Avrupa’nın köle ahlâkıyla malûl
serfleri, endüstri devriminin verdiği hızla terakki etmiş ve burjuva haline
gelmiştir. Burjuva kelimesini ideolojik bağlamının verdiği çağrışımlardan
kurtarmak için “orta tabaka” diyelim. Özal’ın pratik zekâsı, çene özrünü
sakalla kapatmaya çalışan resmi sosyologumuzu/sosyologları hâlâ kızdırsa da bu
halk kesimine “Orta direk” demişti. Biz de öyle diyelim. Para saymayı ibadet
haline getiren Avrupa’nın muhterisleri, devlet müdahalesini kendi çıkarlarını
zedelediği için “Dokunmayın yapsınlar, dokunmayın geçsinler; dünya nasıl olsa
dönmektedir!” diyorlardı. Aslında bize dokunmayın, dünyayı biz döndürelim demek
istiyorlardı. Kısa zamanda bu yolun çıkmaz olduğunu anlayınca, önce devletle
sulh imzaladılar; ardından “sosyal devlet” gibi masum kıyafetli bir kavramı da
kullanarak devlet oldular. Bugün dünyadaki bütün devletler derece derece “orta
direk”e yani burjuvaya dayanan devletlerdir. Orta direğin sağlam olduğu
toplumlar genel refah açısından daha az problemlidir ama mutlaka problemlidir.
Çünkü kapitalizmin basit semt pazarından devşirilmiş normlarını ve normatif
demokrasisini, ancak “orta direk”in ahlakı, adil ve kabul edilebilir bir
çizgiye çekebilir. Orta direğin sağlam olmadığı toplumlarda ya bizde olduğu
gibi darbelere teşne ve güvensiz ““müsaadeli demokrasi”ler, ya da faşizmler
vardır. Müsaadeli demokrasi, orta direk zayıf olduğu için kararsızdır; zaman
zaman uygulamalı faşizme dönüşebilir.
Avrupa’yı ve ABD’yi bugünkü
refah düzeyine getiren halkın içinden çıkan ve gözükara, risk üstlenen,
maceraperest müteşebbislerdir. Bunların artması ve kuvvetlenmesi toplumlarının
büyük bölümlerini kapsayan ve tarihin gördüğü en dinamik güç olan “burjuva”yı
doğurmuştur. Burjuva, paraya tapmak ve saymakla bir şey olunamayacağını
anlayınca Ortaçağ’ın aristokratlarının zevklerini ve tabiatlarını kendilerini
meşrulaştırıcı ve keyfiyet katan bir katma değer olarak sahiplendiler. Bizde
ise burjuva denilince, devlet eliyle ve halkından kopmak suretiyle devlet
desteği gören “yarı resmi burjuva” akla gelir. Bunlar devlet tarafından
seçilmiş müteşebbislerdir, kendiliğinden bir “orta direk” oluşumunu engellemek
için vazifelidirler. “Yarı resmî burjuva”nın Türkiye’de gerçekleşen modern ve
post modern darbelerin teşvikçisi, post-modern darbede olduğu gibi şakşakçısı
İktidarın Dört Atlısı
W. Mills, Amerikan iktidarını tasvir ederken
dört payanda oluşturuyor: İktisadî, siyasî, askerî ve epistemik cemaatler.
Feodal birimler çokluktan dörde inmiş ve kapitalizm biçimlenmiştir. Dörtlü
iktidar yapısı, “orta direk”in zayıf olduğu toplumlarda halk tabanını
sindirmeye en uygun sistem demokrasidir. Demokrasi: refah seviyesini
yükseltecek bir iktisadî cemaat; iktisadî cemaatle halk arasında bağ kurarak
kâr paylaşımını hukukileştiren siyasî cemaat; ülke içinde ve dışında sistemi
savunan askerî cemaat; üç derebeyinin imkân ve faaliyet alanını genişletmek
için sektörel hizmet gören ve müşteri hazırlayan epistemik cemaat
organizasyonudur. Bu cemaatler, kendi içlerinde güç dağılımı yaparlar ve
birbirlerine karşı güvensiz de olsalar tahammül göstererek bir nevi
bütünleşmeyi sağlarlar. Avrupa/Amerika demokrasilerinin esası budur; temeli
yine sahip oldukları müteşebbis ahlâkıdır. Avrupalı ve Amerikalı müteşebbis
devleti demokratlaştırmıştır, bu sayede de kendi toplumlarının refah
sınırlarını genişletmiştir. Refah düzeyi yükselen ve adam yerine konulmanın
hazzını yaşayan yığınlar bu aristokrasiden bozma demokrasiden memnundurlar. Oh
ne âlâ; proleterler beyazlaşmış, sendikalar sararmıştır; sendika patronları
toplu sözleşmesini yapar, gönül rahatlığıyla kahvesini höpürdetir.
21. yüzyıla girerken, iktidar yapısında
büyük bir değişme olmadı; ancak dört atlı artık, attan indi ve şatolarına
oturdular. Müteşebbis ahlakı, teşebbüsü terk ederek para vasıtasıyla dünya
halklarıyla oyun oynamaya başladı; batırıyor, çıkarıyor, yıkıyor, yeniden
yapıyor; kazanıyor. Bu hâl, "Kapitalizmin İncili"nin yazarı Adam
Smith'in derinden derine "kâr eden ar etmez" anlayışından beklediği
"erdemli toplum ve düzen" idealini yalana çıkarmaya yetmiştir.
Teşebbüs yeteneği, güzel ahlak doğurmaz; tersine bed huylu adamların
arsızlığını artırır. Güzel ahlaklı adamların müteşebbis olması, erdemi
beraberinde getirir ve ziyadeleştirir. Batılı müteşebbisin kök değerleri,
onları arsızlaşmaktan kurtaramamıştır. Batının ve belki öncelikle Amerika’nın
sonunu da bu arsızlaşma getirecektir. Çünkü müteşebbis ahlakında dönüşümün reel
zemini halk tabanıdır. Batılı toplumlar artık kültür sahibi ve kültürü
yenileyen dinamizmini yitirmiştir.
Türkiye'nin Atlıları Ve Yeni Orta Sınıflar
Türkiye, mukallit bir ülkedir. Batı'da kendi
bütünlüğü içinde ne kadar asalet ibraz eden olgu varsa "dakikalık
fotoğraf" çirkinliğinde hepsi bize aktarılmıştır. Türkiye'nin aklı
yetikleri, Osmanlı’nın feodal olmadığını anlayamadan batı modeli kapitalist
olmuştur, çünkü tarihten uzak durmak terakkiperverliğin ön şartıdır. Osmanlı
bakiyesi aydın ve rical de bu dünyadan göçünce, tarihten ve hakikatten uzak
devrimciler(!) şeklen batı demokrasisine benzeyen bir sistemin seçkinleri
oldular. Bu acayip kapitalizm, müteşebbis oluşturmak için aç gözlü bakkallara
devlet rantını peşkeş çekmiş, bu sonradan görmeler zümresi de müteşebbis
numarası yaparak malı götürme ekonomisini inşa etmişlerdir. Mafya ahlakı ile
müteşebbis ahlakı bütünleşmiş, devlette etkin konuma yükselmiştir. Banka
hortumlamak, ihale kotarmak, gazetecilik yapmak, milletvekili seçtirmek, darp,
harp, ihtilal v.s. tamamen bu seçkinlerin ürünüdür. Sistem DP iktidarından
sonra, sırf iktidar koltuğuna oturtmadığı için milletin tercihlerine karşı
"Milli Mücadele(!)" yaveleri okuyan Hitlercikler üretmiştir. Zaman
zaman müsaadeli demokrasi, denetimle faşizme dönüşmüştür. İç ve dış düşman
üretim merkezleri; bilim yerine yanaşık düzen yürümeyi talim eden ve ettiren
epistemik cemaat; devlet adamı olmanın sadece jest ve mimiğini öğrenmiş ödlek
siyasetçiler… İstisnasız hepsi bunların bu seçkinler kadrosunun ürünüdür. Bizim
de atlılarımız vardır ama serveti ve gücü yalnızca kendi aralarında dönen bir
iktidar aracı olarak kullanırlar. Tabandan gelen her kıpırtı tehdit, tehdidi
bastırmanın yolu “Ordu Göreve” çağrısıdır.
Özal dönemi kısırdöngülerle gelen yakın
tarihin çatallaşma anıdır ve devrimcilerin hayal bile edemediği olağanüstü
devrimlerle doludur. Özal “Orta direk”i yani gerçek anlamda halkı keşfetmiş;
yeni ve reel sosyolojik tabanı olan bir “orta direk”in yükselişini
hissetmiştir. 12 Eylül modern(!) darbesi, demokrasiye geçmek için oylama
yapınca halkın çoğunluğu bunlar gitsinler diye anayasaya evet demiştir. Ancak,
Evren Paşa’nın Partisi’ni de bir celsede siyaset sahnesinden silmiştir. Bu yeni
bir dalgadır, daha bir müddet liderini sahnede görsek de AP’yi iktidara getiren
dalgadan çok ama çok farklıdır. Ve ilk defa bugünlerde KOBİ olarak adlandırılan
yeni işletmeler boy vermeye başlamış, yeni patroncuklar Özal zamanında,
bazıları da Özal’ın davetiyle ilk defa yurt dışına çıkmaya başlamışlardır.
Özal’dan sonrakilerin ise halkla, “orta direkle” bağlantılarını derhal
koparmış, kısa sürede eski seçkinler düzeninin tek temsilcisi olan “Ortanın
Solu” çizgisinden daha koyu bir totaliter çizgiye kaymışlardır. ANAP’ı iktidara
taşıyan aynı dalga RP’yi iktidara taşıyınca da post modern darbe(!) zuhur
etmiştir. Bu harekâtın gerçek bahanesi RP’nin dış politikadaki keskin duruşudur
ve tamamen dış desteklidir. Darbenin millîsi olmaz ama Türkiye’de yaşanan ve
lider kadrolarının bile belki fark edemediği kadar gayr-ı millî bir zeminde
gerçekleşmiştir. Özellikle bu teamül dışı(!) darbe sonucunda askerî kurum ciddi
yaralar almıştır.
AK Parti “Orta direk”in büyük bir cevabıdır
ve en az post-modern darbe kadar sıra dışı bir olaydır. Refah kadrolarının ve
tabanının cevvaliyetle bu partiye geçişini dindar-laik ekseninde almak hatadır;
bu hatayı sürdürenler de daima sandığa toslayacaktır. Görünen o ki “Ortanın
Solu”ndan hâlâ en ufak bir sapma göstermeyen ve hâlâ paşasının partisini
kullanan politikacılar olayın farkında değiller. Bir zamanlar okumuş
yazmışların, yüksek bürokratların v.s. odağı olarak görülen kadroların düştüğü
fikirsizlik ve kavrayışsızlık vahimdir. Çünkü Türkiye’nin en büyük noksanlığı
“Orta direk”i hisseden, devletçi değil toplumcu; seçkinci değil halkçı bir sol
yahut sosyal demokrat eğilimin olmayışıdır. Çarşaf açılımı(!) çok arandı mı
bilmem ama dâhiyane bir keşiftir. Kâşiflerin kavrama düzeyi ise ancak mizah ve
karikatür konusu olabilir.
RP dini eğiliminden değil, adına yanlışlıkla
TÜSİAD denilen ve “Devlet Eliyle Zenginleyenler Organizasyonu” başta olmak
üzere sivil(!) güçlerin iktidarı kaybetme korkusundan dolayı hedef seçilmiştir.
Bu sözde endüstriyellerin kuruluşu, DEZO kod adıyla yazılmalıdır. Askerî hangi
saikin harekete geçirdiği bize malum değil… Ama başta DEZO ve yanında iki
birbirine zıt görünümlü ve birinin başında da sol ve devrimci olduğunu beyan
eden “D”, diğerinde Türkiye’ye işaret eden “T” harfinin varolduğu işçi
sendikaları çekmiştir. Bu sendikalara da Sarı İşçi Sendikalar demek ve SİSK
olarak kodlamak mümkündür. RP’yi tasfiye bahanesi olan hitabet marazlı
siyasiler ise asrımızın post-modern +18 aşk hikâyeleri “Fadime ile Müslüm”
yahut “Emire ve Kalkancı” gibi birer figüratif malzeme olmuşlardır. Esas dava,
Özal dönemine denk düşen hareketliliğiyle yeni orta sınıflardır. Çünkü
reeldirler, düzmece değildirler, kendiliğindendir ve en tehlikelisi köken
itibariyle yerli ve muhafazakâr bir karartı oluşturmaktadırlar. Ben bu yeni
orta sınıfların ve onların içinden sivrilen yeni müteşebbis namzetlerinin
ahlaken idealize edilecek kadar mazbut olduğunu düşünmüyorum. Az sayıda hak ve
adalet duygusuna sahip olanlar elbette vardır; ama çoğunluğu Hz. Ömer’in
kölesine karşı adaletinden bahsederken, yanındaki işçiyi asgari ücrete talim
ettirirken kanunu kullanan bir çarpıklığa sahiptir. Kapitalizmin ve onun
iktidar biçimi olan son yüzyıl demokrasilerinin çirkinliklerini ortadan
kaldıracak tek şeyin “Güzel Ahlak” olduğuna sonuna kadar inananlardanım.
Aynı reel orta sınıflar, AK Parti’yi
iktidara taşımışlardır. Ve aynı hastalıklar, yani “Güzel Ahlak” esasına uymayı
ikinci plana atarak, iktidar nimetlerini öne alma ve kendilerine “adalet
beklentisiyle” bel bağlayanları tepeleme, hiçe sayma bu iktidarda giderek
artan ve altını oyan bir düzeye yükselmiştir. Yanlış yere park etmesine rağmen
özellikle bir siyaset sosyolojisi klasiği olarak okunması gereken Kemal
Tahir’in “Yol Ayrımı” romanının anlattığı akıbet, bu gidişle mevcut iktidarı da
beklemektedir. Bunu kesinlikle temenni eden birisi değilim ve bu kaderin bir
daha yaşanmaması için “güzel ahlakı”n gereğini ihtar etmeyi millet-i merhumenin
zarara uğramaması için borç bilirim. Her şeye rağmen, bu iktidar karşısındaki
konuşlananlar beceriksizliğinden ve adaletsizliğinden değil, kendi beleşçi
iktidarlarını sürdürmek için muhalefet etmektedirler. Bu karakterlerini RP
iktidarını yıkma projesinde olduğu kadar sert ve alenen değilse de, Anayasa
Mahkemesinde görülen post-modern davada ve şu günlerde Amerika’yı kasıp kavuran
ekonomik buhranda gösterdikleri tavırla bir kez daha sergilemişlerdir.
“DEZO” Neden Ağlar?
Ekonomik buhranın merkez üssü ABD’dir ve en
çok etkilenen yer ise AB ülkeleri olmuştur, tabii doğal müttefik İngiltere
başta olmak üzere… Asya ülkeleri ve Türkiye’de elbette etkilenecektir ama en
azından tarihlere “Anayasa Fırlatma Vakası” (AFV) namıyla geçmeyi hak eden 2001
krizine benzememektedir. Bu mahalli vakayla başlayan kriz Türkiye’yi alt üst
etmiş, büyük ölçekli şimdiki kriz ise merkezi sarsmıştır. AFV krizi, halkı ve
KOBİ’leri fena vurmuştur, ama DEZO cemaatinin servetine servet katmış, iktidar
mevkilerini güçlendirmiştir. İlk defa büyük ölçekli bir krizin ABD ve
Amerika’yı sarstığını ama diğer ülkelerde derin hasarlara yol açmadığını
görmekteyiz. Başbakanın “Anayasa kitabı ve ansiklopedi teşbihi” mesuliyetinin
bir gereği; birilerinin “Ne yani kriz yok mu?” taarruzuyla krizin psikolojik
boyutta derinleşmesini sağlama çabaları harc-ı âlem bir muhalefet tavrıdır; bu
tavır alışılagelmiş bir şeydir. Garip olan, iktisadi krizlerin psikolojik
boyutunu pekâlâ bilen DEZO’nun ful aksesuar boy göstermesi ve feryat figan
ağlamasıdır.
DEZO neden ağlar? Çünkü krizin Türkiye’yi
derinden vurmayışına üzülmüştür. Vursaydı, yeni orta sınıfların ve derin rakip
görülen yeni müteşebbis hareketinin sekteye uğraması kaçınılmazdı. İktisadi
gibi görünen bir siyasi tavırdır bu… Ve mevcut iktidarın reel tabanının şimdiye
kadar ilk kez bulmuş olduğu manevra alanı en azından daraltılmak istemektedir.
DEZO’nun post-modern dönemdeki sabıka kaydından dolayı, başbakanı kriz
konusunda uyarma; hükümete yol gösterme gibi gerekçeleri inandırıcı
gelmemektedir. Esas rahatsız olunması gereken, zaten fakirlik sınırının altında
olan insanların dertlerini dile getirmesi gereken “SİSK”in tavrıdır. Siyasi
meselelerde başta giden sararmış sendikalar, bu gibi konularda susmayı
yeğlemektedir; bu hal, muhalefetin görev dağılımı icabı değerlendirilebilir.
Güncel kriz ne kadar etkili olursa olsun,
değişmeyen tek şey, “Azdan az, çoktan çok gitmesi” gerçeğidir. Fakir
kesimlerden gidecek olan “az” onların zaten kolay olmayan hayatlarını daha da
zorlaştıracaktır. Orta direğin nisbi olarak varlıklılarından ve DEZO
zenginlerinden giden “çok” ise onların hayat tarzını ve tüketim
alışkanlıklarını çok da etkilemeyecektir. “Güzel Ahlak”ın ise halen güçlü olan
DEZO cemaatine ve giderek güçlenen “M” temayüllü neo-zenginlerin kısm-ı azamına
teğet geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tecrübe ile ve hakk- el yakîn
gördüğüm şey, mevcut iktidara destek veren ve iktidar gücünü de sonuna kadar
kullanmaktadırlar. Bu zümrelerin bir girişimcide olması “Kalkınma hırsları”na
diyecek yok, ama “Adalet” anlayışları zayıftır. Palazlanan önce mahallesini,
sonra “Yağan yağmurda beraber yürüdüğü” yakın dost ve arkadaşlarını terk
etmekte; hatta daha vahim hallere düşmektedirler. ABD, tüm dünyanın önünde
“Güzel Ahlak”tan nasipsiz bir süper gücün çöküşünü bize seyrettirmektedir. Güncel
krizin nedeninin “zulüm ve adaletsizlik” olduğunu söylediğimde, derin bir
iktisatçı dostum bıyıkaltından gülümsemişti. Öyle ya, kan ve zulüm kelimeleri
iktisat bilimine girmez, bilim dediğin ahlakî ve sübjektif yargılardan uzak
olmalı. Sanki ekranlardan sıçrayan kan, benim sübjektif yargım ve yanılgım.
Sonuç
Yazarınız siyasetçi değildir ama tecrübeli
bir vatandaş olarak siyaset ve iktisat hususunda yazma hakkına da, tecrübesine
de sahiptir. Yaşanırken farkına varılamayan, özellikle konumları gereği iktidar
kastına adım atanların göremediğini göstermek çabasındadır. Bu çabanın
kendisine bir şey kazandırmadığını ve kazandırmayacağını, tersine
kaybettirdiğini ve kaybettireceğini pekâlâ bilmektedir. Geleneğinde varolan
“Layiha Sunma” cesareti ise iktisadın ilminin babalarından Keynes’in bile
telaffuz etmek zorunda kaldığı bilimsel yasaya(!) itimadının tamlığındandır:
Uzun vadede herkes ölecektir! Gerçi Keynes, haklı olarak “Acil eylem, günü
kurtarmaktır!” demeye getirmiştir ama ölümün kapsam alanını iktisadı kat be kat
aşar. Değişmez hakikatler karşısında insanların davranışlarını ahlakları
belirler; buna iktisadi faaliyetler de dahildir.
“Uzun vade” düşüncesinin “Öte ile” alakasını
kurmak yerine, “Gün bu gündür” demeyi yeğleyen, azıcık palazlanınca yoldan çıkma
alametleri gösteren yeni girişimci namzetleri, şu halleriyle umut vaat
etmemektedir. DEZO’nun başına “M” gelecekse mevcut iktidar oyununun hiçbir
anlamı yoktur. Biz de buradan DEZO gitti, MEZO geldi deriz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder