22 Haziran 2012 Cuma

ASKER YAŞATMAK


Bendeniz şehitliğin ne olduğunu dünüyle bugünüyle bir aileye neler yaptığını yaşayan birisiyim. Büyükdedeme yakılan ağıtı dedem okurdu, tekrar tekrar aile o hüznü yaşardı. Şahadetin sonrası yetimlik, perişanlık; seferberlikten diri çıkan harp kaçkını ailelerin çocukları nutuk atma şansını bol bol yakaladılar; bize ağıt düştü. Bazen o ağıtı bugüne taşıyalım notaya alıp herkesin tasarrufuna açalım teklifleri de oldu, ama “Od düştüğü yeri yakar” ağıt da doğduğu yerde kalsın. Büyükdedem yaşasaydı ailem çektiği sıkıntıların hiçbirini çekmeyecekti. Şahadeti küçümsemek aklımdan geçmez, kendim için temenni bile ederim, ancak çocuklarımızdan uzak olsun. Onlar vatana olan borçlarını kanlarıyla değil, emekleriyle ödesinler, vatanlarını daha yaşanılır bir ülke kılmak için ter döksünler; aileleri şehitlik maaşıyla değil, helal kazançlarıyla dimdik ayakta dursunlar. Onların anadan doğma birer “Mehmetçik” olmaları mahfuz kalmak şartıyla ve herkesin saygı duyduğu ahlak ve meslek sahibi birer “Mehmet Bey” olmalarını isterim.
Terörle mücadele asimetrik bir savaştır, özel yetiştirilmiş kuvvet ve sağlam istihbarat gerektirir diyen bir hakiki kurmay subaya karşı, hemen bir savaşçı(!) cevap vermişti. Cevap şu: Terörle mücadele özel kuvvetlere havale edilirse, vatan sevgisi azalır. Bu cevap, Mehmetçik savaşsın, şehit olsun ve bu yolla vatan sevgisi artsın(!) demektir. Kan ile vatan sevgisi olmaz, kaldı ki aynı ağızların “Mehmetçik” kavramına karşı savaş açtığını henüz unutabilmiş de değiliz. Bizleri vatanın manevi değeri konusunda aydınlatmaya çalışan kim olursa olsun sahtekârdır. Vatanı alnımıza zimmetli biliriz ama arsa cinsinden bir değeri de vardır; vatanı için her şeyini veren vermeye hazır olan pek çok memleket evladının başını sokacak bir yuvası yoktur. Vatanın gerçekten sevilmesini istiyorsanız, çocuklarımızı yaşatın onlara aş, iş ve ev sahibi olmalarını sağlayın.
Bir milleti savaşa sokmak değil barış içinde yaşatmak gerek, askeri yaşatanı ve yaşaması için bütün gücünü kullananı millet, sever… Tarihimizin önemli şahsiyetlerinden biri Sultan Hamit’tir. Tarih, gayr-ı resmî yahut resmî tarih ne derse desin millet derinden derine onu sevmişti, hâlâ sevenleri vardır. Sevginin vesikası uzun bir ağıttır ve bir bölümü aynen şöyle:
Bizden selam edin Sultan Reşad’a
Kınalı beşikler kaldı köşede
Sultan Hamit gerek “asker yaşada”
O da halledildi Devrana bakın

Urus cephesinden yükseldi duman
Bu karanlık günler gider bir zaman
Gelinler dul kaldı uşaklar üryan
Şu Devlet-i Âli Osman’a bakın
“Sultan Hamit gerek asker yaşada” feryadının altında yatan halk serzenişi belli ki bir kısım aydın ve siyasetçi için o günlerde fark edilmemiş, bu günde henüz fark edilmiyor. Millet, evladını yaşatanı daima sever.
Dökülen gözyaşlarının samimiyetinden asla şüphe edilemez; bütün derdimiz gözyaşı dökülmeyen bir ülkede yaşamaktır. Terörden siyaseten medet uman özünde “Mehmetçik”ten farkı olmayan gençlerin kanını akla zarar pazarlıklara alet eden kürtler ise terörist bile olamazlar, alelade çapulcudurlar. Devlet olmak ise başka bir şeydir; mutlaka her türlü istismarın üzerinde bir feraset göstererek kanı durdurmalıdır. Terörün maliyeti sadece bilinen kayıplardan ibaret değildir; başka ve önemli dertlerimiz üzerine konuşamıyor, geleceğimiz üzerine ise konuşamıyoruz.

TÜRKÇENİN KISA TARİHİ



Türkçe; dille ilgili her konuda rüştünü ispat etmiş, reşit bir dildir. Bir dilin reşit oluşu, etnik bir temele oturuşundan değil; dünyaya açık oluşundandır. Kelimeleri kafatası kuturlarına bakmadan lügatine yerleştiren insanların feraseti, Türkçeyi kâinatı okumaya elverişli, işlek bir dil haline gelmiştir. Osmanlılar döneminde Türkçe tam bir tahammül mülküdür, bu mülkü inşa eden de Türklerdir. Hız kesmesine rağmen hayli zaman dilimizin tehlikede olduğu konusunda panik havası estirenlerin hakikaten bir endişeleri varsa; reşit bir duruşa sahip olamayışlarından kaynaklanmaktadır. Dilin değil, dili taşıyacak ve yaşayacak öznenin gönül zenginliği ve tefekkür ufku önemlidir; Türkçe ile dilin ereceği her şey yapılır ama yapacak insan, yapacak zaman ve zemin gerekir; evvel insan, yani felsefe, bilim ve edebiyat inşa edecek özne…
Özü sağlam ama işlenmemiş bir kabile dilinden,  uygarlık diline doğru tekâmül, Türklerin İslamiyeti kabulleriyle başlamıştır. İslamî kelime ve kavramların yaşayan Türkçeye yerleştirilişi tam bir hidayet haline benzer; müslümanlıkla beraber Türkçe de bir tür hidayet hali yaşamıştır. Orta Yol’un Türkleri kendi dillerinin omurgasını bozmadan Arapçasını diline yatkın gördüğü dini ıstılahları Arapçadan; Farsçasını yatkın gördüklerini de Farsçadan almışlardır. Türkçe bu kendi halinde gelişen macerayla iki cihanı ifade etmeye elveren, efendi ve şahsiyetli bir dil olmuştur. Ziyaretçilerin Arapları merak ederek sormaları üzerine bir hacı efendinin verdiği cevap, Türkçe ile Müslümanlık arasındaki bağı pek arifane ifade eder:
-    Ezan okuyorlar Türkçe…
-    Kuran okuyorlar Türkçe…
-    Konuşmaya gelince sapıtıyorlar!
Arapların sapıttığı filan yok tabii; ama yaşayan Türkçenin ortalama bir Türk için din ile olan bağı da ancak bu kadar güzel ifade edilir. Marazî öztürkçecilerin en büyük rahatsızlığının da bu olduğunu zannediyorum.
Şahsiyetli dil, sahiplerinin aynasıdır; Türklerin kıvrak zekâları, ince zevkleri başka dillerden neyi alacağını neyi almayacağını tayin etmiştir. Kültürel temasımız olan yahut beraber yaşadığımız topluluklardan da dip dedesini sormadan yığınlarca kelime almışızdır. Devlet-i Aliyye’nin son yüzyılıyla beraber Türkçe şiir ve musiki ile başlayan ve nihayet hukukta (Mecelle ile zirveye vuran) bir aydınlanma geçirmiştir. Belagat ve fesahatin bozulmadığı ve dilde arınma diyebileceğimiz bir dönüşümün yaşandığı bu olağanüstü hareketlilik, Türklerin taşıdığı hayatiyetin belki de farkına varılamayan en derin şahididir. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak altmışlı yıllara kadar dilin kendi tabiatı içinde yürüyen temiz bir akış söz konusudur. Kelimelerin kafatasına bakmadan diline güzel yatanı kullanan ama sağlam kavram ve ıstılahlara da dokunmayan edebiyat ve tefekkür dünyasının yerine, süratle bugünlere doğru uzanan dilde bir fakirleşme ve ideolojik baskı süreci yaşanmıştır. Birilerince hâlâ ısrarla sürdürülen bu tavrın amacı arınma, sadeleşme değil; taammüden cinayettir. Temel amacı dilde laikçiliktir ama sonucu İngilizcenin sokağa hâkimiyetidir. Bugün çoğu aydın(!) bir Türk gibi ve Türkçenin anlam dünyasından hareketle değil, yabancı gibi ve yabancı dille yazdığını tercüme ederek dilsizleşmiştir; bir halk türküsünü bile anlayamayacak derecede kökten yabancılaşmıştır.
“Türkçe bilim dili olmaya uygun değildir!” hükmünü veren bir YÖK başkanının yakın tarihimizin önemli aktörlerinden oluşu niyeti de açığa vermektedir. “Türkçe, bilim dili olarak yetersizdir. Türkçede kaynak kitap yoktur.” diyebilen anlı şanlı profesörlerimiz bile vardır. Türkçenin bir suçu yok; suç başta bu kendine özgü aydın ırkının, sonra Türklerin alayının. Dilinizi iyi bilseniz kitap yazardınız; ecnebi lisanları iyi bilseniz süratle maarifi Türkçeye çevirirdiniz olurdu.
Tek yol Türklerin özne olması! Malumunuz Türkçe bir cümle çatılırken özne başa gelir; işin başı özne olmak; yani: Olmak. 16/04/2011
_________________


Temrin Dergisi,Sayı:40

19 Haziran 2012 Salı

“MEZO”LAR DA AĞLAR



“M” harfini vesaire yerine ikame, Türkçenin tatlı bir özelliğidir. “Ortalığa talan malan hâkim oldu!” dediğinizde aslında talanın varlığını ama söylenenden fazlası olduğunu kestirmeden ifade etmiş olursunuz. “Benim yalanla malanla işim yok!” demişseniz, yalana eyvallah etmediğinizi, hiç ama hiç etmediğinizi vurgulamışsınızdır. Derdim bu dil inceliğini anlatmak olsaydı, ortaya nüktelerle fıkralarla örülmüş bir keyif yazısı çıkardı ama nicedir bol köpüklü bir orta kahve içmedim.
“M” harfi benim için vesaireden çok fazla birşeydir.
Gençlik yıllarımızda bir yerde soldançarklı bir örgüt kuruldu mu, bizim cenah; hemencecik iadeli taahhütlü karşılığını verir, çoğunlukla da “M” harfini kullanarak bir dernek patlatırlardı. Tabii sağcılara “dernek” çok yakışmazdı; “birlik” demeyi evla görürlerdi. “Ortanın solu” kadar muğlâk bir sağcılık, yetmişli yıllardan sonra Müslümanlığın ülke sathındaki derinliğini keşfetti. Çoğu dış temas ve tercümeler sonucunda ileri derecede radikal hatta devrimci söylemler bile dolaşmaya başladı. Çok olumsuz ve umutsuz olmasam da bunun büyük oranda aldatıcı olduğunu; Türkiye şartlarında “sağcılığın yağcılık, solculuğun da karakolculuk” tan başka bir şeyi henüz vaat etmediğini kerrat ile dost meclislerinde söylemeye çalıştım. Ama doğrusu, o günlerde böyle şeyleri konuşmaya elverişli samimi bir iletişim yoktu. Birileri, en masum soru ve tepkilerinize imkân tanımaz, dışlama taktikleri uygularlardı.
Çok uzak örneklere gerek yok, çevremdeki radikallerin nasıl iktidar nimetleri için “Radoş”laştığını, devrimcilerin evrim geçirerek “Yumoş”laştığını yakinen müşahede ettim. “Köle ahlakı”nı benimsemiş insanların az ya da çok iktidar sahibi olduğunda, ortaya çıkan kifayetsizliklerini seyretmek hep hüzün verdi. Tabii bu arada “Post-modern” sürecin, halk üzerinde yarattığı dehşetin de bu çarpık, kişiliksiz, bazen haysiyetsiz yapıya destek ve katkısını unutmamak gerekir. Ben sağcı yahut mukaddesatçı (İslam kelimesini incitmekten korktuğum için İslamcı demiyorum) cenahın,  !975’ten sonraki seyrinde en ufak bir inkıta görmedim; bugün dünün, bugünküler dünkülerin henüz inşirah verici bir kıvama erişmemiş devamıdır. “M” harfinin çok önemli bir misyonu vardı, az da olsa hâlâ var… Ama hiçbir zaman bu “M”nin içi doldurulamamıştır. Keskin vaizlerin maizlerin, televole ulemasının mulemasının, Ramazan ilavelerinin milavelerinin, bol ayetli hadisli kitapların mitapların baş konusu olan “Güzel Ahlak”a dair bir vizyon görememekteyiz.
“M” harfine dayanan kuruluşlar yahut birlikler; içinde derviş ruhlu ve son derece fedakâr insanları barındırdığı halde genel hatlarıyla derin bir şuurun eseri değil; tıpkı muhalif görülen ideolojik kesimlere ve çıkar gruplarına karşı geliştirilen ve onların talip olduğuna bir mukabeledir. Kendimi “M”cilerin geçirdiği maceranın dışında görmediğim için, söz söyleme salahiyetimi de dışarıdan olanlar yahut sonradan devşirilmişler gibi iktidar sahiplerinden değil; geçmişimden almaktayım. Elbette bir demler “Aynı yollarda yürüyenler”in bugün ve gelecekte de aynı yollarda yürümesi her zaman mümkün değildir. Ama gençken en dürüst “M” benim için MTTB idi; o samimiyetimi de hâlâ taşıyorum. MTTB rozetini andırdığı için Sivasspor rozeti taktım yakama; çünkü yüreğini ortaya koymanın ne demek olduğunu bir futbol takımı sergiliyor.
“M” harfini kullanma celadeti (!) de aşıldı artık, dinî ve millî künyeler içermeyen “birlik”lerimiz ve vakıflarımız var… “Muasır medeniyet” seviyesine(!)ne daha akredite badem bıyıklarını yülümüş pek çok tıfıl ve onlara ağabeylik eden eski kurtlar da meydan yerinin aktörleri… “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” nârâsından, muasır medeniyetin cürufatına topyekûn sahiplenme hamlesi, ne müthiş bir terakki(!). Dilerseniz, henüz hayat vadeden şehirlerimizin yeni yükselen orta sınıftan yetme yöneticiler elinde ne hale geldiğine bir bakın. Kızıl meydan’ın alelade taklidi kent meydanlarına bir bakın, insanların konutsuzluklarından istifadeyle dikilen yeni yerleşim alanlarına bir bakın.
DEZO’lar (Yani Devlet Eliyle Zengin Olanlar Organizasyonu), biz “M” reflekslilerin en büyük hasmı gibiydi. Sol ekâbirle aralarında köken birliği olduğu için, “M”ci gençlik, bu kapitalist zümreye acayip diş gıcırdatırdı. Bizim gençliğimizde her sol dernek ve kuruluşa verecek bir cevap bulmak, kuracak bir “M”li dernek kurmak mümkündü. Lakin DEZO’ya karşı bir MEZO’muz yoktu. En başta kentlere akan ve kenardan merkeze doğru yürüyenlerin eğitim, refah seviyesi, dünyaya bakışının değişmesi, ortaya “Orta Sınıf” namzedi bir halk kesimini doğurmuştur. Özal’ın “dört eğilimli partisi”nin merkezini bu kesim oluşturuyordu, Mesut Yılmaz, şerit değiştirince artık “Merkez Sağ” filan da kalmamıştır. 1990 da MÜSİAD’ın kuruluşu tarihi bir olaydır; TÜSİAD karşısında artık bizim de bir “M”miz olmuştu. Sonraki yıllar boyunca “Orta Sınıf” tüm sosyolojik vasıflarıyla,  yükselmiş ve palazlanmıştır. MEZO (Millet Eliyle Zengin Olanlar Organizasyonu), sadece bir örgüt değil, her vilayette az ya da çok varolan yeni bir zenginler zümresidir. Gerçekten millet eliyle mi zengin olmuşlardır? Başlangıçta evet. Halkın büyük kesimi yerli özellikler taşıyan cami, cemaat bilen bu yeni zenginleri işte ve alışverişte ve bazen kazıklanmak bahasına tercih etmişlerdir. Ancak bunlar palazlandıkça sağ iktidarların açtığı imkânları hiçbir muhasebe yapmadan sermayelerine katmış ve büyümüşlerdir. Millete de çok ihtiyaçları kalmamıştır, çoğunun geçmişinde önemli bir yer tutan “M” harfiyle temasları neredeyse kökten kopmuştur.
Bu kesimler, 28 Şubat sürecinin koymuş olduğu “Yeşil Sermaye” ayırımından da uzun vadede kârlı çıkmışlardır. Refah-Yol hükümeti zamanında Refah Partili bir bakanı yazlığında dostlarıyla beraber ağırlayan bu yeni zenginlerden birinin sofrasında ben de bulunmuştum. Hasta olduğumu bahane ettim, kenara çekildim. Zavallı bakan, doğru olanı yaptı ve neo-zengin bir “mücahit” kardeşine iyi niyetle birtakım kazanç ufukları açtı. Bense tuhaf bir şekilde gülümsemiştim, rahatsız oldular. “Kusura bakmayın hastayım!” diyerek durumu kurtardım. Bakanın bilmediğini biliyordum: O zenginlemiş mücahit(!) bakanla iş kotarırken, kardeşini çaktırmadan Doğruyol Partisi’ne kaydettirmiş, oradan da kendini sağlama almıştı. 28 Şubat süreci bunları önce hafiften ürküttü, sonra palazlandırdı. İşçisine asgari ücreti verirken eli titreyen, eleştirildiğinde “Biri çalışmazsa bir başkası gelir!” diyecek kadar insafsızlaşan bu MEZO zenginleri, bırakınız DEZO’ları, Avrupa kapitalistlerinin sahip olduğu insanî duruştan bile nasipsizdir. Görgüsüz, köksüz ve ruhsuz bir sosyete oluşturmuşlardır. Hayır! Ve kesinlikle ortalığın siyasetinin diline doladığı “Jipli” ve “Jipsiz” ayırımı gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Çünkü jipli vardır içinde en ufak bir tamahkârlık yoktur; jipsiz vardır dünyaya tapmaktadır. Bu olması gereken ahlâkî derinliği vurgulamak istiyorum. Kimsenin jipiyle, mipiyle işimiz yoktur.
Benim kahramanım olan zengine dönelim. İktidarla içiçedir, işleri tıkırındadır; Cumhurbaşkanına ulaşacak ve takdir yetkisini yönlendirecek kadar da aktif ve girişkendir. Tabii, yukarıda zikrettiğimiz Refah-Yol dönemindeki bakanın bunlara yaptığını, mevcut iktidar da, Cumhurbaşkanı da yapmaktadır. Çok mühim bir fedakârlıkta bulunuyormuş gibi, “MEZO’lar zekât verir!” derler. Bu da gariptir, zekât oranını tayin eden hükümlere bağlı kalarak “Benden bu kadar!” demenin rahatlığıyla, asgari ücreti belirleyen yasaya bağlı kalarak onun üzerine çıkmamak arasında hiçbir ahlakî fark yoktur. Her konuda modern hükümler çıkartan acar ulemamızın, İki Cihan Sultanı (sav) zamanındaki iktisadi şartlara bağlı olarak konulan zekât oranının bugün de sürdürülmesine ciddi bir muhalefeti ve önerisi olmayışı neyle izah edilir? Ancak ve ancak, tencere-kapak ilişkisiyle… Çünkü çok derin fıkıh bilgisi dahi gerekmez, aritmetik bilmek bile kâfidir.
İçinden geçtiğimiz ekonomik kriz önce DEZO taifesini ağlattı. Krizin ciddi olduğunu ve tedbir gerektiğini; aksi takdirde tabii “en başta işten çıkarmalar” olmak üzere yığınlarca tehlikenin kapıda olduğunu beyan etti. Elbette ilk başta işten çıkarmalar gelecektir; bunda kimsenin tereddüdü yoktur. Bu arada MEZO taifesinin hiç sesi çıkmadı dikkat ettiniz mi? Onların iktidarla olan dostane(!) ilişkileri böyle bir aleni tavra izin vermezdi; çünkü artık onlar da rüzgârı arkalarına almış ve DEZOLAŞMA sürecine girmişlerdir. DEZO aslında MEZO’nun hislerine de tercüman olmuştur. Çünkü bir dönemler hasretiyle kavrulduğumuz “Müslüman Zengin” büyük oranda belirmiş, hatta organize olmuştur. Ancak, kapitalizmin haramiliğini dönüştürebilecek “Güzel Ahlak”la olan irtibatını arkada bırakmıştır. Kahramanımıza dönüyorum… Kriz bahanesiyle işten çıkarma işlemlerine başlamıştır; fiyakası âlâ yerindedir. Tabii camiye en son gitmekte, kenar mescitleri tercih etmekte ve en önce çıkmaktadır.
“Çarşaf açılımı” gibi daha pek çok açılımlar yaşayacağımızdan şüphem yoktur. Çünkü tehlike olanın aslında “ahlaken” pek de kendilerinden farklı olmadığını anladığı hasmıyla nizalaşmanın getirisi yoktur. Dezolarla mezoların, zenginlerle menginlerin aynileşmesini medyanın pop sosyologları çok olumlu buluyorlar. Ama benim göğsümde incinmiş bir “M” harfi var. Bütün hakikatiyle ve güzelliğiyle bu harfin hâlâ umut vaat ettiğini biliyorum. “Ak akçe, beyaz baldır ve makam” karşısında sınavını “Güzel Ahlak” ile veren müteşebbisler elbette vardır ve eksik olmayacaktır.
Lafım ortayaydı beğenen alır, beğenmeyen tepeler geçer. “Öz Sermayesi” ile yola çıkmış, ortalıklara düşmeden çalışan, didinen, üreten; altın kafesin içinde de olsa bir derviş gibi yaşayan iş adamları ve zenginlerimiz bu mevzunun dışındadır. Onlar umutturlar ve muhteremdirler. Eee tövbe kapısı da daima açık, daha ne olsun. Ey “M” harfinin gölgesinde bir zamanlar yağmurlu, dolulu havalara rağmen beraber yürüdüğümüz ve umutlandığımız insanlar, size tövbeyi hatırlatmaya çalışıyorum. Müşterek olacağımız tek kapı orası çünkü. Masumuz diyorsanız şaşar ve ürperirim; çünkü o zaman “günah çıkartma” tek ihtimal olarak kalıyor.
Cari iktisadi ahlakın mümessilleri “günah çıkartma” itikadının verdiği vicdani rahatlıkla hareket ettiler. Gayr-ı ahlakî, insanlık ve tabiat düşmanı düzenlerini öylece aklamaya çalıştılar. Tövbe ise kaderi değiştirecek tek yoldur ve “günah çıkarma” ile taban tabana zıttır.

“DEZO” NEDEN AĞLAR



Avrupa’nın köle ahlâkıyla malûl serfleri, endüstri devriminin verdiği hızla terakki etmiş ve burjuva haline gelmiştir. Burjuva kelimesini ideolojik bağlamının verdiği çağrışımlardan kurtarmak için “orta tabaka” diyelim. Özal’ın pratik zekâsı, çene özrünü sakalla kapatmaya çalışan resmi sosyologumuzu/sosyologları hâlâ kızdırsa da bu halk kesimine “Orta direk” demişti. Biz de öyle diyelim. Para saymayı ibadet haline getiren Avrupa’nın muhterisleri, devlet müdahalesini kendi çıkarlarını zedelediği için “Dokunmayın yapsınlar, dokunmayın geçsinler; dünya nasıl olsa dönmektedir!” diyorlardı. Aslında bize dokunmayın, dünyayı biz döndürelim demek istiyorlardı. Kısa zamanda bu yolun çıkmaz olduğunu anlayınca, önce devletle sulh imzaladılar; ardından “sosyal devlet” gibi masum kıyafetli bir kavramı da kullanarak devlet oldular. Bugün dünyadaki bütün devletler derece derece “orta direk”e yani burjuvaya dayanan devletlerdir. Orta direğin sağlam olduğu toplumlar genel refah açısından daha az problemlidir ama mutlaka problemlidir. Çünkü kapitalizmin basit semt pazarından devşirilmiş normlarını ve normatif demokrasisini, ancak “orta direk”in ahlakı, adil ve kabul edilebilir bir çizgiye çekebilir. Orta direğin sağlam olmadığı toplumlarda ya bizde olduğu gibi darbelere teşne ve güvensiz ““müsaadeli demokrasi”ler, ya da faşizmler vardır. Müsaadeli demokrasi, orta direk zayıf olduğu için kararsızdır; zaman zaman uygulamalı faşizme dönüşebilir.
Avrupa’yı ve ABD’yi bugünkü refah düzeyine getiren halkın içinden çıkan ve gözükara, risk üstlenen, maceraperest müteşebbislerdir. Bunların artması ve kuvvetlenmesi toplumlarının büyük bölümlerini kapsayan ve tarihin gördüğü en dinamik güç olan “burjuva”yı doğurmuştur. Burjuva, paraya tapmak ve saymakla bir şey olunamayacağını anlayınca Ortaçağ’ın aristokratlarının zevklerini ve tabiatlarını kendilerini meşrulaştırıcı ve keyfiyet katan bir katma değer olarak sahiplendiler. Bizde ise burjuva denilince, devlet eliyle ve halkından kopmak suretiyle devlet desteği gören “yarı resmi burjuva” akla gelir. Bunlar devlet tarafından seçilmiş müteşebbislerdir, kendiliğinden bir “orta direk” oluşumunu engellemek için vazifelidirler. “Yarı resmî burjuva”nın Türkiye’de gerçekleşen modern ve post modern darbelerin teşvikçisi, post-modern darbede olduğu gibi şakşakçısı

İktidarın Dört Atlısı
W. Mills, Amerikan iktidarını tasvir ederken dört payanda oluşturuyor: İktisadî, siyasî, askerî ve epistemik cemaatler. Feodal birimler çokluktan dörde inmiş ve kapitalizm biçimlenmiştir. Dörtlü iktidar yapısı, “orta direk”in zayıf olduğu toplumlarda halk tabanını sindirmeye en uygun sistem demokrasidir. Demokrasi: refah seviyesini yükseltecek bir iktisadî cemaat; iktisadî cemaatle halk arasında bağ kurarak kâr paylaşımını hukukileştiren siyasî cemaat; ülke içinde ve dışında sistemi savunan askerî cemaat; üç derebeyinin imkân ve faaliyet alanını genişletmek için sektörel hizmet gören ve müşteri hazırlayan epistemik cemaat organizasyonudur. Bu cemaatler, kendi içlerinde güç dağılımı yaparlar ve birbirlerine karşı güvensiz de olsalar tahammül göstererek bir nevi bütünleşmeyi sağlarlar. Avrupa/Amerika demokrasilerinin esası budur; temeli yine sahip oldukları müteşebbis ahlâkıdır. Avrupalı ve Amerikalı müteşebbis devleti demokratlaştırmıştır, bu sayede de kendi toplumlarının refah sınırlarını genişletmiştir. Refah düzeyi yükselen ve adam yerine konulmanın hazzını yaşayan yığınlar bu aristokrasiden bozma demokrasiden memnundurlar. Oh ne âlâ; proleterler beyazlaşmış, sendikalar sararmıştır; sendika patronları toplu sözleşmesini yapar, gönül rahatlığıyla kahvesini höpürdetir.
21. yüzyıla girerken, iktidar yapısında büyük bir değişme olmadı; ancak dört atlı artık, attan indi ve şatolarına oturdular. Müteşebbis ahlakı, teşebbüsü terk ederek para vasıtasıyla dünya halklarıyla oyun oynamaya başladı; batırıyor, çıkarıyor, yıkıyor, yeniden yapıyor; kazanıyor. Bu hâl, "Kapitalizmin İncili"nin yazarı Adam Smith'in derinden derine "kâr eden ar etmez" anlayışından beklediği "erdemli toplum ve düzen" idealini yalana çıkarmaya yetmiştir. Teşebbüs yeteneği, güzel ahlak doğurmaz; tersine bed huylu adamların arsızlığını artırır. Güzel ahlaklı adamların müteşebbis olması, erdemi beraberinde getirir ve ziyadeleştirir. Batılı müteşebbisin kök değerleri, onları arsızlaşmaktan kurtaramamıştır. Batının ve belki öncelikle Amerika’nın sonunu da bu arsızlaşma getirecektir. Çünkü müteşebbis ahlakında dönüşümün reel zemini halk tabanıdır. Batılı toplumlar artık kültür sahibi ve kültürü yenileyen dinamizmini yitirmiştir.

Türkiye'nin Atlıları Ve Yeni Orta Sınıflar
Türkiye, mukallit bir ülkedir. Batı'da kendi bütünlüğü içinde ne kadar asalet ibraz eden olgu varsa "dakikalık fotoğraf" çirkinliğinde hepsi bize aktarılmıştır. Türkiye'nin aklı yetikleri, Osmanlı’nın feodal olmadığını anlayamadan batı modeli kapitalist olmuştur, çünkü tarihten uzak durmak terakkiperverliğin ön şartıdır. Osmanlı bakiyesi aydın ve rical de bu dünyadan göçünce, tarihten ve hakikatten uzak devrimciler(!) şeklen batı demokrasisine benzeyen bir sistemin seçkinleri oldular. Bu acayip kapitalizm, müteşebbis oluşturmak için aç gözlü bakkallara devlet rantını peşkeş çekmiş, bu sonradan görmeler zümresi de müteşebbis numarası yaparak malı götürme ekonomisini inşa etmişlerdir. Mafya ahlakı ile müteşebbis ahlakı bütünleşmiş, devlette etkin konuma yükselmiştir. Banka hortumlamak, ihale kotarmak, gazetecilik yapmak, milletvekili seçtirmek, darp, harp, ihtilal v.s. tamamen bu seçkinlerin ürünüdür. Sistem DP iktidarından sonra, sırf iktidar koltuğuna oturtmadığı için milletin tercihlerine karşı "Milli Mücadele(!)" yaveleri okuyan Hitlercikler üretmiştir. Zaman zaman müsaadeli demokrasi, denetimle faşizme dönüşmüştür. İç ve dış düşman üretim merkezleri; bilim yerine yanaşık düzen yürümeyi talim eden ve ettiren epistemik cemaat; devlet adamı olmanın sadece jest ve mimiğini öğrenmiş ödlek siyasetçiler… İstisnasız hepsi bunların bu seçkinler kadrosunun ürünüdür. Bizim de atlılarımız vardır ama serveti ve gücü yalnızca kendi aralarında dönen bir iktidar aracı olarak kullanırlar. Tabandan gelen her kıpırtı tehdit, tehdidi bastırmanın yolu “Ordu Göreve” çağrısıdır.
Özal dönemi kısırdöngülerle gelen yakın tarihin çatallaşma anıdır ve devrimcilerin hayal bile edemediği olağanüstü devrimlerle doludur. Özal “Orta direk”i yani gerçek anlamda halkı keşfetmiş; yeni ve reel sosyolojik tabanı olan bir “orta direk”in yükselişini hissetmiştir. 12 Eylül modern(!) darbesi, demokrasiye geçmek için oylama yapınca halkın çoğunluğu bunlar gitsinler diye anayasaya evet demiştir. Ancak, Evren Paşa’nın Partisi’ni de bir celsede siyaset sahnesinden silmiştir. Bu yeni bir dalgadır, daha bir müddet liderini sahnede görsek de AP’yi iktidara getiren dalgadan çok ama çok farklıdır. Ve ilk defa bugünlerde KOBİ olarak adlandırılan yeni işletmeler boy vermeye başlamış, yeni patroncuklar Özal zamanında, bazıları da Özal’ın davetiyle ilk defa yurt dışına çıkmaya başlamışlardır. Özal’dan sonrakilerin ise halkla, “orta direkle” bağlantılarını derhal koparmış, kısa sürede eski seçkinler düzeninin tek temsilcisi olan “Ortanın Solu” çizgisinden daha koyu bir totaliter çizgiye kaymışlardır. ANAP’ı iktidara taşıyan aynı dalga RP’yi iktidara taşıyınca da post modern darbe(!) zuhur etmiştir. Bu harekâtın gerçek bahanesi RP’nin dış politikadaki keskin duruşudur ve tamamen dış desteklidir. Darbenin millîsi olmaz ama Türkiye’de yaşanan ve lider kadrolarının bile belki fark edemediği kadar gayr-ı millî bir zeminde gerçekleşmiştir. Özellikle bu teamül dışı(!) darbe sonucunda askerî kurum ciddi yaralar almıştır.
AK Parti “Orta direk”in büyük bir cevabıdır ve en az post-modern darbe kadar sıra dışı bir olaydır. Refah kadrolarının ve tabanının cevvaliyetle bu partiye geçişini dindar-laik ekseninde almak hatadır; bu hatayı sürdürenler de daima sandığa toslayacaktır. Görünen o ki “Ortanın Solu”ndan hâlâ en ufak bir sapma göstermeyen ve hâlâ paşasının partisini kullanan politikacılar olayın farkında değiller. Bir zamanlar okumuş yazmışların, yüksek bürokratların v.s. odağı olarak görülen kadroların düştüğü fikirsizlik ve kavrayışsızlık vahimdir. Çünkü Türkiye’nin en büyük noksanlığı “Orta direk”i hisseden, devletçi değil toplumcu; seçkinci değil halkçı bir sol yahut sosyal demokrat eğilimin olmayışıdır. Çarşaf açılımı(!) çok arandı mı bilmem ama dâhiyane bir keşiftir. Kâşiflerin kavrama düzeyi ise ancak mizah ve karikatür konusu olabilir.
RP dini eğiliminden değil, adına yanlışlıkla TÜSİAD denilen ve “Devlet Eliyle Zenginleyenler Organizasyonu” başta olmak üzere sivil(!) güçlerin iktidarı kaybetme korkusundan dolayı hedef seçilmiştir. Bu sözde endüstriyellerin kuruluşu, DEZO kod adıyla yazılmalıdır. Askerî hangi saikin harekete geçirdiği bize malum değil… Ama başta DEZO ve yanında iki birbirine zıt görünümlü ve birinin başında da sol ve devrimci olduğunu beyan eden “D”, diğerinde Türkiye’ye işaret eden “T” harfinin varolduğu işçi sendikaları çekmiştir. Bu sendikalara da Sarı İşçi Sendikalar demek ve SİSK olarak kodlamak mümkündür. RP’yi tasfiye bahanesi olan hitabet marazlı siyasiler ise asrımızın post-modern +18 aşk hikâyeleri “Fadime ile Müslüm” yahut “Emire ve Kalkancı” gibi birer figüratif malzeme olmuşlardır. Esas dava, Özal dönemine denk düşen hareketliliğiyle yeni orta sınıflardır. Çünkü reeldirler, düzmece değildirler, kendiliğindendir ve en tehlikelisi köken itibariyle yerli ve muhafazakâr bir karartı oluşturmaktadırlar. Ben bu yeni orta sınıfların ve onların içinden sivrilen yeni müteşebbis namzetlerinin ahlaken idealize edilecek kadar mazbut olduğunu düşünmüyorum. Az sayıda hak ve adalet duygusuna sahip olanlar elbette vardır; ama çoğunluğu Hz. Ömer’in kölesine karşı adaletinden bahsederken, yanındaki işçiyi asgari ücrete talim ettirirken kanunu kullanan bir çarpıklığa sahiptir. Kapitalizmin ve onun iktidar biçimi olan son yüzyıl demokrasilerinin çirkinliklerini ortadan kaldıracak tek şeyin “Güzel Ahlak” olduğuna sonuna kadar inananlardanım.
Aynı reel orta sınıflar, AK Parti’yi iktidara taşımışlardır. Ve aynı hastalıklar, yani “Güzel Ahlak” esasına uymayı ikinci plana atarak, iktidar nimetlerini öne alma ve kendilerine “adalet beklentisiyle” bel bağlayanları tepeleme, hiçe sayma bu iktidarda giderek artan ve altını oyan bir düzeye yükselmiştir. Yanlış yere park etmesine rağmen özellikle bir siyaset sosyolojisi klasiği olarak okunması gereken Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” romanının anlattığı akıbet, bu gidişle mevcut iktidarı da beklemektedir. Bunu kesinlikle temenni eden birisi değilim ve bu kaderin bir daha yaşanmaması için “güzel ahlakı”n gereğini ihtar etmeyi millet-i merhumenin zarara uğramaması için borç bilirim. Her şeye rağmen, bu iktidar karşısındaki konuşlananlar beceriksizliğinden ve adaletsizliğinden değil, kendi beleşçi iktidarlarını sürdürmek için muhalefet etmektedirler. Bu karakterlerini RP iktidarını yıkma projesinde olduğu kadar sert ve alenen değilse de, Anayasa Mahkemesinde görülen post-modern davada ve şu günlerde Amerika’yı kasıp kavuran ekonomik buhranda gösterdikleri tavırla bir kez daha sergilemişlerdir.

DEZO” Neden Ağlar?
Ekonomik buhranın merkez üssü ABD’dir ve en çok etkilenen yer ise AB ülkeleri olmuştur, tabii doğal müttefik İngiltere başta olmak üzere… Asya ülkeleri ve Türkiye’de elbette etkilenecektir ama en azından tarihlere “Anayasa Fırlatma Vakası” (AFV) namıyla geçmeyi hak eden 2001 krizine benzememektedir. Bu mahalli vakayla başlayan kriz Türkiye’yi alt üst etmiş, büyük ölçekli şimdiki kriz ise merkezi sarsmıştır. AFV krizi, halkı ve KOBİ’leri fena vurmuştur, ama DEZO cemaatinin servetine servet katmış, iktidar mevkilerini güçlendirmiştir. İlk defa büyük ölçekli bir krizin ABD ve Amerika’yı sarstığını ama diğer ülkelerde derin hasarlara yol açmadığını görmekteyiz. Başbakanın “Anayasa kitabı ve ansiklopedi teşbihi” mesuliyetinin bir gereği; birilerinin “Ne yani kriz yok mu?” taarruzuyla krizin psikolojik boyutta derinleşmesini sağlama çabaları harc-ı âlem bir muhalefet tavrıdır; bu tavır alışılagelmiş bir şeydir. Garip olan, iktisadi krizlerin psikolojik boyutunu pekâlâ bilen DEZO’nun ful aksesuar boy göstermesi ve feryat figan ağlamasıdır.
DEZO neden ağlar? Çünkü krizin Türkiye’yi derinden vurmayışına üzülmüştür. Vursaydı, yeni orta sınıfların ve derin rakip görülen yeni müteşebbis hareketinin sekteye uğraması kaçınılmazdı. İktisadi gibi görünen bir siyasi tavırdır bu… Ve mevcut iktidarın reel tabanının şimdiye kadar ilk kez bulmuş olduğu manevra alanı en azından daraltılmak istemektedir. DEZO’nun post-modern dönemdeki sabıka kaydından dolayı, başbakanı kriz konusunda uyarma; hükümete yol gösterme gibi gerekçeleri inandırıcı gelmemektedir. Esas rahatsız olunması gereken, zaten fakirlik sınırının altında olan insanların dertlerini dile getirmesi gereken “SİSK”in tavrıdır. Siyasi meselelerde başta giden sararmış sendikalar, bu gibi konularda susmayı yeğlemektedir; bu hal, muhalefetin görev dağılımı icabı değerlendirilebilir.
Güncel kriz ne kadar etkili olursa olsun, değişmeyen tek şey, “Azdan az, çoktan çok gitmesi” gerçeğidir. Fakir kesimlerden gidecek olan “az” onların zaten kolay olmayan hayatlarını daha da zorlaştıracaktır. Orta direğin nisbi olarak varlıklılarından ve DEZO zenginlerinden giden “çok” ise onların hayat tarzını ve tüketim alışkanlıklarını çok da etkilemeyecektir. “Güzel Ahlak”ın ise halen güçlü olan DEZO cemaatine ve giderek güçlenen “M” temayüllü neo-zenginlerin kısm-ı azamına teğet geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tecrübe ile ve hakk- el yakîn gördüğüm şey, mevcut iktidara destek veren ve iktidar gücünü de sonuna kadar kullanmaktadırlar. Bu zümrelerin bir girişimcide olması “Kalkınma hırsları”na diyecek yok, ama “Adalet” anlayışları zayıftır. Palazlanan önce mahallesini, sonra “Yağan yağmurda beraber yürüdüğü” yakın dost ve arkadaşlarını terk etmekte; hatta daha vahim hallere düşmektedirler. ABD, tüm dünyanın önünde “Güzel Ahlak”tan nasipsiz bir süper gücün çöküşünü bize seyrettirmektedir. Güncel krizin nedeninin “zulüm ve adaletsizlik” olduğunu söylediğimde, derin bir iktisatçı dostum bıyıkaltından gülümsemişti. Öyle ya, kan ve zulüm kelimeleri iktisat bilimine girmez, bilim dediğin ahlakî ve sübjektif yargılardan uzak olmalı. Sanki ekranlardan sıçrayan kan, benim sübjektif yargım ve yanılgım.

Sonuç
Yazarınız siyasetçi değildir ama tecrübeli bir vatandaş olarak siyaset ve iktisat hususunda yazma hakkına da, tecrübesine de sahiptir. Yaşanırken farkına varılamayan, özellikle konumları gereği iktidar kastına adım atanların göremediğini göstermek çabasındadır. Bu çabanın kendisine bir şey kazandırmadığını ve kazandırmayacağını, tersine kaybettirdiğini ve kaybettireceğini pekâlâ bilmektedir. Geleneğinde varolan “Layiha Sunma” cesareti ise iktisadın ilminin babalarından Keynes’in bile telaffuz etmek zorunda kaldığı bilimsel yasaya(!) itimadının tamlığındandır: Uzun vadede herkes ölecektir! Gerçi Keynes, haklı olarak “Acil eylem, günü kurtarmaktır!” demeye getirmiştir ama ölümün kapsam alanını iktisadı kat be kat aşar. Değişmez hakikatler karşısında insanların davranışlarını ahlakları belirler; buna iktisadi faaliyetler de dahildir.
“Uzun vade” düşüncesinin “Öte ile” alakasını kurmak yerine, “Gün bu gündür” demeyi yeğleyen, azıcık palazlanınca yoldan çıkma alametleri gösteren yeni girişimci namzetleri, şu halleriyle umut vaat etmemektedir. DEZO’nun başına “M” gelecekse mevcut iktidar oyununun hiçbir anlamı yoktur. Biz de buradan DEZO gitti, MEZO geldi deriz.

5 Haziran 2012 Salı

İTİRAF

Karanlığa diri diri gömülmeseydi o da
Hergün ayrı giyinen bir mesnevi olabilirdi.
Aklarız kendimizi bakıp eski günahlara
Mutlu olmamız gerek bugün kimse ölmedi.

Susar ketumdur çöl suçsa budur suçu
Kâğıda da sarılır barbicik buluta da.
Nerelidir bu garip kelimeler kimdedir ipin ucu
Sorardık anlasak dilini bir sokak lambasına…

Konuşmadık ne kaldı söyleyin üzerine
Dönmüyor yüzünü hiçbir şey öylesine sağırım.
Öylesine eğrilmiş ki söz dönüyor kendine
Ayrı eve taşınmış sanki benden bir yanım…

Altı üstü bir kum saatiydi deme be âşık
Onun öyle güzel öyle güzel saçları vardı ki…
Beni hâlâ beni hâlâ dirilerden saysaydık
Sebeb-i hayatım olurdu bir tek teli.

DERGÂH, Haziran, 2012