Ölüm bizzat tecrübe edilemez…
Tecrübe edemeyiz ama
hayattayken ve hayatımızda onun olmadığı hiçbir şey yok. Başkalarının üzerinden yaşar ve konuşuruz
ölümü; kendi ölümümüz ise başkalarına yadigâr kalır.
Başkalarının ölümü evet ağır, “başka”
yakınınız ise kezzap gibi geçer damarlarınızdan ve sızısı dinmez...
Benim de damarlarımda nice
ayrılıklar sızıldar…
Her birini yıkadım, kefenledim,
kabre indirdim, başlarının altına toprak koydum, mahrukat tahtalarını dizdim ve
çıktım. “Başkalarının ölümü” üzerinden konuşmak, tecrübe edilemeyen bir
geleceğe de hazırlanmaktır. Baba ve anne ile çocukluğumuz, dayı amca ile
yeğenliğimiz, bir dostun ölümüyle gülüşmelerimiz yarıdan bölünür ve azala azala
ölürüz. En mesut anlarımızda evvel gidenler hatırımıza gelir ve noksanlığımız yumruk
gibi oturur hançeremize…
Ölenler ne eder bilemem, aşağıya
doğru yazacaklarım “Kalanlar ne yapar?” üzerinedir…
Bu yakınlarda yine kabirden çıkmıştım;
killi toprak saçlarımın ta köküne işlemiş, tarak kâr etmemişti… Eve vardığımda o
hay huy içinde kimselere hissettirmeden lavabonun altına tutup başımı yıkadım
kuruladım: Merhaba Dünya!
Sonra ne der idi el-âlem,
şakağımdan çamur renginde ter yürüseydi?
İşte böyle… Ölümün hayhuyunda
bile dünyalık telaşemizi bir azap gibi taşırız gövdemizde…
Hayattan
sürgün mezarlıklar
Karahaber tez duyulur…
Duyulur ve gereği her ne ise
yapılır!
Eskiden diyeceğim ama
sevmiyorum artık bu kelimeyi, çünkü o kadar da eskiden değildir anlatacaklarım;
nispeten kentlerin kenarında, son köylerde o ince cenaze adetleri sürdürülmektedir.
Kusursuz bir muaşeret sükût içinde yürür, acılılara yük bindirmeden yakın
akraba, konu komşu her muameleyi yönlendirir, yürütür ve sonlandırır. Son durak
mezarlık ama hangisi?
“Hangi mezarlık?” sorusu, bu
günler için çok garip gelebilir. Oysa her şehrin pek çok mezarlığı var idi;
şimdi yoklar! Mezarlıklar, sayılı mahallelerin kesiştiği bir mıntıkada ve
salımıza nöbetleşerek omuz veren cemaatin yayan varabileceği mesafelerde idi. Anlayacağınız,
mezarlık mahallelerin orta yerinde ölümü içimizde yaşatan nokta adreslerdi. Pek
çoğu şehir merkezinde kaldı; miadını doldurdu ve iptal edildi. Bir mim koyun
buraya… Çünkü toprak, arsa cinsinden nakdî kıymet kazanmıştır; her taraf çarşı pazar
olmuştur… Bir “mim” koyun, beklesin.
“Önce alışveriş sonra fiş
dünyası”nda mezarlık, her gün ölümü hatırlamaktır; bu hâl, kentleşmenin şirret iskânına,
modernliğin ruhuna muhaliftir. Çoğu düzlendi bu “sessiz mahalleler”in, pek azı
korundu. Korunanlar, şu anda kudretli yakınları olanların yattığı mezarlıklardır
ve öyle zannediyorum ki, bir zaman sonra onlar da hükümlerini yitirirler. Bir
de cami hazireleri vardı ve bazıları bayağı hacimliydi… Bugün çoğu şehirde
buralar yitik gayr-ı menkullerdir; hazineye ait tasarruflarla mazi olmuşlardır.
Kenarlarda ve genişleme imkânına
sahip arazilerde şimdi merkezî mezarlıklar vardır. Zincirleme reaksiyon gibi önüne
ne gelirse tepeleyen kentleşme, bu sonucu doğurmuştur. En disiplinli örneği
Ankara uygulamasıdır, orada mezarlığın merkezinde cami vardır ve aynı anda on
cenaze kaldırılabilmektedir.
Yapacak bir şey yok, sadece sabit
kalan hakikati, değişen dünyayı hatırlatıyorum…
Abdest-Gusül-Gasil
Abdest: Minik ellerimizle suyu çırpıta
çırpıta ve bazen “Neyse, sen küçüksün ayaklarını yıkamasan da olur!” müsamahasıyla
genişleyen çocuk ilmihâli ruhsatıyla… Ne keyiflidir ilk abdestler, ne sevimli;
unuttuysanız yazıklar olsun…
Gusül: Mazmaza ve istinşaktan
sonra cemi-cümle bedeni sudan geçirmemiz gerekiyor; bize böyle öğretmişlerdi.
Ağzın, burnun içi en derinine su çekilmeli; tenimiz, iğne deliği kadar boşluk
bırakmaksızın temizlenmelidir. Gusül, ergen mahcubiyetlerimizi de beraberinde
taşımaktadır. Genciz mesela, çimmek için ırmağa gidiyoruz; ırmakta o zamanlar genç…
Ömür uzadıkça bebekleşiyoruz, utansak da bazen ihtiyarımız elden gidiyor ve başkalarından
yardım alıyoruz.
Ve gasil: Bir nevi kilometre
saatimiz sıfırlanıyor; son sularla beraber dünya domur domur dökülüp gidiyor
üzerimizden; hayat devam ediyor bir başka boyutta…
Abdest ve gusül irademiz
dahlindedir; gasilde seçme hakkımız yok…
Gasil; şehirler şehir, köyler
köy iken evcildi, bahçe yahut hayatlar geleneği sürdürmeye olanaklıydı… Bir
köşede kazanla su ısıtılır, mahremiyet ölçülerini inceden inceye bilenler kuş
gibi hazırlarlardı yolcuyu. Dedelerimi ve benden üç ay küçük amcamı evin
bahçesinden yola vurmuştuk, kilimler gerilmiş ve peydahlanan alanda sefere
hazırlamıştık onları. “Bir saplı su dökmek!” hane halkına ve eşe dosta nasip
olurdu. Muhabbet bazen öyle derindir ki, evvel gideni yıkamak üzre dost dostla söz
keserdi.
Merkezi mezarlıklar ve cenaze
camisi kaçınılmaz son ve beraberinde merkezi gasilhaneleri de getirmektedir.
Anadolu şehirlerinde şimdilik, bazı camilerde musalla taşı var; ama kentin
dünyevi akışına manidir ölümle içiçe yaşamak… Tahminim o ki: İtirazlar olsa da
kent referandumuyla, gasilhane, cenaze namazı ve defini aynı mekâna bağlayacak
çözüm her kentin akşamında yazmadadır. Ölüm haberini alanlar, tahsis edilen
saatte kentin merkezî mezarlığına gidecek herşey orada olup bitecek…
Eskiden hanemizde ölürdük,
evinde döşeğinde, eşiyle aşiyanıyla ve birdenbire… Tam da birdenbire değil
elbet, kısa bir yatak ömrüyle… Ölüm, “Daha geçenlerde çarşıda çay içmiştik!”
gibi sözlerle karşılanırdı. Şimdi son anlarımızı hastanede ve belki makinaya
bağlı geçirmekteyiz.
İlki yahut ikincisiydi bu
seyyar gasilhane uygulamasına geçti bizim şehir de… Artık o etrafı muhafazalı;
hayatı, bahçesi olan evlerin devri fiilen bitmiş ve işler hakikaten zorlaşmıştı.
Bu esnada seyyar devrimi gerçekleşti. Herşey otobüste gerçekleşiyor; ölü
itinayla yıkanıp kefenlenerek tabuta yerleştiriliyor, doğrudan musallaya
naklediliyor. İcat edenin gönlü şen olsun, modern sıkıntılara pratik bir
cevaptır bu! Belediyeye bir telefon ediyorsunuz, çark işlemeye başlıyor. Hamuşana
gark olanın çenesi hastanede bağlanmışsa oraya cenaze arabasını gönderiyorlar,
kalkacağı yere de ücretsiz otobüs... Emaneti döşeğinde teslim eden için ise
seyyar gasil aracı evin önüne geliyor; böylece, acılı aileye başka bir yük
bindirilmemiş oluyor. Aileye sadece kabre döşenecek mahrukat tahtası almak
kalmıştır; bazı belediler artık bütün levazımatı karşılıyorlar. Karşılasınlar…
Bari göçerken adamakıllı bir belediye hizmeti görmüş olalım! Umarım
özelleştirme dalgasıyla belediyeler bu işi de şirketlere ihale etmez; maazallah
mevtamıza haciz koyarlar.
Acıtan ve düşündüren tarafları
var elbet; bir “mim” de buraya koyalım, kilitlesin ağzını o da dursun şimdilik!
Başsağlığı
ve “helâllik”
Fani, tam evinden ayrılırken
bir dua edilir ve konu komşu, hısım, akrabadan haklarını helal etmesi dilenir!
Bu arada hanenin feryadı zirveye çıkmıştır, ardından zeval başlar… Ağıtlar
yavaş yavaş azalır ve içe akan gözyaşlarına dönüşür.
Bir helallik de musallada
dilenir…
Merhumu/merhumeyi nasıl
bilirsiniz?
Titreten, dirileri titretmesi
gereken bir sualdir bu, şahadet önemli çünkü…
Yakın zamana kadar, yavaş ve usul
usul “Ehl-i sünnet ve’l cemaat” cevabı, hem üç kere verilirdi, şimdi cevaplarda
nedret ve kesret devri başladı. “İyi biliriz” diyenlerin, ne diyeceğini
bilmeyenlerin sayısı arttıkça cevap şıklarının sayısı artıyor, çünkü
öğretilmiyor…
Yakında bilmediğinden susanlar
yahut:
— Bizim mahalleden…
— Mesai arkadaşımdır.
— Emekli profesör.
— İyi arkadaştır.
Filan diyenleri duyarsanız
şaşırmayın…
Defin işlemi biter, sıra taziyet
bildirmeye gelir…
Cenaze namazları eskiden bu
kadar kalabalık değildi, duyan yetişir, yetişen kılardı; bakisi başsağlığı
dilerdi. Cenazeden sonra cemaat mahalle mescidine gelir; dua edilir, helallik
dilenirdi. En yakın mescidin imamı tekfinden, define her işin içinde olduğu
için, camiler daima muntazırdır; göçen de azından çoğundan cemaattendir. Otobüsler
cemaati camiye bırakırlardı; içeride bir aşr-ı şerif okunur, çıkışta bir kere
daha acılıların gönlü görülmüş olurdu. Camide başlayıp, camide biten işlerimiz
azaldıkça azaldı…
Haneye varanları yine
hanımların aniden yükselen feryatları karşılar; dolu gitmiş, boş gelmişlerdir
çünkü… Bir zifiri sessizlik anı vardır ve o dem herkes çaresizliğin farkına
varmıştır; giden gitmiştir. Sızım sızım iç çekişler sürer ama usul usul “dünya
kelamı”na da geçilmiştir… Hatıralar konuşulur, hal hatır sorulur… Âdettendir;
sade kahve ikramı vardı bir de; açlar ise dilerlerse kahveden önce yemek
yiyebilirler, sofra açıktır.
Başsağlığı ziyaretleri kısadır;
biteviye Yasinler okunur, hatimler indirilir; hâsıl olan sevap “Evvelen bizzat
hülasay-ı kâinat peygamber efendimize…” olmak üzere teselsül tertibiyle tüm
müminlere ve hitamında da sebep olan zata bağışlanır.
Yürek
ezici bir izdiham
Ölüme bile artık fazla zaman
ayıramaz olduk, dünya boyuna dürtüyor…
Üstümüze toprak atılırken çok
az adam yere bakıp tefekkür ediyor, bazıları koyu muhabbete dalıp tilaveti bile
dinlemiyor; ellerde cep telefonları, mesajlaşmalar son sürat… Billahi, çoğu
cenaze merasimden ibaret kalmıştır. Göçen sanki bir müddet önce diri değildi ve
sanki okunan Kur’an bizi uyarmak için değil de, ölüleri uyutmak(!) içindir.
Yine bir avuç mahalleli münavebeyle toprak atıyor, kemal-ı ciddiyetle son
görevlerini ifa ediyor. Sayıları süratle kabaran orta sınıf ve onların yakın
temasta olduğu kerli ferli zevat, sanki dünyevî işlerin bir uzantısı olarak laci-lacivert
oradalar.
Cenaze cemaati mahalle ve eş
dost sınırlarını taştı; iş çevresi, sosyal çevreler, statüye göre artan şahıs
kadrosu mesafeli bir biçimde kabrin çevresinde kümelenmeye başladılar. O kadar
çok özel araba gelir oldu ki, artık belediye otobüslerinde oturacak yer bulunabiliyor.
Hal böyle olunca, başsağlığı için mahalle mescidine gitmek yerine; hoparlörle
ilan edilen mıntıkaya cenaze sahipleri diziliyor ve sırayla taziyet bildiriliyorlar.
İzdiham da orada başlıyor…
Az önce ve kabristanda belki de
öğlen yemeği, ilkindi çayı için yahut iş için randevulaşan aylaklar sınıfı, az
önceki ataletinden sıyrılıyor ve çevik hareketlerle sıra kapma yarışına
giriyor. Aralarına düşerseniz ezilme tehlikesi bile atlatabilirsiniz; iyisi mi
bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler. Ben öyle yapıyorum, göze batmayan bir
kenarda bekleyip, başsağlığı diledikten sonra yavaş yavaş ayrılıyorum; olup
olacağımız hal belli, yol belli, yolun sonu belli.
Buraya da bir mim koyalım ve
sonra bunu bir daha hatırlatırım belki…
Ev
açma
Kadınlar evde kalır; erkekler
için ise en yakın komşu, evini açmıştır.
Tarz-ı kadimdir bu…
Ev açma duruma göre bir gün de
sürebilir, üç gün boyunca da… İlk günün akşamı ve ikinci gün taziyet için gelen
sayısı fazladır. “Ev açma” hakikaten meşakkati en aza çekerek, acıyı hafifletir.
Evini açan komşu icabında üç gün boyunca kapısını açık tutar ve misafirlere hizmet
eder…
“Ev açma” asaletli bir iştir;
şimdilerde de sürmektedir ama kimsenin kimseyle komşuluk yapmadığı toplu
konutlarda artık sekteye uğradığına şahit olunmaktadır. Yasın esası üç gündür;
üç gün boyunca ağzının tadı bozulan hanenin ocağında kahve dışında bir şey
kaynamaz, komşular habire yemek taşır. Şimdilerde bu âdetin yerini millî “fast
food”umuz etli pide yahut dürüm almıştır, bazen “yemek fabrikaları” tabldot
usulü hizmet vermektedirler. Nur içinde yatasıcalar, “Diri baş aş ister!” demişlerdir,
diri başlara aş taşıma âdeti tam “Bizlik” bir şey! Benim çokça ve çoğalmak
temennisiyle dediğim “Biz”i Süleymaniye’nin muhteşem kubbesinde aramamalı… Böyle
ince ayrıntılarda gizliyiz, zahmete girip kendi kendimizi yeniden keşfetmemiz
gerek…
Çoğumuzun mahallesi yok, evi
barkı da yok sayılır; apartman daireleri ev değil ikametgâh adresidir. Hangi
mahalleli olduğumuz sorulduğunda çocukluğumuzun geçtiği mahallenin adını
veririz. Oysa mahallenin yerlisi olan bizleri, o yerlerde tanıyan bile
kalmamıştır. Cami cemaati de mukim şehirlilerden değil, yirmi yedi kat sevap
almak isteyen, A-Blok 2/4 gibi bayağı kesirli adreslerde konuşlandırılan “kemiyet
ve küsurat ”tan ibarettir… Cami cemaati, cami dışında da cemaatti; şimdi din
ile dünya mezarlıkta bile sert çizgilerle ayrılmıştır. Mahalle üzerinde
duruşumu, birbirine omuz vererek yaşayan evlere ağıtlar yakışımı, nostalji
olarak değerlendirenlerden bizarım ve burada, hem ötede davacıyım…
Tip projelerle kondurulan
camilerin insaniyetsizliğini, birileri uygarlaşma olarak tanımlayabilir; mevzumuz
ise laiklik değil, sekülerleşmedir. Çünkü laiklik devletle ve hukukla alakalıdır,
sekülerlik ahlakla ve toplumla… Değişen ahlaktır ve değişen bu ahlak üzerine Anglosakson
yahut Fransız laikliği dikme tartışmaları, fikir dünyamıza ait bir yerli çelişki
bile değildir. Bizim arayışımız kamu ahlakını seküleştirmeyen bir nitelik taşımalıydı;
mümkün, hatta basitti… Modernite/kapitalizm karşısında şahsiyet ibrazı şansımız
şimdilik gözükmüyor; “yeşil tüketici”lerle “Durmak yok yola devam” talihsizliği,
kendi “resmî aydınını” da yetiştirmiştir. Baştan beri hamasetle dünyeviliklerini
bastıran çeşit çeşit cemaatler ve İslamcılıklar; kifayetsiz, donanımsız
modernleşme mezheplerine dönüşmüş ve pelteleşmişlerdir. Devlet kılavuzluğunda
sekülerleşmenin laiklik olarak tanımlanması despotluğu, şehirleri zorla ve
süratle kentleştiren iskân politikaları vasıtasıyla işlerlik kazanmıştır.
Hayır, dağıtmadım! Konu tam da
budur…
Mahalle ve cami bütünlüğü
içerisindeki cemaat, mazi olmuştur… İnsanların mahalleleri, omuzdaşları yok ama
statüleri var; siyasi partileri, dernekleri, iş arkadaşları vs. cenazesine
gelir ama kalıcı değildir… Zaten, bu kabala cemaatin azaları defin
yorgunluğundan sonra bir de mescide girme meşakkatine katlanamazlar. Benim
neslimden olanların az çok hâlâ mahalle arkadaşları kalmıştır ama sonrakilerin
cenazelerindeki kalabalığı ekser “statü”leri belirleyecektir.
Ölüm ve statü… Mim… Bu mim, hayretimden
değil; söz yoruldu…
Çamaşır
Günü
Göçenin elbiseleri, bazı
eşyaları uygun kişilere verilir…
Nedenini bilmiyorum, önce
ayakkabıları verilir… Böyle bir hadiseyi naklen dinlemiştim...
Tellal Hamdi derler bir zat,
akşam sipariş verdiği bir çift kundurayı alır evine gider. Niyeti ertesi gün gıcır
gıcır giyinmektir. Lakin emr-i hak vaki olur; adamcağız uykudayken öbür tarafta
gözlerini açar. Ayakkabılarını da hatar patar, hamallıkla geçinen bir komşuya
verirler. Hamal, aynı kunduracıya götürür ve taze çizmelere pençe vurdurmak
ister. Usta yan dükkânda çay içmededir, çırak ayakkabıyı tanır ve işkillenerek haber
verir. Usta gün umur görmüş bir kâmildir, “Efendi, çizmeler de pek güzelmiş,
kime yaptırdın?” diye sual eder. Hamal, “Yok be usta, nerde bende ısmarlama
çizme giyecek kudret, Tellal Hamdi komşumdu, rahmetli oldu, çizmelerini bana
verdiler” der…
Bu dünya böyledir; kim kazanır,
kime nasip olur bilinmez…
Göçenin elbiseleri, bazı
eşyaları uygun kişilere verilir.
“Çamaşır Günü” diye, bir adet
vardır; bence hoştur… Dar-ı bekâya gidenin elbiseleri temizlenir, çamaşırları
yıkanır… Komşular da birer kalıp sabun alıp ziyarete giderlerdi. Çamaşır Günü,
üçüncü gündür, yani matemin sona erdiği gün… Sonra çamaşırlar, elbiseler
ihtiyaçlısına verilirdi. Şimdi neredeyse o da yok; çünkü pırtı bollaştı.
Bırakınız eskiyi, bir ölüden arda kalan elbiseyi giyecek tevazuda insan mı
kaldı?
Bence üryan gelip, üryan
gittiğimizi vurgulamak içindir bu örf. Göçeriz ve cümle esbabımızı geride
bırakırız…
Can
Yemeği
Bir köyde temaşa etmiş idim…
Adamı defnettik evine geldik,
güya bir aşrı-şerif okuyup başsağlığı dileyeceğiz. Eve girer girmez yer
sofralarıyla karşılaştık… “Buyur, buyur, buyur!”lar ardı ardına; odaya girişte
solda kadınlar kazanlardan biteviye yemek aktarıyor. Taaccüp etmeme rağmen
buyurduk, köyün işinin erbabı imamıyla aynı sofradayız. İmam garipsediğimi
anladı ve “Ye iki lokma hocam, sonra söylerim!” diyerek pilava daldı. Kaşık
mesaimiz bitti; yemek duası, kıraat, taziye…
Yemek çok sade idi ama bu
göçenin variyetine göre de değişirmiş, bir sığır kesen bile olurmuş… İmama bu âdetin
özünde güzel olduğunu ama daha acı soğumadan sıcak aş çıkarmanın haneye eza
olduğunu söyledim. İmam da sözüme hak verdi, kendisi de hoş karşılamazmış ama
“Bu âdetlerle çok uğraşmaya gelmez, zamanla değişir!” diyerek, ilm-i siyasetini
konuşturdu.
Üçüncü gün, yedinci gün,
kırkıncı gün, elli ikinci gün yemekleri…
Halkiyatçılar için bir çalışma
alanı olan bu yemek adetleri üzerine benim görüşüm, yuğ törenlerine benziyor
oluşudur; başka kavimlerde de benzeşen âdetler mutlaka vardır. Yoksulu doyurmak
için ölümü beklemek gerekmediği gibi; hayrı hasenatı saman alevi gibi değil,
kor gibi için için yaşatmak ve sürdürmektir. Paranın parçaladığı günümüz
dünyasında ne vesileyle olur olsun, insanların sofra açması hoştur, âlâdır,
rânâdır. Açı doyurmaya, açığı giydirmeye vesile olan muaşeretin kökeni o kadar
da önemli değil; güzel her yerde güzeldir, yeter ki rüküşlükten, aşırılıktan berî
olsun.
Kur’an okunsun, dualar edilsin,
gücü yeten pilav üstüne tepe gibi et yığsın; üçüncü gün, beşinci gün, kırkıncı
gün; mümkününüz var ise hergün be ya, her gün…
Alkışlar
arasında ölüleri yakmak
Evvel yoğ idi, ucun ucun
çıkmaya başladı ölüleri yakmak âdeti. Münferittir diyebilirsiniz, münferittir
ama pek çok sosyal oluşum böyle başlar, iz bıraka bıraka derinleşir. Derinleşme
imkânına sahip tek bir olay, alır başını yürür; önce ahlakileşir sonra da
hukukileşir. Bir de bakmışsınız ki kanun hükmüyle ölüleri yakmak için belediyeden
ruhsatlı, ticaret odasına kayıtlı, TSE garantili fırınlar kurulmuştur.
Adına ben de “Büyük Dönüşüm”
diyeyim… Dünyayı fabrikalaştıran bu süreç, ölüleri de yüksek fırında bir avuç
kül haline getirerek, savurma ya da bir kavanozda rafa kaldırma uygarlığı
sunmaktadır. Hint’te bilinen bir âdettir ama bunun doğrudan Hindîlerle ilgisini
kuranlar var ben kuramam; daha çok suyun buharlaşma özelliğinin keşfiyle ilgili
görülmelidir bence… Su buhar olur uçar, bir avuç tortu kalır. Önce tekmil
frengistanda başlamıştı, sonra yaygınlaştı, sıçramalarla bize doğru gelmeye
başladı. “Gelir mi?” derseniz, “Gelir!” derim… Doğu-Batı diye diye, başımıza
gelmeyen kalmadı; neler geldiğini oturup da insaniyet dairesinde düşünmedik… Ne
yani! Bugünün dünyasında ölülerini en çok yakarak yola vuran İngilizler, işin
iptidasında hayıflanmadılar mı, üzülmediler mi? Hepimiz, zaman ve mekânı
birleştiren, dişlileri arasında insana mahsus ne var ise parçalayan, öğüten devasa
bir makinenin içindeyiz. “Gâvura olan, sana bana olmaz!” demeyin; ne gâvurumuz
var, ne de biz o müslümanlarız… Bırakın uygunadım yürüyen akıllılarımızı,
delilerimiz bile artık aynı nedenlerle deliriyor! “Yürek ezici izdiham” başlığı
altında hatırlatırım dediğim “mim”i burada açalım ve paralel okuyalım.
Yirmi küsur sene evvel birader-i
kudemadan Hasan Yurtoğlu bir kitap hediye etmişti: Ölüm Karşısında Batılının
Tavırları… Kitap, sıfır kilometre değildi, pek çok satırı çizilmişti, kalanı da
ben çizdim. Ta o gün, böyle bir yazı yazmayı da düşünmüştüm. Ve yine “batılılar
ne yaşamışlarsa, bir benzerini bizler de yaşarız!” cümlesini zaman denilen
satha o lahza yazmıştım. Ölümün, bütün anahatlarıyla hayatımızdan nasıl
çekildiğini geçen yıllar içinde safha safha yaşadık, yaşıyoruz. En önemli eşik,
“ölüleri yakmak”tı, bir nevi o da başladı ve dışarıda yakılan ilk cenazenin
külleri İstanbul Boğazı’na saçıldı… Bence bu olay, bir işaret, geleceğe doğru
sıkılan bir işaret fişeğidir,
Atlamayalım… Çok mühim bir
hadisedir, alkışlı ölüm; bir yönüyle ölümün bu dünyadan alkışlarla sürgün
edilişidir. Ölüme, dine, hayata ve adı konulmakta zorlanan “bağzı şeyler”e isyan
da var işin içinde. Bu “bağzı şeyler”, hiçleyecek bir şeyi kalmayanların
hiçliklerini dile getiren bir görüngüdür. Çepikli cenazelere karşı kendilerini
sağlama alan insanlar ve o insanların “Alkış istemem!” vasiyetleri var.
Müslümanlarla yoğrulan yurtta bir kişinin bile “Alkış istemiyorum, beni
müslümanca gömün!” diye vasiyet bırakması da bir işaret fişeğidir… İnsanların, “muhterem
bedenler”i üzerindeki tasarruflarını öldükten sonra da vasiyet yoluyla
sürdüreceği yahut varislerinin tercihine bırakacağı günler çok uzak değil…
Tabii, frenklerin baş tuttuğu bu
gidişe, alaturka frenklerimiz de bir katkıda bulunurlar. Mesela, bir yakınları
buharlaşırken çepiklerle eşlik ederler, bu anlamlı terakkiye özgün bir renk(!)
katarlar… Böyle şeyler “Bizde olmaz!” mı dediniz? Olmayabilir ben de yazmadım
sayarım. Olursa da “Demişti ki…” der geçersiniz; dünya denilen bu tecrübeler
definesi, “Dediydi, demişti”lerden ibaret değil mi?
Mim…
Sebeb-i telif artık zaruret
oldu, çünkü sözün topuğuna bakan sayısı arttıkça oyunun tadı kaçtı… Ben
toprağımın yerlisiyim, toprağımdakiler bana giderek yabancı… Frenk icadı
yalnızlıkların tuzağına düşmemek için boyuna yazıyorum… Hiçbir konunun saymakla,
yazmakla tüketilemeyeceğini hakk-el yakîn bilecek yaşlardayım; yaşadıkça da yazdığım
benimle yaşar… Bu yazı ise, âlemde her nefs için sabit hakikat olanın,
hayatımızdaki yerinin nasıl değiştiğini anlatmak içindi. Ve anlatırken anladım
ki, ötesini kaybeden bu dünyada, değişen sadece hayatımız değil, ölüm de
değişti. Çünkü “Ölü” canı teninden ayrılanı vasfeden bir isimdir, sonuna “mim”
gelir “Ölüm” olur ve hayatımızda yerini alır. Ölüm sınırlar; bu sınırı fehm
edemediğimizde hayatımız genişlemez, anlamsızlaşır. Ölmeyecekmişiz gibi
yaşıyoruz, ötesi hiçlik.
Birinci mim: Bir dostum,
gezerken “Hadi yolumuz düşmüşken mezarımı da bir ziyaret edelim!” diyen arkadaşının
hâlini anlatmıştı. Şaka zannetmiş ama gerçekmiş. Babası rahmetli olmuş ve mezar
yeri bulamamışlar. Kendisi göçtüğünde evladı aynı sıkıntıyı yaşamasın için
bugünün rayiciyle on bin lira verip Karacaahmet’ten mezar yeri satın almış,
arada bir yerinde mi diye de yoklarmış. Gel gör ki, aldığı istirahatgâh
kayınpederine nasip olmuş… Meskûn mahaller ile koyun koyuna yaşayan eski mezarlıklarda
yer bulmak çok zor, bu yüzden kentlerden uzak yerlere sürmek zorunda kaldık
mezarlıkları. Bayramdan bayrama ziyaret edebilmemiz bile müşkildir.
İkinci mim: O kadar
dünyevileştik ki, içimizden biri defnedilirken çok az adam sükût halinde, kara toprağa
dalıp düşünenimiz yok gibi. Herşey alabildiğinde hızla gerçekleşiyor, bir an
önce arabalara binip uzaklaşmak için böyle olması gerekiyor. Kazmanın küreğin
ve üstümüze atılan toprağın senfonisi bence tek ses olmalıydı, eskiden öyleydi;
şimdi ise kıraati sanki ölüler dinliyor ve adeta kanıksadığımız kirli bir
uğultulu var. Daha hazini, kapatılmayan cep telefonları, süregiden mesaj
trafiği… Hani ki, biz bir ağyarın bile cenazesi geçerken ayağa kalkıp hürmet
eden bir peygamberin ümmetiyiz…
Üçüncü mim: Cenaze alayında ne
kadar özel araba, namaza ne kadar çok iştirak eden varsa ölenin zenginlik ve
statüsünü de o göstermektedir. Ölüm, ölüm olduğu için değil, yanımızda
götüremediğimiz menkul, gayr-ı menkul emlake göre kıymet görmektedir. Batı’da
bu iş daha abartılıdır… Altın kaplama tabuttan tutun da, limuzin nakil aracına,
makyajla partiye hazırlanan cesetlere kadar statülerle ilgilidir ve her biri ekstra
fiyata tabidir. Ölümün metalaştırılması başka nasıl olur, bilen söylesin.
Dördüncü mim: Frengistanda
yakılan ilk cesedin külleri İstanbul Boğazı’na döküldüğü anda kapı açılmıştır.
AB uyum sürecinde var mı bilmem, aslında uymasa da her çeşit “uyum” tamam da bu
incitici süreç resmiyete kavuşmamıştır. Yanarak kavanoza girmek, rüzgâra
savrulmak, denize dökülmek isteyen çok adam var çoook… Belki tam otomatik fırın
için fırsat kollayan cesur girişimciler de vardır ve tetiktedir…
Yazının sonuna yaklaştım ama mevzu
sürecek; çünkü ölü(m) sürecek…
Her satırda bir “Mim” koysa
idim, daha baştan çenemi bağlamam gerekirdi! Zar zor da olsa konuştum, ahirinde
“dört mim”den medet umarak belki de kariyerimi(!) zora soktum… “Nun” ile
başlayan her hece inler, inlemelidir; “Mim” ise inlemenin hafifleştiği, sükûnun
şiddet kazandığı bir harftir. Son “mim”de ise iki dudak arasından dökülecek söz
kalmamıştır.
Miiiim…
DERGÂH, Haziran, 2014