“Simge” kelimesi, kurum tarafından mahalli ve
çok kullanılmayan “sim”den[1]
türetilmiştir ve tutmuş gözükmektedir. Simgenin tam karşılığı alamet-i
farikadır; birşeyi başka bir şeyden ayırt eden işaret anlamına gelmektedir.
Hayal karşılığı olarak imal edilen “imge” de pek kullanılmayan “im” kökünden
türetilmiştir. “İm” kelimeciğinin de işaret, alamet anlamına geliyor olması işi
biraz karıştırmaktadır; zaten imalatçı da kökten, ekten değil, imgenin Fransızca
“image” kelimesine benzerliğinden hareket etmiştir. Kurum da, edebiyatçılar da olsa
teklif getirmelidir, ancak o teklifleri psiko-ideolojik[2]
nedenlerle herkes için mükellefiyet haline getirmek tedavi gerektiren bir
durumdur. Bu yazıda simge, “alamet-i farika” karşılığı olarak kullanılacaktır,
imge de bir varlık hakkında oluşmuş/oluşturulmuş ve gerçekliğiyle bağlantılı
olma zorunluluğu olmayan, hatta gerçekliği bulandıran, ama gerçeklik yerine
ikame edilen yaygın hayalî gerçeklik.
Simge reel bir olguya, ama o
olgunun başka özelliklerinin fevkinde göze batan ve önemliliğini kültürün
belirlediği bir hususiliğe dayanır. İmge (image, imaj) hayalgücünün bir
ürünüdür ve tahsis edildiği öznenin özelliklerine dayanması gerekmeyebilir,
hattâ günümüzde, eşyayla irtibat kurulamayacak bir özelliği görsel
cambazlıklarla varmış gibi göstermektir. İmaj (image) oluşturma; günümüzde
medya ve para gücünün desteğiyle gerçekleştirilen ve giderek profesyonelleşen
bir sektör haline gelmiştir. İmaj, modern insanın kalıcılığa önem vermeyen
iştahına uygun olarak, popüler simaların yüzü eskidiğinde, politik zaruret halinde
yahut bir ürüne yeni pazar imkânı açmak için gereken ve icap ettiğinde yenilenen
bir şeydir. “Akıl çağı”nın aklı, gerçeklikten kopuk imaj üretme rekoru kırarak
“akıl” denilen varlığı insanlardan uzaklaştırma görevini hakkıyla yerine
getirmiştir. İnsanlığın büyük bölümü “akıl gereği” gibi gözüken sanal
gerçekliklerle idare etmekte ve edilmektedir. Akıl sahipleri bütün dünyada
azınlık statüsünde yaşamaktadır.
İnsan simge ve imge üretme
donanımına sahip bir varlıktır ve bu onu biyolojik bir varlık olmaktan çıkaran
en önemli özelliğidir. Simgeler; kültür değerini kavramayı, tazelemeyi kolaylaştırır;
lisanı kuru ve donmuş bir kelimeler deposu olmaktan çıkararak, insanla bitişik
yaşayan canlı bir varlık haline getirir. İnsanın alamet-i farikası bu iki
haslet, hayat ve hareket kabiliyetini durdurmak ve biçimlendirmek kastıyla yürütülen
bir imalata dönüşmüş, gezegenimizi üretilen simge ve imgelere boyun eğen
insanlar kaplamıştır. Akıl ve hayalgücü,
simge sektörünün bir taşla vurduğu iki kuştur.
Akıl ve hayalgücünden mahrum
insanların demokrasisi, demokrasinin tarihî içeriğini ve içinde barındırdığı
iddiayı kaybetmiş; dünya patronlarının iktidarlarına çomak sokulmaması için
kullandıkları bir araç haline dönüşmüştür. Toplumlar, topluluklar “yenidünya
düzeni” hesabına düşman olarak tanımlanmakta, tanımlar simgeleştirilmekte ve oluşturulan
olumsuz imgelerle belirginlik kazandırılarak hedef haline getirilmektedir. İçinden
geçmekte olduğumuz bu olumsuz süreç, ancak faşizmin tarihi akışı ve ideolojik çeşitlenmesi
eşliğinde tahlil edilebilir.
A. İptidai Faşizm
Monarşik yönetim tarzı, siyaset
tarihinin uzunca bir zaman gözde düzenlerindendir. Monarkın adalet anlayışı, zekâ
seviyesi, alt takımının kalitesi monarşiyi başarılı ya da başarısız kılar. Bu sistemde
herşey monarkın becerisine bağlı olduğu için önceki monarkla sonraki monark
arasında uygulama birbirinden çok farklı olması sonucunu doğurmuştur. Adil bir
sultandan hemen sonra, berbat bir sultanın tahta oturması monarşi tarihinde çok
rastlanan bir durumdur. Monark beceriksizliğinden yahut alt kadrolarının yoldan
çıkarmasıyla ülkeyi batağa sürükler, halkta hoşnutsuzluk başlar. Bu zaman zaman
isyanlara sebep olur. İsyanlardan korkan monark sertliğe başvurur, kendine
halkı adaletle değil zulümle itaate zorlar. Bunun en canlı tasviri, Schiller’in
bir efsaneden yola çıkarak yazdığı şapkasını selamlattıran valinin hikâyesidir.
Tebaasının kendine bağlılığını,
arz-ı ubudiyet derecesinde görmek isteyen bir ceberut vali, şapkasını şehrin
kapısından giren herkesin önünden geçeceği bir yere dikmiş. Valinin şapkasını
selamlamadan geçen, dipçik zoruyla şapka dikili sırığın önünde diz çöktürülür;
direnen kişi ise asi ilan edilerek sualsiz idam edilirmiş. Sur dışında yaşayan
Wilhelm Tell oğlunu da yanına alarak şehre alışverişe gelir. Valinin zulmünden
haberdardır ve yüreği isyanla doludur, ama şapkaya selam buyruğundan haberdar
değildir.
Askerler, Wilhelm'i zorla
şapkanın önünde diz çöktürmek isterler, üstelik babasını “Aslan babam” diye
seven bir çocuğun gözü önünde… Wilhelm, direnir ve birkaç askeri pataklar; ama
sonunda derdest edilerek valinin huzuruna çıkarılır. Vali Wilhelm’i tanımakta,
ok atmada usta bir kişi olduğunu bilmektedir. Asi olmaya gerek yok, hüner
sahibi olmak vali için zaten yeterlidir. Wilhelm’e meydan dayağı yerine oğlunun
başına yerleştirilen elmayı okla vurma cezası verilir. Wilhelm sadağından bir
ok çıkararak yedekler, ikinci oku kirişe yerleştirir, yayı gerer ve elmayı
vurur. Şapkaya hürmetten usanan ahali müthiş sevinçlidir, tezahüratta bulunur.
Vali, Wilhelme birinci oku neden iğreti olarak kuşağına soktuğunu sorunca,
“Eğer oğlumu vursaydım, ikinci oku senin kalbine fırlatacaktım!” der.
Şapkasını selamlatmakla kendini
muktedir hisseden monarşik azgınlık, ilkel faşizmdir.
B-
Faşizmin Geçirdiği İdeolojik Ve Politik Terakki
Şapkasını selamlattıran valinin
kurduğu düzen, sosyal tabakalaşma açısından analitik kullanıma elverişli bir
“ideal tip”tir; bütün totaliterliklerin nüvesini taşır. Devlet iktidarının
kendini tekleştirmesi ve biricikleştirmesi sosyal tabakalaşma hiyerarşisinin
dikey ve yatay hareketliliğinin durdurularak; şapkanın yahut sarığın selamlanış
tür ve şiddetine göre derecelenen bir kast sistemine geçişle
sonuçlanır/sonuçlanmıştır. Şapkaya selam yönetimleri günümüzde kalmamışsa da,
siyasi literatürde faşizm olarak adlandırılan ileri versiyonları etkindir,
kaybolacak gibi de gözükmemektedirler. Şimdilik bütün saflığıyla belirlenen
faşist bir yönetim olmasa bile, faşizm bir düşünme biçimi ve bir teknik olarak terakki geçirmiştir.
a.
Modern faşizm
Modernite’nin tam ortasında
doğan ve modernliği değişmez bir tarifeye bağlamak isteyen Hitler, ırkının diğer
ırklardan üstünlüğüne, kendinin de ırkının en üstünü olduğuna inanıyordu. Hâl
böyle olunca tarihi de “üstün adam” belirlemeliydi. Fakat halkın kendine
inanması için düşmanlara ihtiyaç vardı, Hitler büyük hitabet gücüyle Yahudileri
ve Çingeneleri hedefe yerleştirdi; insan itlafının insanlığın selameti için hiçbir
önemi yoktu. Yahudiler olayı şahsileştirdiler, ama en yakında onlar vardı,
onlardan başlandı. Hitler ve avenesi hızını alamayarak bütün dünyayı Almanların
yöneteceğini vadeden uzun bir savaşa girdi. Alman halkında da böyle bir temayül
vardı ki her tarafa daldılar. Avrupa’nın diğer ülkeleri Hitler’e faşizmden
dolayı değil, kendilerini küçük gördüğü için kızıyorlardı. Pek çok Avrupa
ülkesi Yahudilere kucak açmadığı gibi, antisemitizmi zımnen onayladılar.
Yahudiler bu örtük faşizmden dolayı bütün dünyada “takıyye”yi hayatta kalmanın
yegâne yolu olarak benimsemişlerdir. Hegel’in tarihi belirleyen “Geist”ını
Hitler kendi ruhuyla özdeşleştirmişti. Fakat tarihin kemal noktası ve sonu olan
“Mutlak Devlet”in Germen malzemesiyle tahakkuku ideali sonuç vermemiş, tarih’in
sonu gelmemişti.
Avrupa ülkeleri faşizme
düşmanlıklarından değil, Almanya’nın gücüne karşı kompleksleri olduğu için
Hitler’i Amerika yardımıyla yok ettiler. Stalin Rusyası faşizmin yeni ikametgâhı
oldu. Stalin tek adam olur olmaz, Nazilerin gamalı haçı sembol edişlerine
benzer bir hareketle “Moskova patrikliği”ni kurarak kendine millî-dinî bir
zemin oluşturdu. Hitler’in nasyonal sosyalizmi Stalin’e örnek teşkil etti. En çok
Türk unsurları soykırımdan geçirdi. Bu soykırım Hitler kıyımından daha çok
insanın ölümüne yol açtıysa da; Avrupalılar, Çinliler, Ruslar ve onların mahallî
bayilikleri tarafından da üstü örtüldü, örtülmektedir. Stalin tarihin en büyük
andıç ustasıdır, düşmanları için dosyalar oluşturmuş, o dosyalar vasıtasıyla
kendine rakip gördüğü herkesi tepelemiştir. Stalin Hitlerin yalnız tarzını
değil düşmanlıklarını da tevarüs etmişti, Türklerden fırsat bulur bulmaz Yahudi
temizleme hareketi başlattı ve antisemitizmi Rusya’ya yaydı. Ölümünden sonra
Ruslar Stalin’in yaptığı herşeyin baştan ayağa sakat olduğunu, andıçlarla
yazdığı devrim tarihinin sahte olduğunu anladılar. Lenin’in yanına eştikleri
mezarını kaldırıp devrimciler mezarlığına götürdüler. Marx’ın “Geist” yerine
ikame ettiği “Sınıf Bilinci” mistifikasyonu da işe yaramamış, modernite Sovyet
eliyle de mutlak bir tarifeye bağlanamamıştı; tarih hâlâ devam ediyordu.
b.
Post-modern faşizm
“İkiz Kule” saldırıları ile uç
veren demokrasi-faşizm matriksi, gerektiğinde Hitler’den gözü kara katliamlar ve
savaşlar planlayabilen organize bir faşizmdir. Andıç üretme kabiliyet ve imkânı
Stalin Rusyası’na oranla daha gelişmiştir; eğitilmişler, medya ve terör sektörü
aynı anda kullanılarak, üretilen ve ötekileştirilen düşmanı süratle vurulabilecek
bir hedef haline getirebilen bir teknik geliştirmiş olmasıdır. İnsanın simge
üretme ve simgeleştirme özelliklerini “Birinci Kuvvet” yardımıyla yönlendirdiği
ve demokrasi ile iç içe geçirilmiş bir “matriks”e sahip olduğu için bu yeni ideolojik
versiyonunun adının “post modern faşizm”
olarak adlandırılması mümkündür. Simgeler ve imgeler akıl gereği ve gerçekliğin
ta kendisi gibi takdim edilerek hem hayalin, hem aklın dondurulması
modernitenin ideallerinin de sonudur. Sonrası, zamanın sonuna kadar elbette
olacaktır.
Son model faşizm uyarlamasının
en canalıcı özelliği, düşmanlarını ve düşmanlarını canlı hedef haline
simgelerini az sayıda ve iyi örgütlenmiş derin iktidarın oluşturmasıdır. Medya ise, Nixon’un tahttan indirilmesinden
beri resmiyet kazanmış, onaylanmış birinci güçtür. “Matriks”in en etkin silahı,
artık tüm dünyada tekleşmiş ve “Dünya-Medya”[3]
haline gelmiştir. Dünya-Medya yenidünya düzeninin merkezince oluşturulan “karşı
simge”leri, kendi ülkelerine mahsus imgelerle doldurarak mahalli hedef haline getirmektedir.
Demokrasiyi yayma ve geliştirme adı altında geliştirilen ve oluşturulan
savaşların, darbelerin, krizlerin arkasında “demokrasi-faşizm matriksi” vardır.
Henüz bütün kurumlarıyla cesamet kazanmamış olan post modern faşizm üzerine
konuşmak bugün şart olduğu için konuşulmalı. Testi kırıldıktan sonra yapacak
bir şey kalmaz.
C-
TERAKKİ’NİN TÜRKİYE CEPHESİ
“Soğuk savaş bitti” cümlesinden rehavet
çıkaran gaflettedir. Savaş hiç soğumamıştır; dünyanın bir tarafı daima
kanamakta, ölüm ve korku kol gezmektedir. Faşizm de toprağa gömülmedi, baltası
elinde kurban aramaktadır. Hitler şahsında tecrübe imkânı bulan “Modern faşizm”
simgelerle hâkim oldu, simgelerine halkı zorla bağlayarak bütün sorular
karşısında tek cevapla yönetimini teknikleştirdi, “Heil Hitler” deyince herşey
bitiyordu. Avrupalılar faşizmin bittiğini zannedecek kadar aptal değildirler;
faşizm kendi ülkelerinden çıkmış, Stalin markasıyla Rusya’da ikamete
başlamıştı, işi Amerika’ya havale ederek kendi ülkelerini faşizmden korudular.
Lenin’in kurmay zekâsı, sosyalizm adına belki daha sıhhatli sonuçlar doğurabilirdi,
ama savaşın kahraman üreten ortamı Stalin faşizminin terör saçan iktidarını dünyanın
namuslu insanlarının başına bela etti.
Sovyetlerin çözülmesinden
sonra, tek güç olduğunu varsayan Amerika, terör ve medya sektörünün büyük
yardımıyla yeni bir dünya düzeni ideali çıkardı. Amerikan kurmayları, dünya
milletlerini kendi başlarına bırakmamak için önce düşmanlar belirledi, sonra
düşmanlarını simgeleştirdi. Simgeler insanların soru sormalarını engelledi,
amaç meydanın kamu alanı diktatörlerine kalmasıydı. Bu süreç çabucak
ihtiyarlayan Yeni Kıta’da ve acentelerinde bütün etkinliğiyle sürmektedir.
Hegel felsefesinin diyalektik imkânını keşfeden Fukuyama’nın “yenidünya
düzeni”ne biçtiği teorik kılıf da tarihin sonunu getiremeyecektir; umarım bu
gerçekleşemeyecek ülkü insanoğlu için pahalıya mal olmaz. Olan biten ve gelen herşey,
kendi dinamikleriyle kendini tazeleyemeyen ülkelerin entellektül dünyasını
daima çalkalamıştır.
a.
“Karşı devrim” tehlikesi oluşturma kabalığı
Türkiye, çok özel bir ülkedir. Türkiye dünya
için çok özel bir ülkedir. Hata, ülkemizi Avrupa’yla, Asya’yla filan mukayese
etmek hata, daha vahimi ise bu mukayeselerden hareketle konum belirlemek ve konjonktüre
göre konsept oluşturmaktır. Kuşatılmış bir ülkeyiz; tarihimizi, gündemimizi, geleceğimizi
kendimiz belirlemek için bütün yerlilerin meskenetten kurtulması gerekir,
meskenetin sonu zillettir.
Sovyet ideolojisinin Türkiye uzantıları,
hep karşı devrim yaygarası koparmıştır. Sovyetlerin çevre ülkelerdeki uzantılarını
irtica üzerine yönlendirmesi, sanal “karşı devrim” tabanı oluşturma taktiğiydi.
Nasıl olsa Hz. Marx’ın tezi işleyecek(!) (tanklar Türkiye’ye yürüyecek), günün
birinde komünist devrim gerçekleşecekti; ama tezin başına kaza gelmemesi için
karşı devrimcilerin yolu da kesilmeliydi. 31 Mart ve benzeri vakaların aslı esası
çok önemli değildir. Derin kurmaylar; karşı devrim namzedi(!) perişan halk
ekseriyetinin ensesine her fırsatta binmek için, 31 Mart miladıyla “irticanın
kısa tarihi”ni oluşturmuş; hâlâ stratejik amaçlarla kullanılan bir broşürünü
yazmışlardır; sol her zaman “irtica” karşıtlığıyla tezgâhtaki yerini almıştır.[4]
Marksistler, ta o zamanlarda Amerikancı güçlere bir nevi “biz de sizdeniz”
mesajı vermiş ve patron tarafından daima değerlendirilmiştir; çünkü patron şavkımasını
sevdiği için Türkiye’ye yeşil kuşak takmamıştı. Olmayan bir “Karşı devrim” gücü
oluşturmak suretiyle, muhtemel bir devrim tehlikesini bertaraf etmek için en
uygun malzeme “irtica” idi. Bu malzemenin kullanılarak, sanal karşı devrim ve devrimci
inşa etmenin, tüm dünyaya örnek gösterilecek uygulaması başarılmıştır. Gelecekte
üniversiteler ve soğuk savaş uzmanları bu uygulamaları pek çok açıdan ders olarak
okutturacaklardır, Batı’da belki de okutulmaktadır. Devletin derinlerinde ise irticanın
sanal olduğunu bilen; ama Amerika’yla stratejik ittifak icabı, “karşı devrim”
tabanını “komünist karşıtı” olarak kullanan ve konuşlandıran bir siyaset söz
konusuydu. Milliyetçi-mukaddesatçı söylem Sovyet tehlikesine karşı işe
yaramaktaydı. Aslında karşıtlar aynı gayeye hizmet ediyordu; bugün bu birlik
çok daha net gözükmektedir: Tez-Antitez-Yaşasın Amerika; işte solumuzun
diyalektik sefaleti…
Sovyet ideolojisinin nüzul
sebebi(!) SSCB idi, sebep ortadan kalkınca kurmayların da, ortalığın solunun da
eli boşta kaldı. Şipşakçı sosyalist devrimciler kendilerine hemen görev
çıkararak, vakit geçirmeden “Yeni Dünya Düzeni” matriksinde yerlerini aldılar.
Milliyetçi-mukaddesatçı söylemle iş tutan merkezin sağdan çarklı eski politikacıları
ise, zaten “yenidünya düzeninin” patronunun eski figürleriydi. Amerika onları
nasıl anti-komünist güç olarak kullandıysa, şimdi de irticaya (İslam dünyasına)
karşı kullanmaktadır; çünkü demografik, siyasi ve iktisadî varlığıyla “yenidünya
düzeni”ne çomak sokacak ciddi tek potansiyeldir. Türkiye ise demokrasi tabanı,
insan materyali ve tarihi itibariyle en tehlikeli coğrafya ve konumdadır. “Stratejik
ortaklık” uzunca bir zaman Amerika için stratejik, ortakları açısından Amerika’nın
stratejisine katılmaktı; bugünlerde yaşanan bir tavır değişikliği vardır, ancak
sonunun nasıl bağlanacağı kestirilemez. 28
Şubat sonrasında eski kriptolarla, sağın pörsük liderinin sahnede Rus usulü dudak
dudağa öpüşmeleri en post-modern kartpostal; gelecekte de iyi okunması gereken
bir tarihi vesikadır.
Uzunca bir süredir karşı devrim
tehlikesi “Yeni Dünya Düzeni” için var ve irtica yine en baba hedef… Ortadoğu
ülkelerinden ve özellikle Türkiye’den başka hayat sahibi ve yeni gelecek
vadeden halk da kalmadı zaten. “Yeni Dünya Düzeni” proletarya diktatörlüğüne
denk düşüyor olmalı ki, soğuk savaş dedikleri dönemin güya sol ve devrimci
şahıs kadrosu, parkalarını atarak ve ipek kravat takarak ful-aksesuar patronlar
namına iş görmeyi yeğlemektedirler.
b.
“Karşı simge” oluşturma inceliği
İrtica çok bulutlu,
Sovyet kriptolarının sulandırdığı bir kavramdı. Stalin’in kaba tekniği de
demode idi. Nikson’un medya tarafından paralanmasıyla başlayan ve Reagan
döneminde teknikleşen süreçte Dünya-ekonominin büyük patronları bu soğuk savaşa
post-modern bir hüviyet kazandırdılar: Terakki, Sovyet usulü sanal “Karşı
devrim ve devrimciler” oluşturma sertliğinin, medya vasıtasıyla inceltilerek “Karşı
simge ve imge” oluşturma operasyonuna tebdilidir. Patronlar kendilerini sağlama
almak için en az kendileri kadar karanlık terör örgütleri, düzmece meczuplar,
resmi şirketler, gazeteler ve daha pek çok çelpeşik enstrümanlarla anında
tepeleyebileceği düşmanlar oluşturmakta ve oluşturduğu düşmanlara da takunya,
türban, Usame sakalı, Müslim şalvarı, gibi etkili imgeler bulmakta
zorlanmamaktadır. Post-modern faşizm kendini tahakkuk ettirmek için karşı simge
oluşturma ve o simgenin içini imgelerle doldurarak kendini zinde tutma yöntemini
benimsemiştir.
Amerikanın bile bazen
mağduru olduğu beynelmilel şebekenin ilgilendiği her ülkede, kendi yanlılarını
zinde tutmak için çok iyi seçilmiş bir “karşı simge”si mutlaka vardır. Simge
oluşturmanın altın kuralı, tarihi ve kültürel bir zemin bulmak olduğu kadar,
bugün de somut bir halk tabanına oturuyor olmasıdır. Mesela, “karşı devrim”
namzedi irtica, ince ayarlarla türban simgesine kavuşmuştur. Türban
başörtülülerin kendilerine seçtiği simge değil, işbirlikçi derin güçlerinin onlara
biçtiği simgeleştirmedir.
28 Şubat’ın en önemli ve
darbecilerce hesaplanamayan yan ürünü, darbeciler ve darbeye destek verenlerin çıkar
birliğinin medyanın bile örtemediği kadar ayyuka çıkmasıdır. Renklerini locaların
duvarlarına yüz sürmeye borçlu “Beyazlar”, eski solcular, merkezin anti-sovyet
geçinen sağdançarklıları, matriks yönetiminin dayanılmaz kârlılığına her alanda
teslim oldukları için, rollerini abartarak yerine getirmektedirler; ne var ki,
rol kesme (imge oluşturma) başarıları arttıkça, inandırıcılık katsayıları
düşmüştür. Amerika, bu inandırıcılık katsayıları düşüklere 2007 seçimlerinin
hemen arifesinde “Dijital muhtıra” ve “cumhuriyet mitingleri”ne lakayt kalmak
suretiyle bir şans tanımıştır. Halkın mevcut iktidara teveccühü, “Cumhuriyet’in
başyazarı”nın Amerika’yı darbe yaparak, iktidarı kendilerine teslim etme
çağrısını cevapsız bıraktırdı. Elbette tatminsiz darbecilere cevap verilecek
değildi ama başyazar dediğin de neticede bir suflördür. Aslında Amerika da bir
yol ayrımındadır; terör konusunda bu günlerde gösterdiği mertliğin bir taktik
olup olmadığından emin değiliz.
D- SONUÇ: POPPER BİLEREK YANILDI
Popper, Amerika’yı ve Büyük
Britanya’yı “Açık Toplum” adına ümit ve heyecanla yadetmişti. Çünkü bu mühim
filozof, Adolf Hitler zamanını yaşamıştır. Führer’in adı anıldığında bile
imgesi her tarafı kuşatır ve herkes “Heil” deyip ayağa kalkarak selama durur.
Ne başka bir imge vardır ne de simge; şefin bıyıkları her tarafa batmaktadır.
Popper, “Açık toplum” derken ve en olmayacak iki ülkeyi umut verici bulurken
bir gerçeği değil temenniyi dile getirmiştir. Popper’in siyaset kuramı
oluşturulduğunda, Demokrasi-faşizm matriksi yoktu, “Matriks” filmi de
çekilmemişti. Aslında bugün “Açık Toplum” umudu Türkiye başta olmak üzere,
Popper’in tanıyamadığı ülkelerdir.
ABD uygarlık tarihinde metazori
misyon üstlenmiştir, henüz insanlık hayrına memnuiyet verici bir vizyonu ise yoktur.
Coca-cola, Marlboro, Rock'n Roll’dan sonra insanlık âlemine ve
özellikle bizim coğrafyamıza en büyük katkısı demokrasi-faşizm matriksi olmuştur. Matriks’in Türkiye ayağı
ABD’nin ikircikli politikalarından kuvvet almakta; sivil darbeciler daima
kendilerine tetikçilik yapacak zinde kuvvetleri tahrik etmektedirler. Demokrasi
imgelerin ve simgelerin özgür olduğu ve özgürce yarıştığı rejimdir. Bu özgürlük
olmayınca, beynelmilel şebeke devreye girerek, halkı ve halkları birbirlerine
kırdırmaya yönelik simgeler oluşturmakta güçlük çekmemektedir. Kimse ne
olduğunu anlamadan, kendini bir simgenin altında bulmakta ve işin garibi
dezenformatif yönlendirmelerle sahiplenmektedir.
Demokratik-Laik hukuk devleti
kendi için simge üretmez, üretilmiş simgeleri alamet-i farika olarak seçemez,
çünkü onun varlığı farklı simgelerin (alamet-i farikaların) garantisidir. Bu
görev, insanı insanın şerrinden korur. Demokrasinin müstesna yeri, mükemmellik
iddiasıyla hareket ettiği için ortak adı faşizm olan yahut faşizmle matriks
oluşturan uygulamalardan farkı, mükemmeli aramaya imkân veren rejim oluşudur.
Türkiye seçkinlerinin henüz
farkında olamadığı bir vizyonu sadrında barındırmaktadır. Amerikanın kuruluş
macerası toplam beş asırdır, bizim ise sadece Anadolu tarihimiz on bin seneyi
aşar. “Yeni dünya düzeni” bize ne misyon bağışlayabilir, ne de vizyon...
Liderlerimizin, bilim ve kalem erbabının, müteşebbislerin, Türkiye’yi seven her
meslek ve meşrepten insanın faşizmin her türlü ideolojik versiyonundan ve
özellikle konjonktürel olmasını temenni ettiğim demokrasi-faşizm matriksinden
başlarını çevirip, kendilerine bütün dünya insanlarına umut zerkeden bir vizyon
belirlemeleridir. Konjonktüre göre konum belirlemek, tarihin yalnızca figüranı
olmaktır.
Demokratik-Laik
hukuk devleti kendi için simge üretmez yahut üretilmiş bir simgeyi alamet-i
farika olarak seçemez, çünkü onun varlığı farklı simgelerin (alamet-i
farikaların) garantisidir. Bu görev, insanı insanın şerrinden korur.
Demokrasinin müstesna yeri; mükemmellik iddiasıyla hareket ettiği için ortak
adı faşizm olan yahut faşizmle matriks oluşturan bütün uygulamalara nispetle daima
mükemmeli
[1] . Sim: İşaret (Adana yöresine
aittir. Şimdi kullanılmamaktadır.)
[2] . Psiko-ideolojik: Aklı süzgeç
olarak kullanma tembelliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, devamlılığı hali
tedavi gerektiren ruhî bir bozukluk türü ve tavrıdır.
[3] . Dünya-medya: Ulusal
martavalıyla yutturulmaya çalışılan medyanın, gerçekte tekleştiğini vurgulamak
için türetilmiş bir kavramdır.
[4] . Bu olaylar üzerine çok ciddi
ve ikna edici çalışmalar yapılsa da, “31 Mart” misyonunu tamamlamadıkça
ciddiyet hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü Türkiye tefekkürle değil,
gazeteyle beslenmektedir.