22 Haziran 2012 Cuma

TÜRKÇENİN KISA TARİHİ



Türkçe; dille ilgili her konuda rüştünü ispat etmiş, reşit bir dildir. Bir dilin reşit oluşu, etnik bir temele oturuşundan değil; dünyaya açık oluşundandır. Kelimeleri kafatası kuturlarına bakmadan lügatine yerleştiren insanların feraseti, Türkçeyi kâinatı okumaya elverişli, işlek bir dil haline gelmiştir. Osmanlılar döneminde Türkçe tam bir tahammül mülküdür, bu mülkü inşa eden de Türklerdir. Hız kesmesine rağmen hayli zaman dilimizin tehlikede olduğu konusunda panik havası estirenlerin hakikaten bir endişeleri varsa; reşit bir duruşa sahip olamayışlarından kaynaklanmaktadır. Dilin değil, dili taşıyacak ve yaşayacak öznenin gönül zenginliği ve tefekkür ufku önemlidir; Türkçe ile dilin ereceği her şey yapılır ama yapacak insan, yapacak zaman ve zemin gerekir; evvel insan, yani felsefe, bilim ve edebiyat inşa edecek özne…
Özü sağlam ama işlenmemiş bir kabile dilinden,  uygarlık diline doğru tekâmül, Türklerin İslamiyeti kabulleriyle başlamıştır. İslamî kelime ve kavramların yaşayan Türkçeye yerleştirilişi tam bir hidayet haline benzer; müslümanlıkla beraber Türkçe de bir tür hidayet hali yaşamıştır. Orta Yol’un Türkleri kendi dillerinin omurgasını bozmadan Arapçasını diline yatkın gördüğü dini ıstılahları Arapçadan; Farsçasını yatkın gördüklerini de Farsçadan almışlardır. Türkçe bu kendi halinde gelişen macerayla iki cihanı ifade etmeye elveren, efendi ve şahsiyetli bir dil olmuştur. Ziyaretçilerin Arapları merak ederek sormaları üzerine bir hacı efendinin verdiği cevap, Türkçe ile Müslümanlık arasındaki bağı pek arifane ifade eder:
-    Ezan okuyorlar Türkçe…
-    Kuran okuyorlar Türkçe…
-    Konuşmaya gelince sapıtıyorlar!
Arapların sapıttığı filan yok tabii; ama yaşayan Türkçenin ortalama bir Türk için din ile olan bağı da ancak bu kadar güzel ifade edilir. Marazî öztürkçecilerin en büyük rahatsızlığının da bu olduğunu zannediyorum.
Şahsiyetli dil, sahiplerinin aynasıdır; Türklerin kıvrak zekâları, ince zevkleri başka dillerden neyi alacağını neyi almayacağını tayin etmiştir. Kültürel temasımız olan yahut beraber yaşadığımız topluluklardan da dip dedesini sormadan yığınlarca kelime almışızdır. Devlet-i Aliyye’nin son yüzyılıyla beraber Türkçe şiir ve musiki ile başlayan ve nihayet hukukta (Mecelle ile zirveye vuran) bir aydınlanma geçirmiştir. Belagat ve fesahatin bozulmadığı ve dilde arınma diyebileceğimiz bir dönüşümün yaşandığı bu olağanüstü hareketlilik, Türklerin taşıdığı hayatiyetin belki de farkına varılamayan en derin şahididir. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak altmışlı yıllara kadar dilin kendi tabiatı içinde yürüyen temiz bir akış söz konusudur. Kelimelerin kafatasına bakmadan diline güzel yatanı kullanan ama sağlam kavram ve ıstılahlara da dokunmayan edebiyat ve tefekkür dünyasının yerine, süratle bugünlere doğru uzanan dilde bir fakirleşme ve ideolojik baskı süreci yaşanmıştır. Birilerince hâlâ ısrarla sürdürülen bu tavrın amacı arınma, sadeleşme değil; taammüden cinayettir. Temel amacı dilde laikçiliktir ama sonucu İngilizcenin sokağa hâkimiyetidir. Bugün çoğu aydın(!) bir Türk gibi ve Türkçenin anlam dünyasından hareketle değil, yabancı gibi ve yabancı dille yazdığını tercüme ederek dilsizleşmiştir; bir halk türküsünü bile anlayamayacak derecede kökten yabancılaşmıştır.
“Türkçe bilim dili olmaya uygun değildir!” hükmünü veren bir YÖK başkanının yakın tarihimizin önemli aktörlerinden oluşu niyeti de açığa vermektedir. “Türkçe, bilim dili olarak yetersizdir. Türkçede kaynak kitap yoktur.” diyebilen anlı şanlı profesörlerimiz bile vardır. Türkçenin bir suçu yok; suç başta bu kendine özgü aydın ırkının, sonra Türklerin alayının. Dilinizi iyi bilseniz kitap yazardınız; ecnebi lisanları iyi bilseniz süratle maarifi Türkçeye çevirirdiniz olurdu.
Tek yol Türklerin özne olması! Malumunuz Türkçe bir cümle çatılırken özne başa gelir; işin başı özne olmak; yani: Olmak. 16/04/2011
_________________


Temrin Dergisi,Sayı:40

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder