28 Şubat 2014 Cuma

DEMOKRASİ-FAŞİZM MATRİKSİ

 “Simge” kelimesi, kurum tarafından mahalli ve çok kullanılmayan “sim”den[1] türetilmiştir ve tutmuş gözükmektedir. Simgenin tam karşılığı alamet-i farikadır; birşeyi başka bir şeyden ayırt eden işaret anlamına gelmektedir. Hayal karşılığı olarak imal edilen “imge” de pek kullanılmayan “im” kökünden türetilmiştir. “İm” kelimeciğinin de işaret, alamet anlamına geliyor olması işi biraz karıştırmaktadır; zaten imalatçı da kökten, ekten değil, imgenin Fransızca “image” kelimesine benzerliğinden hareket etmiştir. Kurum da, edebiyatçılar da olsa teklif getirmelidir, ancak o teklifleri psiko-ideolojik[2] nedenlerle herkes için mükellefiyet haline getirmek tedavi gerektiren bir durumdur. Bu yazıda simge, “alamet-i farika” karşılığı olarak kullanılacaktır, imge de bir varlık hakkında oluşmuş/oluşturulmuş ve gerçekliğiyle bağlantılı olma zorunluluğu olmayan, hatta gerçekliği bulandıran, ama gerçeklik yerine ikame edilen yaygın hayalî gerçeklik.
Simge reel bir olguya, ama o olgunun başka özelliklerinin fevkinde göze batan ve önemliliğini kültürün belirlediği bir hususiliğe dayanır. İmge (image, imaj) hayalgücünün bir ürünüdür ve tahsis edildiği öznenin özelliklerine dayanması gerekmeyebilir, hattâ günümüzde, eşyayla irtibat kurulamayacak bir özelliği görsel cambazlıklarla varmış gibi göstermektir. İmaj (image) oluşturma; günümüzde medya ve para gücünün desteğiyle gerçekleştirilen ve giderek profesyonelleşen bir sektör haline gelmiştir. İmaj, modern insanın kalıcılığa önem vermeyen iştahına uygun olarak, popüler simaların yüzü eskidiğinde, politik zaruret halinde yahut bir ürüne yeni pazar imkânı açmak için gereken ve icap ettiğinde yenilenen bir şeydir. “Akıl çağı”nın aklı, gerçeklikten kopuk imaj üretme rekoru kırarak “akıl” denilen varlığı insanlardan uzaklaştırma görevini hakkıyla yerine getirmiştir. İnsanlığın büyük bölümü “akıl gereği” gibi gözüken sanal gerçekliklerle idare etmekte ve edilmektedir. Akıl sahipleri bütün dünyada azınlık statüsünde yaşamaktadır.
İnsan simge ve imge üretme donanımına sahip bir varlıktır ve bu onu biyolojik bir varlık olmaktan çıkaran en önemli özelliğidir. Simgeler; kültür değerini kavramayı, tazelemeyi kolaylaştırır; lisanı kuru ve donmuş bir kelimeler deposu olmaktan çıkararak, insanla bitişik yaşayan canlı bir varlık haline getirir. İnsanın alamet-i farikası bu iki haslet, hayat ve hareket kabiliyetini durdurmak ve biçimlendirmek kastıyla yürütülen bir imalata dönüşmüş, gezegenimizi üretilen simge ve imgelere boyun eğen insanlar kaplamıştır. Akıl ve hayalgücü,  simge sektörünün bir taşla vurduğu iki kuştur.
Akıl ve hayalgücünden mahrum insanların demokrasisi, demokrasinin tarihî içeriğini ve içinde barındırdığı iddiayı kaybetmiş; dünya patronlarının iktidarlarına çomak sokulmaması için kullandıkları bir araç haline dönüşmüştür. Toplumlar, topluluklar “yenidünya düzeni” hesabına düşman olarak tanımlanmakta, tanımlar simgeleştirilmekte ve oluşturulan olumsuz imgelerle belirginlik kazandırılarak hedef haline getirilmektedir. İçinden geçmekte olduğumuz bu olumsuz süreç, ancak faşizmin tarihi akışı ve ideolojik çeşitlenmesi eşliğinde tahlil edilebilir.

A. İptidai Faşizm

Monarşik yönetim tarzı, siyaset tarihinin uzunca bir zaman gözde düzenlerindendir. Monarkın adalet anlayışı, zekâ seviyesi, alt takımının kalitesi monarşiyi başarılı ya da başarısız kılar. Bu sistemde herşey monarkın becerisine bağlı olduğu için önceki monarkla sonraki monark arasında uygulama birbirinden çok farklı olması sonucunu doğurmuştur. Adil bir sultandan hemen sonra, berbat bir sultanın tahta oturması monarşi tarihinde çok rastlanan bir durumdur. Monark beceriksizliğinden yahut alt kadrolarının yoldan çıkarmasıyla ülkeyi batağa sürükler, halkta hoşnutsuzluk başlar. Bu zaman zaman isyanlara sebep olur. İsyanlardan korkan monark sertliğe başvurur, kendine halkı adaletle değil zulümle itaate zorlar. Bunun en canlı tasviri, Schiller’in bir efsaneden yola çıkarak yazdığı şapkasını selamlattıran valinin hikâyesidir.
Tebaasının kendine bağlılığını, arz-ı ubudiyet derecesinde görmek isteyen bir ceberut vali, şapkasını şehrin kapısından giren herkesin önünden geçeceği bir yere dikmiş. Valinin şapkasını selamlamadan geçen, dipçik zoruyla şapka dikili sırığın önünde diz çöktürülür; direnen kişi ise asi ilan edilerek sualsiz idam edilirmiş. Sur dışında yaşayan Wilhelm Tell oğlunu da yanına alarak şehre alışverişe gelir. Valinin zulmünden haberdardır ve yüreği isyanla doludur, ama şapkaya selam buyruğundan haberdar değildir.
Askerler, Wilhelm'i zorla şapkanın önünde diz çöktürmek isterler, üstelik babasını “Aslan babam” diye seven bir çocuğun gözü önünde… Wilhelm, direnir ve birkaç askeri pataklar; ama sonunda derdest edilerek valinin huzuruna çıkarılır. Vali Wilhelm’i tanımakta, ok atmada usta bir kişi olduğunu bilmektedir. Asi olmaya gerek yok, hüner sahibi olmak vali için zaten yeterlidir. Wilhelm’e meydan dayağı yerine oğlunun başına yerleştirilen elmayı okla vurma cezası verilir. Wilhelm sadağından bir ok çıkararak yedekler, ikinci oku kirişe yerleştirir, yayı gerer ve elmayı vurur. Şapkaya hürmetten usanan ahali müthiş sevinçlidir, tezahüratta bulunur. Vali, Wilhelme birinci oku neden iğreti olarak kuşağına soktuğunu sorunca, “Eğer oğlumu vursaydım, ikinci oku senin kalbine fırlatacaktım!” der.
Şapkasını selamlatmakla kendini muktedir hisseden monarşik azgınlık, ilkel faşizmdir.

B- Faşizmin Geçirdiği İdeolojik Ve Politik Terakki
Şapkasını selamlattıran valinin kurduğu düzen, sosyal tabakalaşma açısından analitik kullanıma elverişli bir “ideal tip”tir; bütün totaliterliklerin nüvesini taşır. Devlet iktidarının kendini tekleştirmesi ve biricikleştirmesi sosyal tabakalaşma hiyerarşisinin dikey ve yatay hareketliliğinin durdurularak; şapkanın yahut sarığın selamlanış tür ve şiddetine göre derecelenen bir kast sistemine geçişle sonuçlanır/sonuçlanmıştır. Şapkaya selam yönetimleri günümüzde kalmamışsa da, siyasi literatürde faşizm olarak adlandırılan ileri versiyonları etkindir, kaybolacak gibi de gözükmemektedirler. Şimdilik bütün saflığıyla belirlenen faşist bir yönetim olmasa bile, faşizm bir düşünme biçimi ve bir teknik olarak terakki geçirmiştir.

a. Modern faşizm
Modernite’nin tam ortasında doğan ve modernliği değişmez bir tarifeye bağlamak isteyen Hitler, ırkının diğer ırklardan üstünlüğüne, kendinin de ırkının en üstünü olduğuna inanıyordu. Hâl böyle olunca tarihi de “üstün adam” belirlemeliydi. Fakat halkın kendine inanması için düşmanlara ihtiyaç vardı, Hitler büyük hitabet gücüyle Yahudileri ve Çingeneleri hedefe yerleştirdi; insan itlafının insanlığın selameti için hiçbir önemi yoktu. Yahudiler olayı şahsileştirdiler, ama en yakında onlar vardı, onlardan başlandı. Hitler ve avenesi hızını alamayarak bütün dünyayı Almanların yöneteceğini vadeden uzun bir savaşa girdi. Alman halkında da böyle bir temayül vardı ki her tarafa daldılar. Avrupa’nın diğer ülkeleri Hitler’e faşizmden dolayı değil, kendilerini küçük gördüğü için kızıyorlardı. Pek çok Avrupa ülkesi Yahudilere kucak açmadığı gibi, antisemitizmi zımnen onayladılar. Yahudiler bu örtük faşizmden dolayı bütün dünyada “takıyye”yi hayatta kalmanın yegâne yolu olarak benimsemişlerdir. Hegel’in tarihi belirleyen “Geist”ını Hitler kendi ruhuyla özdeşleştirmişti. Fakat tarihin kemal noktası ve sonu olan “Mutlak Devlet”in Germen malzemesiyle tahakkuku ideali sonuç vermemiş, tarih’in sonu gelmemişti.
Avrupa ülkeleri faşizme düşmanlıklarından değil, Almanya’nın gücüne karşı kompleksleri olduğu için Hitler’i Amerika yardımıyla yok ettiler. Stalin Rusyası faşizmin yeni ikametgâhı oldu. Stalin tek adam olur olmaz, Nazilerin gamalı haçı sembol edişlerine benzer bir hareketle “Moskova patrikliği”ni kurarak kendine millî-dinî bir zemin oluşturdu. Hitler’in nasyonal sosyalizmi Stalin’e örnek teşkil etti. En çok Türk unsurları soykırımdan geçirdi. Bu soykırım Hitler kıyımından daha çok insanın ölümüne yol açtıysa da; Avrupalılar, Çinliler, Ruslar ve onların mahallî bayilikleri tarafından da üstü örtüldü, örtülmektedir. Stalin tarihin en büyük andıç ustasıdır, düşmanları için dosyalar oluşturmuş, o dosyalar vasıtasıyla kendine rakip gördüğü herkesi tepelemiştir. Stalin Hitlerin yalnız tarzını değil düşmanlıklarını da tevarüs etmişti, Türklerden fırsat bulur bulmaz Yahudi temizleme hareketi başlattı ve antisemitizmi Rusya’ya yaydı. Ölümünden sonra Ruslar Stalin’in yaptığı herşeyin baştan ayağa sakat olduğunu, andıçlarla yazdığı devrim tarihinin sahte olduğunu anladılar. Lenin’in yanına eştikleri mezarını kaldırıp devrimciler mezarlığına götürdüler. Marx’ın “Geist” yerine ikame ettiği “Sınıf Bilinci” mistifikasyonu da işe yaramamış, modernite Sovyet eliyle de mutlak bir tarifeye bağlanamamıştı; tarih hâlâ devam ediyordu.

b. Post-modern faşizm
“İkiz Kule” saldırıları ile uç veren demokrasi-faşizm matriksi, gerektiğinde Hitler’den gözü kara katliamlar ve savaşlar planlayabilen organize bir faşizmdir. Andıç üretme kabiliyet ve imkânı Stalin Rusyası’na oranla daha gelişmiştir; eğitilmişler, medya ve terör sektörü aynı anda kullanılarak, üretilen ve ötekileştirilen düşmanı süratle vurulabilecek bir hedef haline getirebilen bir teknik geliştirmiş olmasıdır. İnsanın simge üretme ve simgeleştirme özelliklerini “Birinci Kuvvet” yardımıyla yönlendirdiği ve demokrasi ile iç içe geçirilmiş bir “matriks”e sahip olduğu için bu yeni ideolojik versiyonunun adının “post modern faşizm” olarak adlandırılması mümkündür. Simgeler ve imgeler akıl gereği ve gerçekliğin ta kendisi gibi takdim edilerek hem hayalin, hem aklın dondurulması modernitenin ideallerinin de sonudur. Sonrası, zamanın sonuna kadar elbette olacaktır.
Son model faşizm uyarlamasının en canalıcı özelliği, düşmanlarını ve düşmanlarını canlı hedef haline simgelerini az sayıda ve iyi örgütlenmiş derin iktidarın oluşturmasıdır.  Medya ise, Nixon’un tahttan indirilmesinden beri resmiyet kazanmış, onaylanmış birinci güçtür. “Matriks”in en etkin silahı, artık tüm dünyada tekleşmiş ve “Dünya-Medya”[3] haline gelmiştir. Dünya-Medya yenidünya düzeninin merkezince oluşturulan “karşı simge”leri, kendi ülkelerine mahsus imgelerle doldurarak mahalli hedef haline getirmektedir. Demokrasiyi yayma ve geliştirme adı altında geliştirilen ve oluşturulan savaşların, darbelerin, krizlerin arkasında “demokrasi-faşizm matriksi” vardır. Henüz bütün kurumlarıyla cesamet kazanmamış olan post modern faşizm üzerine konuşmak bugün şart olduğu için konuşulmalı. Testi kırıldıktan sonra yapacak bir şey kalmaz.

C- TERAKKİ’NİN TÜRKİYE CEPHESİ
 “Soğuk savaş bitti” cümlesinden rehavet çıkaran gaflettedir. Savaş hiç soğumamıştır; dünyanın bir tarafı daima kanamakta, ölüm ve korku kol gezmektedir. Faşizm de toprağa gömülmedi, baltası elinde kurban aramaktadır. Hitler şahsında tecrübe imkânı bulan “Modern faşizm” simgelerle hâkim oldu, simgelerine halkı zorla bağlayarak bütün sorular karşısında tek cevapla yönetimini teknikleştirdi, “Heil Hitler” deyince herşey bitiyordu. Avrupalılar faşizmin bittiğini zannedecek kadar aptal değildirler; faşizm kendi ülkelerinden çıkmış, Stalin markasıyla Rusya’da ikamete başlamıştı, işi Amerika’ya havale ederek kendi ülkelerini faşizmden korudular. Lenin’in kurmay zekâsı, sosyalizm adına belki daha sıhhatli sonuçlar doğurabilirdi, ama savaşın kahraman üreten ortamı Stalin faşizminin terör saçan iktidarını dünyanın namuslu insanlarının başına bela etti.
Sovyetlerin çözülmesinden sonra, tek güç olduğunu varsayan Amerika, terör ve medya sektörünün büyük yardımıyla yeni bir dünya düzeni ideali çıkardı. Amerikan kurmayları, dünya milletlerini kendi başlarına bırakmamak için önce düşmanlar belirledi, sonra düşmanlarını simgeleştirdi. Simgeler insanların soru sormalarını engelledi, amaç meydanın kamu alanı diktatörlerine kalmasıydı. Bu süreç çabucak ihtiyarlayan Yeni Kıta’da ve acentelerinde bütün etkinliğiyle sürmektedir. Hegel felsefesinin diyalektik imkânını keşfeden Fukuyama’nın “yenidünya düzeni”ne biçtiği teorik kılıf da tarihin sonunu getiremeyecektir; umarım bu gerçekleşemeyecek ülkü insanoğlu için pahalıya mal olmaz. Olan biten ve gelen herşey, kendi dinamikleriyle kendini tazeleyemeyen ülkelerin entellektül dünyasını daima çalkalamıştır.

a. “Karşı devrim” tehlikesi oluşturma kabalığı
 Türkiye, çok özel bir ülkedir. Türkiye dünya için çok özel bir ülkedir. Hata, ülkemizi Avrupa’yla, Asya’yla filan mukayese etmek hata, daha vahimi ise bu mukayeselerden hareketle konum belirlemek ve konjonktüre göre konsept oluşturmaktır. Kuşatılmış bir ülkeyiz; tarihimizi, gündemimizi, geleceğimizi kendimiz belirlemek için bütün yerlilerin meskenetten kurtulması gerekir, meskenetin sonu zillettir.
Sovyet ideolojisinin Türkiye uzantıları, hep karşı devrim yaygarası koparmıştır. Sovyetlerin çevre ülkelerdeki uzantılarını irtica üzerine yönlendirmesi, sanal “karşı devrim” tabanı oluşturma taktiğiydi. Nasıl olsa Hz. Marx’ın tezi işleyecek(!) (tanklar Türkiye’ye yürüyecek), günün birinde komünist devrim gerçekleşecekti; ama tezin başına kaza gelmemesi için karşı devrimcilerin yolu da kesilmeliydi. 31 Mart ve benzeri vakaların aslı esası çok önemli değildir. Derin kurmaylar; karşı devrim namzedi(!) perişan halk ekseriyetinin ensesine her fırsatta binmek için, 31 Mart miladıyla “irticanın kısa tarihi”ni oluşturmuş; hâlâ stratejik amaçlarla kullanılan bir broşürünü yazmışlardır; sol her zaman “irtica” karşıtlığıyla tezgâhtaki yerini almıştır.[4] Marksistler, ta o zamanlarda Amerikancı güçlere bir nevi “biz de sizdeniz” mesajı vermiş ve patron tarafından daima değerlendirilmiştir; çünkü patron şavkımasını sevdiği için Türkiye’ye yeşil kuşak takmamıştı. Olmayan bir “Karşı devrim” gücü oluşturmak suretiyle, muhtemel bir devrim tehlikesini bertaraf etmek için en uygun malzeme “irtica” idi. Bu malzemenin kullanılarak, sanal karşı devrim ve devrimci inşa etmenin, tüm dünyaya örnek gösterilecek uygulaması başarılmıştır. Gelecekte üniversiteler ve soğuk savaş uzmanları bu uygulamaları pek çok açıdan ders olarak okutturacaklardır, Batı’da belki de okutulmaktadır. Devletin derinlerinde ise irticanın sanal olduğunu bilen; ama Amerika’yla stratejik ittifak icabı, “karşı devrim” tabanını “komünist karşıtı” olarak kullanan ve konuşlandıran bir siyaset söz konusuydu. Milliyetçi-mukaddesatçı söylem Sovyet tehlikesine karşı işe yaramaktaydı. Aslında karşıtlar aynı gayeye hizmet ediyordu; bugün bu birlik çok daha net gözükmektedir: Tez-Antitez-Yaşasın Amerika; işte solumuzun diyalektik sefaleti…
Sovyet ideolojisinin nüzul sebebi(!) SSCB idi, sebep ortadan kalkınca kurmayların da, ortalığın solunun da eli boşta kaldı. Şipşakçı sosyalist devrimciler kendilerine hemen görev çıkararak, vakit geçirmeden “Yeni Dünya Düzeni” matriksinde yerlerini aldılar. Milliyetçi-mukaddesatçı söylemle iş tutan merkezin sağdan çarklı eski politikacıları ise, zaten “yenidünya düzeninin” patronunun eski figürleriydi. Amerika onları nasıl anti-komünist güç olarak kullandıysa, şimdi de irticaya (İslam dünyasına) karşı kullanmaktadır; çünkü demografik, siyasi ve iktisadî varlığıyla “yenidünya düzeni”ne çomak sokacak ciddi tek potansiyeldir. Türkiye ise demokrasi tabanı, insan materyali ve tarihi itibariyle en tehlikeli coğrafya ve konumdadır. “Stratejik ortaklık” uzunca bir zaman Amerika için stratejik, ortakları açısından Amerika’nın stratejisine katılmaktı; bugünlerde yaşanan bir tavır değişikliği vardır, ancak sonunun nasıl bağlanacağı kestirilemez.  28 Şubat sonrasında eski kriptolarla, sağın pörsük liderinin sahnede Rus usulü dudak dudağa öpüşmeleri en post-modern kartpostal; gelecekte de iyi okunması gereken bir tarihi vesikadır. 
Uzunca bir süredir karşı devrim tehlikesi “Yeni Dünya Düzeni” için var ve irtica yine en baba hedef… Ortadoğu ülkelerinden ve özellikle Türkiye’den başka hayat sahibi ve yeni gelecek vadeden halk da kalmadı zaten. “Yeni Dünya Düzeni” proletarya diktatörlüğüne denk düşüyor olmalı ki, soğuk savaş dedikleri dönemin güya sol ve devrimci şahıs kadrosu, parkalarını atarak ve ipek kravat takarak ful-aksesuar patronlar namına iş görmeyi yeğlemektedirler.

b. “Karşı simge” oluşturma inceliği
İrtica çok bulutlu, Sovyet kriptolarının sulandırdığı bir kavramdı. Stalin’in kaba tekniği de demode idi. Nikson’un medya tarafından paralanmasıyla başlayan ve Reagan döneminde teknikleşen süreçte Dünya-ekonominin büyük patronları bu soğuk savaşa post-modern bir hüviyet kazandırdılar: Terakki, Sovyet usulü sanal “Karşı devrim ve devrimciler” oluşturma sertliğinin, medya vasıtasıyla inceltilerek “Karşı simge ve imge” oluşturma operasyonuna tebdilidir. Patronlar kendilerini sağlama almak için en az kendileri kadar karanlık terör örgütleri, düzmece meczuplar, resmi şirketler, gazeteler ve daha pek çok çelpeşik enstrümanlarla anında tepeleyebileceği düşmanlar oluşturmakta ve oluşturduğu düşmanlara da takunya, türban, Usame sakalı, Müslim şalvarı, gibi etkili imgeler bulmakta zorlanmamaktadır. Post-modern faşizm kendini tahakkuk ettirmek için karşı simge oluşturma ve o simgenin içini imgelerle doldurarak kendini zinde tutma yöntemini benimsemiştir.
Amerikanın bile bazen mağduru olduğu beynelmilel şebekenin ilgilendiği her ülkede, kendi yanlılarını zinde tutmak için çok iyi seçilmiş bir “karşı simge”si mutlaka vardır. Simge oluşturmanın altın kuralı, tarihi ve kültürel bir zemin bulmak olduğu kadar, bugün de somut bir halk tabanına oturuyor olmasıdır. Mesela, “karşı devrim” namzedi irtica, ince ayarlarla türban simgesine kavuşmuştur. Türban başörtülülerin kendilerine seçtiği simge değil, işbirlikçi derin güçlerinin onlara biçtiği simgeleştirmedir.
28 Şubat’ın en önemli ve darbecilerce hesaplanamayan yan ürünü, darbeciler ve darbeye destek verenlerin çıkar birliğinin medyanın bile örtemediği kadar ayyuka çıkmasıdır. Renklerini locaların duvarlarına yüz sürmeye borçlu “Beyazlar”, eski solcular, merkezin anti-sovyet geçinen sağdançarklıları, matriks yönetiminin dayanılmaz kârlılığına her alanda teslim oldukları için, rollerini abartarak yerine getirmektedirler; ne var ki, rol kesme (imge oluşturma) başarıları arttıkça, inandırıcılık katsayıları düşmüştür. Amerika, bu inandırıcılık katsayıları düşüklere 2007 seçimlerinin hemen arifesinde “Dijital muhtıra” ve “cumhuriyet mitingleri”ne lakayt kalmak suretiyle bir şans tanımıştır. Halkın mevcut iktidara teveccühü, “Cumhuriyet’in başyazarı”nın Amerika’yı darbe yaparak, iktidarı kendilerine teslim etme çağrısını cevapsız bıraktırdı. Elbette tatminsiz darbecilere cevap verilecek değildi ama başyazar dediğin de neticede bir suflördür. Aslında Amerika da bir yol ayrımındadır; terör konusunda bu günlerde gösterdiği mertliğin bir taktik olup olmadığından emin değiliz.

D- SONUÇ: POPPER BİLEREK YANILDI
Popper, Amerika’yı ve Büyük Britanya’yı “Açık Toplum” adına ümit ve heyecanla yadetmişti. Çünkü bu mühim filozof, Adolf Hitler zamanını yaşamıştır. Führer’in adı anıldığında bile imgesi her tarafı kuşatır ve herkes “Heil” deyip ayağa kalkarak selama durur. Ne başka bir imge vardır ne de simge; şefin bıyıkları her tarafa batmaktadır. Popper, “Açık toplum” derken ve en olmayacak iki ülkeyi umut verici bulurken bir gerçeği değil temenniyi dile getirmiştir. Popper’in siyaset kuramı oluşturulduğunda, Demokrasi-faşizm matriksi yoktu, “Matriks” filmi de çekilmemişti. Aslında bugün “Açık Toplum” umudu Türkiye başta olmak üzere, Popper’in tanıyamadığı ülkelerdir.
ABD uygarlık tarihinde metazori misyon üstlenmiştir, henüz insanlık hayrına memnuiyet verici bir vizyonu ise yoktur. Coca-cola, Marlboro, Rock'n Roll’dan sonra insanlık âlemine ve özellikle bizim coğrafyamıza en büyük katkısı demokrasi-faşizm matriksi olmuştur. Matriks’in Türkiye ayağı ABD’nin ikircikli politikalarından kuvvet almakta; sivil darbeciler daima kendilerine tetikçilik yapacak zinde kuvvetleri tahrik etmektedirler. Demokrasi imgelerin ve simgelerin özgür olduğu ve özgürce yarıştığı rejimdir. Bu özgürlük olmayınca, beynelmilel şebeke devreye girerek, halkı ve halkları birbirlerine kırdırmaya yönelik simgeler oluşturmakta güçlük çekmemektedir. Kimse ne olduğunu anlamadan, kendini bir simgenin altında bulmakta ve işin garibi dezenformatif yönlendirmelerle sahiplenmektedir. 
Demokratik-Laik hukuk devleti kendi için simge üretmez, üretilmiş simgeleri alamet-i farika olarak seçemez, çünkü onun varlığı farklı simgelerin (alamet-i farikaların) garantisidir. Bu görev, insanı insanın şerrinden korur. Demokrasinin müstesna yeri, mükemmellik iddiasıyla hareket ettiği için ortak adı faşizm olan yahut faşizmle matriks oluşturan uygulamalardan farkı, mükemmeli aramaya imkân veren rejim oluşudur.
Türkiye seçkinlerinin henüz farkında olamadığı bir vizyonu sadrında barındırmaktadır. Amerikanın kuruluş macerası toplam beş asırdır, bizim ise sadece Anadolu tarihimiz on bin seneyi aşar. “Yeni dünya düzeni” bize ne misyon bağışlayabilir, ne de vizyon... Liderlerimizin, bilim ve kalem erbabının, müteşebbislerin, Türkiye’yi seven her meslek ve meşrepten insanın faşizmin her türlü ideolojik versiyonundan ve özellikle konjonktürel olmasını temenni ettiğim demokrasi-faşizm matriksinden başlarını çevirip, kendilerine bütün dünya insanlarına umut zerkeden bir vizyon belirlemeleridir. Konjonktüre göre konum belirlemek, tarihin yalnızca figüranı olmaktır.
Demokratik-Laik hukuk devleti kendi için simge üretmez yahut üretilmiş bir simgeyi alamet-i farika olarak seçemez, çünkü onun varlığı farklı simgelerin (alamet-i farikaların) garantisidir. Bu görev, insanı insanın şerrinden korur. Demokrasinin müstesna yeri; mükemmellik iddiasıyla hareket ettiği için ortak adı faşizm olan yahut faşizmle matriks oluşturan bütün uygulamalara nispetle daima mükemmeli


[1] . Sim: İşaret (Adana yöresine aittir. Şimdi kullanılmamaktadır.)
[2] . Psiko-ideolojik: Aklı süzgeç olarak kullanma tembelliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, devamlılığı hali tedavi gerektiren ruhî bir bozukluk türü ve tavrıdır.
[3] . Dünya-medya: Ulusal martavalıyla yutturulmaya çalışılan medyanın, gerçekte tekleştiğini vurgulamak için türetilmiş bir kavramdır.
[4] . Bu olaylar üzerine çok ciddi ve ikna edici çalışmalar yapılsa da, “31 Mart” misyonunu tamamlamadıkça ciddiyet hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü Türkiye tefekkürle değil, gazeteyle beslenmektedir.

KIZIL KUŞAK YAHUT 28 ŞUBAT

Artık yalama olmuş “Yeşil Kuşak” projesi sık sık dillendirilir ve eski solcular tarafından milliyetçi muhafazakâr sağın “büyük günahı” olarak başlarına kakılır. Sağ, hep nefs müdafaası refleksiyle büyüdüğü için, bu itham karşısında pusar. Aslında denilen doğrudur, ama diyen eğridir. Yeşil Kuşak, bu ülkenin hiçbir mensubunun özbilinç ve hür iradeyle katıldığı bir şey değil; tersine topyekün kuşak olarak kullanılmışlığımız söz konusudur. Yeşil Kuşak soğuk savaş konjonktürünün bir konseptidir ve oradan mili konsept olarak bize intikal etmiştir. Ama kullanım şekli tam bir hokkabazlıktır. Sanki bu memleketin evladı, birilerine mukavele karşılığı hizmet etmiş süsü verilir ve kızıl Rusya’ya karşı yeşil kuşak takarak cihat etmiştir. Keşke bu memleketin mayası temiz çocuklarında öyle bir bilinç keskinliği olsaydı da, bellerine kuşak takanların oyunlarının üstesinden gelebilseydi.
Dünya konjonktürünü tayin edenlerin el atmadığı ülke, toplum, topluluk yoktur. Bunu da “çağdaş uygarlık” gibi, “küresel gerçekler” gibi içleri keyfemâyeşâ doldurulan dogmalarla yaparlar. “Belirleyiciler”in haritaya bakma, tarihi faktörleri kullanma, ülkelerinin çıkarlarını koruma gibi mühim konulardaki bilinçli manevralarını takdir etmesek de anlamamız elzemdir. Kimin ne için neyi kuşandığını anlamayanlara, “çağdaş dünya patronları”nın proje ve eylem repertuarlarında her renk kuşak, bulundurduklarından eminim.

“Yeşil Kuşak” misyonunu yitirince
Solculuğun görünürdeki adresi ya Çin idi, ya Sovyetler… Çini görmeden Çinci, Sovyetleri görmeden Rusçu, Marx’ı bilmeden Marxçı, Mao’yu tanımadan Maocu olmak için bunların kim tarafından nasıl yönlendirdiğini bilemeyiz… Bildiğimiz, komünizm tehlikesinin varlığının inandırıcı olması için devrimci gençler, örgütler, hücreler şarttı; pek çoğu vatanın selametini samimiyetle isteyen “parkalı, postallı” delikanlılar, “kızıl bayrak” çekecek kadar şaşkın, “enternasyonal marşı”nı “İstiklal Marşı” yerine ikame etmeyi düşünecek kadar milliyetsiz bir zemine kaydılar. Yeşil Kuşak dedikleri konseptin kamuoyunda altyapısını sağlayan “kızıl tehlike” oluşmuştu, sonrasında “Kahrolsun Komünistler”, “Komünistler Moskova’ya” millî soslu sokak ideolojisi tepkisiyle kızıllara karşı sürdürülen mücadele meşru zeminini buldu. Sovyetler ve Çin uygulamaları esasta birer modernleşme ideolojisinden ve tatbikatından başka bir şey değildi; şimdilerde kapitalist dünyaya adaptasyonda demokrasi(!) ile yönetilen bizi kısa zamanda solladılar. “Demirperde hantallığıyla yönetilen gerçekte bizler miyiz?” diye düşünmek icap eder.
Bir sabah Sovyetlerin esatiri demirperdesinin, ancak örümcek ağı kadar sağlam olduğunu öğrendik; “Go home”culuktan başka mahareti ve kendine özgü hiçbir derinliği olmayan solcularımızın fiyakası da bozuldu. Artık Sovyetler yoktu, arkasından Çin de çözüldü. Türk solcuları pek çoğu hâlâ oralara gitmek ve özledikleri rejimin bakiyelerini tanımak gibi bir maceraya katlanmadılar; çünkü oralarla ilgileri zaten dolaylıydı. Rüşvet, bürokratik iktidarın pislikleri, teknolojik hantallık gerçekte hiç gerçekleşmeyen sosyalizmi, beklenmedik bir anda bitirmişti. Konjonktüre bağlı konseptlere ayarlı milliyetçiliğin de eli boşta kalmıştı, hâlâ da öyle gözüküyor, dayak yedikçe annesine yaklaşan çocuklar gibi, devletçilikle özdeşleşerek, horlanmalarına rağmen merkeze yakın bir yerde tutunmaya çalışmaktadırlar. Yeraltı ve yerüstü yolsuzluk kaynakları keşfedildikçe her kesimden memleket evladının ahlakı da ciddi erozyona uğradı.
PKK terörü bu ara boşlukta Türkiye’ye soluk aldırmamak için seri bir şekilde ikame edildi. Vatansever Kürt, bu başarılı terörizm tatbikatında düşünmeye bile fırsat bulamadan kavruldular, kırılganlaştılar; fasih Türk illegal terörün ve legal baskıların altında ezildi, hırpalandı; Türkiye çok şey kaybetti. Oysa demokrasi için, yolsuzluk ekonomisinden kurtulmak için, tarihin verdiği en önemli fırsattı. Hantal seçkinlerimiz aynı ciddiyetsizlikle, aynı yolsuzluklarla, aynı “kasaba politikacısı kurnazlıklarıyla” belki de bize on yılda bin yıl kaybettirdiler. On yılda on beş milyon vatan evladı daha ihtiyarladı.
Bu arada “Kızıl Kuşak” projesi da olgunlaştı ve start aldı.

Kızıl Kuşak
Kızıl kuşak projesinin tabanı hazırdı…
Eli boşta kalan solcular, kısa zamanda medya başta olmak üzere resmi ve sivil bütün kurumlarda, holdinglerin alt kadrolarında rejimin cici ve beyaz çocukları olarak mevzilendiler. Ne parka kaldı ne postal, cepleri para gördükçe “solculukları” nostalji oldu, ama bir şey bakiydi, kendilerine hiçbir zaman pas vermeyen halk çoğunluğuna olan hınçları… Bu hınç, dünya konjonktürünü belirleyen patronların gösterdiği hedefe anında yöneldi. Kızıl tehlike bitmişti, yeşil tehlike vardı. Yeşil tehlikeye (Yani bizzat bize) karşı “kızıl kuşak” gerekiyordu; light kızıllar kârlı, dolarlı mesailerine başladılar; vicdanları rahattır, çünkü “dinci faşizm” yahut patronlarının deyişiyle “islamo-faşizm”le mücadele etmek, tarihî materyalizm inanışlarının bir gereğidir. Patronlar kapitalisttirler ama olsun; onlar da zaten numaradan sosyalist idiler; kapitalle tanıştılar, “Das Kapital” hükmünü yitirdi…
Türkiye’de hazır kıta bekleyen “kızıl kuşak”ın hedefine birilerini yerleştirmek de çok kolaydı. Halkın iktidara kadar yükselttiği ve bütün iyi niyetine rağmen üzerinde yaşadığı zemini değerlendirecek birikime bir türlü sahip olamayan “Milli Görüşçü” partimiz vardı; o partinin gölgesinde müteşebbis ahlakının yanından geçmeyen bedavacı holdingler vardı, fiyakalı libasları ve asalarıyla defile düzenleyen meczuplarımız bile vardı… Hülasa yeni konjonktürel küresel tehlike konseptinin gerekçe göstereceği her şeyimiz fazlasıyla vardı. Olmasa ne olurdu? Farklı enstrümanlar kullanılarak, hedef yine oluşturulurdu.
Süreç başladı… En etkilisi, aşinamız olan “irticacı” damgası olmak üzere, içinde yoğun hakaret içeren etiketlerle dindar olup da makam, meslek, işyeri sahibi olanlar başta olmak üzere farklı doz ve derecelerle sıralanmış kelimelerle işaretlendiler, hedef gösterildiler, gösterilmeye devam ediyorlar. Aydın sektörünün hemen hemen dışında kalan bütün yayın organları “dinci” damgası yedi, eli kalem tutan herkes “dinci yazar”, başörtülü her kadın “dinci”den de öte avlanacak “cadı” ilan edildi, edilmeye devam ediyor. Mesleğinizin, adınızın başına “dinci” sıfatı eklenmeyi hak edecek fiiller: Pantolonunuzun diz yerlerinin aşınmış olması, içki içmemek, sizi dansa kaldıran hanıma “vals bilmiyorum” bahanesi uydurmak, evinize ayakkabısız girmek, hattâ boşbulunup muhbirlerin yanında “selamünaleyküm” ile selam vermek gibi sizin asla tahmin edemeyeceğiniz çeşitlilik arzedebilir. Ülkenin kısm-ı azam evladı “dinci” olma liyakatine hakkıyla sahiptir ve bu garabet konjonktürel konsept sürdürülürse bugün değilse yarın işaretlenebilirler. “Kurt dumanlık günü sever!” hesabı, bazı mahfiller farklı tarihî ve sosyolojik saiklerle “çağdaş uygarlık, aydınlanma, dogmalarla mücadele…” gibi kuzu postuna bürünmüş kavramlar arkasından stratejik  “Türk düşmanlıklarını” da sürdürünce, işaretçilik ülkenin bağrında derin yaralar açmıştır, açmaktadır.

Sonuç: Bütün Kapılar İşaretlendiğinde
28 Şubat’ta post-modern bir “Ali Baba ve Kırk Haramiler” yaşanmıştır ve derinden derine hâlâ yaşanmaktadır. Patronların da uşak olduğunu iyice anladığımız fişleme günlerinde, birilerine “Yeşil Tehlike”(!) arzeden kapıları işaretleme görevi verilmiştir. İşaretçilerin kalemleri o kadar vazifeşinas(!) çıktı ki, sayelerinde ülkede işaretlenmeyen kapı kalmadı. Çarpı atılan kapılar, yüzlerce yıl hür ve beraber yaşamayı becerenlerindir; iki cihan harbinin hamallığını çeken kadınların yuvalarıdır; yolsuzların soyguncuların bedavacılığına aldanmayıp dürüst kalan hane reislerinin, memleketini sevmeyi kundakta öğrenen yavruların kapılarıdır. Ne yani, son kapı da işaretlendikten sonra, patronların başka bir konjonktürel soygunlarının şahitleri mi olacağız yahut terminatörler mi çıkacak köşe başlarından? Bunu isteyenlerin ve yapacakların sayısı bu günlerde fazla değildir, ama olması bile ülkemiz için talihsizliktir.
“Kızıl kuşak” büyük bir projenin bize uygun görülen tarafıydı. Bu projede Neo-con uzantılı Ortadoğu projeleri üzerine yoğunlaştırılan şüphe ve dikkatin Avrupa Birliği vesilesiyle katolik-siyonist derinliğine çevrilmesi, Türkiye üzerine yürütülen çapraz savaşın bütünlüğünü kavramanın tek sağlıklı yoludur. Güç yarışında kendi aralarında da çekişen ve bizi çekiştirip duran patronlar, bizi düşündükleri için değil kendi hassas dengeleri adına Türkiye’yi daha fazla hırpalamamak için, projeyi radikal değil denetimli götürmek kastıyla yumuşatmış gözüküyorlar. Ancak, bir şeyi başlatmak nisbeten kolaydır, nasıl gelişeceğini tahmin etmek ise zordur. Katolik-siyonist derinliğin içerideki aktörleri, ısrarla yollarına devam etmeye çalışıyorlar; hâlâ kestiremedikleri yahut anlamak istemedikleri esaslı gerçek, Türk halkının bu tür projeleri çok iyi okuyan bir sağduyuya sahip olduğudur. Halkın sağduyusunu yaralayan tek şey, Türkiye’nin “soğuk savaş ekonomisi”nden beslenen liyakatsiz seçkinleridir. ABD, AB, Rusya, Çin gibi güçler bu realiteyi, içimizdeki hard ve light kızıllardan daha iyi anlamakta ve değerlendirmektedirler. Realite, onları rasyonel çizgilere çekmekte, bizimkileri ise irrasyonel bir halk düşmanlığına ve bölücülüğe sevketmektedir.

Dava, ucuz tarafından “şu-bu, şucu-bucu olmak” değil; bütün rengimiz ve çeşitliliğimizle beraber, geleceğe doğru “varolmak” davasıdır. Başkalarının belimize doladığı kuşaklarla, hiçbir şey olunamayacağını herkes bilmelidir. Sonra öyle bir hal alır ki, ısmarlama kuşaklar sıka sıka canımızı çıkarır, ne bel kalır, ne belkemiği; tarihsiz, ülküsüz, geleceksiz bir sürüngene dönüşürüz. 

27 Şubat 2014 Perşembe

SON SAMURAİ

Weber’in protestanlık ile kapitalizm arasında kurduğu bağ, “Kapitalizm”i başarı, başarının sahibini de “Batı” olarak değerlendiren bir basitleştirme ve sadeleştirme üzerine kurulmuştur. Her teori, özünde operasyonel işlem yapmaya imkân verecek bir “basitleştirme” ve “sadeleştirme” çabasıdır. Kapitalizmi o zamanlarda başaramayan ülkelere baktığımızda Weber’in teorisinin kapsam alanı geniştir; bugün için ise protestan olmadan insanların/ülkelerin kapitalist oluşları teoriyi sınırlar. Endüstri Devrimi’nin mutlak kapitalizmle sonuçlanacağını/sonuçlanmışlığını iddia etmek ise hiçbir dinde cüz-i iradeye verilen kıymet kadar kıymet vermeyen bir kaderciliktir. Bugünün Marxistlerinin kadere imanları zayıflamıştır ama yine de bir “entelektüel bekleyiş”leri söz konusudur.
Üretim araçlarının servet patlamasına verdiği imkânı, kapitalizmle denetlemek ve onu bir sisteme çevirmek Batı’nın temel karakteri olan rasyonelleştirme tekniğinden ibarettir. Protestanlık, tıpkı İncil’i dörtle sınırlamak, teslisi akideleştirmek v.s. türünden bir rasyonelleştirme sayılabilir. Batı tarihi ardı ardına kutsallaştırma ve rasyonelleştirmelerle doludur; kapitalizm de taşıdığı “Protestan Ruh” itibariyle önce rasyonelleştirilenin, sonra kutsallaştırılmasıdır. Kapitalizmin zorunlu bir uygarlık aşaması sayılması hem Weber, hem Marx’ın ortak tarih şemasına dayanmaktadır. Weber rasyonalizasyonun süreceği dışında bir gelecek ideali belirlemez. Marx ise, geleceğin dünyasını “ümmet bilinci”ne benzeyen bir “sınıf bilinci”ne havale eder, tarihî materyalizm “motivasyonel” bir temele dayanmaktadır. Her iki kanattan da yola çıkıldığında gördüğümüz, sadece kapitalist olamamanın değil, “batılı çerçevede bir kapitalist” olamamanın bugünün en önemli tartışma alanı olduğu gözükür. Dünya bütünüyle kapitalizmin işlettiği bir uygarlık makinesinin hegemonyasındadır ama yetmez; “Batılı gibi kapitalist” olmak, modern Kızılelma haline getirilmiştir.
Kapitalizmin cenderesine erken giren ülkelerin birbiriyle bütünlük arzeden askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğü, diğer ülkeleri komplekse sürüklemiştir. Bu kompleksin mukallit bir endüstrileşme ve silahlanma ile sonuçlanmasının nedeni, Batı’nın kendi dışındaki ülkeleri devlet zoruyla kapitalizm inşa etmeye zorlamasındandır. Bu sürecin istisnası yoktur, ülkeler arasında sadece geçmişlerinden kaynaklanan farklılıklar vardır. Kapitalist olmak yarışında kullanılan temel kavram çoğunlukla “şeref” kavramıdır. Ruth Benedict, Japon halkının samurailerde zirveye çıkan “şeref” kavramına verdiği olağanüstü kıymeti dile getirmiştir. Japon sanayileşmesi –ve dolayısıyla kapitalizmi- Protestanlığın yücelttiği “meslek” kavramına değil, irrasyonel bir kavram olan “şeref” kavramına dayanmaktadır.  “Şerefli” Japon teknisyenler, Japon sanayisinin/mucizesinin kurucularıdır. “Meslek” kavramının yüceltilmesinde de dinî/motivasyonel değerler söz konusudur; bu değerlerin materyalist sonuçlar doğurması insanların/orta sınıfların ahlâkî değerleri nasıl ikiyüzlüce tasarruf ettiğiyle alakalıdır. Orijininin Batı olması anlamlıdır ama bugün için çok da önemli değildir, çünkü “şeref” kavramı, amansız bir servet yarışının sadece tortusu olarak kalmıştır. Samurai kılıçları, acar Japon zenginlerinin büyük paralarla evlerine bir kutsal biblo gibi asmaları, ikiyüzlülüğün uzantısıdır. Kapitalizm, insanlığı bazen korku ve baskıyla, bazen kanla ve savaşla “şerefli” bir ikiyüzlülüğe sürüklemiştir.
Erbakan, bir tür samurai ahlâkıyla “Önce ahlâk ve maneviyat” diye yola çıkan bir teknisyen olarak, Türkiye’nin çehresini büyük ölçüde değiştirmiştir. Teknisyenliği, gecikmeli de olsa ağır sanayi hamlesini gerçekleştirmeye yetmemiştir. Çünkü Japon devletinin değer verdiği “şerefli teknisyen” örneğine Türkiye’nin devlet iktidarı, kendine hasım saymayı tercih etmiştir. Devletin kendi işadamları ve askerî sivil bürokratları vardır; kendileri için en iyi olanı ne pahasına olursa olsun sürdürmek üzere konuşlanmıştır. Darbelerin arkasındaki gerçek güç bu stratejik konuşlanma konseptidir; dış destek, içerideki malzemenin kalite ve şahsiyetini değerlendirme tercihinden ibarettir. Özellikle 28 Şubat, darbe tekniği itibariyle bütün diğer darbelerin dayanağını sergileyici mahiyettedir asker, işadamı, sendika, mafya, medya en üst düzeyde tarihî bir işlev yerine getirmiştir. Kısa süren Erbakan hükümeti belki de Türkiye’nin en başarılı hükümet uygulamalarının gerçekleştiği dönemdir. 28 Şubat, böyle şeylere kıymet vermediğini bir defa daha gösteren tipik bir devlet refleksidir ve az olsun hükmümüz altında olsun sığlığına sahiptir. Ekonomiyi yarım ton kâğıtla çözeceğini düşünen; merkez bankasının darphanesi ile esnaf matbaasını karıştıran bir cehaletle baş etmek hakikaten zordur.
Erbakan’ın darbeyle uzaklaştırılmasının ideolojik gerekçesi olan irtica, kendilerini devletin sahibi görenlerin iktidarı kaybetme korkusunun kod adıdır. Korkunun esas kaynağı, ha deyince yüzde altmış beşlere varan bir orta sınıf karartısıdır. Devletin derinini temsil eden ve kullanan kadrolar; Milli Görüş’ün fikri derinliğinden değil, daima tabandaki demografik sathî genişliğinden ürkmüşlerdir. Bu marazlı bürokratik yapı, herşeyin en iyisini bildiğini zanneden, katolik ve militarist bir pozitivizmden beslenmiştir. Korkunun mezkûr orta sınıf hareketine engel olamadığı; tersine ve ciddi oranda “Önce ahlâk ve maneviyat” özetiyle sloganlaşan değerlerin samurai kılıcı gibi evlere asılmasıyla sonuçlandığını düşünüyorum. Tüketim biçimi ve davranışlarıyla benzerlerinden çok az farklar taşıyan yeni orta sınıflar, geçici bir durum değil, sosyolojik sabitedir; hareketli ve değiştirici bir olgudur.
Erbakan, kendi yakınında olan pekçoğu önemli mevkilerde de bulunmuş kadrolarının daima fevkinde bir liderdi. Bugün adeta “Terör Odağı” olmaktan yargılanan bir örgütü vatansever güç olarak takdim eden ve partisince tekzip görmeyen milli görüş eskilerinin haline bakınca düşündüğüm tek şey, Hoca’nın sahip olduğu samurai ahlâkından nasipsiz, kuru insanlar olduklarıdır.  Elbette Milli Görüşçüler geniş bir kitledir ve iyi niyetli insanlar olduğundan kuşkum yok ama rakibe siyaseten muhalefetten başka bir özellik taşımayan hiçbir hareket, bugünün şartlarında fikir kulübü olmaktan ileri gitmez; susmayı ve bazen gitmeyi de bilmek “Önce ahlâk ve maneviyat”ın bir gereğidir. Ak Parti, çıkarılan gömleğin gövdesinde bıraktığı izleri uzun süre taşımıştır ve taşıyacaktır. İlerisi için ise, Cumhurbaşkanlığı seçiminde beşerî bir harita da çizen bir halk tercihini ve bu taban içindeki hareketliliğin kalıcı olduğunu anlamak gerekir. Eski rejim bakiyeleri, zorlarına da gitse bu duruma alışmalıdırlar.

  Samurailerin batının silah teknolojisi yardımıyla devlet tarafından ortadan kaldırılışını anlatan bir Son Samurai filmi çekilmişti. O filmde Japon imparatoru, Son Samurai’nin hayatta kalan adamına nasıl öldüğünü soruyordu. Aldığı cevap “Nasıl yaşadıysa öyle öldü!” olmuştu. Erbakan Hoca’nın başucunda bulundurduğu teyemmüm kiremidi ve bu dünyadan göçmeden önce hastanede yapmış olduğu son toplantı; nasıl yaşadıysa öyle göçen bir şahsiyetin resmidir. Türk siyaseti bugünkü şeklini, onun harekete geçirdiği ve bugün merkeze yerleşen kitlelere borçludur. Rahmet diliyorum.

24 Şubat 2014 Pazartesi

TURGUT CANSEVER’İN YADİGÂRI “KALE EVLERİ”NİN AKIBETİ

“Kale Evleri” projesinden en azından konu ile ilgilenenlerin haberi vardır…
Bu proje adı iyice silikleşen bir şehir için gerekli idi…
Devamı da getirilebilirdi…
Şimdi de gerçekleşebilir ama köprünün altından çok sular geçti ve şu an o proje, maketinin yapıldığı biçimde inşa edilemez. O maket tarihî bir belge hükmündeydi, imha edilmesini hâlâ hazmedemiyorum…
Bu projeye karşı çıkanların, tek projeleri ise kentsel dönüşümdür. Kentsel dönüşümün tek hedefi, son ahşap dokuyu müteahhitler için arsa haline getirmektir. Belediye başkanlarının da başka bir projeleri yoktur. Şu anda aday adaylarına ve onların çevrelerine baktığımda bunu çok net görebiliyorum. Şehre hâkim olma arzusuyla çıldırmış, herşeyi mübah kılan insanların boşu boşuna birbirine taraf olacaklarını düşünmem. Korkum o ki, bu tür bir kadro iş başına gelebilir. “İyisi olmaz yenisi olur!” demiştim, önümüze gelen ise “Hem yenisi, hem de daha kötüsü” olabilir.
Çünkü Sivas, sivil halkın zayıf olduğu, merkezi müdahalelerin bu yüzden belirleyici olduğu bir şehirdir. Bu yüzden bir avuç milletvekili, siyasetçi, iş adamı, medyatör ve tabana doğru yayılan hempaları daima etkindir. Sivas’ın gerçek anlamda faziletli olmayı esas alan sivil dayanışma ve örgütlere ihtiyacı vardır. Her alanda; siyasette, belediyecilikte, üniversitede, işveren dünyasında, baroda vs. böyle bir şuur sıçramasını başaramayan bir şehir, açık bir yolsuzluk alanı haline gelir.
Bugün Kale Evleri projesi, merhum Turgut Cansever’in tasarladığı biçimde gerçekleştirilemez. Çünkü yeni inşaat mevzuatı; o malzemeler, teknik ve inşaat teknolojisiyle mimari projeler gerçekleştirmeye engeldir.
Bu proje yine gerçekleştirilebilir ve eskisinden daha sağlam ve yeni mevzuata da uygun hale getirilebilir. Yolu da: Baştan sona kadar işin içerisinde olan ve Turgut Bey’le beraber çalışan kızı ve damadı ile temasa geçmek olabilir. Değiştirilir, yenilenir, ilaveler ve çıkartmalar yapılı ama gerçekleştirilebilir.
Temennim “Daha kötüsü” olmamasıdır. Çünkü her iş “yukarıdan” bağlanıyor, yaşananlar bir demokrasi ve fazilet mücadelesi değil; “yukarısı” kuvvetli olanın mücadelesi biçiminde geçmektedir.
Şunu da belirteyim: Bana gardınızı gösterip, tavır geliştireceğinize; etrafınıza dizdiğiniz destekçilerinizin siciline bakın. Söylediklerim ne sizin, ne şehir halkının kararını etkilemez. Bana gelince şu şundan daha “ehven” düşüncesiyle sandığa gitmem, adayı beğenmezsem kim olursa olsun oy vermem. Sırf tuttuğum takımın adayıdır diye yolunu, yoldaşını yanlış gördüğüm birine vereceğim oyun hesabını da veremem.
Ölümün yok olduğu bir dünya yoktur; hesabımız da daima tutulur.

23 Şubat 2014 Pazar

TURGUT CANSEVER İLE SİVAS DEMLERİ

Öz yurdunda parya olmasam da, öz vatanında garip yaşamanın ne demek olduğunu hakk-el yakîn yaşadım, yaşıyoruz. “Nostalji edebiyatı” diyerek bazılarının geçmişe dair herşeyi hafife aldığı, bazılarınınsa nostalji yolculuğu yaptığını zannederek yirmi yıl öncesini ballandıra ballandıra anlattığı bir ortamda, “gariplik” galiba en sahih kader. “Gariplik” şuurundan nasibi olmayanın, moda tabirle nostaljik takılmaya hakkı vardır. Daüssıla (Nostalji), varlığın en saf haline doğru bir yolculuğun adıdır. Bu yolculuk akıntıya karşı ve kaynağa doğrudur. Bu yolculuk kazandırmaz, ama akıntıya kendini bırakanlardan yine kazançlısınızdır; çünkü kaybetme şansınız yoktur.
Tıfıllar bir adres sorduğunda tarif ediyorum. Tarif edilen yerde benim söylediğim alametlerin hiç birisi yok tabii… Onlar bana ceza-yi ehliyetini kaybetmiş; ben de onlara talihsiz nesiller gözüyle bakıyorum. Azıcık ilgi duyana “Bastığın yerleri asfalt diyerek geçme tanı/ Bir şehrin kalbinin attığı yerdir!” sadedinde, asfaltlar, taşlar ve betonlar arasına sığıştırılmış bir “Ortaçağ Şehrini” anlatıyorum. Anlattığım şehir ve benzerleri ölü değil; modern çağın en mukallit, en açgözlü barbarları tarafından katledilen şehitlerdir. Karanlık masalarda hazırlanan tip projeler, kefen gibi şehirlerin üzerine geçirilmeseydi, nesillerin şehirlerini kendileriyle beraber yenilemesine imkân verilseydi, bütün insanlık için umut vadeden yığınlarca örneğimiz olurdu. Cephe bezemesi âşığı post-modern mimarlar nelerden mahrum olduklarını, o evlerin derinliğinde teferrüç edemedikleri için asla bilemeyecekler.
Belediye de geçen günlerim
Kadere şaşırmayanın inancı kıttır; çünkü en sıradan insanın kaderi bile mucizelerle doludur. 12 Eylül de diğerleri gibi çoğunluk için etkisi üç günde geçen bir yıkımdı. Milli Eğitim camiası, en hızlı ayak uyduran müesseseydi, istifa ettim… Kolay yıllar geçirmedim ama kazancım onca meşakkat arasında sosyoloji okumak oldu, bir okul daha bitirmiş olduk… Daimi gelir getiren bir işim yoktu, ilk fırsatı tepme kudretim de kalmamıştı. Tereddütlerle ve sonradan başıma kakılan bir iki tavassutla belediyede işe başladım, beni işe alanların tereddüdü elbette daha fazlaydı. Hayatta en sevmediğim ve şehir cinayetlerinin tetikçisi olarak gördüğüm müesseseler belediyelerdi ve orada çalışmaya başlamıştım. Tabii bir de yıkımın köylerdeki mümessili köy muhtarlarını da hiç sevmem. Çünkü onlar, gözden uzak ve daha denetimsiz oldukları için traktörüm kıvrak dönsün diye kişilik ibraz eden yüzlerce yıllık çeşmeleri, duvarları yıkmışlardır. Bu ülke gerçekten ve tamamen sahipsizdir… Talandan mal kaçırır gibi hızla şehir köy farkı gözetmeksizin işleyen tahribatlarda, muhafazakârlık unvanını kullanılmaya elverişli gören ama muhafaza ettikleri hiçbir değer olmayan iktidarlar ve belediyeler, iddiaları nedeniyle birinci derecede sorumludur.
Uyumsuzum; belediye başkanının “has odası”na yakın olacak uyum yeteneğini de gösterememiştim ama hayıflanmamı gerektiren bir durum da yoktu. İşin bir ucunda siyasetin varolduğu her yerde sadece az sayıda çıkarcının ve “evetçi”nin dışında kimsede itminan olmayışı, bizim ülkemizin yönetim tarzının bir şaşmaz gereğidir. Siyasetle asla içli dışlı olmadığım için huzursuzdum ve sorumluluğumun hesabını verebilmemin temel dayanağı olan “fikir sahibi olma”nın kesinlikle buralarda yeri yoktu. Ancak, tek bir şey yaşadım, herşeye bedel tek bir şey: Turgut Cansever’i tanıdım. Uzun süren ve hâlâ bitmeyen tahsil hayatım boyunca “Hocam” dediğim insanların sayısını unuttum. Akademik dünyada “Hocam” dedikten sonra, hürmet veya rahmetle yâd ettiğim onca insan arasında, “lakin” bağlacından sonra kusur ya da meziyet türünden tasvire ihtiyaç hissetmediğim tek hoca idi; zerre-i miktar ek yeri yoktu…
Numan Cebeci’den Turgut Cansever’e
Mimar benim gözümde bu memleketi Müteahhitler Cumhuriyeti’ne çeviren devasa şebekenin icraatında sadece küçük bir imzadır; ya müteahhit ortağıdır, ya aklayıcısı. Kendilerini savunabilecek hiçbir sözleri olamaz; çünkü sadece sosyetik bir odak olmanın ötesine geçmeyen en ciddi sivil örgütlerden biri onların elindedir; ama siville en ufak bir temasları yoktur. Belediye başkanı Temel Karamollaoğlu, o güne kadar gelenlerden farklıydı. Farkını da televizyonda ev ve şehir üzerine bir konuşmasını dinlediği Numan Cebeci’yi Sivas’a davet ederek göstermişti.
Numan Bey, daha ilk bakışta itimat telkin ediyordu; ama olsun yine de mimardı. İki kalem muhabbet edince içim ezildi, çünkü içi ezik bir insandı ve aynı dertlerin derdindeydik. Bu çelebi Osmanlı, sanatkârlığını kisvesinde de taşıyordu; cep saati, yeleği ve bastonuyla tarihten bugüne düşmüş bir incelikti. Mihmandarlarıyla gezdi ve on beş sene evvel hâlâ diri bir şehir gördü. O, elbette şehrin yakın geçmişini bilmiyordu; kalanları büyük bir nimet sayıyordu.
Tahkikleri sonucunda Belediye başkanına “Turgut Hoca buraya gelmeli!” teşhisini koyan bir cevher şahsiyettir, Numan Cebeci. Ve Hoca Sivas’a geldi ve olağanüstü bir heyecanla; bizleri de o heyecan rüzgârının önüne katarak, umudun nabzının şehrin nerelerinde attığını göstermedi yaşattı adeta. Bir mimarın gerçekte ne demek olduğunu da öğrenmiş olduk.
Turgut Cansever Sivas’ta
Turgut Hoca’nın Sivas'a ilk gelişi sanırım 1992… Çünkü 9-11 Ekim 1992 de yapılan benim de katıldığım "Sivas'ta Yeşil, Rekreasyon ve Sağlık Turizmi" konulu workshop'a katılmıştı... O tarihten itibaren bazen iki ayda bazen ayda bir Sivas’a geldi… Sonra ben belediyeden ayrıldım. Ama hemen hemen her geldiğinde Siret Bey haber veriyor ve bizi nasiplendiriyordu. O workshop’ta ben halk temsilcisi olarak katıldım; azıcık da sosyolog… Mimar ve mühendisleri fena halde kızdırdığımı hatırlıyorum. Workshop öncesi çok az beraber olduğum halde Hoca, gönlümün en gergin ve ince tellerine dokunmuştu; derhal ve hızla anlattıklarının da ilhamıyla halkın(!) derdini anlattım. Toprağı yalnızca intifa hakkı veren ve özellikle mesken meselesinde özel mülkiyete sınırlar koyan bir gelenekten gelip de insanlara başını sokacak ev sahibi olmalarını neredeyse imkânsız hale getiren cari uygulamaları eleştirdim. Yaptığım buydu sadece. En başta, mehter marşı dinlediğinde bıyık buran muhafazakâr mühendis yahut mimarlar (ki çoğu müteahhit idi) derhal taarruza geçti.  Taarruz sosyolog tarafıma değil, halk olmamaydı. Halk dediğin böyle konuşmamalı; muktedirlerin karşısında elini ovuşturmalı, TOKİ’den kendine verilen evin eşiğini öperek temennada bulunmalı. Halk olmak ne kadar zor!
O toplantılardan ve diğer ciddi çalışmalar ışığında 2040 yılını hedefleyen bir “master plan” çıktı… Çok iyi hatırlıyorum, dönemin DPT başkanı İlhan Kesici “Bu olağanüstü bir şey, nutkum tutuldu!” demişti. Turgut Hoca her vesileyle Sivas için sağlıklı kentleşme ve büyüme stratejilerini bu hususta yol göstermeye çalıştı… O kadar geniş ve kuşatıcı şeyler söyledi ki, kendini bu şehirden sayma gafletiyle başta tevazu içerisinde yükümüzü çeken Siret Karasoy olmak üzere, mesela Doğan Erdinç, A. Turan Alkan ve ismini hatırlayamadığım üç beş dost olağanüstü heyecana kapıldık… Belediye başkanımız bizim kadar heyecanlı mıydı bilmiyorum ama imarcıların hardal tanesi miktarınca ürpermediğini adım gibi biliyorum. Hoca’nın Sivas’tan uzaklaşmasında ve soğumasında onların da etkisi olmuştu.
İbn-i Haldun’un ruhu şadolsun, cemaat asil bir şey elbette... Ancak cemadat gibi malzemelerden oluşan bugünün cemaatleri için kesinlikle geçerli değil. Bunlar köle bile değil, köle gibi davranarak efendi olmaya çalışan uyanıklardır. Bu şehirlerde, belediyelerde: İmar müdürlerinin mimar ya da mühendis olması gerektiğine dair bir kanun mu var? Varsa bile hiç tanımadıkları şehri kâğıttan kuş yapıp uçurmak yerine; yanlarında şehirli, mahalleli haysiyet sahibi adamlar neden olmaz? Evet… Çok komik bir şehir sosyetesi oluşturan ve adına “Kent Konseyi” denilen gariplikler var… Birbirlerine “sayın!” demekten fırsat bulup da tek dişe dokunur söz söylemeyen insanlardan oluşur. Şehrin iki büyük yöneticisinin yanında poz veren figüratif bir malzemedirler.
Yakın zamana kadar o tür toplantılara çağrılır; ikinci bir toplantıda orada olmayacağımı garantiye almanın rahatlığı içerisinde söylenmesi gerekeni söylerdim. Ve sadece “ev adamı” olduğum için toplantılarda konumu icabı söz söyleyemeyen “memleket evladı” can kulağıyla dinlerdi. “Sayınlar” ise ricalin sofrasında oturmak hazzını sonuna kadar tatmak için arkadan çelme takarlardı.
Sivas gerçekten biçare bir şehirdir.
Ah o ince ve derin sohbetler
Konferans kelimesi yaraşmaz; çünkü hoca, sohbet geleneğinin fasih ve sahih bir örneğiydi. Tebdil-i mekânından sonra bir ben değil, aynı gerekçelerle ona “Hocam” diyen ve kalemleriyle hüzünlerini ifade edenlerin tamamı bu hususta birleşmişlerdir. Gönül sahibi kalemlerden dökülenler, hocanın sohbetlerinin sayıyla ölçülemeyecek kadar bereketli olduğunun, defterinin de asla kapanmayacağının delilidir. Hoca her zaman Numan beyle beraber geliyordu; her geldiğinde Siret Karasoy karşılıyor ve bizleri haberdar ediyordu. İlk konferansa şehrin tüm mimarları, müteahhitleri, mühendisleri davetliydi ve iyi de duyurulmuştu. Kocaman salona bir avuç insan geldi; ama olsun… Siyasetçiler kalabalığa hitap etmeyi ve bu tür kültür faaliyetlerine de kalabalıkların iştirakini pek ister ve severler. Oysa popüler olmayan, ciddi ve hayati konularda yapılan faaliyetlere lakayt kalınması artık âdettendir. Başta ben olmak üzere, ilgili birimler bu yüzden zaman zaman suratların asılmasına neden olduk; oysa hiçbir suçumuz yoktu. Çünkü aynı lakayt insanlar, fazla duyurmaya gerek kalmadan çıtır çerez programlarda protokole oturacak koltuk bırakmıyordu.
Siret Karasoy hatırlatınca hafızam canlandı. Hoca’yı takdim şerefi bana düşmüştü. Sohbetin konusu “Türk Konut Kültürü" idi… Başta neler söylediğimi hatırlamıyorum, çünkü irticalen konuşmuştum, kaydı yok. Ancak Sezai Karakoç’un tüyleri diken diken eden “Balkon” şiirini okuyarak Turgut Hocayı kürsüye çağırdığımı çok iyi hatırlıyorum. O takdimden sonra Hoca bana nedense hep “Beratî Bey” diye hitap etmişti. Her zaman olduğu gibi Cumhuriyet Üniversitesi’nden tek bir adam dahi yoktu; mahallî olamayandan, millî olamayandan üniversal olamaz. Bu üçünü aynı anda kucaklamayan üniversite, sadece bir isimdir. Az sayıda adam oluşu huzursuz ediciydi. O ise sanki bütün dünyaya hitap ediyormuş gibi konuşmaya başladı… Tane tane, şırıl şırıl, taaa içerden, derinlerden. “Halk haktır” diye başladı ve buradan hareketle ancak “İnsanın âlemle Hakkın dilediği biçimde irtibat kuran ve Hakkın hassasiyetinin eşyada tecellisine aracılık edecek tek varlık…” olduğunu söyledi. Oradan insanların meskenlerinin, onun Hakk ile irtibatının bir tecellisi olması gerektiğini ifade etti. Son cümle müthişti: “Eğer önümüzdeki son otuz yılda bu irtibatı kuramazsak Halk Hak olmaktan çıkar!” demişti. Bunca yıl sonra yazarken bile aynı ürpertiyi yaşıyorum.
Hoca sohbeti bitirdi ama zerre kadar yorgunluk alameti yoktu. Bir gönül bağı var mıydı bilmem ve böyle şeyleri merak etmek bile ayıptır. Ama tek kelimeyle: Ekberî bir soluk idi, soluk da değil nârâ idi… Oradan aldığını âleme, dağa, taşa ve hususen içinde yaşayan insanın sureti olan şehre naklediyor, taşlara nakış nakış külünk gibi kelimelerle işliyordu.
Sohbetin sonunda elimi ayağımı pancar kesen, davetli bir mimarın sözü oldu. Bana önemli bir şey söyler gibi, “Turgut beyin felsefesi kuvvetli!” demişti. Gökten felsefe taşı yağsa fiskesi düşer mi acep başınıza.
Âlemde az ve küçük bir şey yoktur
Şehir gezilerinde beni kendisine hayran bırakan bir tarafı da “bütün”ü kucaklayan, hayranlıkla ve adeta hasretle kucaklayan hâli idi. Adeta başka bir dünyaya geçiyor, harabe bir evin karşısında kimselerin fark edemediği bir ayrıntıyı ihtiramla temaşa ediyor, sonra onu adeta kâinatla bütünleştiriyordu. “Helik taş”ın* bir yapı için ne ifade ettiğini ondan dinlemek nasip oldu.
Sohbetlerinden birinde (Sosyal Cinayet: Yüksek Yapılaşma) söze “Bu şehr-i stanbul ki, bi-mislü bahadır/Bir sengine yekpare acem mülkü fedâdır!” diye başladı. Sonra “Biliyor musunuz!” diye sohbete girdi. Çoğu kez “Biliyor musunuz” kelimesiyle ve soru kipinde değil, herkesin bildiğini söylüyormuş gibi başlardı. Başladı ve devam etti:
“Biliyor musunuz, Nedim’in kastettiği taş, öyle çok değerli bir mücevher yahut muhteşem yapılardaki kesme taşlardan biri filan filan değil. O kesilmiş biçimli taşların birbiriyle imtizacını sağlayan helik taşlardır. İstanbul’un muhteşem varlığı içerisinde el kadar küçük helik taşın rolünü anlatıyor şairimiz…” Anlatırken sanki o taşı avuçluyormuş gibi de elini açmıştı. Bu ince idrakin binde biri olsaydı; İstanbul’un tek taşına bile dokunulmazdı, etrafını çitlerle çevirirlerdi. Hoca’nın herşeyiyle Osmanlılığı taşıdığına ney ile ünsiyetini de öğrendiğimde tam kanaat getirmiştim. Çalıştığım birime bağlı ve ehemmiyetini ne kibirden biçilmiş sözde musiki dostlarına, ne de şuursuz hasımlarına anlatabildiğim bir minik “konservatuar” vardı.
Ulu mimar, İstanbul için çok şey yapmaya çalışmıştı, çok büyük emekler vermişti. Dünya Bankası’nın ve başkanının olağanüstü heyecanla karşıladığı ve desteklediği, Marmara Denizi’nin uygun yerlerine uydu liman ve sanayi kentleri kurarak İstanbul’u kurtarmak istiyordu. Dünya Bankası ile temasları heyecanla sürdürürken, Dünya Bankası Başkanı “Turgut Bey, sizi anlıyor ve destekliyorum ama devletinizin tepesindeki adam böyle bir şeyi istemiyor!” demişti. Bunu bize anlattığındaki hali gerçekten dokunaklıydı. Büyük zat, “Müteahhitler Cumhuriyeti”nin başı olarak el altından müteahhitlerine İstanbul’u büyük bir arsa gibi parsel parsel dağıtmıştı. Bugün hâlâ bu zata Türkiye’yi kurtarmak(!) adına sorular soranların haddi hesabı yoktur. Durum el’an da farklı değildir. Hoca’ya büyük bir ödül verildiği ahir ömründe, verilen ödül sadece verene şeref kazandırır. Parselasyon son hızla devam etmektedir.
Bir de… Gün aşmaya yakın bir saatte virane bir evin önünde durup, derinden baktığını hatırlıyorum… Aynı akşam sohbete o yarı beline kadar toprağa gömülmüş evin pencere demirlerinin inceliğini ve önemini anlatmaya başladı. Eliyle, jest ve mimiğiyle sanki onu yapan demirci ustasının ruhuna Fatiha okuyormuş gibi bir vecd ve hürmet içerisinde konuşuyordu. Demirin nasıl ısıtılarak şişirildiğini ve o bombelerden iç içe demirlerin nasıl geçirildiğini yaşıyormuşçasına anlattı, anlatmadı canlandırdı. Damarlarımdan o an, Peygamber Efendimiz’in bir köpek leşinin yanından geçerken burunlarını tutan dostlarına, “Görüyor musunuz? Ne kadar güzel dişleri var!” ihtarı geçti.
Mimari ve İnsan
Siz hiç evine plan çizdiren müşterisine danışan mimar gördünüz mü? Siz hiç masasından kalkarak üzerine ev kondurduğu arsanın tekmil varlık ve arş üzerinde asla minnacık olmayan mahiyetini anlamak için araştıran, soran, derin derin düşünen bir mimar gördünüz mü? Ben görmedim, daha doğrusu Turgut Bey’den önce görmemiştim. Giderler evet, arsayı ölçer biçerler, gerisi cetvel, gönye ve pergel; matematik bile değil aritmetiğe kalmıştır.
Hoca, Sivas’a uçak bulamadığında otobüsle gelirdi. Yolculuklarından birinde kışa tutulmuşlardı, yetmişlerindeki adam, diğer yolcularla araba itelemişti; dinç ve alçakgönüllüydü… Özbekistan’a gitmiş ve dönüşte Sivas’a uğramıştı. Zabıtanın külüstür siyah Reno’su kapıda durdu, Turgut Hoca’nın geldiğini ve beni çağırdığını söylediler. Uçtum, çünkü her gelişi bizim için bayramdı. Azıcık hoşbeşten sonra “Beratî bey sizinle bir şey konuşacağım!” dedi ve o an orada olanlar kendi hallerine bırakarak kenarda bir masaya oturduk. İmam Buharî külliyesi düşünüyorlarmış Özbekler, belli ki ona ya danışmışlardı, ya da projeye katkıda bulunmak istiyordu. İşin esasını bilmiyorum; ama yaşadığım şey, mimar olmanı, sanatkâr olmanın esasıydı.
Hoca çantasını masaya döktü ve “İmam Buharî”nin türbesinin etrafına bir külliye yapılacak olsa senin düşüncelerin ne olur?” diye, yekten sordu. Afallamıştım. “Aman hocam! Ben ne anlarım mimarîden, projeden; estağfirullah!” dedim. Bütün ciddiyetiyle ve hatta biraz sertçe “Siz İmam Buharî’yi tanıyan ve seven bir müminsiniz. Bakışınız çok önemli!” dedi. Benim bakışıma verdiği önemin, elbette doğrudan doğruya şahsımla alakalı olmayıp, kaybettiğimiz ve artık aramadığımız ontolojik bir esastan kaynaklandığının bilinmesi gerekir. Bırakın sanatkâr olmayı, hayranlıkla âlemi temaşa eden bir insan olmanın; hatta insan olmanın gereğini anlatan işte o hitaptı… Muhatabı olduğuma çok sevindim. Hocanın yönelttiği sual, herhangi bir “birey”e değil, yapılan eserle koyun koyuna yaşayacak “şahsiyet”e idi. Önüme kâğıt kalem koydu, türbenin olduğu yeri ve etrafını kabaca çizdi. Ben konuştum, o not aldı, çizgilere aktardı ve habire sordu; fırsat elde iken derin mimari tecrübemle(!) döktüm devşirdim. Dünyadan kopmuştuk ve hayatımın en güzel derslerinden birini almıştım. Sonra, kâğıtları kemâl-i ciddiyetle topladı ve çantasına yerleştirdi.
O bir adım önümde olsun isterdim, Hoca yan yana yürümeyi severdi, çünkü her an söyleyecek bir sözü vardı; hâzirûna katıldık.
Sivas’a ne kaldı
Gelir gelmez pek çok şey arasında, öncelikli olarak Gökmedrese’yi işaret etti. Belediye başkanı Temel Karamollaoğlu derhal ve aşkla kolları sıvadı ve Gökmedrese Vakfı’nı kurdu. Bu vakfın ciddiyeti sayesinde İTÜ’ye bir yenileme projesi hazırlatıldı, şu anda değişiklik yapılmadıysa bu proje uygulanıyor... Restorasyon çalışmasından çok çok önce kollar sıvanmıştı bile; bugün de emeğini sürdüren Burhan Bilget işin başındaydı. O gün çok müthişti; medresenin temeli açığa çıkmış ihtişam topraktan fışkırmıştı. Bir kurban kesilmişti ve işçilerle beraber hayatımızın en anlamlı, en lezzetli lokmalarını yemiştik. Gökmedrese’nin giriş kapısında mavi çinilerle Kalem Suresi’nin son iki ayeti yazmaktadır. Çok geniş tefsiri olan bu iki ayet nazara karşı da okunur ve taşınır. Restorasyon çok yakında bitecek ve Sivas üzeri küllenen nazarlığına tekrar kavuşacaktır. Lâkin korkarım, Turgut Bey’in adı geçmeyecek ve belki de Temel Bey’i çağırmak akıllara bile gelmeyecektir. O gün ya “Hatırlattığınız iyi oldu!” ya da “Kâhin” dersiniz bana. Biz daüssıla erleriyiz; işimiz hatırlamak ve hatırlamaktır.
İstisnasız bütün projelere göz attı Hoca… Genç mimarların sorularını bıkmadan usanmadan cevaplandırdı. Bilgisini onun kadar cömert kullanan insan sayısı çok değildir; muhatabı kim olursa olsun sonuna kadar ve tekrar tekrar anlatırdı. Mahallelerin kökü kazındıktan sonra, elde kalan üç beş konağı restore edip caka satmak, günümüz yöneticilerinin vicdanlarını rahatlatmaya vesile olmaktadır. Turgut Bey, “Siz farkında değilsiniz, Safranbolu’nun adı var, Sivas’ta Safranbolu ebadında sivil mimarimizi taşıyan mahalleler var. Ayağa kaldırılmayı bekliyor.” Bu fikir ve hüküm, olağanüstüydü. Ama restorasyoncuların da, belediyecilerin de işine gelecek türden değildi. Çünkü işin kurdu restorasyoncu, daima giderini bir kuruma karşılatacağı “Zadegân Konağı” peşindedir; belediyeciler ise hâlâ birbirine omuz veren eski evlerin yıkılmasını beklemekte yahut yıkmanın yolunu aramaktadır.
O günler bir fırsattı; Turgut Bey kolları sıvayarak sit alanı olduğu için fazla örselenmemiş “Sivas Kalesi” eteklerine “Kale Evleri Projesi”ni hazırladı. Maketini yaptılar ve belediye binasına girdiğinde derhal göze çarpacak bir yerde de teşhir edildi. Ne oldu, neler oldu bilemem; olmadı olmadı olmadı… Eğer o proje gerçekleşseydi Sivas dünya ölçeğinde bir sivil mimari örneğine kavuşacak; örnek gösterilecekti. Ve eğer o proje gerçekleşseydi, ne ödüller alırdı bilemezsiniz. Hoca “Kale Evleri”ne yüreğini koymuştu, hatta o uğurda sağlığı bile bozulmuştu. Sivas için büyük bir projesi de bir tanesi Sıcak Çermikle Yıldız Irmağı arasındaki araziye olmak üzere, Sivas’ı kurtaracak ve rahatlatacak uydu kentler kurulmasıydı. Tıpkı İstanbul’u kurtarmak istediği gibi...
1994’te İstanbul’da doktoraya başladım ve Turgut Hoca sebep olmuştu. Enstitü’ye kaydımı yaptırır yaptırmaz ziyaret ettim. “Beratî bey, Sivas’a muğberim!” dedi. Elimden hiçbir şey gelmezdi, içim yandı. Aslında çok olmasaydık da bir araya gelen üç beş kişi, sesimiz doğru şekilde ve cesaretle çıkabilirdi. Sivas hakkında konuşabilme hakkını kendinde gören bir avuç gafil, belki de o çok “sayın”lı toplantılarda kendimizi yanlış yerde konuşlandırmıştık. Evvel kusuru kendimde arıyorum…
“Halka tan eylemek nemiz, bilcümle vebal bizdedir!”
Kale Evleri hâlâ mümkün
Evet, ya söz geçirmeye gücüm yetse, ya da sözü gönlünün en yumuşak yerinden anlayan bir “Sayın” çıksa; uzunca bir zaman teşhir edildikten sonra maketini ortalardan kaldırdıkları “Kale Evleri” hâlâ gerçekleşebilir. “Paşa Fabrikası” hariç, hiçbir ciddi şehircilik faaliyeti olmayan ve “Karizmatik Lider”in gölgesinde saltanat sürerek süresini dolduran bugünkü belediye bunu Turgut Hoca sağken gerçekleştirebilirdi. Tek yaptıkları, kendi imalathaneleri olduğu halde, büyük paralarla satın aldıkları boyalı taşlarla kaldırım döşemek ve ana caddeleri pavyon sokağı gibi süslemek oldu. Şehir rüküş bir kadına döndü. İktidar imkânını, “muhafazakâr” kelimesini sıfat olarak kullananlar en kötü bir biçimde sergilediler. Slogan’a bakın: Modern Şehir… Batı, geleneği olduğu için moderndir; sizden sadece ve çok ama çok kötü bir mukallit olur.
Bundan sonra kim gelir kim gider asla bilemem; ama “Gelen ağam, giden paşam!” diyenlerden asla olmadım. Kim gelirse gelsin, taşlar altında gömülen şehre en büyük iyiliği “Kale Evleri” projesini gerçekleştirmek olmalıdır. Çünkü Turgut Cansever’in bu şehre biçtiği kıymetin gereğini yapmak hâlâ mümkündür. TOKİ gibi dakikalık fotoğraf çeker gibi şehir imal eden bir güç, bir istisna yapıp hayırlı bir işe de girişebilir. “Kale Evleri” zarar ettirecek bir proje de değildir. Hoca, Özbekistan’dan geldiğinde oralarla mukayese edip “Sivas’taki tarihi birikim ve mimari doku, çok ama çok nadir şehre nasip olmuştur.” demişti.
Sivas’la ilgili son katıldığım toplantıda muhafazakâr rektörümüz de vardı ve ona refakat eden üniversitenin muhafazakâr simaları… Bu elbette sevindirici birşeydir; ilk bakışta “yerlilik” intibaı vermekte ve halka sevimli gözükmektedirler. Hiçbir iktidarla aram iyi olmaz, olması gerekmez; eyvallahım da olmaz. Kimin yönettiği değil, nasıl yönettiğidir… İçinde vücut bulduğu şehirle ünsiyet kuramayan bir akademik nazar; “Üniversal” sıfatını ancak rozet olarak taşır. Gönül isterdi ki, onca yıllık beceriksiz yönetimden sonra; bazılarının umut bağladığı üniversitenin yeni simaları ufuk açan tek bir söz söylesin… Üniversite, şehre ve şehirle ilgili her faaliyete figüratif bir hükm-i şahsiyet olarak değil; yürekten katılmalı; söyleneni de pür dikkat dinlemelidir. Keyfine çerez çıtırdatan belediye temsilcisi de dâhil pekçok amatör şehircinin orada olması münasebetiyle susmaya karar verdim; hayli sustum. Susmanın suç olacağı noktaya kadar sustum… İnce saz heyetinin “Evelik, yemlik, oy madımak” muhabbetine daha fazla dayanamayarak, Turgut Hoca’yı ve “Kale Evleri” projesini anlattım. Dinlediler… Hazirundan hiç kimse konunun ehemmiyetini kesinlikle anlamadı; şehre henüz gelen ve toplantıya başkanlık eden vali muavinimiz ve sessizce oturan yerli halktan(!) bir iki kişi hariç... Vali muavini, anladı ilgilendi ve Turgut Hoca’yı da tanıdığını, okuduğunu söyledi. Şehir için büyük kazanç ama bu tür insanların vilayet yönetimine katlanması da; terfi etmesi de zordur; tecrübemle biliyorum. Belediye takımı yahut uyuyan kaşarlardan beklerken, o toplantının en müthiş cümlesini kültür müdürlüğünün temsilcisi kurdu. Kültürlü olduğunu bildirmek için bana:
-Şair Edip Cansever’in nesi oluyor?
Sorusunu sordu.
Ah Hoca’m ah! Umutsuzluk helal olsaydı, her öğün sadece onu yerdim.
Elveda
Turgut Hoca’yı çok sevmiştim, şehrimi de elbette…
Kale Evleri projesinin binbir emekle maketini yapan Emine Öğün hanımdan da binlerce kez özür diliyorum. Çünkü bu özü çok güzel şehrin barbarları maketi parçalamış, parçalarını da birer ganimet gibi kendilerini adam yerine koyan karılarına hediye etmişlerdir. Bilmem kaç pare ev maketi, hangi zevksiz döşenmiş lojmanın “şark köşesi”nde cahil ve zevksiz kentsoyluların cinayet delili olarak hayatını sürdürmektedir. Bunlar böyledirler işte ve sağcıdırlar; dini ve şanlı tarihlerini kimseye bırakmazlar ama gerçekleştiremedikleri bir medeniyetin maketiyle evlerini süsleyecek kadar ince zevk sahibidirler. Bu insan tipi Türk sağının hakim rengidir.  
“Kimse kızmasın kendimi yazdım” diyenlerden değilim, gülün yanağını koklamayarak güne başlamayı zül sayan bir savaşçıyım. Saat kaçı gösterirse göstersin, vakit neye şahadet ederse etsin, okuduğumu bilirim ve vazgeçmem. İsteyen kızabilir; kendimce yazdım, kendimi yazdım. Yazdıklarım, sadece Sivas’a, meydan yerini işgal edenlerin asla fark edemeyeceği derinlik kazandıran Turgut Hoca’ya bir vefa borcunun ifadesi değil; yaşadığım şehre de bir kökten vedadır. O erişilmez sohbetlerin ışığından yansıttıklarım, yaşadıklarımdan hatırımda kalanlar; umarım hâlâ imkân varken hayırlı işlere yöneleceklere işaret fişeği yerine geçer. 
Turgut Hoca ölümü tattı…
Duyduğumda içimden yanıma üç beş dost alıp Ulu Cami’de gıyabî bir cenaze namazı kılmak düşüncesi geçti. Sağıma soluma şöyle bir bakındım ve derhal vazgeçtim. Ferd-i vahid olarak, ancak kudretimin yettiğini yerine getirdim.
Tuğrul İnançer’in sadırdan akan muhteşem yorumuyla “Ölümü tatmak ayrı, ölmek ayrı!”dır. 
Allah dirilerimize, kendilerini diri sayanlara rahmet eylesin.



* Helik taş: Büyük taşları birbirine kaynaştırmak için aralarına konulan küçük ama düzgün taşlar.
** Nietzche, ”Öyle şehirler inşa ettiniz ki;  ne düzelecek, ne de bozulacak bir şey kaldı!” diyor. Keşke böylesi bir “daüssıla bilinci”ne sahip nihilistlerimiz olabilseydi.

19 Şubat 2014 Çarşamba

FEDAİLER VE DALKAVUKLAR

Ben de susulmaması gereken her konuda tarafımı belirlerim; bu başkalarının da en tabii hakkıdır ve öyle olması gerekir…
17 Aralıkla başlayan süreci ilk gün “darbe teşebbüsü” olarak değerlendirdim, hâlâ aynı düşüncedeyim. Darbenin ne olduğunu, kimlerin desteğiyle gerçekleştiğini dört darbeli tecrübemle bilirim. Son ikisinde kötülüğünü görmüş birisiyim; şekva da etmem, bana yumuşak davransalardı kendimden şüphe ederdim. Bu da bir darbe ve aktörleri aynı insanlar, ekstradan bir de cemaat figürü var; bana da bu asla şaşırtıcı gelmiyor.
Sür'atle başaracaklarını umuyorlardı olmadı…
Ya Tayyip Erdoğan’ı iyi hesap edememişler yahut darbenin arka planındakiler bunları turfaya getirmişler, bayağı inandırmışlar. Şimdi başka yolları umutsuzca deniyorlar, akla gelmeyecek ittifaklar arıyorlar. Tahmin ediyorum olmayacak, çünkü “darbe havası” tavsadı. Olmayınca en mülayim yüzleriyle ufak ufak ricat edecekler.
Tarafımı belirlerim, desteklerim ama sınırını da koyarım…  
Burada koyduğum sınır ülkemdir. İktidar hırsının ihanetlere varacak düzeye yükseldiğini müşahede ediyorum. Oturup, deliller toplayıp şuna buna laf yetiştirecek değilim; çünkü işim esasla ilgilidir. Burada esas olan darbeciliktir; darbecilik ahlaksızlıktır, gerisi teferruattır. Ortada dinimle ilgili bir konu varsa orada da “esas”la ilgili tavrımı mutlaka belirlerim, gereken titizliği de gösteririm. 
Tavrım bu yüzden siyaset dalkavuklarını da, cemaat fedailerine de hoş gözükmüyor. Çünkü onlar kayıtsız şartsız bağlılık isterler; benimse kaydım da vardır şartım da…
Dalkavukla fedai aslında aynıdır, çünkü zamane dalkavuklarının da, fedailerinin de aslında temenna ettikleri de, korudukları da kendi keyif, konfor ve yaşam standartlarıdır. Netice itibarıyla para cinsinden ifade edilebilen insanlardır. Ciddi tahlillerde bulunan, samimi derdini yazan az sayıda insan dışında gazeteler ve televizyonlar 28 Şubat’tan daha vahim dalkavukluk ve fedailik içerisindeler.
“Bu günler geçtiğinde insanlar birbirlerinin yüzüne nasıl bakacaklar?” türünden bir ikaz da zaman zaman dile getiriliyor. Ben buna inanmıyorum. Bu arkadaşlar dün ne ise bugün de o idiler; sıkılmazlar pişkin pişkin tatlı hayatlarını sürdürecek bir yol bulur ve yürürler. Birbirinin yüzüne de pişmiş kuzu kellesi mülayemetiyle tebessüm ederler.
Fikrimi yazdığım konularda dayanaklarım bellidir ve ülkem de, dinim de esasla ilgilidir. Esas üzerine yapılan taarruzu da, istismarı da kaldıramam. Sağdan soldan laf yetiştireceğinize, oturun siz de benim dile getirdiğim esaslarla ilgili fikirlerinizi yazın ve tabii dürüstçe yazın.
Ne yazdımsa aleniyet içindedir, kaynağım da sağlamdır. Eğer gerçekten esaslarla ilgili üslubumu ve terbiyemi bozacak olsam ağzıma geleni söyler iktidardan şövalye nişanı, “kutb-ul aktab”tan bir eyaletin mukaddesat vergisi tahsildarlığı kotarırdım. Mevcut vasat, tam da böyle imkân kapılarını açıyor.
Bütün bunlar sizin olsun, ben ev yanarken hane halkının canını kurtarmanın derdine düşerim; mobilyaların, paracıkların vs. değil…
Kumaş, kalite, maya ve tabii biraz da meşrep meselesi…
Vicdanın rahat mı? Gerisini boşver hemşerim!

12 Şubat 2014 Çarşamba

NECİP FAZIL’IN SİVAS KONFERANSI


Bıyıklarım gür gelsin diye günde iki kerre tıraş olan bir köy öğretmeniydim. Bir haber: Necip Fazıl Sivas’ta... Mahallelim de olan, öğretmen arkadaşımla (Vahdettin Altun) kafa kafaya vererek köyün iki dolmuşundan birini ayarttık; yolları kar kapamıştı. İki yol vardı; biri kese, biri sapa. Sapa yolun açık olma ihtimali vardır diye yollara düştük, maceralı bir seferden sonra iki saatlik yolu altı saatte alarak şehre vasıl olduk. Aynı akşam Esen Sineması’nda Necip Fazıl konferansı var. Tabii, daha öncesinde Köşk Oteli lobisinde yüzünü gördük; etrafında geniş bir hayran ve siyasi ikbal uman bazı zevat... Üstad dinlenecek dediler ve odasına geçti.
Oda, otelin en büyük odası... Etrafında bu sefer MTTB’li gençler ve üstadın özel korumaları... Üstad böyle özel muameleyi sever derlerdi; sever miydi bilmem?  Gençlerden cevval bir arkadaş, bileğine yüreğine kuvvetli gençleri tanıtıyor. Kimi karakuşak millî karateci, kimi gençlerde dünya şampiyonu güreşçi... Evvel Üstadın meşhur tiki harekete geçiyor ve arkasından:
— Geçin bunları çocuklar! İçinizde beyin var mı, beyin?
Diyor. Takdimci arkadaş renk alıp veriyor ama çevresindekiler bu nükteyi bir yana kaydediyorlar.
Hemen aynı anlarda Üstad çay içmektedir... MTTB’nin Necip Fazıl müptelası gencecik başkanı (Zeki Kılıç) da çayı dolduruyor. Eli ayağı titriyor ve bardak devriliyor, sehpanın üzerinde Üstad’ın Bahar sigarası... Bahar, Bafra ile aynı içimdeydi ama karton kutuluydu, inceydi ve iki nefeste dibini bulabiliyorduk. Çay sigaraya doğru akarken, başkan devrilen bardağı düzeltiyor. Necip Fazıl fırsatı kaçırmıyor:
— Başkan, öyle başkanlık olmaz! Çay gitti, sigarayı kurtar!
Diyerek, başkana ders vermiş oluyor.
Dünya tatlısı bir adamdı merhum üstadımız! Dikkatli, ders verici, esprileri olağanüstü incelikli; gençlere karşı daima sevgi dolu... Sivas konferansından sonra Ülkücü Gençliğe teveccühle, MHP’ye destek vermiş; belki de milliyetçi hareket içinde ayrı bir dalgaya vesile olmuştu. Etrafının doluluğunu rağmen, dünyanın en saf ve yalnız adamlarından biriydi. Bugün bile, geçmişten deliller getirerek, onun bazı siyasi ilişkilerini fena halde hicvedenlerin dertlerinin vefasızlık yahut hasetlik olduğunu düşünüyorum. İnsanoğlu hatadan hali değildir; Necip Fazılı ise hatadan ibaretmiş gibi gösterenlerin, onun güzel yanlarını görmemelerini başka türlü yorumlamaya terbiyem el vermez.
Akşam kavuşmadan balkon dediğimiz katı da olan sinema salonu hıncahınç doldu. Konferansın konusu, “Dünya Bir İnkılab Bekliyor” idi. Dünya hâlâ bekliyor... Üstad, ne söylerse söylesin dinleniyordu; acayip karizması vardı. Dinlemeyenler de seyrediyordu. Kendisi bir Anadolu seferinde “Bunların çoğu beni seyretmeye geliyor!” demiştir. ;Elbette seyredenler, Büyük Doğu’nun kahramanını görmek için gelenlerdi. Rivayettir, salon ahalisi “Üstad, Üstad!” diye yeri göğü inletirken, seyircilerden biri de “Üst kat”a bakıyormuş, sinemanın balkonuna. Sonra görevli gençlere “Üst kat, üst kat diye bağırıyorsunuz! Üst kata bakıyorum bakıyorum bir şey göremiyorum!” diye sitem etmiş.
O akşamın bence en güzel hadisesi, Sivas’ın meşhur meczuplarından “Hayhak Süleyman” ile Üstad arasındaki konuşma idi. Şehrin Süleyman Emmisi merkez camilerde ikamet eder ve aşka gelince “Haaaay Haaakkk!” ve arkasından “Aşkk” diye nara atardı. Bazen de sadece “Aşkk” derdi. Her yerde ve her zaman böyleydi ve kim olursa olsun lafını esirgemediği için, şehre ricalden birileri geldiğinde Süleyman Emmi’yi polis abiler müsait bir karakolda misafir eder, ağırlarlardı. Necip Fazıl konuşuyor, Hayhak Süleyman da cümle sonlarında “Aşkk” diyordu; birileri müdahale etti. Üstad, konuşmayı keserek, yanında nöbet tutan gence (Necati Çelik) ne olduğunu sordu. Delikanlı da, özür bildirir bir şekilde, “Aşkk!” diye bağıranın bir meczup olduğunu filan söyledi. Üstad, “Hiçbir itirazım yok!” dedi, Süleyman Emmi’ye müteveccih, “ Sen bir defa, ben bin defa söyleyim!” dedi ve şehrimizin meczubuyla aynı makamdan peşi peşine:
— Aşk, Aşk, Aşk, Aşk!
Dedi. Azıcık durakladıktan sonra, konferansa devam etti.

Müthişti.