28 Şubat 2014 Cuma

DEMOKRASİ-FAŞİZM MATRİKSİ

 “Simge” kelimesi, kurum tarafından mahalli ve çok kullanılmayan “sim”den[1] türetilmiştir ve tutmuş gözükmektedir. Simgenin tam karşılığı alamet-i farikadır; birşeyi başka bir şeyden ayırt eden işaret anlamına gelmektedir. Hayal karşılığı olarak imal edilen “imge” de pek kullanılmayan “im” kökünden türetilmiştir. “İm” kelimeciğinin de işaret, alamet anlamına geliyor olması işi biraz karıştırmaktadır; zaten imalatçı da kökten, ekten değil, imgenin Fransızca “image” kelimesine benzerliğinden hareket etmiştir. Kurum da, edebiyatçılar da olsa teklif getirmelidir, ancak o teklifleri psiko-ideolojik[2] nedenlerle herkes için mükellefiyet haline getirmek tedavi gerektiren bir durumdur. Bu yazıda simge, “alamet-i farika” karşılığı olarak kullanılacaktır, imge de bir varlık hakkında oluşmuş/oluşturulmuş ve gerçekliğiyle bağlantılı olma zorunluluğu olmayan, hatta gerçekliği bulandıran, ama gerçeklik yerine ikame edilen yaygın hayalî gerçeklik.
Simge reel bir olguya, ama o olgunun başka özelliklerinin fevkinde göze batan ve önemliliğini kültürün belirlediği bir hususiliğe dayanır. İmge (image, imaj) hayalgücünün bir ürünüdür ve tahsis edildiği öznenin özelliklerine dayanması gerekmeyebilir, hattâ günümüzde, eşyayla irtibat kurulamayacak bir özelliği görsel cambazlıklarla varmış gibi göstermektir. İmaj (image) oluşturma; günümüzde medya ve para gücünün desteğiyle gerçekleştirilen ve giderek profesyonelleşen bir sektör haline gelmiştir. İmaj, modern insanın kalıcılığa önem vermeyen iştahına uygun olarak, popüler simaların yüzü eskidiğinde, politik zaruret halinde yahut bir ürüne yeni pazar imkânı açmak için gereken ve icap ettiğinde yenilenen bir şeydir. “Akıl çağı”nın aklı, gerçeklikten kopuk imaj üretme rekoru kırarak “akıl” denilen varlığı insanlardan uzaklaştırma görevini hakkıyla yerine getirmiştir. İnsanlığın büyük bölümü “akıl gereği” gibi gözüken sanal gerçekliklerle idare etmekte ve edilmektedir. Akıl sahipleri bütün dünyada azınlık statüsünde yaşamaktadır.
İnsan simge ve imge üretme donanımına sahip bir varlıktır ve bu onu biyolojik bir varlık olmaktan çıkaran en önemli özelliğidir. Simgeler; kültür değerini kavramayı, tazelemeyi kolaylaştırır; lisanı kuru ve donmuş bir kelimeler deposu olmaktan çıkararak, insanla bitişik yaşayan canlı bir varlık haline getirir. İnsanın alamet-i farikası bu iki haslet, hayat ve hareket kabiliyetini durdurmak ve biçimlendirmek kastıyla yürütülen bir imalata dönüşmüş, gezegenimizi üretilen simge ve imgelere boyun eğen insanlar kaplamıştır. Akıl ve hayalgücü,  simge sektörünün bir taşla vurduğu iki kuştur.
Akıl ve hayalgücünden mahrum insanların demokrasisi, demokrasinin tarihî içeriğini ve içinde barındırdığı iddiayı kaybetmiş; dünya patronlarının iktidarlarına çomak sokulmaması için kullandıkları bir araç haline dönüşmüştür. Toplumlar, topluluklar “yenidünya düzeni” hesabına düşman olarak tanımlanmakta, tanımlar simgeleştirilmekte ve oluşturulan olumsuz imgelerle belirginlik kazandırılarak hedef haline getirilmektedir. İçinden geçmekte olduğumuz bu olumsuz süreç, ancak faşizmin tarihi akışı ve ideolojik çeşitlenmesi eşliğinde tahlil edilebilir.

A. İptidai Faşizm

Monarşik yönetim tarzı, siyaset tarihinin uzunca bir zaman gözde düzenlerindendir. Monarkın adalet anlayışı, zekâ seviyesi, alt takımının kalitesi monarşiyi başarılı ya da başarısız kılar. Bu sistemde herşey monarkın becerisine bağlı olduğu için önceki monarkla sonraki monark arasında uygulama birbirinden çok farklı olması sonucunu doğurmuştur. Adil bir sultandan hemen sonra, berbat bir sultanın tahta oturması monarşi tarihinde çok rastlanan bir durumdur. Monark beceriksizliğinden yahut alt kadrolarının yoldan çıkarmasıyla ülkeyi batağa sürükler, halkta hoşnutsuzluk başlar. Bu zaman zaman isyanlara sebep olur. İsyanlardan korkan monark sertliğe başvurur, kendine halkı adaletle değil zulümle itaate zorlar. Bunun en canlı tasviri, Schiller’in bir efsaneden yola çıkarak yazdığı şapkasını selamlattıran valinin hikâyesidir.
Tebaasının kendine bağlılığını, arz-ı ubudiyet derecesinde görmek isteyen bir ceberut vali, şapkasını şehrin kapısından giren herkesin önünden geçeceği bir yere dikmiş. Valinin şapkasını selamlamadan geçen, dipçik zoruyla şapka dikili sırığın önünde diz çöktürülür; direnen kişi ise asi ilan edilerek sualsiz idam edilirmiş. Sur dışında yaşayan Wilhelm Tell oğlunu da yanına alarak şehre alışverişe gelir. Valinin zulmünden haberdardır ve yüreği isyanla doludur, ama şapkaya selam buyruğundan haberdar değildir.
Askerler, Wilhelm'i zorla şapkanın önünde diz çöktürmek isterler, üstelik babasını “Aslan babam” diye seven bir çocuğun gözü önünde… Wilhelm, direnir ve birkaç askeri pataklar; ama sonunda derdest edilerek valinin huzuruna çıkarılır. Vali Wilhelm’i tanımakta, ok atmada usta bir kişi olduğunu bilmektedir. Asi olmaya gerek yok, hüner sahibi olmak vali için zaten yeterlidir. Wilhelm’e meydan dayağı yerine oğlunun başına yerleştirilen elmayı okla vurma cezası verilir. Wilhelm sadağından bir ok çıkararak yedekler, ikinci oku kirişe yerleştirir, yayı gerer ve elmayı vurur. Şapkaya hürmetten usanan ahali müthiş sevinçlidir, tezahüratta bulunur. Vali, Wilhelme birinci oku neden iğreti olarak kuşağına soktuğunu sorunca, “Eğer oğlumu vursaydım, ikinci oku senin kalbine fırlatacaktım!” der.
Şapkasını selamlatmakla kendini muktedir hisseden monarşik azgınlık, ilkel faşizmdir.

B- Faşizmin Geçirdiği İdeolojik Ve Politik Terakki
Şapkasını selamlattıran valinin kurduğu düzen, sosyal tabakalaşma açısından analitik kullanıma elverişli bir “ideal tip”tir; bütün totaliterliklerin nüvesini taşır. Devlet iktidarının kendini tekleştirmesi ve biricikleştirmesi sosyal tabakalaşma hiyerarşisinin dikey ve yatay hareketliliğinin durdurularak; şapkanın yahut sarığın selamlanış tür ve şiddetine göre derecelenen bir kast sistemine geçişle sonuçlanır/sonuçlanmıştır. Şapkaya selam yönetimleri günümüzde kalmamışsa da, siyasi literatürde faşizm olarak adlandırılan ileri versiyonları etkindir, kaybolacak gibi de gözükmemektedirler. Şimdilik bütün saflığıyla belirlenen faşist bir yönetim olmasa bile, faşizm bir düşünme biçimi ve bir teknik olarak terakki geçirmiştir.

a. Modern faşizm
Modernite’nin tam ortasında doğan ve modernliği değişmez bir tarifeye bağlamak isteyen Hitler, ırkının diğer ırklardan üstünlüğüne, kendinin de ırkının en üstünü olduğuna inanıyordu. Hâl böyle olunca tarihi de “üstün adam” belirlemeliydi. Fakat halkın kendine inanması için düşmanlara ihtiyaç vardı, Hitler büyük hitabet gücüyle Yahudileri ve Çingeneleri hedefe yerleştirdi; insan itlafının insanlığın selameti için hiçbir önemi yoktu. Yahudiler olayı şahsileştirdiler, ama en yakında onlar vardı, onlardan başlandı. Hitler ve avenesi hızını alamayarak bütün dünyayı Almanların yöneteceğini vadeden uzun bir savaşa girdi. Alman halkında da böyle bir temayül vardı ki her tarafa daldılar. Avrupa’nın diğer ülkeleri Hitler’e faşizmden dolayı değil, kendilerini küçük gördüğü için kızıyorlardı. Pek çok Avrupa ülkesi Yahudilere kucak açmadığı gibi, antisemitizmi zımnen onayladılar. Yahudiler bu örtük faşizmden dolayı bütün dünyada “takıyye”yi hayatta kalmanın yegâne yolu olarak benimsemişlerdir. Hegel’in tarihi belirleyen “Geist”ını Hitler kendi ruhuyla özdeşleştirmişti. Fakat tarihin kemal noktası ve sonu olan “Mutlak Devlet”in Germen malzemesiyle tahakkuku ideali sonuç vermemiş, tarih’in sonu gelmemişti.
Avrupa ülkeleri faşizme düşmanlıklarından değil, Almanya’nın gücüne karşı kompleksleri olduğu için Hitler’i Amerika yardımıyla yok ettiler. Stalin Rusyası faşizmin yeni ikametgâhı oldu. Stalin tek adam olur olmaz, Nazilerin gamalı haçı sembol edişlerine benzer bir hareketle “Moskova patrikliği”ni kurarak kendine millî-dinî bir zemin oluşturdu. Hitler’in nasyonal sosyalizmi Stalin’e örnek teşkil etti. En çok Türk unsurları soykırımdan geçirdi. Bu soykırım Hitler kıyımından daha çok insanın ölümüne yol açtıysa da; Avrupalılar, Çinliler, Ruslar ve onların mahallî bayilikleri tarafından da üstü örtüldü, örtülmektedir. Stalin tarihin en büyük andıç ustasıdır, düşmanları için dosyalar oluşturmuş, o dosyalar vasıtasıyla kendine rakip gördüğü herkesi tepelemiştir. Stalin Hitlerin yalnız tarzını değil düşmanlıklarını da tevarüs etmişti, Türklerden fırsat bulur bulmaz Yahudi temizleme hareketi başlattı ve antisemitizmi Rusya’ya yaydı. Ölümünden sonra Ruslar Stalin’in yaptığı herşeyin baştan ayağa sakat olduğunu, andıçlarla yazdığı devrim tarihinin sahte olduğunu anladılar. Lenin’in yanına eştikleri mezarını kaldırıp devrimciler mezarlığına götürdüler. Marx’ın “Geist” yerine ikame ettiği “Sınıf Bilinci” mistifikasyonu da işe yaramamış, modernite Sovyet eliyle de mutlak bir tarifeye bağlanamamıştı; tarih hâlâ devam ediyordu.

b. Post-modern faşizm
“İkiz Kule” saldırıları ile uç veren demokrasi-faşizm matriksi, gerektiğinde Hitler’den gözü kara katliamlar ve savaşlar planlayabilen organize bir faşizmdir. Andıç üretme kabiliyet ve imkânı Stalin Rusyası’na oranla daha gelişmiştir; eğitilmişler, medya ve terör sektörü aynı anda kullanılarak, üretilen ve ötekileştirilen düşmanı süratle vurulabilecek bir hedef haline getirebilen bir teknik geliştirmiş olmasıdır. İnsanın simge üretme ve simgeleştirme özelliklerini “Birinci Kuvvet” yardımıyla yönlendirdiği ve demokrasi ile iç içe geçirilmiş bir “matriks”e sahip olduğu için bu yeni ideolojik versiyonunun adının “post modern faşizm” olarak adlandırılması mümkündür. Simgeler ve imgeler akıl gereği ve gerçekliğin ta kendisi gibi takdim edilerek hem hayalin, hem aklın dondurulması modernitenin ideallerinin de sonudur. Sonrası, zamanın sonuna kadar elbette olacaktır.
Son model faşizm uyarlamasının en canalıcı özelliği, düşmanlarını ve düşmanlarını canlı hedef haline simgelerini az sayıda ve iyi örgütlenmiş derin iktidarın oluşturmasıdır.  Medya ise, Nixon’un tahttan indirilmesinden beri resmiyet kazanmış, onaylanmış birinci güçtür. “Matriks”in en etkin silahı, artık tüm dünyada tekleşmiş ve “Dünya-Medya”[3] haline gelmiştir. Dünya-Medya yenidünya düzeninin merkezince oluşturulan “karşı simge”leri, kendi ülkelerine mahsus imgelerle doldurarak mahalli hedef haline getirmektedir. Demokrasiyi yayma ve geliştirme adı altında geliştirilen ve oluşturulan savaşların, darbelerin, krizlerin arkasında “demokrasi-faşizm matriksi” vardır. Henüz bütün kurumlarıyla cesamet kazanmamış olan post modern faşizm üzerine konuşmak bugün şart olduğu için konuşulmalı. Testi kırıldıktan sonra yapacak bir şey kalmaz.

C- TERAKKİ’NİN TÜRKİYE CEPHESİ
 “Soğuk savaş bitti” cümlesinden rehavet çıkaran gaflettedir. Savaş hiç soğumamıştır; dünyanın bir tarafı daima kanamakta, ölüm ve korku kol gezmektedir. Faşizm de toprağa gömülmedi, baltası elinde kurban aramaktadır. Hitler şahsında tecrübe imkânı bulan “Modern faşizm” simgelerle hâkim oldu, simgelerine halkı zorla bağlayarak bütün sorular karşısında tek cevapla yönetimini teknikleştirdi, “Heil Hitler” deyince herşey bitiyordu. Avrupalılar faşizmin bittiğini zannedecek kadar aptal değildirler; faşizm kendi ülkelerinden çıkmış, Stalin markasıyla Rusya’da ikamete başlamıştı, işi Amerika’ya havale ederek kendi ülkelerini faşizmden korudular. Lenin’in kurmay zekâsı, sosyalizm adına belki daha sıhhatli sonuçlar doğurabilirdi, ama savaşın kahraman üreten ortamı Stalin faşizminin terör saçan iktidarını dünyanın namuslu insanlarının başına bela etti.
Sovyetlerin çözülmesinden sonra, tek güç olduğunu varsayan Amerika, terör ve medya sektörünün büyük yardımıyla yeni bir dünya düzeni ideali çıkardı. Amerikan kurmayları, dünya milletlerini kendi başlarına bırakmamak için önce düşmanlar belirledi, sonra düşmanlarını simgeleştirdi. Simgeler insanların soru sormalarını engelledi, amaç meydanın kamu alanı diktatörlerine kalmasıydı. Bu süreç çabucak ihtiyarlayan Yeni Kıta’da ve acentelerinde bütün etkinliğiyle sürmektedir. Hegel felsefesinin diyalektik imkânını keşfeden Fukuyama’nın “yenidünya düzeni”ne biçtiği teorik kılıf da tarihin sonunu getiremeyecektir; umarım bu gerçekleşemeyecek ülkü insanoğlu için pahalıya mal olmaz. Olan biten ve gelen herşey, kendi dinamikleriyle kendini tazeleyemeyen ülkelerin entellektül dünyasını daima çalkalamıştır.

a. “Karşı devrim” tehlikesi oluşturma kabalığı
 Türkiye, çok özel bir ülkedir. Türkiye dünya için çok özel bir ülkedir. Hata, ülkemizi Avrupa’yla, Asya’yla filan mukayese etmek hata, daha vahimi ise bu mukayeselerden hareketle konum belirlemek ve konjonktüre göre konsept oluşturmaktır. Kuşatılmış bir ülkeyiz; tarihimizi, gündemimizi, geleceğimizi kendimiz belirlemek için bütün yerlilerin meskenetten kurtulması gerekir, meskenetin sonu zillettir.
Sovyet ideolojisinin Türkiye uzantıları, hep karşı devrim yaygarası koparmıştır. Sovyetlerin çevre ülkelerdeki uzantılarını irtica üzerine yönlendirmesi, sanal “karşı devrim” tabanı oluşturma taktiğiydi. Nasıl olsa Hz. Marx’ın tezi işleyecek(!) (tanklar Türkiye’ye yürüyecek), günün birinde komünist devrim gerçekleşecekti; ama tezin başına kaza gelmemesi için karşı devrimcilerin yolu da kesilmeliydi. 31 Mart ve benzeri vakaların aslı esası çok önemli değildir. Derin kurmaylar; karşı devrim namzedi(!) perişan halk ekseriyetinin ensesine her fırsatta binmek için, 31 Mart miladıyla “irticanın kısa tarihi”ni oluşturmuş; hâlâ stratejik amaçlarla kullanılan bir broşürünü yazmışlardır; sol her zaman “irtica” karşıtlığıyla tezgâhtaki yerini almıştır.[4] Marksistler, ta o zamanlarda Amerikancı güçlere bir nevi “biz de sizdeniz” mesajı vermiş ve patron tarafından daima değerlendirilmiştir; çünkü patron şavkımasını sevdiği için Türkiye’ye yeşil kuşak takmamıştı. Olmayan bir “Karşı devrim” gücü oluşturmak suretiyle, muhtemel bir devrim tehlikesini bertaraf etmek için en uygun malzeme “irtica” idi. Bu malzemenin kullanılarak, sanal karşı devrim ve devrimci inşa etmenin, tüm dünyaya örnek gösterilecek uygulaması başarılmıştır. Gelecekte üniversiteler ve soğuk savaş uzmanları bu uygulamaları pek çok açıdan ders olarak okutturacaklardır, Batı’da belki de okutulmaktadır. Devletin derinlerinde ise irticanın sanal olduğunu bilen; ama Amerika’yla stratejik ittifak icabı, “karşı devrim” tabanını “komünist karşıtı” olarak kullanan ve konuşlandıran bir siyaset söz konusuydu. Milliyetçi-mukaddesatçı söylem Sovyet tehlikesine karşı işe yaramaktaydı. Aslında karşıtlar aynı gayeye hizmet ediyordu; bugün bu birlik çok daha net gözükmektedir: Tez-Antitez-Yaşasın Amerika; işte solumuzun diyalektik sefaleti…
Sovyet ideolojisinin nüzul sebebi(!) SSCB idi, sebep ortadan kalkınca kurmayların da, ortalığın solunun da eli boşta kaldı. Şipşakçı sosyalist devrimciler kendilerine hemen görev çıkararak, vakit geçirmeden “Yeni Dünya Düzeni” matriksinde yerlerini aldılar. Milliyetçi-mukaddesatçı söylemle iş tutan merkezin sağdan çarklı eski politikacıları ise, zaten “yenidünya düzeninin” patronunun eski figürleriydi. Amerika onları nasıl anti-komünist güç olarak kullandıysa, şimdi de irticaya (İslam dünyasına) karşı kullanmaktadır; çünkü demografik, siyasi ve iktisadî varlığıyla “yenidünya düzeni”ne çomak sokacak ciddi tek potansiyeldir. Türkiye ise demokrasi tabanı, insan materyali ve tarihi itibariyle en tehlikeli coğrafya ve konumdadır. “Stratejik ortaklık” uzunca bir zaman Amerika için stratejik, ortakları açısından Amerika’nın stratejisine katılmaktı; bugünlerde yaşanan bir tavır değişikliği vardır, ancak sonunun nasıl bağlanacağı kestirilemez.  28 Şubat sonrasında eski kriptolarla, sağın pörsük liderinin sahnede Rus usulü dudak dudağa öpüşmeleri en post-modern kartpostal; gelecekte de iyi okunması gereken bir tarihi vesikadır. 
Uzunca bir süredir karşı devrim tehlikesi “Yeni Dünya Düzeni” için var ve irtica yine en baba hedef… Ortadoğu ülkelerinden ve özellikle Türkiye’den başka hayat sahibi ve yeni gelecek vadeden halk da kalmadı zaten. “Yeni Dünya Düzeni” proletarya diktatörlüğüne denk düşüyor olmalı ki, soğuk savaş dedikleri dönemin güya sol ve devrimci şahıs kadrosu, parkalarını atarak ve ipek kravat takarak ful-aksesuar patronlar namına iş görmeyi yeğlemektedirler.

b. “Karşı simge” oluşturma inceliği
İrtica çok bulutlu, Sovyet kriptolarının sulandırdığı bir kavramdı. Stalin’in kaba tekniği de demode idi. Nikson’un medya tarafından paralanmasıyla başlayan ve Reagan döneminde teknikleşen süreçte Dünya-ekonominin büyük patronları bu soğuk savaşa post-modern bir hüviyet kazandırdılar: Terakki, Sovyet usulü sanal “Karşı devrim ve devrimciler” oluşturma sertliğinin, medya vasıtasıyla inceltilerek “Karşı simge ve imge” oluşturma operasyonuna tebdilidir. Patronlar kendilerini sağlama almak için en az kendileri kadar karanlık terör örgütleri, düzmece meczuplar, resmi şirketler, gazeteler ve daha pek çok çelpeşik enstrümanlarla anında tepeleyebileceği düşmanlar oluşturmakta ve oluşturduğu düşmanlara da takunya, türban, Usame sakalı, Müslim şalvarı, gibi etkili imgeler bulmakta zorlanmamaktadır. Post-modern faşizm kendini tahakkuk ettirmek için karşı simge oluşturma ve o simgenin içini imgelerle doldurarak kendini zinde tutma yöntemini benimsemiştir.
Amerikanın bile bazen mağduru olduğu beynelmilel şebekenin ilgilendiği her ülkede, kendi yanlılarını zinde tutmak için çok iyi seçilmiş bir “karşı simge”si mutlaka vardır. Simge oluşturmanın altın kuralı, tarihi ve kültürel bir zemin bulmak olduğu kadar, bugün de somut bir halk tabanına oturuyor olmasıdır. Mesela, “karşı devrim” namzedi irtica, ince ayarlarla türban simgesine kavuşmuştur. Türban başörtülülerin kendilerine seçtiği simge değil, işbirlikçi derin güçlerinin onlara biçtiği simgeleştirmedir.
28 Şubat’ın en önemli ve darbecilerce hesaplanamayan yan ürünü, darbeciler ve darbeye destek verenlerin çıkar birliğinin medyanın bile örtemediği kadar ayyuka çıkmasıdır. Renklerini locaların duvarlarına yüz sürmeye borçlu “Beyazlar”, eski solcular, merkezin anti-sovyet geçinen sağdançarklıları, matriks yönetiminin dayanılmaz kârlılığına her alanda teslim oldukları için, rollerini abartarak yerine getirmektedirler; ne var ki, rol kesme (imge oluşturma) başarıları arttıkça, inandırıcılık katsayıları düşmüştür. Amerika, bu inandırıcılık katsayıları düşüklere 2007 seçimlerinin hemen arifesinde “Dijital muhtıra” ve “cumhuriyet mitingleri”ne lakayt kalmak suretiyle bir şans tanımıştır. Halkın mevcut iktidara teveccühü, “Cumhuriyet’in başyazarı”nın Amerika’yı darbe yaparak, iktidarı kendilerine teslim etme çağrısını cevapsız bıraktırdı. Elbette tatminsiz darbecilere cevap verilecek değildi ama başyazar dediğin de neticede bir suflördür. Aslında Amerika da bir yol ayrımındadır; terör konusunda bu günlerde gösterdiği mertliğin bir taktik olup olmadığından emin değiliz.

D- SONUÇ: POPPER BİLEREK YANILDI
Popper, Amerika’yı ve Büyük Britanya’yı “Açık Toplum” adına ümit ve heyecanla yadetmişti. Çünkü bu mühim filozof, Adolf Hitler zamanını yaşamıştır. Führer’in adı anıldığında bile imgesi her tarafı kuşatır ve herkes “Heil” deyip ayağa kalkarak selama durur. Ne başka bir imge vardır ne de simge; şefin bıyıkları her tarafa batmaktadır. Popper, “Açık toplum” derken ve en olmayacak iki ülkeyi umut verici bulurken bir gerçeği değil temenniyi dile getirmiştir. Popper’in siyaset kuramı oluşturulduğunda, Demokrasi-faşizm matriksi yoktu, “Matriks” filmi de çekilmemişti. Aslında bugün “Açık Toplum” umudu Türkiye başta olmak üzere, Popper’in tanıyamadığı ülkelerdir.
ABD uygarlık tarihinde metazori misyon üstlenmiştir, henüz insanlık hayrına memnuiyet verici bir vizyonu ise yoktur. Coca-cola, Marlboro, Rock'n Roll’dan sonra insanlık âlemine ve özellikle bizim coğrafyamıza en büyük katkısı demokrasi-faşizm matriksi olmuştur. Matriks’in Türkiye ayağı ABD’nin ikircikli politikalarından kuvvet almakta; sivil darbeciler daima kendilerine tetikçilik yapacak zinde kuvvetleri tahrik etmektedirler. Demokrasi imgelerin ve simgelerin özgür olduğu ve özgürce yarıştığı rejimdir. Bu özgürlük olmayınca, beynelmilel şebeke devreye girerek, halkı ve halkları birbirlerine kırdırmaya yönelik simgeler oluşturmakta güçlük çekmemektedir. Kimse ne olduğunu anlamadan, kendini bir simgenin altında bulmakta ve işin garibi dezenformatif yönlendirmelerle sahiplenmektedir. 
Demokratik-Laik hukuk devleti kendi için simge üretmez, üretilmiş simgeleri alamet-i farika olarak seçemez, çünkü onun varlığı farklı simgelerin (alamet-i farikaların) garantisidir. Bu görev, insanı insanın şerrinden korur. Demokrasinin müstesna yeri, mükemmellik iddiasıyla hareket ettiği için ortak adı faşizm olan yahut faşizmle matriks oluşturan uygulamalardan farkı, mükemmeli aramaya imkân veren rejim oluşudur.
Türkiye seçkinlerinin henüz farkında olamadığı bir vizyonu sadrında barındırmaktadır. Amerikanın kuruluş macerası toplam beş asırdır, bizim ise sadece Anadolu tarihimiz on bin seneyi aşar. “Yeni dünya düzeni” bize ne misyon bağışlayabilir, ne de vizyon... Liderlerimizin, bilim ve kalem erbabının, müteşebbislerin, Türkiye’yi seven her meslek ve meşrepten insanın faşizmin her türlü ideolojik versiyonundan ve özellikle konjonktürel olmasını temenni ettiğim demokrasi-faşizm matriksinden başlarını çevirip, kendilerine bütün dünya insanlarına umut zerkeden bir vizyon belirlemeleridir. Konjonktüre göre konum belirlemek, tarihin yalnızca figüranı olmaktır.
Demokratik-Laik hukuk devleti kendi için simge üretmez yahut üretilmiş bir simgeyi alamet-i farika olarak seçemez, çünkü onun varlığı farklı simgelerin (alamet-i farikaların) garantisidir. Bu görev, insanı insanın şerrinden korur. Demokrasinin müstesna yeri; mükemmellik iddiasıyla hareket ettiği için ortak adı faşizm olan yahut faşizmle matriks oluşturan bütün uygulamalara nispetle daima mükemmeli


[1] . Sim: İşaret (Adana yöresine aittir. Şimdi kullanılmamaktadır.)
[2] . Psiko-ideolojik: Aklı süzgeç olarak kullanma tembelliğinin bir sonucu olarak ortaya çıkan, devamlılığı hali tedavi gerektiren ruhî bir bozukluk türü ve tavrıdır.
[3] . Dünya-medya: Ulusal martavalıyla yutturulmaya çalışılan medyanın, gerçekte tekleştiğini vurgulamak için türetilmiş bir kavramdır.
[4] . Bu olaylar üzerine çok ciddi ve ikna edici çalışmalar yapılsa da, “31 Mart” misyonunu tamamlamadıkça ciddiyet hiçbir şey ifade etmeyecektir. Çünkü Türkiye tefekkürle değil, gazeteyle beslenmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder