Öz yurdunda parya olmasam da,
öz vatanında garip yaşamanın ne demek olduğunu hakk-el yakîn yaşadım,
yaşıyoruz. “Nostalji edebiyatı” diyerek bazılarının geçmişe dair herşeyi hafife
aldığı, bazılarınınsa nostalji yolculuğu yaptığını zannederek yirmi yıl
öncesini ballandıra ballandıra anlattığı bir ortamda, “gariplik” galiba en
sahih kader. “Gariplik” şuurundan nasibi olmayanın, moda tabirle nostaljik
takılmaya hakkı vardır. Daüssıla (Nostalji), varlığın en saf haline doğru bir
yolculuğun adıdır. Bu yolculuk akıntıya karşı ve kaynağa doğrudur. Bu yolculuk
kazandırmaz, ama akıntıya kendini bırakanlardan yine kazançlısınızdır; çünkü
kaybetme şansınız yoktur.
Tıfıllar bir adres sorduğunda
tarif ediyorum. Tarif edilen yerde benim söylediğim alametlerin hiç birisi yok
tabii… Onlar bana ceza-yi ehliyetini kaybetmiş; ben de onlara talihsiz nesiller
gözüyle bakıyorum. Azıcık ilgi duyana “Bastığın yerleri asfalt diyerek geçme
tanı/ Bir şehrin kalbinin attığı yerdir!” sadedinde, asfaltlar, taşlar ve
betonlar arasına sığıştırılmış bir “Ortaçağ Şehrini” anlatıyorum. Anlattığım
şehir ve benzerleri ölü değil; modern çağın en mukallit, en açgözlü barbarları
tarafından katledilen şehitlerdir. Karanlık masalarda hazırlanan tip projeler,
kefen gibi şehirlerin üzerine geçirilmeseydi, nesillerin şehirlerini
kendileriyle beraber yenilemesine imkân verilseydi, bütün insanlık için umut
vadeden yığınlarca örneğimiz olurdu. Cephe bezemesi âşığı post-modern mimarlar
nelerden mahrum olduklarını, o evlerin derinliğinde teferrüç edemedikleri için asla
bilemeyecekler.
Belediye
de geçen günlerim
Kadere şaşırmayanın inancı
kıttır; çünkü en sıradan insanın kaderi bile mucizelerle doludur. 12 Eylül de
diğerleri gibi çoğunluk için etkisi üç günde geçen bir yıkımdı. Milli Eğitim
camiası, en hızlı ayak uyduran müesseseydi, istifa ettim… Kolay yıllar
geçirmedim ama kazancım onca meşakkat arasında sosyoloji okumak oldu, bir okul
daha bitirmiş olduk… Daimi gelir getiren bir işim yoktu, ilk fırsatı tepme
kudretim de kalmamıştı. Tereddütlerle ve sonradan başıma kakılan bir iki
tavassutla belediyede işe başladım, beni işe alanların tereddüdü elbette daha
fazlaydı. Hayatta en sevmediğim ve şehir cinayetlerinin tetikçisi olarak
gördüğüm müesseseler belediyelerdi ve orada çalışmaya başlamıştım. Tabii bir de
yıkımın köylerdeki mümessili köy muhtarlarını da hiç sevmem. Çünkü onlar,
gözden uzak ve daha denetimsiz oldukları için traktörüm kıvrak dönsün diye
kişilik ibraz eden yüzlerce yıllık çeşmeleri, duvarları yıkmışlardır. Bu ülke
gerçekten ve tamamen sahipsizdir… Talandan mal kaçırır gibi hızla şehir köy
farkı gözetmeksizin işleyen tahribatlarda, muhafazakârlık unvanını kullanılmaya
elverişli gören ama muhafaza ettikleri hiçbir değer olmayan iktidarlar ve
belediyeler, iddiaları nedeniyle birinci derecede sorumludur.
Uyumsuzum; belediye başkanının
“has odası”na yakın olacak uyum yeteneğini de gösterememiştim ama hayıflanmamı
gerektiren bir durum da yoktu. İşin bir ucunda siyasetin varolduğu her yerde
sadece az sayıda çıkarcının ve “evetçi”nin dışında kimsede itminan olmayışı,
bizim ülkemizin yönetim tarzının bir şaşmaz gereğidir. Siyasetle asla içli
dışlı olmadığım için huzursuzdum ve sorumluluğumun hesabını verebilmemin temel
dayanağı olan “fikir sahibi olma”nın kesinlikle buralarda yeri yoktu. Ancak,
tek bir şey yaşadım, herşeye bedel tek bir şey: Turgut Cansever’i tanıdım. Uzun süren ve hâlâ bitmeyen tahsil
hayatım boyunca “Hocam” dediğim insanların sayısını unuttum. Akademik dünyada
“Hocam” dedikten sonra, hürmet veya rahmetle yâd ettiğim onca insan arasında,
“lakin” bağlacından sonra kusur ya da meziyet türünden tasvire ihtiyaç
hissetmediğim tek hoca idi; zerre-i miktar ek yeri yoktu…
Numan
Cebeci’den Turgut Cansever’e
Mimar benim gözümde bu
memleketi Müteahhitler Cumhuriyeti’ne çeviren devasa şebekenin icraatında
sadece küçük bir imzadır; ya müteahhit ortağıdır, ya aklayıcısı. Kendilerini
savunabilecek hiçbir sözleri olamaz; çünkü sadece sosyetik bir odak olmanın
ötesine geçmeyen en ciddi sivil örgütlerden biri onların elindedir; ama siville
en ufak bir temasları yoktur. Belediye başkanı Temel Karamollaoğlu, o güne
kadar gelenlerden farklıydı. Farkını da televizyonda ev ve şehir üzerine bir
konuşmasını dinlediği Numan Cebeci’yi Sivas’a davet ederek göstermişti.
Numan Bey, daha ilk bakışta
itimat telkin ediyordu; ama olsun yine de mimardı. İki kalem muhabbet edince
içim ezildi, çünkü içi ezik bir insandı ve aynı dertlerin derdindeydik. Bu
çelebi Osmanlı, sanatkârlığını kisvesinde de taşıyordu; cep saati, yeleği ve
bastonuyla tarihten bugüne düşmüş bir incelikti. Mihmandarlarıyla gezdi ve on
beş sene evvel hâlâ diri bir şehir gördü. O, elbette şehrin yakın geçmişini
bilmiyordu; kalanları büyük bir nimet sayıyordu.
Tahkikleri sonucunda Belediye
başkanına “Turgut Hoca buraya gelmeli!” teşhisini koyan bir cevher şahsiyettir,
Numan Cebeci. Ve Hoca Sivas’a geldi ve olağanüstü bir heyecanla; bizleri de o
heyecan rüzgârının önüne katarak, umudun nabzının şehrin nerelerinde attığını
göstermedi yaşattı adeta. Bir mimarın gerçekte ne demek olduğunu da öğrenmiş
olduk.
Turgut
Cansever Sivas’ta
Turgut Hoca’nın Sivas'a ilk
gelişi sanırım 1992… Çünkü 9-11 Ekim 1992 de yapılan benim de katıldığım
"Sivas'ta Yeşil, Rekreasyon ve Sağlık Turizmi" konulu workshop'a
katılmıştı... O tarihten itibaren bazen iki ayda bazen ayda bir Sivas’a geldi…
Sonra ben belediyeden ayrıldım. Ama hemen hemen her geldiğinde Siret Bey haber
veriyor ve bizi nasiplendiriyordu. O workshop’ta ben halk temsilcisi olarak katıldım;
azıcık da sosyolog… Mimar ve mühendisleri fena halde kızdırdığımı hatırlıyorum.
Workshop öncesi çok az beraber olduğum halde Hoca, gönlümün en gergin ve ince
tellerine dokunmuştu; derhal ve hızla anlattıklarının da ilhamıyla halkın(!)
derdini anlattım. Toprağı yalnızca intifa hakkı veren ve özellikle mesken
meselesinde özel mülkiyete sınırlar koyan bir gelenekten gelip de insanlara
başını sokacak ev sahibi olmalarını neredeyse imkânsız hale getiren cari
uygulamaları eleştirdim. Yaptığım buydu sadece. En başta, mehter marşı
dinlediğinde bıyık buran muhafazakâr mühendis yahut mimarlar (ki çoğu müteahhit
idi) derhal taarruza geçti. Taarruz
sosyolog tarafıma değil, halk olmamaydı. Halk dediğin böyle konuşmamalı;
muktedirlerin karşısında elini ovuşturmalı, TOKİ’den kendine verilen evin
eşiğini öperek temennada bulunmalı. Halk olmak ne kadar zor!
O toplantılardan ve diğer ciddi
çalışmalar ışığında 2040 yılını hedefleyen bir “master plan” çıktı… Çok iyi
hatırlıyorum, dönemin DPT başkanı İlhan Kesici “Bu olağanüstü bir şey, nutkum
tutuldu!” demişti. Turgut Hoca her vesileyle Sivas için sağlıklı kentleşme ve
büyüme stratejilerini bu hususta yol göstermeye çalıştı… O kadar geniş ve
kuşatıcı şeyler söyledi ki, kendini bu şehirden sayma gafletiyle başta tevazu
içerisinde yükümüzü çeken Siret Karasoy olmak üzere, mesela Doğan Erdinç, A.
Turan Alkan ve ismini hatırlayamadığım üç beş dost olağanüstü heyecana
kapıldık… Belediye başkanımız bizim kadar heyecanlı mıydı bilmiyorum ama imarcıların
hardal tanesi miktarınca ürpermediğini adım gibi biliyorum. Hoca’nın Sivas’tan
uzaklaşmasında ve soğumasında onların da etkisi olmuştu.
İbn-i Haldun’un ruhu şadolsun,
cemaat asil bir şey elbette... Ancak cemadat gibi malzemelerden oluşan bugünün
cemaatleri için kesinlikle geçerli değil. Bunlar köle bile değil, köle gibi
davranarak efendi olmaya çalışan uyanıklardır. Bu şehirlerde, belediyelerde:
İmar müdürlerinin mimar ya da mühendis olması gerektiğine dair bir kanun mu
var? Varsa bile hiç tanımadıkları şehri kâğıttan kuş yapıp uçurmak yerine;
yanlarında şehirli, mahalleli haysiyet sahibi adamlar neden olmaz? Evet… Çok
komik bir şehir sosyetesi oluşturan ve adına “Kent Konseyi” denilen gariplikler
var… Birbirlerine “sayın!” demekten fırsat bulup da tek dişe dokunur söz
söylemeyen insanlardan oluşur. Şehrin iki büyük yöneticisinin yanında poz veren
figüratif bir malzemedirler.
Yakın zamana kadar o tür
toplantılara çağrılır; ikinci bir toplantıda orada olmayacağımı garantiye
almanın rahatlığı içerisinde söylenmesi gerekeni söylerdim. Ve sadece “ev
adamı” olduğum için toplantılarda konumu icabı söz söyleyemeyen “memleket
evladı” can kulağıyla dinlerdi. “Sayınlar” ise ricalin sofrasında oturmak
hazzını sonuna kadar tatmak için arkadan çelme takarlardı.
Sivas gerçekten biçare bir
şehirdir.
Ah
o ince ve derin sohbetler
Konferans kelimesi yaraşmaz;
çünkü hoca, sohbet geleneğinin fasih ve sahih bir örneğiydi. Tebdil-i
mekânından sonra bir ben değil, aynı gerekçelerle ona “Hocam” diyen ve
kalemleriyle hüzünlerini ifade edenlerin tamamı bu hususta birleşmişlerdir.
Gönül sahibi kalemlerden dökülenler, hocanın sohbetlerinin sayıyla
ölçülemeyecek kadar bereketli olduğunun, defterinin de asla kapanmayacağının
delilidir. Hoca her zaman Numan beyle beraber geliyordu; her geldiğinde Siret
Karasoy karşılıyor ve bizleri haberdar ediyordu. İlk konferansa şehrin tüm
mimarları, müteahhitleri, mühendisleri davetliydi ve iyi de duyurulmuştu.
Kocaman salona bir avuç insan geldi; ama olsun… Siyasetçiler kalabalığa hitap
etmeyi ve bu tür kültür faaliyetlerine de kalabalıkların iştirakini pek ister
ve severler. Oysa popüler olmayan, ciddi ve hayati konularda yapılan
faaliyetlere lakayt kalınması artık âdettendir. Başta ben olmak üzere, ilgili
birimler bu yüzden zaman zaman suratların asılmasına neden olduk; oysa hiçbir
suçumuz yoktu. Çünkü aynı lakayt insanlar, fazla duyurmaya gerek kalmadan çıtır
çerez programlarda protokole oturacak koltuk bırakmıyordu.
Siret Karasoy hatırlatınca
hafızam canlandı. Hoca’yı takdim şerefi bana düşmüştü. Sohbetin konusu “Türk
Konut Kültürü" idi… Başta neler söylediğimi hatırlamıyorum, çünkü irticalen
konuşmuştum, kaydı yok. Ancak Sezai Karakoç’un tüyleri diken diken eden
“Balkon” şiirini okuyarak Turgut Hocayı kürsüye çağırdığımı çok iyi
hatırlıyorum. O takdimden sonra Hoca bana nedense hep “Beratî Bey” diye hitap
etmişti. Her zaman olduğu gibi Cumhuriyet Üniversitesi’nden tek bir adam dahi
yoktu; mahallî olamayandan, millî olamayandan üniversal olamaz. Bu üçünü aynı
anda kucaklamayan üniversite, sadece bir isimdir. Az sayıda adam oluşu huzursuz
ediciydi. O ise sanki bütün dünyaya hitap ediyormuş gibi konuşmaya başladı…
Tane tane, şırıl şırıl, taaa içerden, derinlerden. “Halk haktır” diye başladı
ve buradan hareketle ancak “İnsanın âlemle Hakkın dilediği biçimde irtibat
kuran ve Hakkın hassasiyetinin eşyada tecellisine aracılık edecek tek varlık…”
olduğunu söyledi. Oradan insanların meskenlerinin, onun Hakk ile irtibatının
bir tecellisi olması gerektiğini ifade etti. Son cümle müthişti: “Eğer
önümüzdeki son otuz yılda bu irtibatı kuramazsak Halk Hak olmaktan çıkar!” demişti. Bunca yıl sonra yazarken bile
aynı ürpertiyi yaşıyorum.
Hoca sohbeti bitirdi ama zerre
kadar yorgunluk alameti yoktu. Bir gönül bağı var mıydı bilmem ve böyle şeyleri
merak etmek bile ayıptır. Ama tek kelimeyle: Ekberî bir soluk idi, soluk da
değil nârâ idi… Oradan aldığını âleme, dağa, taşa ve hususen içinde yaşayan
insanın sureti olan şehre naklediyor, taşlara nakış nakış külünk gibi
kelimelerle işliyordu.
Sohbetin sonunda elimi ayağımı
pancar kesen, davetli bir mimarın sözü oldu. Bana önemli bir şey söyler gibi,
“Turgut beyin felsefesi kuvvetli!” demişti. Gökten felsefe taşı yağsa fiskesi
düşer mi acep başınıza.
Âlemde
az ve küçük bir şey yoktur
Şehir gezilerinde beni
kendisine hayran bırakan bir tarafı da “bütün”ü kucaklayan, hayranlıkla ve
adeta hasretle kucaklayan hâli idi. Adeta başka bir dünyaya geçiyor, harabe bir
evin karşısında kimselerin fark edemediği bir ayrıntıyı ihtiramla temaşa
ediyor, sonra onu adeta kâinatla bütünleştiriyordu. “Helik taş”ın*
bir yapı için ne ifade ettiğini ondan dinlemek nasip oldu.
Sohbetlerinden birinde (Sosyal
Cinayet: Yüksek Yapılaşma) söze “Bu şehr-i stanbul ki, bi-mislü bahadır/Bir
sengine yekpare acem mülkü fedâdır!” diye başladı. Sonra “Biliyor musunuz!”
diye sohbete girdi. Çoğu kez “Biliyor musunuz” kelimesiyle ve soru kipinde
değil, herkesin bildiğini söylüyormuş gibi başlardı. Başladı ve devam etti:
“Biliyor musunuz, Nedim’in
kastettiği taş, öyle çok değerli bir mücevher yahut muhteşem yapılardaki kesme
taşlardan biri filan filan değil. O kesilmiş biçimli taşların birbiriyle
imtizacını sağlayan helik taşlardır. İstanbul’un muhteşem varlığı içerisinde el
kadar küçük helik taşın rolünü anlatıyor şairimiz…” Anlatırken sanki o taşı
avuçluyormuş gibi de elini açmıştı. Bu ince idrakin binde biri olsaydı;
İstanbul’un tek taşına bile dokunulmazdı, etrafını çitlerle çevirirlerdi.
Hoca’nın herşeyiyle Osmanlılığı taşıdığına ney ile ünsiyetini de öğrendiğimde
tam kanaat getirmiştim. Çalıştığım birime bağlı ve ehemmiyetini ne kibirden
biçilmiş sözde musiki dostlarına, ne de şuursuz hasımlarına anlatabildiğim bir
minik “konservatuar” vardı.
Ulu mimar, İstanbul için çok
şey yapmaya çalışmıştı, çok büyük emekler vermişti. Dünya Bankası’nın ve
başkanının olağanüstü heyecanla karşıladığı ve desteklediği, Marmara Denizi’nin
uygun yerlerine uydu liman ve sanayi kentleri kurarak İstanbul’u kurtarmak
istiyordu. Dünya Bankası ile temasları heyecanla sürdürürken, Dünya Bankası
Başkanı “Turgut Bey, sizi anlıyor ve destekliyorum ama devletinizin tepesindeki
adam böyle bir şeyi istemiyor!” demişti. Bunu bize anlattığındaki hali
gerçekten dokunaklıydı. Büyük zat, “Müteahhitler Cumhuriyeti”nin başı olarak el
altından müteahhitlerine İstanbul’u büyük bir arsa gibi parsel parsel dağıtmıştı.
Bugün hâlâ bu zata Türkiye’yi kurtarmak(!) adına sorular soranların haddi
hesabı yoktur. Durum el’an da farklı değildir. Hoca’ya büyük bir ödül verildiği
ahir ömründe, verilen ödül sadece verene şeref kazandırır. Parselasyon son
hızla devam etmektedir.
Bir de… Gün aşmaya yakın bir
saatte virane bir evin önünde durup, derinden baktığını hatırlıyorum… Aynı
akşam sohbete o yarı beline kadar toprağa gömülmüş evin pencere demirlerinin
inceliğini ve önemini anlatmaya başladı. Eliyle, jest ve mimiğiyle sanki onu
yapan demirci ustasının ruhuna Fatiha okuyormuş gibi bir vecd ve hürmet
içerisinde konuşuyordu. Demirin nasıl ısıtılarak şişirildiğini ve o bombelerden
iç içe demirlerin nasıl geçirildiğini yaşıyormuşçasına anlattı, anlatmadı
canlandırdı. Damarlarımdan o an, Peygamber Efendimiz’in bir köpek leşinin
yanından geçerken burunlarını tutan dostlarına, “Görüyor musunuz? Ne kadar
güzel dişleri var!” ihtarı geçti.
Mimari
ve İnsan
Siz hiç evine plan çizdiren
müşterisine danışan mimar gördünüz mü? Siz hiç masasından kalkarak üzerine ev
kondurduğu arsanın tekmil varlık ve arş üzerinde asla minnacık olmayan
mahiyetini anlamak için araştıran, soran, derin derin düşünen bir mimar
gördünüz mü? Ben görmedim, daha doğrusu Turgut Bey’den önce görmemiştim.
Giderler evet, arsayı ölçer biçerler, gerisi cetvel, gönye ve pergel; matematik
bile değil aritmetiğe kalmıştır.
Hoca, Sivas’a uçak
bulamadığında otobüsle gelirdi. Yolculuklarından birinde kışa tutulmuşlardı,
yetmişlerindeki adam, diğer yolcularla araba itelemişti; dinç ve
alçakgönüllüydü… Özbekistan’a gitmiş ve dönüşte Sivas’a uğramıştı. Zabıtanın
külüstür siyah Reno’su kapıda durdu, Turgut Hoca’nın geldiğini ve beni
çağırdığını söylediler. Uçtum, çünkü her gelişi bizim için bayramdı. Azıcık hoşbeşten
sonra “Beratî bey sizinle bir şey konuşacağım!” dedi ve o an orada olanlar
kendi hallerine bırakarak kenarda bir masaya oturduk. İmam Buharî külliyesi
düşünüyorlarmış Özbekler, belli ki ona ya danışmışlardı, ya da projeye katkıda
bulunmak istiyordu. İşin esasını bilmiyorum; ama yaşadığım şey, mimar olmanı,
sanatkâr olmanın esasıydı.
Hoca çantasını masaya döktü ve
“İmam Buharî”nin türbesinin etrafına bir külliye yapılacak olsa senin
düşüncelerin ne olur?” diye, yekten sordu. Afallamıştım. “Aman hocam! Ben ne
anlarım mimarîden, projeden; estağfirullah!” dedim. Bütün ciddiyetiyle ve hatta
biraz sertçe “Siz İmam Buharî’yi tanıyan ve seven bir müminsiniz. Bakışınız çok
önemli!” dedi. Benim bakışıma verdiği önemin, elbette doğrudan doğruya şahsımla
alakalı olmayıp, kaybettiğimiz ve artık aramadığımız ontolojik bir esastan
kaynaklandığının bilinmesi gerekir. Bırakın sanatkâr olmayı, hayranlıkla âlemi
temaşa eden bir insan olmanın; hatta insan olmanın gereğini anlatan işte o hitaptı…
Muhatabı olduğuma çok sevindim. Hocanın yönelttiği sual, herhangi bir “birey”e
değil, yapılan eserle koyun koyuna yaşayacak “şahsiyet”e idi. Önüme kâğıt kalem
koydu, türbenin olduğu yeri ve etrafını kabaca çizdi. Ben konuştum, o not aldı,
çizgilere aktardı ve habire sordu; fırsat elde iken derin mimari tecrübemle(!)
döktüm devşirdim. Dünyadan kopmuştuk ve hayatımın en güzel derslerinden birini
almıştım. Sonra, kâğıtları kemâl-i ciddiyetle topladı ve çantasına yerleştirdi.
O bir adım önümde olsun
isterdim, Hoca yan yana yürümeyi severdi, çünkü her an söyleyecek bir sözü
vardı; hâzirûna katıldık.
Sivas’a
ne kaldı
Gelir gelmez pek çok şey
arasında, öncelikli olarak Gökmedrese’yi işaret etti. Belediye başkanı Temel
Karamollaoğlu derhal ve aşkla kolları sıvadı ve Gökmedrese Vakfı’nı kurdu. Bu
vakfın ciddiyeti sayesinde İTÜ’ye bir yenileme projesi hazırlatıldı, şu anda
değişiklik yapılmadıysa bu proje uygulanıyor... Restorasyon çalışmasından çok
çok önce kollar sıvanmıştı bile; bugün de emeğini sürdüren Burhan Bilget işin
başındaydı. O gün çok müthişti; medresenin temeli açığa çıkmış ihtişam
topraktan fışkırmıştı. Bir kurban kesilmişti ve işçilerle beraber hayatımızın
en anlamlı, en lezzetli lokmalarını yemiştik. Gökmedrese’nin giriş kapısında
mavi çinilerle Kalem Suresi’nin son iki ayeti yazmaktadır. Çok geniş tefsiri
olan bu iki ayet nazara karşı da okunur ve taşınır. Restorasyon çok yakında
bitecek ve Sivas üzeri küllenen nazarlığına tekrar kavuşacaktır. Lâkin
korkarım, Turgut Bey’in adı geçmeyecek ve belki de Temel Bey’i çağırmak
akıllara bile gelmeyecektir. O gün ya “Hatırlattığınız iyi oldu!” ya da “Kâhin”
dersiniz bana. Biz daüssıla erleriyiz; işimiz hatırlamak ve hatırlamaktır.
İstisnasız bütün projelere göz
attı Hoca… Genç mimarların sorularını bıkmadan usanmadan cevaplandırdı.
Bilgisini onun kadar cömert kullanan insan sayısı çok değildir; muhatabı kim
olursa olsun sonuna kadar ve tekrar tekrar anlatırdı. Mahallelerin kökü
kazındıktan sonra, elde kalan üç beş konağı restore edip caka satmak, günümüz
yöneticilerinin vicdanlarını rahatlatmaya vesile olmaktadır. Turgut Bey, “Siz
farkında değilsiniz, Safranbolu’nun adı var, Sivas’ta Safranbolu ebadında sivil
mimarimizi taşıyan mahalleler var. Ayağa kaldırılmayı bekliyor.” Bu fikir ve
hüküm, olağanüstüydü. Ama restorasyoncuların da, belediyecilerin de işine gelecek
türden değildi. Çünkü işin kurdu restorasyoncu, daima giderini bir kuruma
karşılatacağı “Zadegân Konağı” peşindedir; belediyeciler ise hâlâ birbirine
omuz veren eski evlerin yıkılmasını beklemekte yahut yıkmanın yolunu
aramaktadır.
O günler bir fırsattı; Turgut
Bey kolları sıvayarak sit alanı olduğu için fazla örselenmemiş “Sivas Kalesi”
eteklerine “Kale Evleri Projesi”ni hazırladı. Maketini yaptılar ve belediye
binasına girdiğinde derhal göze çarpacak bir yerde de teşhir edildi. Ne oldu,
neler oldu bilemem; olmadı olmadı olmadı… Eğer o proje gerçekleşseydi Sivas
dünya ölçeğinde bir sivil mimari örneğine kavuşacak; örnek gösterilecekti. Ve
eğer o proje gerçekleşseydi, ne ödüller alırdı bilemezsiniz. Hoca “Kale
Evleri”ne yüreğini koymuştu, hatta o uğurda sağlığı bile bozulmuştu. Sivas için
büyük bir projesi de bir tanesi Sıcak Çermikle Yıldız Irmağı arasındaki araziye
olmak üzere, Sivas’ı kurtaracak ve rahatlatacak uydu kentler kurulmasıydı.
Tıpkı İstanbul’u kurtarmak istediği gibi...
1994’te İstanbul’da doktoraya
başladım ve Turgut Hoca sebep olmuştu. Enstitü’ye kaydımı yaptırır yaptırmaz
ziyaret ettim. “Beratî bey, Sivas’a muğberim!” dedi. Elimden hiçbir şey
gelmezdi, içim yandı. Aslında çok olmasaydık da bir araya gelen üç beş kişi,
sesimiz doğru şekilde ve cesaretle çıkabilirdi. Sivas hakkında konuşabilme
hakkını kendinde gören bir avuç gafil, belki de o çok “sayın”lı toplantılarda
kendimizi yanlış yerde konuşlandırmıştık. Evvel kusuru kendimde arıyorum…
“Halka tan eylemek nemiz,
bilcümle vebal bizdedir!”
Kale
Evleri hâlâ mümkün
Evet, ya söz geçirmeye gücüm
yetse, ya da sözü gönlünün en yumuşak yerinden anlayan bir “Sayın” çıksa;
uzunca bir zaman teşhir edildikten sonra maketini ortalardan kaldırdıkları
“Kale Evleri” hâlâ gerçekleşebilir. “Paşa Fabrikası” hariç, hiçbir ciddi
şehircilik faaliyeti olmayan ve “Karizmatik Lider”in gölgesinde saltanat
sürerek süresini dolduran bugünkü belediye bunu Turgut Hoca sağken
gerçekleştirebilirdi. Tek yaptıkları, kendi imalathaneleri olduğu halde, büyük
paralarla satın aldıkları boyalı taşlarla kaldırım döşemek ve ana caddeleri
pavyon sokağı gibi süslemek oldu. Şehir rüküş bir kadına döndü. İktidar
imkânını, “muhafazakâr” kelimesini sıfat olarak kullananlar en kötü bir biçimde
sergilediler. Slogan’a bakın: Modern Şehir… Batı, geleneği olduğu için
moderndir; sizden sadece ve çok ama çok kötü bir mukallit olur.
Bundan sonra kim gelir kim
gider asla bilemem; ama “Gelen ağam, giden paşam!” diyenlerden asla olmadım.
Kim gelirse gelsin, taşlar altında gömülen şehre en büyük iyiliği “Kale Evleri”
projesini gerçekleştirmek olmalıdır. Çünkü Turgut Cansever’in bu şehre biçtiği
kıymetin gereğini yapmak hâlâ mümkündür. TOKİ gibi dakikalık fotoğraf çeker
gibi şehir imal eden bir güç, bir istisna yapıp hayırlı bir işe de girişebilir.
“Kale Evleri” zarar ettirecek bir proje de değildir. Hoca, Özbekistan’dan
geldiğinde oralarla mukayese edip “Sivas’taki tarihi birikim ve mimari doku,
çok ama çok nadir şehre nasip olmuştur.” demişti.
Sivas’la ilgili son katıldığım
toplantıda muhafazakâr rektörümüz de vardı ve ona refakat eden üniversitenin
muhafazakâr simaları… Bu elbette sevindirici birşeydir; ilk bakışta “yerlilik”
intibaı vermekte ve halka sevimli gözükmektedirler. Hiçbir iktidarla aram iyi
olmaz, olması gerekmez; eyvallahım da olmaz. Kimin yönettiği değil, nasıl
yönettiğidir… İçinde vücut bulduğu şehirle ünsiyet kuramayan bir akademik
nazar; “Üniversal” sıfatını ancak rozet olarak taşır. Gönül isterdi ki, onca
yıllık beceriksiz yönetimden sonra; bazılarının umut bağladığı üniversitenin yeni
simaları ufuk açan tek bir söz söylesin… Üniversite, şehre ve şehirle ilgili
her faaliyete figüratif bir hükm-i şahsiyet olarak değil; yürekten katılmalı; söyleneni
de pür dikkat dinlemelidir. Keyfine çerez çıtırdatan belediye temsilcisi de
dâhil pekçok amatör şehircinin orada olması münasebetiyle susmaya karar verdim;
hayli sustum. Susmanın suç olacağı noktaya kadar sustum… İnce saz heyetinin
“Evelik, yemlik, oy madımak” muhabbetine daha fazla dayanamayarak, Turgut
Hoca’yı ve “Kale Evleri” projesini anlattım. Dinlediler… Hazirundan hiç kimse
konunun ehemmiyetini kesinlikle anlamadı; şehre henüz gelen ve toplantıya
başkanlık eden vali muavinimiz ve sessizce oturan yerli halktan(!) bir iki kişi
hariç... Vali muavini, anladı ilgilendi ve Turgut Hoca’yı da tanıdığını,
okuduğunu söyledi. Şehir için büyük kazanç ama bu tür insanların vilayet
yönetimine katlanması da; terfi etmesi de zordur; tecrübemle biliyorum. Belediye
takımı yahut uyuyan kaşarlardan beklerken, o toplantının en müthiş cümlesini
kültür müdürlüğünün temsilcisi kurdu. Kültürlü olduğunu bildirmek için bana:
-Şair Edip Cansever’in nesi
oluyor?
Sorusunu sordu.
Ah Hoca’m ah! Umutsuzluk helal
olsaydı, her öğün sadece onu yerdim.
Elveda
Turgut Hoca’yı çok sevmiştim,
şehrimi de elbette…
Kale Evleri projesinin binbir
emekle maketini yapan Emine Öğün hanımdan da binlerce kez özür diliyorum.
Çünkü bu özü çok güzel şehrin barbarları maketi parçalamış, parçalarını da
birer ganimet gibi kendilerini adam yerine koyan karılarına hediye etmişlerdir.
Bilmem kaç pare ev maketi, hangi zevksiz döşenmiş lojmanın “şark köşesi”nde
cahil ve zevksiz kentsoyluların cinayet delili olarak hayatını sürdürmektedir.
Bunlar böyledirler işte ve sağcıdırlar; dini ve şanlı tarihlerini kimseye
bırakmazlar ama gerçekleştiremedikleri bir medeniyetin maketiyle evlerini
süsleyecek kadar ince zevk sahibidirler. Bu insan tipi Türk sağının hakim
rengidir.
“Kimse kızmasın kendimi yazdım”
diyenlerden değilim, gülün yanağını koklamayarak güne başlamayı zül sayan bir
savaşçıyım. Saat kaçı gösterirse göstersin, vakit neye şahadet ederse etsin,
okuduğumu bilirim ve vazgeçmem. İsteyen kızabilir; kendimce yazdım, kendimi
yazdım. Yazdıklarım, sadece Sivas’a, meydan yerini işgal edenlerin asla fark
edemeyeceği derinlik kazandıran Turgut Hoca’ya bir vefa borcunun ifadesi değil;
yaşadığım şehre de bir kökten vedadır. O erişilmez sohbetlerin ışığından
yansıttıklarım, yaşadıklarımdan hatırımda kalanlar; umarım hâlâ imkân varken
hayırlı işlere yöneleceklere işaret fişeği yerine geçer.
Turgut Hoca ölümü tattı…
Duyduğumda içimden yanıma üç
beş dost alıp Ulu Cami’de gıyabî bir cenaze namazı kılmak düşüncesi geçti.
Sağıma soluma şöyle bir bakındım ve derhal vazgeçtim. Ferd-i vahid olarak,
ancak kudretimin yettiğini yerine getirdim.
Tuğrul İnançer’in sadırdan akan
muhteşem yorumuyla “Ölümü tatmak ayrı, ölmek ayrı!”dır.
Allah dirilerimize, kendilerini
diri sayanlara rahmet eylesin.
* Helik taş:
Büyük taşları birbirine kaynaştırmak için aralarına konulan küçük ama düzgün
taşlar.
** Nietzche, ”Öyle şehirler inşa ettiniz ki; ne düzelecek, ne de bozulacak bir şey kaldı!” diyor. Keşke böylesi bir “daüssıla bilinci”ne sahip nihilistlerimiz olabilseydi.
** Nietzche, ”Öyle şehirler inşa ettiniz ki; ne düzelecek, ne de bozulacak bir şey kaldı!” diyor. Keşke böylesi bir “daüssıla bilinci”ne sahip nihilistlerimiz olabilseydi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder