23 Şubat 2014 Pazar

TURGUT CANSEVER İLE SİVAS DEMLERİ

Öz yurdunda parya olmasam da, öz vatanında garip yaşamanın ne demek olduğunu hakk-el yakîn yaşadım, yaşıyoruz. “Nostalji edebiyatı” diyerek bazılarının geçmişe dair herşeyi hafife aldığı, bazılarınınsa nostalji yolculuğu yaptığını zannederek yirmi yıl öncesini ballandıra ballandıra anlattığı bir ortamda, “gariplik” galiba en sahih kader. “Gariplik” şuurundan nasibi olmayanın, moda tabirle nostaljik takılmaya hakkı vardır. Daüssıla (Nostalji), varlığın en saf haline doğru bir yolculuğun adıdır. Bu yolculuk akıntıya karşı ve kaynağa doğrudur. Bu yolculuk kazandırmaz, ama akıntıya kendini bırakanlardan yine kazançlısınızdır; çünkü kaybetme şansınız yoktur.
Tıfıllar bir adres sorduğunda tarif ediyorum. Tarif edilen yerde benim söylediğim alametlerin hiç birisi yok tabii… Onlar bana ceza-yi ehliyetini kaybetmiş; ben de onlara talihsiz nesiller gözüyle bakıyorum. Azıcık ilgi duyana “Bastığın yerleri asfalt diyerek geçme tanı/ Bir şehrin kalbinin attığı yerdir!” sadedinde, asfaltlar, taşlar ve betonlar arasına sığıştırılmış bir “Ortaçağ Şehrini” anlatıyorum. Anlattığım şehir ve benzerleri ölü değil; modern çağın en mukallit, en açgözlü barbarları tarafından katledilen şehitlerdir. Karanlık masalarda hazırlanan tip projeler, kefen gibi şehirlerin üzerine geçirilmeseydi, nesillerin şehirlerini kendileriyle beraber yenilemesine imkân verilseydi, bütün insanlık için umut vadeden yığınlarca örneğimiz olurdu. Cephe bezemesi âşığı post-modern mimarlar nelerden mahrum olduklarını, o evlerin derinliğinde teferrüç edemedikleri için asla bilemeyecekler.
Belediye de geçen günlerim
Kadere şaşırmayanın inancı kıttır; çünkü en sıradan insanın kaderi bile mucizelerle doludur. 12 Eylül de diğerleri gibi çoğunluk için etkisi üç günde geçen bir yıkımdı. Milli Eğitim camiası, en hızlı ayak uyduran müesseseydi, istifa ettim… Kolay yıllar geçirmedim ama kazancım onca meşakkat arasında sosyoloji okumak oldu, bir okul daha bitirmiş olduk… Daimi gelir getiren bir işim yoktu, ilk fırsatı tepme kudretim de kalmamıştı. Tereddütlerle ve sonradan başıma kakılan bir iki tavassutla belediyede işe başladım, beni işe alanların tereddüdü elbette daha fazlaydı. Hayatta en sevmediğim ve şehir cinayetlerinin tetikçisi olarak gördüğüm müesseseler belediyelerdi ve orada çalışmaya başlamıştım. Tabii bir de yıkımın köylerdeki mümessili köy muhtarlarını da hiç sevmem. Çünkü onlar, gözden uzak ve daha denetimsiz oldukları için traktörüm kıvrak dönsün diye kişilik ibraz eden yüzlerce yıllık çeşmeleri, duvarları yıkmışlardır. Bu ülke gerçekten ve tamamen sahipsizdir… Talandan mal kaçırır gibi hızla şehir köy farkı gözetmeksizin işleyen tahribatlarda, muhafazakârlık unvanını kullanılmaya elverişli gören ama muhafaza ettikleri hiçbir değer olmayan iktidarlar ve belediyeler, iddiaları nedeniyle birinci derecede sorumludur.
Uyumsuzum; belediye başkanının “has odası”na yakın olacak uyum yeteneğini de gösterememiştim ama hayıflanmamı gerektiren bir durum da yoktu. İşin bir ucunda siyasetin varolduğu her yerde sadece az sayıda çıkarcının ve “evetçi”nin dışında kimsede itminan olmayışı, bizim ülkemizin yönetim tarzının bir şaşmaz gereğidir. Siyasetle asla içli dışlı olmadığım için huzursuzdum ve sorumluluğumun hesabını verebilmemin temel dayanağı olan “fikir sahibi olma”nın kesinlikle buralarda yeri yoktu. Ancak, tek bir şey yaşadım, herşeye bedel tek bir şey: Turgut Cansever’i tanıdım. Uzun süren ve hâlâ bitmeyen tahsil hayatım boyunca “Hocam” dediğim insanların sayısını unuttum. Akademik dünyada “Hocam” dedikten sonra, hürmet veya rahmetle yâd ettiğim onca insan arasında, “lakin” bağlacından sonra kusur ya da meziyet türünden tasvire ihtiyaç hissetmediğim tek hoca idi; zerre-i miktar ek yeri yoktu…
Numan Cebeci’den Turgut Cansever’e
Mimar benim gözümde bu memleketi Müteahhitler Cumhuriyeti’ne çeviren devasa şebekenin icraatında sadece küçük bir imzadır; ya müteahhit ortağıdır, ya aklayıcısı. Kendilerini savunabilecek hiçbir sözleri olamaz; çünkü sadece sosyetik bir odak olmanın ötesine geçmeyen en ciddi sivil örgütlerden biri onların elindedir; ama siville en ufak bir temasları yoktur. Belediye başkanı Temel Karamollaoğlu, o güne kadar gelenlerden farklıydı. Farkını da televizyonda ev ve şehir üzerine bir konuşmasını dinlediği Numan Cebeci’yi Sivas’a davet ederek göstermişti.
Numan Bey, daha ilk bakışta itimat telkin ediyordu; ama olsun yine de mimardı. İki kalem muhabbet edince içim ezildi, çünkü içi ezik bir insandı ve aynı dertlerin derdindeydik. Bu çelebi Osmanlı, sanatkârlığını kisvesinde de taşıyordu; cep saati, yeleği ve bastonuyla tarihten bugüne düşmüş bir incelikti. Mihmandarlarıyla gezdi ve on beş sene evvel hâlâ diri bir şehir gördü. O, elbette şehrin yakın geçmişini bilmiyordu; kalanları büyük bir nimet sayıyordu.
Tahkikleri sonucunda Belediye başkanına “Turgut Hoca buraya gelmeli!” teşhisini koyan bir cevher şahsiyettir, Numan Cebeci. Ve Hoca Sivas’a geldi ve olağanüstü bir heyecanla; bizleri de o heyecan rüzgârının önüne katarak, umudun nabzının şehrin nerelerinde attığını göstermedi yaşattı adeta. Bir mimarın gerçekte ne demek olduğunu da öğrenmiş olduk.
Turgut Cansever Sivas’ta
Turgut Hoca’nın Sivas'a ilk gelişi sanırım 1992… Çünkü 9-11 Ekim 1992 de yapılan benim de katıldığım "Sivas'ta Yeşil, Rekreasyon ve Sağlık Turizmi" konulu workshop'a katılmıştı... O tarihten itibaren bazen iki ayda bazen ayda bir Sivas’a geldi… Sonra ben belediyeden ayrıldım. Ama hemen hemen her geldiğinde Siret Bey haber veriyor ve bizi nasiplendiriyordu. O workshop’ta ben halk temsilcisi olarak katıldım; azıcık da sosyolog… Mimar ve mühendisleri fena halde kızdırdığımı hatırlıyorum. Workshop öncesi çok az beraber olduğum halde Hoca, gönlümün en gergin ve ince tellerine dokunmuştu; derhal ve hızla anlattıklarının da ilhamıyla halkın(!) derdini anlattım. Toprağı yalnızca intifa hakkı veren ve özellikle mesken meselesinde özel mülkiyete sınırlar koyan bir gelenekten gelip de insanlara başını sokacak ev sahibi olmalarını neredeyse imkânsız hale getiren cari uygulamaları eleştirdim. Yaptığım buydu sadece. En başta, mehter marşı dinlediğinde bıyık buran muhafazakâr mühendis yahut mimarlar (ki çoğu müteahhit idi) derhal taarruza geçti.  Taarruz sosyolog tarafıma değil, halk olmamaydı. Halk dediğin böyle konuşmamalı; muktedirlerin karşısında elini ovuşturmalı, TOKİ’den kendine verilen evin eşiğini öperek temennada bulunmalı. Halk olmak ne kadar zor!
O toplantılardan ve diğer ciddi çalışmalar ışığında 2040 yılını hedefleyen bir “master plan” çıktı… Çok iyi hatırlıyorum, dönemin DPT başkanı İlhan Kesici “Bu olağanüstü bir şey, nutkum tutuldu!” demişti. Turgut Hoca her vesileyle Sivas için sağlıklı kentleşme ve büyüme stratejilerini bu hususta yol göstermeye çalıştı… O kadar geniş ve kuşatıcı şeyler söyledi ki, kendini bu şehirden sayma gafletiyle başta tevazu içerisinde yükümüzü çeken Siret Karasoy olmak üzere, mesela Doğan Erdinç, A. Turan Alkan ve ismini hatırlayamadığım üç beş dost olağanüstü heyecana kapıldık… Belediye başkanımız bizim kadar heyecanlı mıydı bilmiyorum ama imarcıların hardal tanesi miktarınca ürpermediğini adım gibi biliyorum. Hoca’nın Sivas’tan uzaklaşmasında ve soğumasında onların da etkisi olmuştu.
İbn-i Haldun’un ruhu şadolsun, cemaat asil bir şey elbette... Ancak cemadat gibi malzemelerden oluşan bugünün cemaatleri için kesinlikle geçerli değil. Bunlar köle bile değil, köle gibi davranarak efendi olmaya çalışan uyanıklardır. Bu şehirlerde, belediyelerde: İmar müdürlerinin mimar ya da mühendis olması gerektiğine dair bir kanun mu var? Varsa bile hiç tanımadıkları şehri kâğıttan kuş yapıp uçurmak yerine; yanlarında şehirli, mahalleli haysiyet sahibi adamlar neden olmaz? Evet… Çok komik bir şehir sosyetesi oluşturan ve adına “Kent Konseyi” denilen gariplikler var… Birbirlerine “sayın!” demekten fırsat bulup da tek dişe dokunur söz söylemeyen insanlardan oluşur. Şehrin iki büyük yöneticisinin yanında poz veren figüratif bir malzemedirler.
Yakın zamana kadar o tür toplantılara çağrılır; ikinci bir toplantıda orada olmayacağımı garantiye almanın rahatlığı içerisinde söylenmesi gerekeni söylerdim. Ve sadece “ev adamı” olduğum için toplantılarda konumu icabı söz söyleyemeyen “memleket evladı” can kulağıyla dinlerdi. “Sayınlar” ise ricalin sofrasında oturmak hazzını sonuna kadar tatmak için arkadan çelme takarlardı.
Sivas gerçekten biçare bir şehirdir.
Ah o ince ve derin sohbetler
Konferans kelimesi yaraşmaz; çünkü hoca, sohbet geleneğinin fasih ve sahih bir örneğiydi. Tebdil-i mekânından sonra bir ben değil, aynı gerekçelerle ona “Hocam” diyen ve kalemleriyle hüzünlerini ifade edenlerin tamamı bu hususta birleşmişlerdir. Gönül sahibi kalemlerden dökülenler, hocanın sohbetlerinin sayıyla ölçülemeyecek kadar bereketli olduğunun, defterinin de asla kapanmayacağının delilidir. Hoca her zaman Numan beyle beraber geliyordu; her geldiğinde Siret Karasoy karşılıyor ve bizleri haberdar ediyordu. İlk konferansa şehrin tüm mimarları, müteahhitleri, mühendisleri davetliydi ve iyi de duyurulmuştu. Kocaman salona bir avuç insan geldi; ama olsun… Siyasetçiler kalabalığa hitap etmeyi ve bu tür kültür faaliyetlerine de kalabalıkların iştirakini pek ister ve severler. Oysa popüler olmayan, ciddi ve hayati konularda yapılan faaliyetlere lakayt kalınması artık âdettendir. Başta ben olmak üzere, ilgili birimler bu yüzden zaman zaman suratların asılmasına neden olduk; oysa hiçbir suçumuz yoktu. Çünkü aynı lakayt insanlar, fazla duyurmaya gerek kalmadan çıtır çerez programlarda protokole oturacak koltuk bırakmıyordu.
Siret Karasoy hatırlatınca hafızam canlandı. Hoca’yı takdim şerefi bana düşmüştü. Sohbetin konusu “Türk Konut Kültürü" idi… Başta neler söylediğimi hatırlamıyorum, çünkü irticalen konuşmuştum, kaydı yok. Ancak Sezai Karakoç’un tüyleri diken diken eden “Balkon” şiirini okuyarak Turgut Hocayı kürsüye çağırdığımı çok iyi hatırlıyorum. O takdimden sonra Hoca bana nedense hep “Beratî Bey” diye hitap etmişti. Her zaman olduğu gibi Cumhuriyet Üniversitesi’nden tek bir adam dahi yoktu; mahallî olamayandan, millî olamayandan üniversal olamaz. Bu üçünü aynı anda kucaklamayan üniversite, sadece bir isimdir. Az sayıda adam oluşu huzursuz ediciydi. O ise sanki bütün dünyaya hitap ediyormuş gibi konuşmaya başladı… Tane tane, şırıl şırıl, taaa içerden, derinlerden. “Halk haktır” diye başladı ve buradan hareketle ancak “İnsanın âlemle Hakkın dilediği biçimde irtibat kuran ve Hakkın hassasiyetinin eşyada tecellisine aracılık edecek tek varlık…” olduğunu söyledi. Oradan insanların meskenlerinin, onun Hakk ile irtibatının bir tecellisi olması gerektiğini ifade etti. Son cümle müthişti: “Eğer önümüzdeki son otuz yılda bu irtibatı kuramazsak Halk Hak olmaktan çıkar!” demişti. Bunca yıl sonra yazarken bile aynı ürpertiyi yaşıyorum.
Hoca sohbeti bitirdi ama zerre kadar yorgunluk alameti yoktu. Bir gönül bağı var mıydı bilmem ve böyle şeyleri merak etmek bile ayıptır. Ama tek kelimeyle: Ekberî bir soluk idi, soluk da değil nârâ idi… Oradan aldığını âleme, dağa, taşa ve hususen içinde yaşayan insanın sureti olan şehre naklediyor, taşlara nakış nakış külünk gibi kelimelerle işliyordu.
Sohbetin sonunda elimi ayağımı pancar kesen, davetli bir mimarın sözü oldu. Bana önemli bir şey söyler gibi, “Turgut beyin felsefesi kuvvetli!” demişti. Gökten felsefe taşı yağsa fiskesi düşer mi acep başınıza.
Âlemde az ve küçük bir şey yoktur
Şehir gezilerinde beni kendisine hayran bırakan bir tarafı da “bütün”ü kucaklayan, hayranlıkla ve adeta hasretle kucaklayan hâli idi. Adeta başka bir dünyaya geçiyor, harabe bir evin karşısında kimselerin fark edemediği bir ayrıntıyı ihtiramla temaşa ediyor, sonra onu adeta kâinatla bütünleştiriyordu. “Helik taş”ın* bir yapı için ne ifade ettiğini ondan dinlemek nasip oldu.
Sohbetlerinden birinde (Sosyal Cinayet: Yüksek Yapılaşma) söze “Bu şehr-i stanbul ki, bi-mislü bahadır/Bir sengine yekpare acem mülkü fedâdır!” diye başladı. Sonra “Biliyor musunuz!” diye sohbete girdi. Çoğu kez “Biliyor musunuz” kelimesiyle ve soru kipinde değil, herkesin bildiğini söylüyormuş gibi başlardı. Başladı ve devam etti:
“Biliyor musunuz, Nedim’in kastettiği taş, öyle çok değerli bir mücevher yahut muhteşem yapılardaki kesme taşlardan biri filan filan değil. O kesilmiş biçimli taşların birbiriyle imtizacını sağlayan helik taşlardır. İstanbul’un muhteşem varlığı içerisinde el kadar küçük helik taşın rolünü anlatıyor şairimiz…” Anlatırken sanki o taşı avuçluyormuş gibi de elini açmıştı. Bu ince idrakin binde biri olsaydı; İstanbul’un tek taşına bile dokunulmazdı, etrafını çitlerle çevirirlerdi. Hoca’nın herşeyiyle Osmanlılığı taşıdığına ney ile ünsiyetini de öğrendiğimde tam kanaat getirmiştim. Çalıştığım birime bağlı ve ehemmiyetini ne kibirden biçilmiş sözde musiki dostlarına, ne de şuursuz hasımlarına anlatabildiğim bir minik “konservatuar” vardı.
Ulu mimar, İstanbul için çok şey yapmaya çalışmıştı, çok büyük emekler vermişti. Dünya Bankası’nın ve başkanının olağanüstü heyecanla karşıladığı ve desteklediği, Marmara Denizi’nin uygun yerlerine uydu liman ve sanayi kentleri kurarak İstanbul’u kurtarmak istiyordu. Dünya Bankası ile temasları heyecanla sürdürürken, Dünya Bankası Başkanı “Turgut Bey, sizi anlıyor ve destekliyorum ama devletinizin tepesindeki adam böyle bir şeyi istemiyor!” demişti. Bunu bize anlattığındaki hali gerçekten dokunaklıydı. Büyük zat, “Müteahhitler Cumhuriyeti”nin başı olarak el altından müteahhitlerine İstanbul’u büyük bir arsa gibi parsel parsel dağıtmıştı. Bugün hâlâ bu zata Türkiye’yi kurtarmak(!) adına sorular soranların haddi hesabı yoktur. Durum el’an da farklı değildir. Hoca’ya büyük bir ödül verildiği ahir ömründe, verilen ödül sadece verene şeref kazandırır. Parselasyon son hızla devam etmektedir.
Bir de… Gün aşmaya yakın bir saatte virane bir evin önünde durup, derinden baktığını hatırlıyorum… Aynı akşam sohbete o yarı beline kadar toprağa gömülmüş evin pencere demirlerinin inceliğini ve önemini anlatmaya başladı. Eliyle, jest ve mimiğiyle sanki onu yapan demirci ustasının ruhuna Fatiha okuyormuş gibi bir vecd ve hürmet içerisinde konuşuyordu. Demirin nasıl ısıtılarak şişirildiğini ve o bombelerden iç içe demirlerin nasıl geçirildiğini yaşıyormuşçasına anlattı, anlatmadı canlandırdı. Damarlarımdan o an, Peygamber Efendimiz’in bir köpek leşinin yanından geçerken burunlarını tutan dostlarına, “Görüyor musunuz? Ne kadar güzel dişleri var!” ihtarı geçti.
Mimari ve İnsan
Siz hiç evine plan çizdiren müşterisine danışan mimar gördünüz mü? Siz hiç masasından kalkarak üzerine ev kondurduğu arsanın tekmil varlık ve arş üzerinde asla minnacık olmayan mahiyetini anlamak için araştıran, soran, derin derin düşünen bir mimar gördünüz mü? Ben görmedim, daha doğrusu Turgut Bey’den önce görmemiştim. Giderler evet, arsayı ölçer biçerler, gerisi cetvel, gönye ve pergel; matematik bile değil aritmetiğe kalmıştır.
Hoca, Sivas’a uçak bulamadığında otobüsle gelirdi. Yolculuklarından birinde kışa tutulmuşlardı, yetmişlerindeki adam, diğer yolcularla araba itelemişti; dinç ve alçakgönüllüydü… Özbekistan’a gitmiş ve dönüşte Sivas’a uğramıştı. Zabıtanın külüstür siyah Reno’su kapıda durdu, Turgut Hoca’nın geldiğini ve beni çağırdığını söylediler. Uçtum, çünkü her gelişi bizim için bayramdı. Azıcık hoşbeşten sonra “Beratî bey sizinle bir şey konuşacağım!” dedi ve o an orada olanlar kendi hallerine bırakarak kenarda bir masaya oturduk. İmam Buharî külliyesi düşünüyorlarmış Özbekler, belli ki ona ya danışmışlardı, ya da projeye katkıda bulunmak istiyordu. İşin esasını bilmiyorum; ama yaşadığım şey, mimar olmanı, sanatkâr olmanın esasıydı.
Hoca çantasını masaya döktü ve “İmam Buharî”nin türbesinin etrafına bir külliye yapılacak olsa senin düşüncelerin ne olur?” diye, yekten sordu. Afallamıştım. “Aman hocam! Ben ne anlarım mimarîden, projeden; estağfirullah!” dedim. Bütün ciddiyetiyle ve hatta biraz sertçe “Siz İmam Buharî’yi tanıyan ve seven bir müminsiniz. Bakışınız çok önemli!” dedi. Benim bakışıma verdiği önemin, elbette doğrudan doğruya şahsımla alakalı olmayıp, kaybettiğimiz ve artık aramadığımız ontolojik bir esastan kaynaklandığının bilinmesi gerekir. Bırakın sanatkâr olmayı, hayranlıkla âlemi temaşa eden bir insan olmanın; hatta insan olmanın gereğini anlatan işte o hitaptı… Muhatabı olduğuma çok sevindim. Hocanın yönelttiği sual, herhangi bir “birey”e değil, yapılan eserle koyun koyuna yaşayacak “şahsiyet”e idi. Önüme kâğıt kalem koydu, türbenin olduğu yeri ve etrafını kabaca çizdi. Ben konuştum, o not aldı, çizgilere aktardı ve habire sordu; fırsat elde iken derin mimari tecrübemle(!) döktüm devşirdim. Dünyadan kopmuştuk ve hayatımın en güzel derslerinden birini almıştım. Sonra, kâğıtları kemâl-i ciddiyetle topladı ve çantasına yerleştirdi.
O bir adım önümde olsun isterdim, Hoca yan yana yürümeyi severdi, çünkü her an söyleyecek bir sözü vardı; hâzirûna katıldık.
Sivas’a ne kaldı
Gelir gelmez pek çok şey arasında, öncelikli olarak Gökmedrese’yi işaret etti. Belediye başkanı Temel Karamollaoğlu derhal ve aşkla kolları sıvadı ve Gökmedrese Vakfı’nı kurdu. Bu vakfın ciddiyeti sayesinde İTÜ’ye bir yenileme projesi hazırlatıldı, şu anda değişiklik yapılmadıysa bu proje uygulanıyor... Restorasyon çalışmasından çok çok önce kollar sıvanmıştı bile; bugün de emeğini sürdüren Burhan Bilget işin başındaydı. O gün çok müthişti; medresenin temeli açığa çıkmış ihtişam topraktan fışkırmıştı. Bir kurban kesilmişti ve işçilerle beraber hayatımızın en anlamlı, en lezzetli lokmalarını yemiştik. Gökmedrese’nin giriş kapısında mavi çinilerle Kalem Suresi’nin son iki ayeti yazmaktadır. Çok geniş tefsiri olan bu iki ayet nazara karşı da okunur ve taşınır. Restorasyon çok yakında bitecek ve Sivas üzeri küllenen nazarlığına tekrar kavuşacaktır. Lâkin korkarım, Turgut Bey’in adı geçmeyecek ve belki de Temel Bey’i çağırmak akıllara bile gelmeyecektir. O gün ya “Hatırlattığınız iyi oldu!” ya da “Kâhin” dersiniz bana. Biz daüssıla erleriyiz; işimiz hatırlamak ve hatırlamaktır.
İstisnasız bütün projelere göz attı Hoca… Genç mimarların sorularını bıkmadan usanmadan cevaplandırdı. Bilgisini onun kadar cömert kullanan insan sayısı çok değildir; muhatabı kim olursa olsun sonuna kadar ve tekrar tekrar anlatırdı. Mahallelerin kökü kazındıktan sonra, elde kalan üç beş konağı restore edip caka satmak, günümüz yöneticilerinin vicdanlarını rahatlatmaya vesile olmaktadır. Turgut Bey, “Siz farkında değilsiniz, Safranbolu’nun adı var, Sivas’ta Safranbolu ebadında sivil mimarimizi taşıyan mahalleler var. Ayağa kaldırılmayı bekliyor.” Bu fikir ve hüküm, olağanüstüydü. Ama restorasyoncuların da, belediyecilerin de işine gelecek türden değildi. Çünkü işin kurdu restorasyoncu, daima giderini bir kuruma karşılatacağı “Zadegân Konağı” peşindedir; belediyeciler ise hâlâ birbirine omuz veren eski evlerin yıkılmasını beklemekte yahut yıkmanın yolunu aramaktadır.
O günler bir fırsattı; Turgut Bey kolları sıvayarak sit alanı olduğu için fazla örselenmemiş “Sivas Kalesi” eteklerine “Kale Evleri Projesi”ni hazırladı. Maketini yaptılar ve belediye binasına girdiğinde derhal göze çarpacak bir yerde de teşhir edildi. Ne oldu, neler oldu bilemem; olmadı olmadı olmadı… Eğer o proje gerçekleşseydi Sivas dünya ölçeğinde bir sivil mimari örneğine kavuşacak; örnek gösterilecekti. Ve eğer o proje gerçekleşseydi, ne ödüller alırdı bilemezsiniz. Hoca “Kale Evleri”ne yüreğini koymuştu, hatta o uğurda sağlığı bile bozulmuştu. Sivas için büyük bir projesi de bir tanesi Sıcak Çermikle Yıldız Irmağı arasındaki araziye olmak üzere, Sivas’ı kurtaracak ve rahatlatacak uydu kentler kurulmasıydı. Tıpkı İstanbul’u kurtarmak istediği gibi...
1994’te İstanbul’da doktoraya başladım ve Turgut Hoca sebep olmuştu. Enstitü’ye kaydımı yaptırır yaptırmaz ziyaret ettim. “Beratî bey, Sivas’a muğberim!” dedi. Elimden hiçbir şey gelmezdi, içim yandı. Aslında çok olmasaydık da bir araya gelen üç beş kişi, sesimiz doğru şekilde ve cesaretle çıkabilirdi. Sivas hakkında konuşabilme hakkını kendinde gören bir avuç gafil, belki de o çok “sayın”lı toplantılarda kendimizi yanlış yerde konuşlandırmıştık. Evvel kusuru kendimde arıyorum…
“Halka tan eylemek nemiz, bilcümle vebal bizdedir!”
Kale Evleri hâlâ mümkün
Evet, ya söz geçirmeye gücüm yetse, ya da sözü gönlünün en yumuşak yerinden anlayan bir “Sayın” çıksa; uzunca bir zaman teşhir edildikten sonra maketini ortalardan kaldırdıkları “Kale Evleri” hâlâ gerçekleşebilir. “Paşa Fabrikası” hariç, hiçbir ciddi şehircilik faaliyeti olmayan ve “Karizmatik Lider”in gölgesinde saltanat sürerek süresini dolduran bugünkü belediye bunu Turgut Hoca sağken gerçekleştirebilirdi. Tek yaptıkları, kendi imalathaneleri olduğu halde, büyük paralarla satın aldıkları boyalı taşlarla kaldırım döşemek ve ana caddeleri pavyon sokağı gibi süslemek oldu. Şehir rüküş bir kadına döndü. İktidar imkânını, “muhafazakâr” kelimesini sıfat olarak kullananlar en kötü bir biçimde sergilediler. Slogan’a bakın: Modern Şehir… Batı, geleneği olduğu için moderndir; sizden sadece ve çok ama çok kötü bir mukallit olur.
Bundan sonra kim gelir kim gider asla bilemem; ama “Gelen ağam, giden paşam!” diyenlerden asla olmadım. Kim gelirse gelsin, taşlar altında gömülen şehre en büyük iyiliği “Kale Evleri” projesini gerçekleştirmek olmalıdır. Çünkü Turgut Cansever’in bu şehre biçtiği kıymetin gereğini yapmak hâlâ mümkündür. TOKİ gibi dakikalık fotoğraf çeker gibi şehir imal eden bir güç, bir istisna yapıp hayırlı bir işe de girişebilir. “Kale Evleri” zarar ettirecek bir proje de değildir. Hoca, Özbekistan’dan geldiğinde oralarla mukayese edip “Sivas’taki tarihi birikim ve mimari doku, çok ama çok nadir şehre nasip olmuştur.” demişti.
Sivas’la ilgili son katıldığım toplantıda muhafazakâr rektörümüz de vardı ve ona refakat eden üniversitenin muhafazakâr simaları… Bu elbette sevindirici birşeydir; ilk bakışta “yerlilik” intibaı vermekte ve halka sevimli gözükmektedirler. Hiçbir iktidarla aram iyi olmaz, olması gerekmez; eyvallahım da olmaz. Kimin yönettiği değil, nasıl yönettiğidir… İçinde vücut bulduğu şehirle ünsiyet kuramayan bir akademik nazar; “Üniversal” sıfatını ancak rozet olarak taşır. Gönül isterdi ki, onca yıllık beceriksiz yönetimden sonra; bazılarının umut bağladığı üniversitenin yeni simaları ufuk açan tek bir söz söylesin… Üniversite, şehre ve şehirle ilgili her faaliyete figüratif bir hükm-i şahsiyet olarak değil; yürekten katılmalı; söyleneni de pür dikkat dinlemelidir. Keyfine çerez çıtırdatan belediye temsilcisi de dâhil pekçok amatör şehircinin orada olması münasebetiyle susmaya karar verdim; hayli sustum. Susmanın suç olacağı noktaya kadar sustum… İnce saz heyetinin “Evelik, yemlik, oy madımak” muhabbetine daha fazla dayanamayarak, Turgut Hoca’yı ve “Kale Evleri” projesini anlattım. Dinlediler… Hazirundan hiç kimse konunun ehemmiyetini kesinlikle anlamadı; şehre henüz gelen ve toplantıya başkanlık eden vali muavinimiz ve sessizce oturan yerli halktan(!) bir iki kişi hariç... Vali muavini, anladı ilgilendi ve Turgut Hoca’yı da tanıdığını, okuduğunu söyledi. Şehir için büyük kazanç ama bu tür insanların vilayet yönetimine katlanması da; terfi etmesi de zordur; tecrübemle biliyorum. Belediye takımı yahut uyuyan kaşarlardan beklerken, o toplantının en müthiş cümlesini kültür müdürlüğünün temsilcisi kurdu. Kültürlü olduğunu bildirmek için bana:
-Şair Edip Cansever’in nesi oluyor?
Sorusunu sordu.
Ah Hoca’m ah! Umutsuzluk helal olsaydı, her öğün sadece onu yerdim.
Elveda
Turgut Hoca’yı çok sevmiştim, şehrimi de elbette…
Kale Evleri projesinin binbir emekle maketini yapan Emine Öğün hanımdan da binlerce kez özür diliyorum. Çünkü bu özü çok güzel şehrin barbarları maketi parçalamış, parçalarını da birer ganimet gibi kendilerini adam yerine koyan karılarına hediye etmişlerdir. Bilmem kaç pare ev maketi, hangi zevksiz döşenmiş lojmanın “şark köşesi”nde cahil ve zevksiz kentsoyluların cinayet delili olarak hayatını sürdürmektedir. Bunlar böyledirler işte ve sağcıdırlar; dini ve şanlı tarihlerini kimseye bırakmazlar ama gerçekleştiremedikleri bir medeniyetin maketiyle evlerini süsleyecek kadar ince zevk sahibidirler. Bu insan tipi Türk sağının hakim rengidir.  
“Kimse kızmasın kendimi yazdım” diyenlerden değilim, gülün yanağını koklamayarak güne başlamayı zül sayan bir savaşçıyım. Saat kaçı gösterirse göstersin, vakit neye şahadet ederse etsin, okuduğumu bilirim ve vazgeçmem. İsteyen kızabilir; kendimce yazdım, kendimi yazdım. Yazdıklarım, sadece Sivas’a, meydan yerini işgal edenlerin asla fark edemeyeceği derinlik kazandıran Turgut Hoca’ya bir vefa borcunun ifadesi değil; yaşadığım şehre de bir kökten vedadır. O erişilmez sohbetlerin ışığından yansıttıklarım, yaşadıklarımdan hatırımda kalanlar; umarım hâlâ imkân varken hayırlı işlere yöneleceklere işaret fişeği yerine geçer. 
Turgut Hoca ölümü tattı…
Duyduğumda içimden yanıma üç beş dost alıp Ulu Cami’de gıyabî bir cenaze namazı kılmak düşüncesi geçti. Sağıma soluma şöyle bir bakındım ve derhal vazgeçtim. Ferd-i vahid olarak, ancak kudretimin yettiğini yerine getirdim.
Tuğrul İnançer’in sadırdan akan muhteşem yorumuyla “Ölümü tatmak ayrı, ölmek ayrı!”dır. 
Allah dirilerimize, kendilerini diri sayanlara rahmet eylesin.



* Helik taş: Büyük taşları birbirine kaynaştırmak için aralarına konulan küçük ama düzgün taşlar.
** Nietzche, ”Öyle şehirler inşa ettiniz ki;  ne düzelecek, ne de bozulacak bir şey kaldı!” diyor. Keşke böylesi bir “daüssıla bilinci”ne sahip nihilistlerimiz olabilseydi.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder