Türkçe; dille
ilgili her konuda rüştünü ispat etmiş, reşit bir dildir. Bir dilin reşit oluşu,
etnik bir temele oturuşundan değil; dünyaya açık oluşundandır. Kelimeleri
kafatası kuturlarına bakmadan lügatine yerleştiren insanların feraseti, Türkçeyi
kâinatı okumaya elverişli, işlek bir dil haline gelmiştir. Osmanlılar döneminde
Türkçe tam bir tahammül mülküdür, bu mülkü inşa eden de Türklerdir. Hız
kesmesine rağmen hayli zaman dilimizin tehlikede olduğu konusunda panik havası
estirenlerin hakikaten bir endişeleri varsa; reşit bir duruşa sahip
olamayışlarından kaynaklanmaktadır. Dilin değil, dili taşıyacak ve yaşayacak
öznenin gönül zenginliği ve tefekkür ufku önemlidir; Türkçe ile dilin ereceği
her şey yapılır ama yapacak insan, yapacak zaman ve zemin gerekir; evvel insan,
yani felsefe, bilim ve edebiyat inşa edecek özne…
Özü sağlam ama
işlenmemiş bir kabile dilinden, uygarlık
diline doğru tekâmül, Türklerin İslamiyeti kabulleriyle başlamıştır. İslamî
kelime ve kavramların yaşayan Türkçeye yerleştirilişi tam bir hidayet haline
benzer; müslümanlıkla beraber Türkçe de bir tür hidayet hali yaşamıştır. Orta
Yol’un Türkleri kendi dillerinin omurgasını bozmadan Arapçasını diline yatkın
gördüğü dini ıstılahları Arapçadan; Farsçasını yatkın gördüklerini de Farsçadan
almışlardır. Türkçe bu kendi halinde gelişen macerayla iki cihanı ifade etmeye
elveren, efendi ve şahsiyetli bir dil olmuştur. Ziyaretçilerin Arapları merak
ederek sormaları üzerine bir hacı efendinin verdiği cevap, Türkçe ile Müslümanlık
arasındaki bağı pek arifane ifade eder:
- Ezan okuyorlar Türkçe…
- Kuran okuyorlar Türkçe…
- Konuşmaya gelince sapıtıyorlar!
Arapların
sapıttığı filan yok tabii; ama yaşayan Türkçenin ortalama bir Türk için din ile
olan bağı da ancak bu kadar güzel ifade edilir. Marazî öztürkçecilerin en büyük
rahatsızlığının da bu olduğunu zannediyorum.
Şahsiyetli dil, sahiplerinin
aynasıdır; Türklerin kıvrak zekâları, ince zevkleri başka dillerden neyi
alacağını neyi almayacağını tayin etmiştir. Kültürel temasımız olan yahut
beraber yaşadığımız topluluklardan da dip dedesini sormadan yığınlarca kelime
almışızdır. Devlet-i Aliyye’nin son yüzyılıyla beraber Türkçe şiir ve musiki ile
başlayan ve nihayet hukukta (Mecelle ile zirveye vuran) bir aydınlanma geçirmiştir.
Belagat ve fesahatin bozulmadığı ve dilde arınma diyebileceğimiz bir dönüşümün
yaşandığı bu olağanüstü hareketlilik, Türklerin taşıdığı hayatiyetin belki de
farkına varılamayan en derin şahididir. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak
altmışlı yıllara kadar dilin kendi tabiatı içinde yürüyen temiz bir akış söz
konusudur. Kelimelerin kafatasına bakmadan diline güzel yatanı kullanan ama
sağlam kavram ve ıstılahlara da dokunmayan edebiyat ve tefekkür dünyasının
yerine, süratle bugünlere doğru uzanan dilde bir fakirleşme ve ideolojik baskı
süreci yaşanmıştır. Birilerince hâlâ ısrarla sürdürülen bu tavrın amacı arınma,
sadeleşme değil; taammüden cinayettir. Temel amacı dilde laikçiliktir ama
sonucu İngilizcenin sokağa hâkimiyetidir. Bugün çoğu aydın(!) bir Türk gibi ve
Türkçenin anlam dünyasından hareketle değil, yabancı gibi ve yabancı dille
yazdığını tercüme ederek dilsizleşmiştir; bir halk türküsünü bile anlayamayacak
derecede kökten yabancılaşmıştır.
“Türkçe bilim
dili olmaya uygun değildir!” hükmünü veren bir YÖK başkanının yakın tarihimizin
önemli aktörlerinden oluşu niyeti de açığa vermektedir. “Türkçe,
bilim dili olarak yetersizdir. Türkçede kaynak kitap yoktur.” diyebilen anlı
şanlı profesörlerimiz bile vardır. Türkçenin bir suçu yok; suç başta bu kendine
özgü aydın ırkının, sonra Türklerin alayının. Dilinizi iyi bilseniz kitap yazardınız;
ecnebi lisanları iyi bilseniz süratle maarifi Türkçeye çevirirdiniz olurdu.
Tek yol Türklerin özne olması! Malumunuz Türkçe bir cümle çatılırken
özne başa gelir; işin başı özne olmak; yani: Olmak. 16/04/2011
_________________
Temrin Dergisi,Sayı:40
_________________
Temrin Dergisi,Sayı:40
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder