Weber’in protestanlık ile kapitalizm
arasında kurduğu bağ, “Kapitalizm”i başarı, başarının sahibini de “Batı” olarak
değerlendiren bir basitleştirme ve sadeleştirme üzerine kurulmuştur. Her teori,
özünde operasyonel işlem yapmaya imkân verecek bir “basitleştirme” ve
“sadeleştirme” çabasıdır. Kapitalizmi o zamanlarda başaramayan ülkelere
baktığımızda Weber’in teorisinin kapsam alanı geniştir; bugün için ise
protestan olmadan insanların/ülkelerin kapitalist oluşları teoriyi sınırlar. Endüstri
Devrimi’nin mutlak kapitalizmle sonuçlanacağını/sonuçlanmışlığını iddia etmek
ise hiçbir dinde cüz-i iradeye verilen kıymet kadar kıymet vermeyen bir
kaderciliktir. Bugünün Marxistlerinin kadere imanları zayıflamıştır ama yine de
bir “entelektüel bekleyiş”leri söz konusudur.
Üretim araçlarının servet
patlamasına verdiği imkânı, kapitalizmle denetlemek ve onu bir sisteme çevirmek
Batı’nın temel karakteri olan rasyonelleştirme tekniğinden ibarettir.
Protestanlık, tıpkı İncil’i dörtle sınırlamak, teslisi akideleştirmek v.s. türünden
bir rasyonelleştirme sayılabilir. Batı tarihi ardı ardına kutsallaştırma ve
rasyonelleştirmelerle doludur; kapitalizm de taşıdığı “Protestan Ruh”
itibariyle önce rasyonelleştirilenin, sonra kutsallaştırılmasıdır. Kapitalizmin
zorunlu bir uygarlık aşaması sayılması hem Weber, hem Marx’ın ortak tarih
şemasına dayanmaktadır. Weber rasyonalizasyonun süreceği dışında bir gelecek
ideali belirlemez. Marx ise, geleceğin dünyasını “ümmet bilinci”ne benzeyen bir
“sınıf bilinci”ne havale eder, tarihî materyalizm “motivasyonel” bir temele
dayanmaktadır. Her iki kanattan da yola çıkıldığında gördüğümüz, sadece
kapitalist olamamanın değil, “batılı çerçevede bir kapitalist” olamamanın
bugünün en önemli tartışma alanı olduğu gözükür. Dünya bütünüyle kapitalizmin işlettiği
bir uygarlık makinesinin hegemonyasındadır ama yetmez; “Batılı gibi kapitalist”
olmak, modern Kızılelma haline getirilmiştir.
Kapitalizmin cenderesine erken giren
ülkelerin birbiriyle bütünlük arzeden askeri, siyasi ve ekonomik üstünlüğü,
diğer ülkeleri komplekse sürüklemiştir. Bu kompleksin mukallit bir
endüstrileşme ve silahlanma ile sonuçlanmasının nedeni, Batı’nın kendi
dışındaki ülkeleri devlet zoruyla kapitalizm inşa etmeye zorlamasındandır. Bu
sürecin istisnası yoktur, ülkeler arasında sadece geçmişlerinden kaynaklanan
farklılıklar vardır. Kapitalist olmak yarışında kullanılan temel kavram çoğunlukla
“şeref” kavramıdır. Ruth Benedict, Japon halkının samurailerde zirveye çıkan
“şeref” kavramına verdiği olağanüstü kıymeti dile getirmiştir. Japon
sanayileşmesi –ve dolayısıyla kapitalizmi- Protestanlığın yücelttiği “meslek”
kavramına değil, irrasyonel bir kavram olan “şeref” kavramına
dayanmaktadır. “Şerefli” Japon
teknisyenler, Japon sanayisinin/mucizesinin kurucularıdır. “Meslek” kavramının
yüceltilmesinde de dinî/motivasyonel değerler söz konusudur; bu değerlerin
materyalist sonuçlar doğurması insanların/orta sınıfların ahlâkî değerleri nasıl
ikiyüzlüce tasarruf ettiğiyle alakalıdır. Orijininin Batı olması anlamlıdır ama
bugün için çok da önemli değildir, çünkü “şeref” kavramı, amansız bir servet
yarışının sadece tortusu olarak kalmıştır. Samurai kılıçları, acar Japon
zenginlerinin büyük paralarla evlerine bir kutsal biblo gibi asmaları,
ikiyüzlülüğün uzantısıdır. Kapitalizm, insanlığı bazen korku ve baskıyla, bazen
kanla ve savaşla “şerefli” bir ikiyüzlülüğe sürüklemiştir.
Erbakan, bir tür samurai ahlâkıyla “Önce
ahlâk ve maneviyat” diye yola çıkan bir teknisyen olarak, Türkiye’nin çehresini
büyük ölçüde değiştirmiştir. Teknisyenliği, gecikmeli de olsa ağır sanayi
hamlesini gerçekleştirmeye yetmemiştir. Çünkü Japon devletinin değer verdiği
“şerefli teknisyen” örneğine Türkiye’nin devlet iktidarı, kendine hasım saymayı
tercih etmiştir. Devletin kendi işadamları ve askerî sivil bürokratları vardır;
kendileri için en iyi olanı ne pahasına olursa olsun sürdürmek üzere
konuşlanmıştır. Darbelerin arkasındaki gerçek güç bu stratejik konuşlanma
konseptidir; dış destek, içerideki malzemenin kalite ve şahsiyetini
değerlendirme tercihinden ibarettir. Özellikle 28 Şubat, darbe tekniği
itibariyle bütün diğer darbelerin dayanağını sergileyici mahiyettedir asker,
işadamı, sendika, mafya, medya en üst düzeyde tarihî bir işlev yerine
getirmiştir. Kısa süren Erbakan hükümeti belki de Türkiye’nin en başarılı
hükümet uygulamalarının gerçekleştiği dönemdir. 28 Şubat, böyle şeylere kıymet
vermediğini bir defa daha gösteren tipik bir devlet refleksidir ve az olsun
hükmümüz altında olsun sığlığına sahiptir. Ekonomiyi yarım ton kâğıtla
çözeceğini düşünen; merkez bankasının darphanesi ile esnaf matbaasını
karıştıran bir cehaletle baş etmek hakikaten zordur.
Erbakan’ın darbeyle uzaklaştırılmasının
ideolojik gerekçesi olan irtica, kendilerini devletin sahibi görenlerin
iktidarı kaybetme korkusunun kod adıdır. Korkunun esas kaynağı, ha deyince
yüzde altmış beşlere varan bir orta sınıf karartısıdır. Devletin derinini
temsil eden ve kullanan kadrolar; Milli Görüş’ün fikri derinliğinden değil, daima
tabandaki demografik sathî genişliğinden ürkmüşlerdir. Bu marazlı bürokratik
yapı, herşeyin en iyisini bildiğini zanneden, katolik ve militarist bir
pozitivizmden beslenmiştir. Korkunun mezkûr orta sınıf hareketine engel
olamadığı; tersine ve ciddi oranda “Önce ahlâk ve maneviyat” özetiyle
sloganlaşan değerlerin samurai kılıcı gibi evlere asılmasıyla sonuçlandığını
düşünüyorum. Tüketim biçimi ve davranışlarıyla benzerlerinden çok az farklar
taşıyan yeni orta sınıflar, geçici bir durum değil, sosyolojik sabitedir;
hareketli ve değiştirici bir olgudur.
Erbakan, kendi yakınında olan
pekçoğu önemli mevkilerde de bulunmuş kadrolarının daima fevkinde bir liderdi.
Bugün adeta “Terör Odağı” olmaktan yargılanan bir örgütü vatansever güç olarak
takdim eden ve partisince tekzip görmeyen milli görüş eskilerinin haline
bakınca düşündüğüm tek şey, Hoca’nın sahip olduğu samurai ahlâkından nasipsiz, kuru
insanlar olduklarıdır. Elbette Milli
Görüşçüler geniş bir kitledir ve iyi niyetli insanlar olduğundan kuşkum yok ama
rakibe siyaseten muhalefetten başka bir özellik taşımayan hiçbir hareket,
bugünün şartlarında fikir kulübü olmaktan ileri gitmez; susmayı ve bazen
gitmeyi de bilmek “Önce ahlâk ve maneviyat”ın bir gereğidir. Ak Parti,
çıkarılan gömleğin gövdesinde bıraktığı izleri uzun süre taşımıştır ve
taşıyacaktır. İlerisi için ise, Cumhurbaşkanlığı seçiminde beşerî bir harita da
çizen bir halk tercihini ve bu taban içindeki hareketliliğin kalıcı olduğunu anlamak
gerekir. Eski rejim bakiyeleri, zorlarına da gitse bu duruma alışmalıdırlar.
Samurailerin batının silah teknolojisi yardımıyla devlet tarafından
ortadan kaldırılışını anlatan bir Son Samurai filmi çekilmişti. O filmde Japon
imparatoru, Son Samurai’nin hayatta kalan adamına nasıl öldüğünü soruyordu.
Aldığı cevap “Nasıl yaşadıysa öyle öldü!” olmuştu. Erbakan Hoca’nın başucunda
bulundurduğu teyemmüm kiremidi ve bu dünyadan göçmeden önce hastanede yapmış
olduğu son toplantı; nasıl yaşadıysa öyle göçen bir şahsiyetin resmidir. Türk
siyaseti bugünkü şeklini, onun harekete geçirdiği ve bugün merkeze yerleşen kitlelere
borçludur. Rahmet diliyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder