dünyaya gelmemiş bir kıza dünürcü salıyor gibi bir âdet… Ben gaydalanırken, dünya tatlısı böceğin bir nevi zırhı olan dış kanatları açılmaya ve altlarından incecik siyah kanatları çıkmaya başladı ve derken pırrr… Uzaklaşırken, “Ne işin var senin ihtiyar, allı pullu gelinle!” diye de kafa buldu benimle. “Güzelim!” dedim, “İki yetkin oğlum var!” onlar için dilek tutmuştum. Anladı, anlaştık zannediyorum!
Güle güle, canına şenlik kanadına sağlık, yine beklerim… Pencerem sana, senin gibilere her daim açık, uzatmayasın arayı!
Konuşmayı bildikten sonra anlaşmayacak kim var ki, âlemde! Hayvanların dilini unuttuğumuz için denge bozuldu; başka hiçbir sebep yok; inanın yok!

Işığın kamikazeleri
Az çok nerede bir ışık görse yönünü çeviren, ışığın kaynağına varınca da etrafında döne döne helak olan cümle kanatlıların ortak adı: Pervane. Benim gördüğüm pervanelerin çoğu açık kahverengi kanatlı küçük kelebekler ve şeffaf zar gibi kanatları olan uçucu böcekler. Her yörenin pervanesi ayrı çeşit olabilir, pervaneler her yerde ışığa meftundurlar. Köyün uzağında ve “kartal yuvası” gibi tepeye kondurulmuş odamda kendi efkârımla bir başıma otururdum. Karanlık basınca gaz lambasının fanusunun çevresi pervanelerle dolardı; mani olamazdım, olunamaz… Lambanın fanusu öyle ısınır ki, hızını kesemeyen pervaneler dokunur ve düşer; bazıları azıcık çırpınır, acı vericidir. Fitilin merkezinden, fanusun ağzına doğru gelen sıcak öldürücüdür zaten; lambada çok sigara yaktığım için bilirim. Fanusun ağzına sigarayı yaklaştırır yahut lambayı sigaraya yanaştırıp körüklediğinizde lambanın alevi bir iki titrer ve sigara tutuşur. İlk nefeste gazyağı aromalı(!) sigara nasıl bir şeydir, tadan bilir. Bazı divane pervaneler kamikazeler gibi fanusun girişinden merkeze pike yaparlar; intihar görünümlü bir son…
Yorulur fitili dibine kadar kısar, yatarsın; sabah kalktığında yanmış yıkılmış pervaneleri görürsün ama yapacak bir şey yoktur. Yanmak ışık sevdasının bir sonucudur; pervanenin gecenin karanlığında gördüğü her ışığa koşması, bizim lamba ışığı sayesinde geceden azıcık intihal yapma işimize benzeyebilir. Pervane karanlıkta uçamayacağı için, ışığı görünce daha fazla uçmak için bir imkân yakalamıştır. Eski elektrik ampulleri yakardı, çünkü enerjilerinin çoğu ısıya, az bir kısmı aydınlatmaya giden bir teknoloji ürünüydüler. Floresan lambalar iktisatlı, yeni beyaz lambalar daha iktisatlıymış; üstelik yakmıyorlar. Pervaneler için bence ideal aydınlatıcılar. Aydınlatan ama yakmayan bu lambaları seviyorum, sevdalılarını ışığa doyuruyorlar; yakmıyorlar…
Odamda yaz akşamları mesaiyi uzattığım zamanlar, floresan lambanın çevresinde dolanan ve ışığın cezbesinden ayrılmayan pervanelere müdahale etmiyorum. Onlarınki ışığa olan tarif edilemez bir bağlılık, diğer misafirlerinki öyle değil! Kara ve sivrilerin davası rızk; arılarınki serapa kaza…

Kelebeği beslemek
Odama girmişti!
Bazen karasinek, sivrisinek, arı girdiği oluyordu ama bu ilkti…
Bir kelebek…
Tıpkı uğurböceği gibi o da yirmi yılda bir defa odama gelmişti. Kelebeğin ne işi var diye sorsan ne çare; Tanrı misafiridir gelmiştir. Narin bir yaratık, yelpazelerken karton değse belini bir daha doğrultamaz. Çift cam açtım, uzaktan dehlemeye çalıştım gitmiyor; tersine odanın duvardan tarafına, kitap rafını arka tarafına konuyor… Camın birini örttüm, gözlüğümü kuşandım, çantamı hazırladım derse çıktım; iki saat sonra kendiliğinden çıkar nasıl olsa, diye düşünmüştüm.
Ders bitti odama geldim…
Üç ince belli dolusu çay ve üstüne bir de tez öldüreninden ziftlenince kendime geldim; aklıma da kelebek geldi. Gitmiştir diye umarken, son konduğu yere demir atmıştı sanki, kıpırdamadan öylece duruyordu… Yorgundum, gün kavuşmak üzereydi, akşamın soğuğu topuklarımdan vurmaya başlamıştı… Bir iki defa daha gayret ettim çıkaramadım; ulaşılmaz yerlere konuyor, pencereye asla yanaşmıyordu. Gitme zamanı… Toparlandım, unuttuğum birşey var mı diye şöyle bir düşündüm çıkarken; yok... Pencere kapalı, bilgisayar dâhil bütün elektriklilerin fişini çekmişim; tek sıkıntım kelebek… Arılar şerbet içer, kelebekler de çiçekten beslendiğine göre içebilir düşüncesiyle çay tabağına azıcık şeker ezdim. Bilmiyorum, belki de kelebekler şerbet içmezler; benimkisi o an aklıma gelen bir hâl yolu: Kelebek yarına kadar idare etsin!
Beynime takıldı kaldı kelebek, yatağa girmeden önce de düşündüm, sabah yola çıkmadan önce de… Mesai saatinde kapıyı açtım, çantayı en yakın sandalyenin üzerine koydum ve hemen kelebeğin son konduğu yere baktım; yoktu. Şerbet ezdiğim tabağın üç beş santim yanında cansız cesetsiz yatıyordu. Hafiften itekledim, hayat emaresi yok; yavaşça kanadından tutup masanın üzerine koydum. Bazıları “Duvara bir tablonun üzerine yahut bilgisayarın bir köşesine yapıştır!” diye akıl verdiler; düşünmedim bile, bahçeye çimenlerin üzerine attım, son uçuşuydu; geldiği gibi ve geldiği yere gitti…
Acaba kelebek şerbet içer miydi? İçerse, içtikten sonra mı öldü yoksa içmeye giderken mi öldü? Bilmiyorum ve kurcalamıyorum da… Kelebeklerin çok kısa ömürlerini olduğunu biliyordum, merak ettim derhal araştırdım. Çoğu kelebek türü en fazla iki gün yaşarmış. Belki yarı ömrünü odamda geçirmesi kelebeğin kendi tercihiydi; niyesini bilmem…

Âlemden bir haber olsun diye yazdım
Adama bak derler, dünyada ne acayip işler oluyor, avare yazar ise oturmuş kanatlı böceklerden, haşerattan bahsediyor! Kelebeğe şerbet ezmişmiş, Uğurböceğine “Uç uç..” demişmiş… İnternet ortamında hünersiz, cahil ve beleşçi yığınlarca ispiyoncunun ispirtoya konmuş sinek gibi vızıldaması yok mu? Sanki ben bu lolipopçu eleştirmenler için yazmışım! Sayın dijital haramiler! Açın ekonomi, siyaset lagalugası okuyun; anlı şanlı köşe yazarlarına yağ döküp yalayın; benden ve benim gibilerden uzak durun, çarpılırsınız.
Ne yazdımsa kendi efkârımla ve havadisimle yazdım! Âlemde büyük küçük herşeyin yüceliğinin, güzelliğinin, hatta varlığının unutulduğu/unutturulduğu bir çağda, kelimelerin tükenmezliğini hissetmeye, hissettirmeye çalışıyorum. Olan ve olağan şeyler içinde farkına varamadığımız ne mucizeler temaşa edilmeyi ve keşfedilmeyi beklemektedir.
Bir sineğin bir kartalı sallayıp yere vurduğunu bilmesem, oturup da ne diye sineklerin kanadı üzerine yazayım ki…

1 Ekim 2011 Cumartesi

Yemin Numaraları

And da yemin demek; galiba yemin kelimesinin ağırlığını taşımadığı için her zaman ikame edilmiyor. Bir andımız vardı ilkokulda, hâlâ varmış bilmiyordum. “Türküm doğruyum, çalışkanım…” diye başlıyordu. Yasa kelimesi çok kullanılmazdı, “kanun”u bilirdik ama “yasa”nın ne demek olduğunu bilmezdik. Sıkı bir “öztürkçe” dikkatiyle yazılmış olduğu belli ki, “yasam” diyordu. Öğretmen haftabaşı sınıfa girdiğinde rap diye ayağa kalkar, istikbalin Mehmetçikleri olarak çakı gibi çakardık sözleri. Sonraları tavsardı bu iş, dört ve beşinci sınıflarda öğretmenler unutur, biz de yorulurduk galiba. Sordum öğrendim yasa sonra ilke olmuş ve tabii Atatürk’e vurgu yapmadığı için sonradan bir de ilave yapılmış. Yasa ne zaman “ilke” oldu onu bilmiyorum ama ilkokul öğretmeni olarak mesleğe başladığımda ilave edilen bölümü öğrencilerden öğrendim. İlk pazartesi yine bizim gibi rap diye ayağa kalktı benim yavrular, göğüslerini doldura doldura okudular andımızı, ilkine müdahale etmedim ama sonra çocukları bu yükten kurtardım. Sert bir öğretmendim ama çocuklara sınırsız oyun, bol türkülü bir hayat bahşettiğim için galibe beni seviyorlardı. Şimdi hepsi kırkına dayanmıştır; bazen hayat karşıma çıkarıyor ve benim karşımda birdenbire yine çocuklaşıyorlar, hoşuma gidiyor. Avarelik çok güzel bir şey ama işte bu dünyada da bir mesleğin olmalı; yeniden meslek seçme gibi bir hakkım olsa hocalığı yine tercih ederdim. “Ey bu günümüzü sağlayan, Ulu Atatürk; açtığın yolda, kurduğun ülküde, gösterdiğin amaçta hiç durmadan yürüyeceğime ant içerim. Ne mutlu Türküm diyene!” ilavesini o zaman öğrenmiştim. 12 Mart muhtırasının necip evlatlarımıza hatırasıymış. Sonra bunu da değiştirmişler “Ey ulu Atatürk…” yapmışlar.

Bir de askerde yemin töreni vardı. Oradaki yemin hoş geldi bana, yeminin içini dışını hatırlamıyorum ama askerlik mesleğine yakışan bir merasimdi. “Silahını ve arkadaşını tut!” komutuyla mı başlamıştı, tam hatırlamıyorum. Bir elimizi masanın üzerindeki silaha dayamış, öbür elimiz arkadaşımızın omzunda yemini tamamlamıştık, kısa dönemdik çok da çakı gibi değildik; içimizde torun sahibi asker bile vardı. Diğer bazı mesleklerde de yeminler olduğunu biliyorum; mesela doktorların Hipokrat yemini… Avukatların yemini galiba olmaz; ama hâkimlerin de böyle bir törenleri mutlaka vardır. Hâkim, davacıya yemin verdirince adam bir sağa bir sola bakmış ve “Hâkim bey, avukatım vekâleten yemin etsin!” demiş. Gündemde malumunuz milletvekillerinin yemini var… Muhteremler mazbatalarını aldılar; sıfır kilometre lacivertleri gardıroplarına astılar heyecanla bekliyorlar. Aslında hepsine vekâleten liderler yemin etse daha iyi olur; hem çoğu millî takım lisanslarını liderlerine borçlu, hem de zamandan tasarruf olur. Olmazsa; meclis başkanı cümle cümle söylesin, milletvekilleri de tekrar etsinler. Memleketin acil meseleleri var. Tabii öylesine söylüyorum; yakışır mı milletin temsilcilerine ilkokul çocukları gibi and içmek. Bugünün çocukları aynı zamanda yarının büyükleridir.

Yemin günü gelmeden telaşesi başladı. Madam Mitterand’ın karizmatik kerimeleri lütfetmişler, yeminde tatsızlık çıkarmayacaklarmış; ama işitmişiz ki, yeminde özel vurgu yapmaya teşne acar mebuslar var imiş. Neydi o merhum Ali Rıza Septioğlu’nun döne döne “Gızım Leyla doğru dürüst yemin et!” ricası; Leyla Zana adamın burnundan getirmişti. Pek derdim değil, yemin doğruyadır; huyunu suyunu bilmediğim adamlar neyin üzerine yemin ederse etsin önemi de yok. İcraatlarına bakarız; adam kim, şalgam kim anlarız. Bana öyle de, hani şu sembolik anlam var ya, zaman zaman hakikatin üstüne çıkma cüretinde bir anlam… Birileri o yemine iştirak etmek istemeyeceklerdir yahut bir iki çıktılıktan sonra meclis başkanının ikazıyla yeminin doğrusunu söyleyip, başkalarından farklı olduklarını ispatlamış olacaklardır. 68 kuşağı filan takınanlar mesela, aslında 69’dur; çünkü Avrupa’dan bir sene sonra başladılar anarşistliğe. Yemin merasiminde “artislik” eden olursa anında internete düşer, ibret nazarlarıyla temaşa ederiz.

Çocukken masum yalanlarımız vardı. Olur olmaz yemin etmenin yanlışlığı bir terbiye olarak verildiği için, arkadaşlarımız inanılmaz bir şey söylediğinde “Bi yemin iç!” derdik. Yalansa kolay kolay yemin ağzımızdan çıkmazdı. Yalan yere yemin ettiğimizde de, tek ayaküstüne basarak yemin ederdik; güya tek ayağımız havada olursa yeminimiz günah olmuyordu, çocukluk işte. Sayın milletvekillerinin muhtevasına katılmadıkları yeminde zorlanmaları mümkündür; isterseniz siz de tek ayağınız kaldırın. Ama ben iki ayağınızın da yere sağlam basmasını tercih ederim.

Millet asıl, siz vekil; sudan meselelerle canımızı sıkmanızı istemezük!

23 Eylül 2011 Cuma

KENAR SÜSLEMELERİ

“Okumayı yazmayı erken öğrenmek bir zekâ alâmeti değil idi dostum, hayâlgücünün kuvvet kazanması hiç değil. Tahayyül gücün tartışılmaz ama bana hiçbir zaman zeki bir adam gibi gözükmedin. Ablaya, ağabeye öykünerek “At’taki A, Bebekteki B, Civcivdeki C…” derken çatıverdin harfleri, okula başlayınca da yolun sarpa sardı. Mahallenizin çocuklarını sevmeyen bir öğretmene düştün; bağırıyor çağırıyor, bit muayenesi yapıyor, kulağınızın içine bakıyor, her vesileyle “Zıkkımoğlu’nun ahır sekisi!” gibi surat yapıyor… Sınıfta bir iki gözdesi de vardı tabii, o ağzını “Üğretmeniiim” diye büzen parlak oğlanla, beslenme saatinde kavurma geven veznedarın dişlek kızı meselâ. Oğlanın futbol topu vardı, bir saat oynatır karşılığında beşer kuruş da para alırdı arkadaşlarından. Gerçi sen “Senin topunu …..m!” diye küfretmiştin; itişmiştiniz ve kafan kazara(!) oğlanın burnuna çarpmıştı, müdür fena halde tozunu almıştı. Neyse ki alttan bir de diz numarası çekmemiştin, boyuna posuna bakmadan mahalle mektebinden sürebilirlerdi.
Sağlıklı bir çocuk olduğunu da söyleyemem; maraziydin, başının olur olmaz ağrısı tutardı. Saat tuttum; okula başlamanla beraber başın her gün saat dokuzda ağrıdı, alnından boncuk boncuk ter, gözlerinden domur domur yaşlar döküldü. Öğretmen “Yine mi!!!” diye azarlayarak seni hep eve şutladı; şerbet içtin, büyükannen yüzüne okudu, bazen de yarım aspirinle vaziyeti idare ettin. Birgün, Efe dediğiniz ve hane halkınızın derin hürmet gösterdiği adam misafiriniz olmuştu. Defterlerine baktı, bir iki satır okutturdu; yazını çok beğendi, seri okumana “aferin” çekti ve sana altı renk boya kalemi hediye etti; defterinin ilk sayfasına bir kenarsüsü yaptı, sana da öğretti…
Hatırlarsın bizim zamanımızda defter yapraklarının sol yanında üç parmak eninde kırmızı hatla ayrılmış bir alan olurdu. Efe “Burayı boş bırakma, kenarsüsü yap!” demişti; gözün gönlün açıldı; üç parmaklık alanda ne dünyalar peydahladın; hani kıskanmasam sana sanatkâr diyesim geliyor. Öğretmen, sana okuma yazma bilip bilmediğini hiç sormadı, zaten seni dipteki sıranın en dibine atmış yüzüne bile bakmıyordu. Kenarsüsü yeni bir şey değildi ama senin için bir devrimdi; sınıfta da bir nevi devrim yaptın. Başı ağrıyanların, kulağı akanların, saçı bitlilerin defterlerine de kenarsüsleri yaptın. O dişlek kız hasetlendi onikili boya takımı aldı, güya kenarsüsü yapacaktı; beceremedi. Sana geldi “Yok!” dedin. Kalem takımını sana hediye etmek istedi almadın. Evlerine çağırdı oyuncaklarını gösterecekti, gitmedin. Anlamadın; belki anladın anlamaz numarasına yattın. Oysa o da bizim mahallenin kızıydı; öğretmenin ona yakınlık göstermesi kendi arzusu değildi. Kinci de değildin ama biraz kazaktın galiba
Neyse ki, öğretmenin nasibi açıldı, tayini çıktı. Yeni öğretmen daha sınıfa girer girmez tahtaya bir cümle yazdı. “Kim okuyacak?” dedi, tahtaya kalktın ve hecelemeden okudun. Öğretmen aferin çekti, sana ufak ufak kitaplar verdi, herkes okumaya geçmeye çalışırken sen okudun; habire kenarsüsü yaptın. Bir kere olsun ders çalıştığını gören olmadı, hayatta gördüğüm en tembel adamlardandın. Sınıfta sessizce oturur, dışarıda canavar kesilirdin. Her oyunun başında sen, her kavganın ortasında sen... Öğretmen seni çaktırmadan kolladı, adamın sende büyük emeği var, sakın unutma!”
İmza: Ali Fuad Seyranoğlu
Hikâyeci-yazar, bu sefer de hikâye yazmak için masaya oturmamış, kendinden altı ay küçük çocukluk arkadaşına bir uzun mektup döşenmek niyetiyle kalemin ucunu açmıştı. Nedeni kendisi de çok bilmiyordu ama son zamanlarda sanal âlemden adresini bulduğu mahallesinin çocuğuna nameler salıp duruyordu. Sen, sen, sen diye bazı alenen, bazı da gizli özneyle yazdı da, yazdı. Hikâyeci alışkanlığıyla boyuna tasvirler çiziyor, bazen fena halde ayrıntılara dalıyordu. Kendi resmini göndermişti, bir imza töreninden alınmış; ondan da bir resmini istemişti. Hâlâ filinta gibiydi, şakaklarında belli belirsiz aklar vardı ama bıyıklı bir çocuk gibiydi. Bir mektupta “Genç görünüyorsun!” demişti; o da “Savaşçılar aksöğüt gibi içerden çürür!” diye mukabele etmişti. Hâlâ sertti; havalı ve bıçkındı. Tam kızacak olmuş, eleştirel bir mektup kaleme almayı düşünmüştü; kelimelerini geri çekti, içi cız etmişti. Memleketten gelene gidene sual ettiğinde hemen herkes arkadaşının huysuzluğundan şikâyetçiydi. Çok az dostu vardı görünüşte ama kimse de hakkında ters bir şey söylemiyordu.
Hikâyeci-yazar mektubu postaya verdi ama kafasını “Acaba, kenarsüsü konusundan bir uzun hikâye çıkar mı?” sorusu uzun süre işgal etti. Fayda-maliyet analizi yaptı ve vazgeçti, böyle şeyler piyasaya uymazdı neticede, içinden başlık olarak geçirdiği “kenarsüsü devrimi” gibi sözler edebiyat otoritelerini kendine güldürebilir, kariyerini de sarsabilirdi.
Bence hata etti!
Kenarsüsü; çoktanseçmeli dolambaçlar arasında kaybolan çocukluklar için bir çıkış yolu gösterebilir, büyüdüklerinde “Adam gibi çocuk!” olmalarına vesile olabilirdi. Sessiz bir devrimin ilk fiskesi, yazarın işte böyle bir yutkunmasıyla atıl kaldı.

I. Kenar ve hakikatEvet: Sözün başında, bazen ortasında, bazen sonunda ben de biraz gûy-ı gıybet eder, bir hikâyecik kondururum. Benimkisi yosun tutan bir helik taşı gediğine koymaktır, kıymet bilmektir; biz buralarda yok iken, var olanlara selam göndermektir. Kandilin kıymetini bilmeyen, mehtaba hakkını veremez, ayın şavkısını okşayamayan güneşi sevmeye heveslenmesin. Sözü bugün Yemen oğlu Naim bey’den devşirelim, onunla başlayalım… “Naim Bey de kim?” diyecek, banker editörü biliyorum; o, sayısız kandillerden biri, sahih bir kahraman. Ötede handan olsun, gençliğinde yaşadığı bir gözbağcı numarasını ibretlik diye anlatmıştı. Sonunda bize de “Delikanlısınız olur olmaz her kavgaya karışmayın, aslını bilmediğiniz işten uzak durun, bir yolcuk da kenardan seyredin, anlayın dinleyin!” diye nasihat etmişti.
Gözbağcılar bundan bir kırk elli sene öncesinde, güz mevsiminde zahire pazarının uygun bir köşesinde tezgâh kurar halkı eğlendirirlermiş; tabii belediyeden de izin alıyorlardır, çünkü o tarihlerde zabıta çoğunlukla avaredir ve iş çıkmasını bekliyordur. Ortaokul birde, gözbağcıların sinema kiralayıp, gösteri yaptıklarını hatırlıyorum; seyirciler de değişmişti, numaracılar da… Naim Bey, Pazar günü zahire pazarına gitmiş, epeyce bir kalabalığın bir şeyin etrafında halkalandığını görmüş, bir başlık yer de kendisi bulmuş. Ortada bir at var bir de gözleri şeşibeş oynayan bir kılıksız… Hayret: Gözbağcı atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyor. Gözlerini ufalamış böyle bir şey olabilir mi diye; evet, adam atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyor! Bu işte bir hinlik olduğunu düşünmüş ama akıl da erdirememiş; onbeş yirmi metre kenara çekilmiş, bir de ne görsün: Adam, atın ön ayaklarının arasından giriyor, arka ayaklarının arasından çıkıyor… Aceplenmiş ve yeniden seyircileri yara yara sahneye yanaşmış, şaşakalmış; çünkü gözbağcı, yine atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyormuş. Gözbağcının tesir sahası içindeki gözüken ile kenara çıkıp baktığında görülen farklı imiş. El-hak; adam işinde ehil imiş vesselam… Gözbağcının çırağı peşkeş için kutu gezdirince yirmibeş kuruşluklar üstüne bir lira atarak, takdirini bildirmiş. Cömert adamdı rahmetli ve kabadayı.
Sonra öyle demişti işte: Bir yolcuk da kenardan seyredin!
Sıvışın, savuşun değil, bir yolcuk da kenardan seyredin. Hakikatin önünde gözbağı olmasa herkes hakikatli olurdu; yerin devasa ağzından giriyorsun, bir de bakıyorsun ki, gözünün perdesi kalkmış… Atın ön ayaklarının arasından geçen de doğru, ağzından giren de; arka ayaklarının arasından çıkan da doğru, mabadından çıkan da. Ama hangisi doğru?
Kendimizi konuşlandırdığımız yere göre nasıl da değişiyor bu doğru!

II. Kenardan geçeyim yol sizin olsunAslında bu yazının tekmili fert ve ferdiyet üzerinedir. Ferdiyetin olmadığı yerde ve dünyada bütün cemaat ve cemiyetlerin sahte bir biz bilinciyle istismar edildiği, sürüleştirildiği endişesini daima sızdırır. Ancak, çok kurcalanmaktan yalama olan, “merkez-çevre” meselesine sarf-ı nazar etmemiz yeğdir düşüncesiyle ve bir türkü miktarınca söze bir bağdaşlık yer açıverelim. “Kenar süslemeleri”ni bir yetim türkünün başını okşamadan yazmamız da yakışık almaz.
Çimdiğim Kızılırmak, güzergâhım bozkır; bu yüzdendir bizim buraların demeleri daha bir işler; yoksa yetmiş iki milletin türküsünde de nice bin hakikat nihandır. Geleneğin dinç ve diri kelimeleri ve çağrışımları cihetinden “Kenardan geçeyim yol sizin olsun/Ağular içeyim bal sizin olsun.” türküsünün hem bir omuzu düşüktür, hem de aslan gibi bir duruşu vardır. “Kenardan geçeyim…” dünya karşısında bir hakikatli dervişin diyebileceği sözdür; dünyalıların ahvalini görüp de, kenardan geçmek gerekir, çünkü dervişin bir ayağı üzengidedir; durmaması gerekir. Sanki Fırat’ın hazineleri açığa çıkmış da, kabala insanlar birbirlerini tepe tepeleye iktidar sahibi olmak için yarışırken izdiham çıkmış ve yol tıkanmış farkında değiller; üstelik kendilerine kudret sofrası inmiş gibi habire tıkınıyorlar. Derviş, kenardan geçerek engebeyi aşıyor; sofralarına tenezzül etmeyip “Ağular içmeye” razı oluyor. Ağulu aşı bala çevirme inceliği, kenarda kalmışların koştuğu bir türküde bile kırık hava renginde hissedilebilir. Horasan’ın ne kadarı efsane, ne kadarı gerçek ve ne kadarı istismardır, bilemem. Beşeri coğrafyamızın sinmişliği ve çarpılmışlığı içerisinde iz sürmek o kadar zordur ki!
Derviş ağızlı değil tabii bu türkü; işret kokuludur. Söz de, müzik de kenarda kalmışların, zorunlu olarak “kenardan geçmeleri”nin ezikliğini resmeder; ortada nefs tezkiyesi de, derviş de yok… Bu türkü, en kenarda duran Türkmenlerin, bulunduğu muhiti ve kendilerini kat be kat aşan ve farkına varılamayan nârâlarıdır; soydan abdalmeşrebdirler ama elan abdal değillerdir. Bozkırın bir tarafında türkü çığıranlara abdal denilmesi geleneğin hangi telinin koptuğunu gösterir; gevende değil, abdal çünkü… Bu sıfat, ilgililerine “Abdalan-ı Rum”un nasıl galata çıktığının ihtarı olamaz mı?
Türkünün “Bozkır dedikleri büyük kasaba/Severler güzeli gelmez hesaba!” dizeleri fıkır fıkır oynuyor ve oynatıyor toyda, düğünde. Neşet’iyle nam salan abdalmeşrep tezene muhteşemdir; kenarda kalmıştır ama munis ve müşfiktir; yeraltından akan bulanık bir hesabı yoktur. “Yol sizin olsun!”da sitem varsa, isyan yok; isyan varsa, bölücülük yok. Kim ne niyetle söylerse söylesin; bu ses, öznesinden bağımsızlaşarak can iliğime değmektedir. Bozkırın derin avazı; sapı güdük bağlamaların puslu havalarına asla benzemiyor; hem usûlde hem esasta derin bir fark var.
“Kenardan geçeyim yol sizin olsun!”un anahtar kelimesi “sizin”dir, yorumu da “Yol sizin olsun!” denilenlerin kimler olduğunda yatmaktadır. Merkeze varınca kendilerine uzak duran, uzaklaşanlaradır bu hitap; “Mehmetçik Mehmet”in sitemidir. Ucundan azıcık acıtan bir türkü ama havası da pek kıvrak! Muhtemeldir ki türkü, “Eeee ne yapalım yani ağlayıp da eli mi sevindirelim, oynayalım düşman çatlasın!” tavrına işaret etmektedir. “Haydi, gel gel aslan Mustafa’m aman/Amanin gel gel gel garip başlı yârim vay vay!” dizelerini, bize yabancı olmayan böylesi bir duruşa yaslandırabiliriz.
Nakarata bakarak türkünün hanım ağzıyla yakıldığı da söylenebilir, nakaratı hanım, esas sözleri de erkek ağzına yaraşan bir karşılıklı söyleşme olduğu da… “Bana aslan Mustafa’m kâfidir!” gibisinden, araya bir yavuklu giriyordur mesela…
Mustafa da en nihayet Mehmetlerden bir Mehmet’tir.

III. Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştüYine!” diyor, şairimiz; “Yine mi?” demiyor. “Yine!” bütün şiiri şerhediyor; illa ilk beyit! Zevrak-ı derûnunu daima yoluna çıkan kayalıklara çalan şair, asla uslanmaz; tam bir bilinç haliyle ve kerrat ile tekrar tekrar yüzer. Dünya ahvalinin akışına değil, insanın (şairin) kâinatla akışmasına bağlı bir söyleşmenin farkına varmadan da divan edebiyatı okunabilir ama aslolan okumak değil, anlamaktır. Sadece şiir yazmaz divan şairleri; çoğunun yaptığı bir uzun irfanî yolculuktur; biten her gazelle şairin gönlü bir kere daha sahile vurmuştur. Gazelin tamamı ve özüyle, özetiyle bu beyit, şiiri aşk atı gibi süren bir usta şairin poetikası sayılmalıdır.
“Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâra düştü.” diye, manayı tamamına erdiren ikinci beyit, bana ürperti veriyor. Gönül sırçadan ve kayık biçiminde olunca üzerinde yüzdüğü su sır yerine geçer, ayrıca sırlamaya gerek kalmadan aynalaşır; bu ayna hem kevni seyrettirir, hem kendini. Herhangi bir kayık kendini akıntıya bırakmışsa hangi sahile varacağı, nerede kıyıya vuracağı bilinmez; bu yüzden şairimizin kayığı serapa gönüldür, kılavuzu da, kaptanı da yolcusu da gönül… Akıntıya yahut dalgalara karşı yüzenin kaderi arada bir kenara savrulmak ve kırılmaktır, ama her kırıldığında kendini yeniden bütünleştirir; kırılan aynada birbirine karışan görüntüler toparlanır ve yeniden yüzmeye başlanır. Bu hep böyle gider; dünya hilafına yüzmek görünüşte çok mesafe aldırmaz belki ama maksat müstakim olmaktır ve kaynağa ulaşılmamış olsa da kişi hakikatte kaynakla daima birdir. Hani sırrı nem kaptığı için dökülen ve yer yer kağşayan, körelen aynalar vardır; onlar bile temiz bir köşesinden âlemi aksettirir.
Kenar, çok büyük bir ülkedir; her vilayetin bir sonu vardır, kenarın ucu bucağı yoktur; sen ne kadar diyorsan o kadardır. Çünkü kendini akıntıya bırakmayarak, kaynağa doğru yüzmeyi tercih eden insan, gariptir ve yolcudur; vatanının sınırını, yolunun nerde biteceğini bilemez. Gurbetin azameti yanında dünya hiç kalır, ism-i tafdil oluşu da dünyayı büyültmez. Mesneviden bir ışık süzülüyor elbet, şairin sözüne: Gemiyi batırmayacak kadar dünya tavsiyesi. Şairin –aynı zamanda salikin- arzusu ise yalınız batmamak değil, yol almaktır; düşe kalka, kırıla parçalana yol almak…
“Yine” diyor üstadımız, “Yine mi?” demiyor.
Birisi bana “Nasılsın!” dese; ben de sadece tek kelimeyle “Yine!” desem anlayan çıkar mı acep?

IV. Sümmanîyi derkenâre yazmışlarDerkenar, resmi yazışmalarda evrakın kenarına düşülen nottur. Bugün kelime çok kullanılmamaktadır ama yapılan işlem aynıdır. Resmi evrak muhatabına salına salına bir taleple gelir, sonra derkenar faslı başlar; bazen ana gövdesinde tek cümle bulunan bir resmî yazının sağına kenar notları sıralanır ve öyle olur ki evrak serapa derkenar kesilir. En netice, evrakın ana gövdesinde talep edilen işin kim tarafından, nasıl yapılacağı belli olur, o artık eski evraktır, delgeçle sol yanına iki delik açılır ve lüzum ettiğinde kullanılmak üzere arşivde yerini alır. Kitap sahifelerinin yanına yazılan notlara da der-kenar denilmektedir; bugünün dipnottan ayrı işaretle gösterilen açıklama notlarına muadil sayılabilir. Bir de dergi vardı Derkenar namıyla, dergilerine hoş mütevazı bir ad bulmuş idi derkenar taifesi. Hepsi şöyle böyle, derkenar, Âşık Sümmanî’nin bir dizesinde bütün derinliği ve kapsam alanıyla inci gerdanlık gibi ışıldamaktadır.
“Ervahı ezelde lehv-i kalemde/Şu benim bahtımı kare yazmışlar.” gümrahlığıyla başlayan has şiir tepeden tırnağa hoş içimlidir ama “Aşk kaydına geçti bunca âşıklar/Sümmanîyi derkenâre yazmışlar.” mısralarına bercestedir dense sezâdır. Çile var, sitem var ve sicim gibi çağrışım yağıyor her köşesinden. Âşık kaydına değil, aşk kaydına diyor şair ve bu önemli. “Aşk kaydı”na geçen sözde âşıklar, sayfanın göbeğinde yer bulmuştur, kendisi ise bihakkın âşık olmasına rağmen derkenâre düşürülmüştür. Şair muhkem bir cevap vermiş olmakla, sayfanın ortalarına konuşlandırılanların fiyakasını da mutlaka bozmuştur.
Bu şiir üzerine söylenecek çok söz olduğunu, deyişlerin türküleştirilirken bazı sözlerinin değiştiğini elbette biliyorum; halkiyatçılar okuryazar âdemlerdir, içlerinden bir uğraşan çıkar elbette. Kaynak kişi olarak Yavuz Top’un adının yazıldığı bir “Ervah-ı ezelde…” türküsü bu yönüyle dikkat çekicidir; türkünün nihayetinde pek de adet olmadığı bir tarzda fasih bir halk aşığına ait deyişin sadece iki dizesi okunmaktadır. “Yazanlar Leylayı Mecnun kitabın/Sümmaniyi derkenâre yazmışlar.” tasarrufu Sümmanî kayıtlarına uymaz. Kanaatim Yavuz Top’un kendi reyiyle hareket ettiği yönünde değildir; bir yerlerde bu deyişin böyle söylendiğini zannediyorum. Lakin bu son iki mısra dörtlüğün kafiye düzenine uymamaktadır. “Yazanlar Leylayı Mecnun kitabın/Sümmanîyi derkenâre yazmışlar.” tapşırması derhâl Fuzûlî’yi çağrıştırır; ezberim kıttır amma hazretin sesi iliklerime işlemiştir. Açtım divanı buldum yerini:

Ezel katipleri uşşâk bahtın kare yazmışlar
Bu mazmûn ile hat ol safha-i ruhsâre yazmışlar

Muharrirler yazanda her kime âlemde bir rûzî
Bana her gün dil-i sad pârenden bir pâre yazmışlar

Yazanda Vâmık u Ferhâd ü Mecnun vasfın ehl-i derd
Fuzûlî adın gördüm ser-i tûmâre yazmışlar

Sümmanî’nin şiirinin sesiyle, rengiyle, ahengiyle Fuzuli’nin aynı redifli gazeline nazire olduğu zahirdir. Bazen nazire, aslından daha meşhur olabilmektedir. Âleme aşikârdır Fuzûlî; muhteşem mesnevisiyle tekmil “Havva ve Âdem”lerin derdini Leyla-Mecnun mazmununda cemetmiştir; âşıkların isminin sıralandığı tomarın başına yazılmak da onun hakkıdır. Sümmanî de kendi halince “Hak” diyen bir âşıktır; “Aşk kaydına geçti bunca âşıklar/Sümmani’yi derkenâre yazmışlar!” derken, aslında tevazu içinde “Ser-i tûmâre yazılmam gerekmez miydi?” gibisinden hafif yollu hayıflanmaktadır; ama gerçekte mevkiinin tomarın başı olduğunu söylemektedir. Fuzulî ise devrinin anlı şanlı şairleri arasında azıcık ihmale uğramış, kenarda kalmıştır ve kendini ihmal edenlere şiir diliyle “Beni kenarda saysanız da ismim âşıkların kütüğünün başındadır!” demiştir. Devran üstadımızın “kendini bilen” bir şahsiyet olduğunu bizzat göstermiştir.
Kenarda kalan iki usta; ikisi de ne yazdığını ne söylediğini biliyor; kişinin kendi kıymetini bilmesi de irfandandır. Kıymetsizden sadır olan tevazu, kibirdir.

V. Dağ kenarı yol olur”Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden geçer!” mealinde bir atasözümüz var…
Dağ ve yol ilişkisini vurgulayan bu kargı gibi sözün söyleminde ilden ile fark olsa da, mana aynıdır, çok çağrışımlıdır ve derindir. “Bir dağ ne kadar ulu olsa, bir kenarı yol olur!” diye ünleyerek başlayan bir tatyan olduğu, Türkçe bilen herkesin malumudur. Bu mısranın Alvarlı Efe’nin olduğu da söylenir; hazretin divanında böyle bir mısra bulamadığımı itiraf ediyorum; ya bendeki nüshada yok, ya da gerçekten yok. Âşık Ömer’in de bu mealde bir dizesi olduğundan haberdarım; aradım ama yerini bulamadım. Sözü, kaynağına bakmadan aktarmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu, dijital dünyanın kolaylıklarını, kolayca iktibas edenlerin hatalarını gördükçe daha iyi anlıyorum. Kitaplığımın kifayetsiz kaldığı anlarda ise müthiş üzülüyorum. Kararım: İptida atasözü suretindeyken, çıngılanıp şiire sıçrayan bir incelik ile karşı karşıya olduğumuzdur. Atasözlerinin bazı bazı vezne dökülüp, nazımlar içinde salına salına gezdiğini çokça görmüşüzdür.
Dağ ne kadar yüce de olsa yol onun üstünden geçer. Çünkü “yol” asıldır ve hakikattir; yol sapmadan sapıtmadan dağın nasıl aşılacağının istikametini gösterir. Biz gidimliler yol ehliyizdir; ara yol da değil, “ortayol” ehliyizdir; sokaklarda, patikalarda taban eskitmeyiz; gezmişliğimiz, oynamışlığımız, kalem oynatmışlığımız var ise teferrüç maksadıyladır. Dağ mecazdır; her çeşit müşkülat, mânia ve muammaya temsil getirilir. Gerçekte dağın hakikati, Davud’un önünde anaokulu öğrencisi gibi diz çöküp ders alışında bellidir. Dağ dersini ezberlemiş, yol olmuştur, yol olmadan önce yolunu da bulmuştur, mağrur duruşu heybetinden değil, yol olmuşluğundan, yolunu bulmuşluğundandır. Dağ ile yol vahdet halindedir; bizimkisi diliyle dert açan zahir ehlinin biçare benzeştirmelerinden başka birşey değil! Emaneti kabul etseydi, dağın omuzları galiba çökerdi; bir rivayet Âdem’in boyu kırk metre imiş; ademzadenin iki metreliğine şimdilerde babayiğit diyorlar! Dağın nedense hep halimize bakıp vicdan azabı çektiğini düşünmüşümdür; o mektepli sabi kocaman yüreğiyle bakıp da halimize “Oh olsun!” diyecek değil ya!
Dağ gibi babayiğit de olsan, dağlarca kitabın da olsa, dağı yaran âşık da olsan; bir kenarın illâ ki yoldur! Böyle de bakılabilir mi, dağın bir kenarından geçen yola? Ben baktım, bakıldı. Ve bu dağ nasıl bir şey ve bu söz nasıl bir menfez ise ışığın vurumuna, gölgenin durumuna göre; elhak ki, gönlünüze göre yol açıyor. Cümle nefis sahibinin kayıtsız şartsız gireceği mecburi ve tek istikametli bir yol mutlaka var; bir kenarımızdan yol geçtiğini unutmak gaflet, ama arasıra gafletimiz de olmasa bu dünya çekilmez be birader! Sahip olduğunun çokluğuna, büyüklüğüne gururlanıp, “Alçak dağların kreatörü(!)” sadedinde kostaklan bir “mega-fısfıs”a hitaben “Dağ kenarı yol olur!” derseniz, ölümü ihtar etmiş olursunuz. Söz söyleyene göre de libaslanır, muhatabına göre de... Kum tepelerini kirpiklerinin önüne sıradağ gibi dizerek, “Olmayacak! Ben maksuduma erişemeyeceğim!” deyip boyun büken bir acemi talibe, “Bir dağ ne kadar ulu olsa bir kenarı yol olur!” derseniz, hayatı ihtar etmiş olursunuz. Hayat bu, Londra Asfaltı değil! Erişemeyene değil, yolda olmayana üzülmeli... Yolcunun gözü aralı da gitse; yolda olduğu için hakikat ile yakasız gömlek ve beden, beden ve can gibi içli dışlıdır.
Bir de şöyle baksak mı?
Maruzatın var... Bir ulu kişiye varmış, heybene de alıç koymuşsun...
Alıç da meyvedir hani, ağacı da ağaçtır... Huda’dan gayriye mihneti olmayan, taşın çakılın arasından emsalsiz bir kanaatkârlıkla su emerek, dünyanın en leziz meyvesini ufacık kuşlara sonra insanlara, içini oyan kurtlara cömertçe dağıtan böyle bir keremli ağaca selam vermeden yaklaşmak bile kavlimce tahrimen mekruhtur. Alıç ağacına büyük kuşlar tünemez, yuva yapmaz; gülgiller aşiretindendir, irikıyım değildir, eciş bücüş dalları, sivri olmasa da dikenleri vardır. Meyvesever bir mecliste portakalla muzu, muzla kiviyi, kiviyle ananası yarıştırıyorlardı. Bu garip münazaraya iştirak etmedim; portakal neyse ne, kütür kütür Amasya Misketi’ni de yumuşak yutumlu muza tercih ederim. Meyve dediğin; çift avurdu doldurmalı, şikeli de olsa dişle güreşmeli ve suyunu usul usul salmalı… O zamanlar kivi ve ananasın merak edip tadına bile bakmamıştım; baktım, damağımı sarmadı... Rahatsız edici bir adamım, her olur olmaz mevzuya kafa atmam; lakaytlığımdan rahatsız oldular ve hangi meyveyi daha çok sevdiğimi sordular. Ben de tadını çıkara çıkara, hançeremde derin bir sır saklıyormuş gibi, dudaklarım arasından geniş hacimli bir “A” çıkarırken bakışları görmeliydiniz…
— Alıııç!
Dedim. Şok… Meyveseverler fırkası alay ettiğimi zannettiler, matruş yüzleri kasıldı ama vallahi samimiydim; samimiyim alıç bir numara, Amasya Misketi iki... Üüüç diyorsanız Halilağa eriği; nerden bileceksiniz? Ben de o eriği mevsiminde arasam da bulamıyorum; soyu tükenenlerden galiba... Halilağa eriği, dağ eriğinden azıcık iri; ne buran, ne buruşturan bir lezzet, kıtlıyorsun ve eti çekirdeğinden tamamen sıyrılıyor…
Maruzatın var... Bir ulu kişiye varmışsın, heybene de alıç koymuşsun! İhlâsına, heybeye doldurduğun gülgillerin alıç delildir. Diyelim ki, ulu kişi, bir ulu dağdır, aşmayı isteyene bir kenarından yol verir. Yaşda, yolda yahut makamda büyüklere varırken de nezaket ve samimiyet ile varırsan bir kenarından sana da yol verir. Ulu, ulu ise tekmil yoldur zaten. Bozkırın garibanı bir alıç bile bir dağdan yol açar mı? Açar. Dağı aşırır mı? Aşırır.
Taş ustası elinde külünk, ocaktan taş söküyormuş; işi ağır. Yoluna inat damarlı bir kaya çıkmış, o esnada güneş de diklemesine vuruyormuş. Gözlerini kısmış, elinin tersiyle terini silerken, bir yandan da külünk sallıyormuş. Haline hayıflanmış ve “Âlemde güneş olmak varmış!” demiş. Der demez dileği kabul edilip, güneşe dönüşmüş. Dünyaya yukarıdan bakıyor, ışıklarını cömertçe saçıyormuş; müthiş keyiflenmiş. Ansızın dünyayla arasına bir karabulut girmiş, gözüne perde inmiş, hiçbir şeyi seçemez olmuş. “Demek ki, bulut olmak lazım!” demiş ve buluta dönüşmüş; hafiflemiş, üstünde güneş altında yeryüzü; bir o yana bir bu yana uçuşurken bir deli rüzgâr çıkmış ve şiddetle savrulmaya başlamış. “Bulut olmak da birşey değil, rüzgâr olmalı!” demiş, adamcağız bu sefer. Rüzgâra dönüşmüş; ıslık çalarak deli deli esmeye başlamış. Bir ulu dağa toslamış, ıslığı durmuş, soluğu kesilmiş ve dağ olmaya heves sarmış. Masal deyin, mesel deyin; taşçı ustası heybetli bir dağa dönüşmüş. Dağ olunca bir sükûnet hali gelmiş kalbine, yakasını döşünü açıvermiş rüzgâra; bağdaş kurup eteklerindeki ovaları seyre dalmış. Ne bilsin ki, âlem inkılâp üstünedir... Adamcağız tam dağ olmakta karar kılmışken, böğründe bir karıncalanma hissetmiş, gümbür gümbür sesler gelmekteymiş; eğilip bakmış ki, bir taş ustası elinde külünk, taş sökmededir.
Bu da bir Çin efsanesi…
Söz yolunun yorgunuyum, yoruldum; isteyen bir söze bakar, döner sonra bir dağa; kimbilir neler vardır bu kıssadan, bu nakisadan…

VI. Ateş kenarı kış gününün lâlezârıdırDenizlerin, derelerin kenarı yazın pek güzeldir, güzün çekilir, kışın tehlike yazar; uzun boylu eğleşmeye gelmez. Denizin “sazak”ı bozkırın karayağız poyrazına benzemez; adamı çaktırmadan çarpar. Başıma geldi; güz sonu Sarayönü’nde mintanı üç düğme çözüp “Es yiğidin bağrına es!” dedim, ertesi gün yataktan meydan dayağı yemiş gibi uyandım. Siz siz olun, “Ben ki, zemherilerde şu derenin buzunu kırıp çimmişim!” diyerek, denizden gelen soğuğa yiğidoluk etmeyin, çarpılırsınız. Yazın, kalmışsa üstü hasır tenteli tenha bir köşe, deniz kenarı saltanattır, bir alay ahbap ile tabii… Irmak kenarının lezzetini ise hiçbir şeye değişmem, yanına söğüt, su şırıltısı ve kuş sesi koyun… Evet, yabanlaştık tabiata karşı; rahatlık ve sükunet batar… Çok geçmeden mazot, parfüm kokusu, kebap kokusundan mürekkep kent burnumuzda tüter; ırmak sefasından kısa bir zamanda vazgeçeriz. Bari arkada çöp bırakmasak…
Denizin, ırmağın ortasında bila-vasıta durabilirsiniz, en fazla ıslanırsınız ama ateş başka… Ateş yakar, yanarsınız; kenarında durmaya mecbursunuz. Şair, “Su insanı boğar ateş yakarmış!” derken, sudan ve ateşten kenar gezmek gerektiği yaşa erdiğini ifade etmiş… O kadar değil elbet, gönlümüzü özellikle “ateş” kelimesinin tüm mecaz ve çağrışımlarına daldırırsak, mısranın olağandan hareketle olağanüstünü ifade kudretine sahip olduğu kanaatine varabiliriz; bence öyle ama şairin niyetini asla bilemem… Ol görüp otuz üçünden gün almaya niyetli değilsem de bu yaşta bile ırmağın akımına ters yüzmeyi eskisi gibi göze alamıyorum, bir zamanlar yandığım “ateşler” canımı hala yakmaya yetiyor, sırtımda ne kadar odun taşıdığımın hesabını bilsem belki kurtulurum gafletten.
Yakmak ve yanmak fiillerinin ateşle olan bağlantısı her dilde mutlaka vardır ama Türkçede de olduğu gibi bu iki fiilin “canım yandı” yahut “canımı yaktı” biçiminde tasarrufu doğulu birşeydir; tahkikimce batılıların ateşle can arasında böyle bağlar kurmamış olmaları bana köklü bir idrak farkı gibi gözükmededir. En emperyal dil İngilizlerindir ve şehvet ile ateş arasında bağ kurmanın ötesine geçememişlerdir. “Ateşe dair güft ü gû” değil niyetim, ateş konuşuğunun içine dalıp çıkana da “Helal olsun!” derim. Edebiyatımızın altından, üstünden en ateşleyici mazmunu ateş… Uzun soluklu yazılar yazmaya takati yetmeyen bana ateşin kenarından bahsetmek bile ağır iş gibi geliyor; içime, içinde ateş geçen ne kadar şiir, şarkı, türkü doluştuğuna kendim dahi şaşırmış durumdayım… “Âteş-i suzân-ı firkât yaktı cism ü cânımı…” misali, ateş bastı her yanımı. Neler çekiyordur divan edebiyatının deryadil uzmanları, böyle ağır mazmunlar, ıstılahlar elinden! Ateş kenarı demiştik, dilimize sahip çıkamadık, meydan yerine yedi elif miktarı laf sıraladık.
Enderunlu Vasıf’ın haddesinden geçmiş “Âteş kenarı kış gününün lâlezârıdır!” mısraının endamı atasözünü andırır, atasözü olduğuna dair kanıt da, kayıt da mevcuttur; ama halk dilinden şiire sıçramıştır. “Mangal kenarı” da denilir ama ateş daha kapsayıcıdır, şapkalı a vezni de kurtarır… Ateş; sadece mangalı değil, kendi özünden başlayarak, demlik cızırtısına kadar uzanan sûz-i dil çağrışımlarıyla, cümle ısınma ve pişirme araçlarını hatırlatır. Mahallenin fırıncısının yazın ne çektiğini yakinen bildiğim için, geçenlerde fırının önünde başka kürekçi görünce sordum, acil işi çıkmış, yoksa “Fırının önü kışın iyi!” imiş. Tecrübem, tandır kenarının daha iyi olduğuna hükmetmededir. Ekmek pişirilince tandır öyle bir harlanır ki, üç gün üç gece harareti düşmez. Ekmek gününün ertesinden başlayarak, tandırın etrafına ayakları içeri salarak halkalanıp; ortaya dizler üstüne bir tepsi, tepsinin içine de çerez (daha çok kavurga ve dut) yahut meyve koyarak muhabbet etmenin keyfini tadan bilir. Tandır çevresine hörelenip kahvaltı etmek dahi mümkündür, ayağı, dizi hiç ısınmayan ihtiyarlar için ulu nimettir. Mangal kenarından daha samimidir tandır kenarı; laleye müteşabih kor meşeler gözümüzü kandırmaz ama olsun, kıvrım kıvrım çay buharı gibi yumuşaktır ve muhabbetlidir tandır kenarı.
“Ocakbaşı” aslında mangaldan kıdemlidir. Ocakbaşı dediğin, ocağın önüdür. Soba devrimi öncesinde odalarda süslüsüne bugün şömine denilen kara ocaklar vardı; bazıları hâlâ eski evlerde hayatını dolap yahut vitrine tebdil olunarak hayatını sürdürmektedir. Ocağın önünde toplanılır; alevler can verip, meşeler kor haline dönünce mangallara alınır; o an ocak cazibe merkezi olmaktan çıkıp, yerini kendinden beslenen mangala bırakır; ocak dile gelip “Besle mangalı oysun közünü!” dese sezadır. Soba Anadolu’ya Urus elinden gelmiştir; bir köye sobayı ilk getirenin moskofa esir düşen bir gazi olduğunu biliyorum. Adamcağız hürriyetine kavuşunca erinmemiş sırtına bir soba vurup köyüne kadar getirmiş. Canlı şahitleriyle konuşmuştum, odanın ortasında gürül gürül yanan bu kıyamet alameti, hayret ve hayranlıkla karşılanmış. Trakya havalisi ve Ege kıyılarının sobaları Avrupalıdır, levantenlerin bu işte derin rolleri olduğuna eminim. Sacdan soba imalatı çok gecikmemiş, kısa zamanda Anadolu Kaplanları soba devrimini gerçekleştirip, envai tür yerli soba üretimini gerçekleştirmişlerdir. Soba giderek azalmasına rağmen, varlığını hala sürdürmektedir.
Soba da hane halkını cem eden âteşîn bir alettir; aş pişirmek, su ısıtmak, kuzineyse fırınına börek sürmek, patates közlemek, ekmek tazelemek mümkündür. Ağır ağır piştiği için sobanın üstünde pişen yemek daha lezzetli olur, çayına emsal bulunmaz. Sobaya canı çekenin kaynar kaynar içtiği tarçınla zenginleştirilmiş ıhlamur oturtmuşsanız; hanenin her köşesini türüm türüm dolanır saadet... Saadet; sade giyinir, saf kokar, içten gülümserdi; bir zamanlar ne de kolaydı. Kuzine soba teknolojinin; beşeri ilişkileri de ısıtan, demlendiren son terbiyeli örneklerindendir; şeceresi de bellidir ocaktan, tandırdan, mangaldan, fırından derin izler taşımaktadır.
Ve derken: Kalorifer…
Terakkiye sınır çizmek ne haddimize, neylerseniz eyleyin!
Ateş
Ocak
Tandır
Fırın
Mangal
Soba
Kalorifer.
Kaloriferin yanına birkaç saksı koyun da üşümesin; o kadar.
Biliyorum teknoloji müritleri fena halde kızacaklar ama o kadar.

VII. Kenarın dilberi nâzenîn olmazmışDilber kelimesinin kenar ile böylesi bir tasarrufu zaten niyeti âleme faş ediyor, “gönül çelen” demektir ya… Dilber kelimesi köklü ve esaslı bir kelimedir; bütün güzellikler ve güzeller için kullanıldığı vakidir. Bendeniz çok güzel bir kumaş için bile dilber denildiğini duymuşumdur; dilber, âşığın ahına göre görecelenir. “Kenar” bu söyleyiş içinde ve bu vurgu ile “taşra”dan ayrı bir mahal… Taşra İstanbul dışındaki her yer; “kenar” ise duruma ve konuma göre şehir merkezine uzak semtler anlamına da gelmektedir… Öyle olur ki Suriçi’nden gayrisi kenar sayılır; merkezde ise birbiriyle al gülüm ver gülüm oynaşan âleme yabancılaşmış bir avuç şekerli bâdem (Beyaz Türk de denilebilir) kalır; onlar da cebren ve hile ile Suriçi’nin mümessili olarak kendilerini konuşlandırmışlardır.
Kenarın dilberini, Nâbî’nin ustaca işleyip meşhur bir deyim haline getirdiği malum; deyimin zemini şimdilerde pek kaygandır; kimisi sözü göbeğinden kaşımakta, kimisi mabadından anlamaktadır. “Bilen hâk-i Sitanbuldur rüsûm-i şîve vü nâzı/Kenârun dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz.” beytini, Nâbî’nin İstanbul sevgisi ve Halep’te geçirdiği uzun senelerde çektiği İstanbul hasretine hamletmeliyiz diye düşünürüm; hazret belki de divanında İstanbul’u en çok anan şairimizdir. Kurum sözlüğünün “kenarın dilberi”ne verdiği mânâ ise sözlüklere şenlik: Kibarlığa özenen, görgüsü az kadın. Nâbî böyle bir şey söylememiş, çünkü en azından insaf edip kenarın dilberlerinin nâzik olâbîleceğini kabul ediyor ama nâzenîn olamazlarmış; olmasınlar. Nâzenînlik malumunuz, talim ile olur; mankenlik ve zarafet kursu mezunu öyle “bî-perva” nâzenîn vardır ki, beyzadeleri eteğinin fırfırında pervane kılar. Bunların bazıları günümüzde pek derin “toplumsal felsefe” dahi türetmektedir; hatta kâğıttan kalelerin kartondan mütefekkirlerine bile ilham vermektedirler.
Günümüzde “kenarın dilberi” deyiminin kapsam ve kullanım alanı, İstanbul’un ortayerinin dilberlerinin cilveli ve oynak oluşlarını tasvir için değildir, kurumun kestirip attığı gibi hele hiç değildir. Kenarın dilberi deyimi artık sahada tamamen ideolojik bir mahiyette gezinmektedir. Ayağı göçürülen deyim; kendilerini merkez sayan tescilli modernistlerin, bizim mahallenin nazik hanımlarına taarruz ifadesi haline gelmiştir. Yeşilçam ariftir, işbu hale tercüman olmuştur. Mesela: Kenarda kalmış bir güzel, talihin cilvesiyle bir beyzade ile evlenince; evin faşistesinin hasetliği ve fesatlığı sınır tanımaz hale gelir. Bin bir desiseyle kenarın dilberini(!), yani ak pak gelinlerini ilaç ile bayıltıp, koynuna beyaz çikolata suratlı bir zibidiyi sokup resmini çekerler; kızcağız sırtındaki esbaplarıyla kapı dışarı edilir, geride ise körpe bir çocuk kalır ve yıllarca “Annen öldü yavrum, meleklere karıştı!” diye avutulur. Esasoğlan olacak beyzade, karısının suçsuz olduğunu, zibidinin ölmeden önce yaptığı itiraftan anlar ama onca sene kaybolup girmiştir. Vesaire, vesaire, vesaire; Yeşilçam kolay hülasa edilmez; bu üç vesaire de Yeşilçam ustalarının şerefinedir. Bir günahı yok aslında ama kokoş karıyı oynayan aktris o filmlerin kapalı gişe oynadığı o günlerde ve o dakika seyircinin eline geçse tekmil ahlak zabıtası ellerinden alamaz. Bu duygu halinin sosyal zeminini anlamak, Türkiye’yi anlamak için elzemdir; “Asrîler Cemiyeti”nin dikkatine sunulur.
Her nâzenîn nâzik olur mu? Anlamak çok zor; çünkü nezâket talim ile değil, terbiye iledir. Özünde varsa istidadı ve nezâketli bir aile içinde yerişmiş ise erkek ya da kadın galip zanna göre nâzik olur. Nezâket derunî bir şey, göstergesi ise zahirî davranıştır, bu yüzden de kim nâzik, kim değil tamı tamına ölçecek mihenk yoktur. Nâzenînlik serapa görünümle alakalıdır ve her nâzenîn de nezâket cevherine sahip değildir. Nâbî’ye cevap olsun yahut benim olmayan bir nefsin müdafaası niyetiyle ve kendini merkez sayanlara husumetle söylemiyorum ama öyle her nâzenînden de nâzik olmaz! “Kenarın dilberi” deyiminin günümüzde ideolojik bir kapsam alanına sahip olduğunu söylemiş idim. Buyrun seyredelim: Merkeze konuşlandırılan müzmin muhalefet partimizin hem de profesör (sıradan bir vaka) sözcüsü, merkez medya olarak anılan namlı bir gazetenin imam hatip mezunu ve mağduru yazarını hemencecik “kenarın dilberi” diye tezyif etmiştir. Böylesi güncel havadis ile pek işim olmaz, sadece güncel olmayan bir nefrete şahadet eden bir oluş bildirdiği için zikre değer gördüm. Kendileri merkezin dilberi ve nâzenîn oluyorlar ve olanca nâzenînlikleriyle nezâketsizliğin âlâsını sergiliyorlar. “Her nâzenînden nâzik olâbîlemez ey şair/Amma nâzik edâdan âlâ nazenîn olâbîlir.” desek mesela, hususen bugünler için daha doğru sayılabilir; işte size yukarıdaki örnek, hem de en güncelinden. Profesörlük de talim iledir.
“Medenileşmenin gönül çelen güzeli” anlamına gelen “Nâzenîn-i dil-rübâ-yi temeddün” terkibi aslında bu bâbın özetidir; taze kavrum Türk Kahvesi kıvamında bir terkip… Dilruba, dilbere anlam olarak yakındır; şimdilerde perçem zülüf takımını, erkekler karşısında çift santrafor oynatmak donanımına malik latifelere, latife sadedinde söylenebilir; bendeniz söyleyemem tabii… Nazenînlik temeddün iledir; her temeddünde tegallüb vardır; her mütegallibede de incelik ve kibarlık sevdası mutlaka vardır. Mütegallibenin ince zevklerine bırakın merkezin kıyıya vurmuş dilberlerini, kendi evindeki yüzde yüzlük nâzenîn bile kifayet etmez. İbn-i Haldun’un en hakikatli tespitidir; dileyenler, zamânenin iktisadî ahlâkına fasih bir eleştiri olarak da okuyabilir: Temeddün neticesinde artı ürün, sıcak para endamında şehrin merkezinde cem olur; süs püs, güzellik suretinde ve bazen sapık hazlar uğruna çatır çatır ezilir; ahiri ise şehrin insanı için izmihlâldir.
İkmale kalmadan, mankenlik ve zarafet mektebinden pekiyi dereceyle mezun olmak da yetmeyebilir; dudak, yanak, diş, kaş, göz gibi nazenin olmak için elverişli bir alt yapı lazımdır. Orada da kozmetik ve estetik cerrahi sektör ve endüstrisi imdada yetişir; hem ne yetişir, komple imâlat dahi mümkündür. İstisnasız her uzuv gerdirilir, söndürülür, çektirilir, şişirtilir; temeddün kelimesi yetmez bugünün GDO’ya benzeyen medeniyetine… İşbu nâzenîn-i temeddün uğruna şiir yazılır, şarkı türkü koşulur ama sevmeye de pek gelmez bilesiniz; entarisi kırışır, saçı buruşur, allığı akar, simi çıkar, kaşı oynar, kirpiği düşer ve en netice âşığa da usanç gelir. Aile saadetinin bekâsı için kalender-meşrep olmakta faide mülahaza edilir.
Kenarın dilberleri(!) ve kartal kanatlı delikanlıları için de belki bir hisse çıkar bu kıssadan. Boşuna nefsimize, kalemimize eza etmiş olmayalım!

Kifayetsiz bir arzuhalciyim; çünkü kelimeler sınırsız.
Esbabını kurcalamadan yazıyorum, sonra yine yazıyorum, sonra yine… Okuyucusu az bir yazarım, biliyorum; ama bu bir dolmuş dolusu okuyucunun muhabbetine mazhar olmak kâfidir. Sermayem bu kadar; gülabdan ebadında bir testiyim; onun da tamamı gülyağıyla dolu olsa ne olur; miktarımca içimdekini sızdırıyorum.
Sonra testiyi doldurmak da hayli zaman alıyor. Öyle velut bir yazar da değilim, malumunuz; kendi efkârıyla okur, yazarım… Biraz dedikodu yapayım kendi kendimle diye oturdum, daldan dala kondum; sayın ki, kenarsüsü yaptım boyamın kudretince. Bari bu seferlik, noksan kalan yerleri görmeyin, konmadığım dalları işaret etmeyin. Türkçe bir ulu ağaç; ne dalı tükenir, ne budağı…