30 Mayıs 2014 Cuma

MEDENÎ KATİLLER

Mısır’dan örnek versem, müslim, gayr-ı müslim, solcu, sağcı vs. farklı siyasi yahut ideolojik gerekçelerle “Oh olsun!” bile diyenler, çıkacaktır. Hatta, uzaktan öldürülen bir genç kızın arkasından “Bakire mi gitti?” cümlesini yazıp, “sosyal paylaşım”da bulunan insanımsı mahluklar bile tanıdım. Suriye desem, anında bütün cinayetlerin üzerine çıkan ve katliamlara meşruiyet arayan hayvanlar görürsünüz. Özellikle en iğrenç mezhep taassubu,  diplomatik ve siyasî kıyafetlerle karşınıza “insaniyet” olarak çıkar…
Şu gözlerim, İslami ahlak düsturlarını, modern kabilesinin yahut cemaatinin lehine eğip büken öyle yazarlar tanıdı ki, Suriye’ye sadece diplomatik ve siyasî(!) bakma vicdanına sahiptir. Bunlarla aynı dine, kıbleye sahip olduğumuzu bile düşünmüyorum. Bunlar münavebeli din taşıyor; Cuma Müslüman, cumartesi Yahudi, pazarları da hristiyan. Sertim evet, bunların “ Altı ay bizim putlarımıza, altı ay da Muhammed’in tanrısına tapalım!” teklifi getiren şahsiyetten farkları yok. Maksat, denizaşırı muhabbetler, ticaretler, nemalar zarar görmesin…
Komşulardaki darbelerin hemen arkasından “Müslüman Kardeşler Cemiyeti’ne şiddet yakışmadı!” diye yazan, “Yolsuzluklar ne kötü be birader!” sahtekârlığıyla dürüstlük numarasına yatan allameleri de ibretle seyrettim.
İçimizde Avrupa’nın ikiyüzlülüğümden, emperyalizminden müşteki pek çok zevat vardır; biraz da “Ülke, Ulus, Adapazarı” deyince “eleştirel islamcı aydın” oluyorsun. Tabii, birileri de “Görüyor musun, emperyalizme karşılar!” deyip, sizi takdis edince oluyorsunuz kardeş… Avrupa’nın ikiyüzlülüğü, Batı’nın her fırsatta Türkiye’ye saldırması, Ortadoğu ülkelerindeki savaşlara ve darbelere yan çıkması dürüst bir tavırdır; esas sahtekâr olan içimizdeki kiralık ve satılıklardır…
Peki, hiç mi insan tarafları yok?
Var elbette…
“Kimyasal” ile öldürmek katliamdır, varil bombası ile yahut tek tek uzaktan avlayarak öldürmek meşrudur. Üstelik cemaatimsi örgütlerin ve hempalarının yaydığı gibi, kimyasalları Türkiye satmıştır Suriye’ye(!). Nasıl kolay değil mi, kendi tuttuğunuz katilleri aklamak, tutmadıklarınızı da katil ilan etmek? Bunu yaparken, birileri “hümanizm”e, birileri dine, birileri de modernliğe atıfta bulunabiliyor; bence bunların yerlisi yabancısı, dinlisi dinsizi yok: Alayı insanlıktan nasipsiz ve bu nasipsizlik alayını aynı millet yapıyor...
Darbeyi darbeye, diktatörü(!) diktatöre tercihi de anlarım; ama cinayetler ve katliamları hangi gerekçeyle olursa birini birine tercih edeni, siyaseten kullananı anlayamam, yani insan olarak anlayamam.
Eskiden de vardı ama bu kadar aleni değildi, şimdi aleniyete kavuştu… Katliamlar konusunda tek satır yazmayan ama Türkiye'nin diplomatik hatalarına on yazı ayıran ağzı beddualı, gönlü dualı yahut tam tersi “yeşil kiralık”lar var… Tabii, cumada Müslümanlarla saf tutmayı, güzel koku sünnetini yerine getirmeyi de ihmal etmiyorlar.
Okumuşları hain, mızmızları uşak; efendilik, bir tek İngiliz çivisiyle çaksan gider bunlara… Hani, “İngiliz Beyefendisi” derler ya aynen öyleler; öldürürken soğukkanlı, yalan söylerken diplomatlar.

Bir İngiliz kadar sevmiyorum bunları…

BİZİM SİVAS YAZILARI, 30 Mayıs 2014

28 Mayıs 2014 Çarşamba

“UŞAK AZİZ TERBİYESİ DAHA AZİZ”

"Uşak aziz, terbiyesi daha aziz!" diye bir sözü vardı büyükannem merhumenin. Bu söz, yüzümüze söylendiğinde yerin dibine girerdik. Çocuk sevilmez mi? Sevemiyorum! Müthiş şımartılmışlar; sınır yok, küfür gırla, zarar vermek için fırsat arıyorlar... Ve esas terbiyesiz olanlar da elbette ebeveynleri. Hoşlarına gidiyor bu halleri, hatta gurur duyuyorlar... Bir de acayip çığırtkanlar...
Peki, bunlar ne olur?
Sadece tüketici...
Daima isyan ve hasetlik hallerini sürdürecekler, çünkü bedava tüketmenin zevkini acayip aldılar.
Dizi filmler mutlaka ailece izleniyor; şiddet, löküs hayat, argo bu dizilerde iç içe geçmiştir.  İnsan hayatı da çok ucuza gidiyor. Bir de bütün bunların üstüne çocukları narsisizm ve şımarıklığa sürükleyen ve ölçüsüzce sarf edilen  “Aslan oğlum, cici kızım…” muhabbeti sokağı çekilmez kılıyor.
Ben çocuklardan bahsediyorum ama aslında bu terbiye anlayışıyla büyüyen çok sayıda genç var sokaklarda.
Nüfustan şikâyetim yok, üç olsun, beş olsun ama böyle olmasın. Bunun nasıl bir tedbiri olur bilemem ama galiba daha ana rahmine düşmeden başlaması gerektiğini düşünüyorum. Sonra ana çok önemli… Ana esastır ve yetiştirendir. Giderek aşırı süslenen, şık giyinen, trafikte “çapraz geçiş” yapan, laylaylom kız ve kadın sayısındaki artışın, umut vaat ettiğini düşünmüyorum. “Ana beni eversene” programları, internet, diziler bu latif cinsi, letafetinden giderek uzaklaştırıyor.
Çocuk yetiştirmek giderek zorlaşıyor; büyütmek de zor ama nasıl olsa büyüyorlar işin esası yetiştirmektir…
İncitici bir konu, söz bu yüzden tıkanıyor…

Bu çocukları sevemiyorum ama yine de çocuk deyip idare ediyorum… Cakalı, fiyakalı anne ve babalarını ise adam yerine koymak bile içimden gelmiyor.

BİZİM SİVAS YAZILARI, 28 Mayıs 2014, Saat 21.00

27 Mayıs 2014 Salı

BİR BAYRAM HATIRASI

27 Mayıs ne bayramıydı adını unuttum ama bayramdı ve resmî tatildi. “Ordu Bayramı” olarak bilinirdi ve askeri geçit daha özenli olur, akşam da fener alayı düzenlenirdi…
Atatürk Ortaokulu ikinci sınıftayım, ilk sene giydiğim lacivert-gri elbise ufak geliyordu, yani boya atmışız. Pantol idare ederdi ama ceket aynen zurna… Şimdiki gibi bol yedekli ve spor elbisesi olan çocuklar değildik.
Ben resmî bayramların tatilini kendilerinden ziyade severim; sevmediğim şey, merasimi seyretmek varken yürüyüş koluna seçilmek. İlkokulda tatmıştım, saatlerce sıcağın altında bekledikten sonra çakı gibi yürümeye gayret etmenin lezzeti buruktu. 27 Mayıs ailecek çok hazzettiğimiz bir bayram(!).  Özellikle o bayramda yürüyüş kolu olmak koyar ve biz yırtmışız. Ben, birader, benimle aynı yaşta amcam ve mahalleden iki arkadaş… Cümbür cemaat biraz hükümet meydanına takılıp, akabinde ve detayında sinemaya gideceğiz. Çok neşeliydik be ya, çok…
Yalçın Sineması’nı az geçmiştik ki, bizim okulun yürüyüş kolu tam yanımızda. Şöyle böyle yirmi sıralık bir dörtlü kol, anlayacağınız manga düzeni…  Arka sıradan biri gelmemiş ve bizim sınıftan çok şık bir arkadaş da arkada. Bana şöyle baktı ve hasetlendi galiba ama anladığım şu ki, bayrama iştiyakla katılmış. Tekrar dönüp baktı ve parmak salladı, ben de şaklatarak dirsekten kol gösterdim.
Ve eyvaaaah!
Eyvah ki eyvah…
Beden eğitimi hocamız, hocahanım arkadan kulağımı yakaladı. Beni de severdi, çünkü o derste iyiydim. Mahallecek çeviktik; film çevirir, çizgi roman okurduk. Bir de hocam bizim yan komşumuz ve kiracımıza gelip gittiği için beni iyi tanımıştı. Bir keresinde sandalyeye oturmuş ve köprü kurdurup dönem notu veriyor, elinde not defter. Yere yatıp köprü pozisyonuna geçmek yerine ayakta köprüye şak diye düştüm, neredeyse ellerim topuklarıma değecekti. Hocam, herkesi çağırıp “Bakın, işte köprü bu!” demişti. Ben de hocamı seviyorum da, işte bu olmadı. Beni aldı kaldırım sefasından, arkayı dörtledi.
Ne mi yaptım?
Benim bu hallere düşmeme sebep olan arkadaşa, o zamanlar yavşak yoktu, doğrudan “İbne!” dedim. Tatil gidiyor, sinema gidiyor, bir de bunun mahlede akislerini düşünün(!). Hocam, bir bana baktı, bir yanımdakine… Bende surat bozum, bir yürüyorum ki, topuklar sanki yere vururken ritmik ritmik sövüyor…
Hocam, hocalığını gösterdi. Arka sırayı, tabii aslında beni,  güya iyice bir haşladıktan sonra, “Yürüyüşten çıkın!” dedi. Parlak çocuk, itiraz edecek gibi oldu ama diğer iki arkadaştan hayır dualar aldığıma eminim.

Güzel günlerdi, bu tahattur da güzel gözükebilir dedim, paylaştım… Hocama sağsa selamet, göçtüyse rahmet diliyorum…
BİZİM SİVAS YAZILARI, 27 Mayıs 2014

22 Mayıs 2014 Perşembe

ENERJİMİZ YETERSİZ

Dünyada verilen kavgaların temelinde enerji vardır. Çünkü enerji, insansız güç kaynağı demektir. Kapitalizm endüstri devriminin bir uzantısı; modernleşme, “artı ürün”ün getirdiği sahte bir uygarlık kıyafetidir. Adına ne derlerse desinler muasır medeniyet, “tüketim” miktarı ile doğrudan ilgili bir hayat tarzını anlatır. Başka bir kader arayışını gözü kesmeyen zavallı ülkeler, bu hayat tarzını “batılılaşma” taklitçiliğiyle geçirdiler. Bugün, üretmeden; aracılık, tefecilik yahut acentelik yoluyla modern hayat tarzını sürdüren kesimlerin “çağdaş yaşam” mavalları sökmez oldu, çünkü o yüceltilen yaşam, fert başına düşen tüketim miktarının artışıyla alakalı bir şeydir. “Uygarlık kıyafeti”ni aşağıdan bastıran sınıflar da giyinmek istediğinde işte tam da görüldüğü tıkanır kalırsınız.
Keşke bu kadar ucuz olmasaydı modernlik ideolojisi; endüstri devrimi fark edilseydi ve adam gibi bir cevap verilebilseydi. Vermek bir yana, aranmadı bile. Neredeyse bir asır, kahramanlık hikâyeleriyle yatıp kalkan Türkiye, az gelişmişliğin kısır döngüsü içinde debelendi durdu. Yakın tarih, aslında tam bir tarihsizliktir. Bir takım insanların dar alanda oynadığı ve tekrar tekrar oynadığı iktidar numaraları, darbeler, “cepten cebe ekonomisi” en insaflısından sadece görgüsüzlük olarak değerlendirebiliriz. Önce üretimin, sonra finansın, sonra iletişimin geçirdiği devrimleri ıskalayanları bizim ülkemizde yarım yüzyıl boyunca devrimci diye okuttular, hâlâ da okutuyorlar. Ve hâlâ sokaklar endüstri devrimini bilmeyen, iletişim devrimini internet kullanıcısı olarak tanıyan gençlerle dolu.
Az ama rahatsız edici hamleler hissedilmiş olmalı ki, Türkiye layık olmadığı düzeyde dünya gündemindedir, bence kuşatılmışlık sürmekte. Hatta, “Milli Konsept”in değişmesiyle paralel, belki aynı gün, Türkiye için “Dünya Konsepti” de değişmiş, kuşatma şiddet kazanmıştır. Bu konseptin belirleyicileri üzerine söze gerek yok ama çok ciddi müttefikleri olduğunu ve bir zamanlar Türkiye’nin her kritik kurumunun onlardan sorulduğunu anlamış bulunuyoruz. Gerisi teferruat, dırdırat ve fırfırat…
Üretim geriden takip eden bir teknolojilerle değil; yakalayan ve geçmek için yarışan üretim; modern hayata talip olmanın gereğidir. Bunun için en temelde insansız güç kaynaklarını hareket ettirecek enerji lazım… Tezekle kömür, kömürle petrol, petrolle nükleer enerji arasındaki uçurum bizi hâlâ mahkûm kılıyor. Demokrasi ve özgürlük söylemlerinin altı boş ve bizi devamlı yanlış yerlere baktırıyorlar. Rant yahut “kaşkül-ü fukara işletmeciliği”yle milyarlara hükmeder hale gelen kesimlerin, iktidar gücüyle daha fazla semireceklerini anlamaları, onları Türkiye’nin eski girişimcileriyle aynı hata sürükledi; mücadele alanı da şimdilik bu… Dinlilerin çağdaş yaşamcılarla yakınlaşmaları, çağdaş yaşamcıların da dinlilerle paslaşması: İçinde çok yönlü dâhili, harici hesap barındıran siyasi ve beynelmilel harekâtlardır. Kof, boş ve haince lafazanlıklarla gencecik zihinleri gübre üretimine sevk eden aydın, girişimci ve siyasilere bugün söz işittirmek mümkün gözükmüyor; söylesen de kâr etmez. Netice, henüz kayda değer bir yakın tarihimiz yok, önemli bir figürasyon rolü kaptık ama başrollerde değiliz.
Enerji evet, bugünün hem ekonomisinin, hem gündelik hayatının esaslı alt-yapısı; tek başına odur…
Bilim ve teknolojinin akışına engel kalmadı ama ürettiğiniz enerji yetersiz ise bilmeniz, yapabilecek hünere sahip olmanız da yetmez. Çünkü seri üretim yapacak ve satacaksınız.
HES’e hayır! Derelerimizi kurutuyor…
Nükleere hayır! Çernobil, Nagazaki…
Eh, o zaman ölümüne kömür çıkartmaya devam edelim. Tabii, çıkan kömürün sağladığı enerji miktarı çamaşır makinelerinizi, ütülerinizi, tam otomatik ayran çalkalama makinenizi döndürmeye yetmez ama olsun. “Çağdaş yaşam” dediğin bunlarladır, hatta üç aşağı beş yukarı bunlardır. Çünkü düğmeye basınca hallettiğiniz işler sayesinde bale yapar, koleksiyonculuğa soyunur, resim dersi alırsınız; Cannes film festivaline bile gidersiniz.
Peki, neye evet! Lafazanlığı bırakın; uygulanabilir çözümler önerin! Neye evet, ey yurdumun saygıdeğer aylakları? Gözünüz kesiyorsa, dünyayı hayrette bırakacak bir tüketim devrimi yapıp, lambalara püf deyin. Ya da iştahınıza denk bir enerji kaynağı bulun.
Savaşı kaybeden generale nedenini sormuşlar. “On nedeni var, biiiir barutum bitmişti…” demiş ve diğer dokuzunu söylemesine mahal kalmamış. Enerjim yetmiyor ve yazıyı burada kesiyorum, bu kadar basit.
Enerjinin fizikteki formülü de basit ama öküz gücüyle değil, nükleer güce nispetledir. E=mc2 formülündeki “c2” kütlenin sahip olduğu nükleer enerjidir.
Neye evet, ey saygıdeğer aylaklar? Gözünüz kesiyorsa, dünyayı hayrette bırakacak bir tüketim devrimi yapıp, lambalara püf diyelim. Ya da iştahınıza denk bir enerji kaynağı bulun.
Nükleer santrale hayır! Tehlikeli ama başkenti Paris olan ülke neredeyse dünya rekortmeni, toplam elli sekiz adet; iki reaktör ünitesi de şu an dünyanın en güçlüleridir… Aslan çevrecilerimiz mutlaka bilirler, Greenpeace’nin doğum yeri olan Kanada’da nükleer reaktör sayısı on sekiz. 
Nükleer santrale sahip olup olmamak tartışması, enerjiyi nükleer güç cinsinden hesap etmek gerektiği gerçeğini değiştirmez… Bu satırların yazarı, dağ başında sade bir hayat sürdürecek tecrübeye sahiptir, birilerinin teptiği lokmaya ve hırkaya rıza gösterecek cesarete de sahiptir. Ne var ki, anlattığım reel durumdur, benimsediğim durum değildir.

BİZİM SİVAS YAZILARI

19 Mayıs 2014 Pazartesi

YASAL ÖLÜM VE AHLAKÎ SORUMLULUK

“Soma Faciası” ölüm karşısında bir zihniyet dönüşümünün tescili oldu…
“Öte”nin unutulduğu ölümlere galiba alışmamız gerek, dünyevileşmenin boyutu bence dualara bile gölge düşürdü.
Devlet yetkililerinde vaziyeti kurtarma sevdası, “neo-sokak çocukları”nda beddua, işverende “yasalara sığınma” düşüklüğü, medyada çok rahat ve ruhsuzca kalem oynatan sağlı, sollu piyasa seçkinleri… Hülasa, her tarafta ölümün terbiye edici rengini uzaklaşmış gördüm; dünyevi ihtiraslar, siyasi hesaplar çirkindi ama normal karşılandı.
Laiklik rayına oturmadan seküler ahlakın dibine vurmuşuz…
Profesyonel kalemşorların takdir üstüne kelamî tartışmaları; hakikati dile getirmek için değil, hakikati araç kılarak rakibini döven, kendi siyasi kabile yahut cemaat asabiyetini yücelten bir ikiyüzlülükle doluydu. Gıyabî cenaze namazları bile denizaşırı bir reklam ajanı olarak kullanıldı…
Bu vasatı hoş görecek zagon genişliği bende yok, bir parçası da olamam. “Bizim Millet” derken aldatıcı dinî, hamasî söylemlerin sökmediği, daha reel bir zemini mutlaka fark etmek; kucağımızda bulduğumuz bu ortamdan yola çıkarak daha sağlıklı bir gelecek için kafa yormak gerek.
İş güvenliğiyle ilgili yasal boşluk ve yetersizlik iktidarı ve muhalefetiyle tüm milletvekillerini sorumlu kılar. Kanun teklifi dediğimiz faaliyet alanındaki ciddi kifayetsizlik var; bu mevcut meclisin toplam kalitesi hakkında kifayetsizliğin uzantısıdır. Bunu şunun için söylüyorum, basın toplantısında işveren “yaşam odası” tabir edilen tesisin kanunî bir zorunluluk olmadığını söyledi. Öyle gözüküyor ki, yasalar karşısında aklanırlar. İş adamı olmak sadece yasalara uyduğu kadarını yapmak ise bu da “adamlık” değildir; ahlakî kifayetsizlik, vicdanî sorumluluk derecesini belirlemiştir. Yasama ahlakı, işveren ahlakıyla örtüşüyor; çift taraflı bir yoksunluk…
Keşke önce başkalarının söylemesine gerek kalmadan sorumlular, sorumluluklarındaki zafiyeti anlayıp, derhal gereğini yapsalar. Özür dileyin, dilemeyin bu nezaketinize kalmış ama derhal yasal boşluğu giderin, halkı birilerinin vicdanına bırakmayın. İşveren statüsündeki her zat, yasayı beklemeden işçisini daha uzun ve daha iyi yaşatmanın yolunu bulsun…

Bu yazının dua etmeye hak kazanmama vesile olmasını dilerim…

17 Mayıs 2014 Cumartesi

“MODERN CEMAATİMSİ ÖRGÜTLER”İN SOSYOLOJİK TASVİRİ

Başlıkta zikrettiğim örgütler, “Ne yapıyorsunuz?” diye sormanızı hakaret sayarlar.
Evet, o kadar da haklı olduklarına inanırlar. Çünkü onlar seçkin, seçilmiş insanlardır ve dünyanın en seçkin cemaatinin üyesidirler. Bir defa o hepsi birbirine benzeyen mimikleriyle; dudakları, gülüşleri, mülayim pozlarıyla mükemmel bir varlık gibidirler. Doğuştan masum olan insanlar günah işlerler ama bunlar o her dişlisi birbirine geçmiş makine gibi işleyen cemaatin bir üyesi oldukları için günahsızlaşırlar. Adeta taze doğmuşturlar; birtakım ritüellerle tekrar tekrar örgütlerine iman tazelerler.
Bu tür sosyolojik yapılar: Az nüfusa sahip ve başlarında doktor, mühendis, mimar, dinî lider, filozof, hülasa olağanüstü vasıflarla mücehhez şefleri olan kabilelerin modern hayata uyarlanmış biçimidir. Modern uygarlık cemaatleri yutmuş, insanları birbirine benzetmiştir ama “cemaat örgütlenmesi” model olarak insanlığın hafızasında muhafaza edilmiştir. Modern çağ insanlarının yalnızlığı ve kitlesel cehalet, belli amaçlara yönelik örgütlere zemin hazırlamaktadır. Dinî olan ve muayyen dinler içerisinden merkezkaç ve batınî temayüllerle ayrılan “cemaatimsi”ler her ülkede vardır, hatta yaygınlık kazanmaktadır. Bazen bu iyi düşünülmüş ve örgütlenmiş oluşumlar, iktidar ve devlet üzerinde etkinlik kazanıp, siyasî bir aktör haline gelebilmektedirler, çoğunun da hedefi budur.
Yüksek bir “biz bilinci” ve dayanışmaya sahip kadim topluluklar kaybolmuştur. Bir hedef ve sebeple bir araya getirilen üyelerden oluşan ve şeklen onlara benzeyen örgütler ise modern dünyanın önemli aktörleridir. Sosyal yapılara ve siyasî iktidar kavgalarına doğrudan nüfuz edebilmenin elverişli ve mümkün olmadığı durumlarda, cemaatimsi örgütler büyük işlevler yerine getirirler. Kolay bir etiket de olsa bu örgütleri, Alamutîler’e yahut mason örgütlerine benzetmek isabetli bir teşbih değil, yalın bir hakikattir. Ancak bu yalın hakikati ciddiye almak, inceden inceye tahlil etmek şarttır. Cemaatimsileri  ayrıca ötekileştirmeye gerek yoktur, üzerine mizah yapmayı bile tehlikeli bir basitleştirme ve ciddiyetsizlik olarak görmek gerekir. Çünkü bu örgütler kendilerini zaten “ötekiler”den tefrik etmek suretiyle sübut bulmuşlardır. Kendilerini ötekileştirildikleri, cadılaştırıldıkları iddiasıyla savunmalarına imkân verilmemelidir. Hukukî kurumlara da bu alanda büyük bir sorumluluk düşmektedir.
Bazı önemli hususların gereğince altı çizilmediğinde zamana hâkim enformatik laçkalık tepe noktalara kadar uzanır, olay ve taşıdığı anlam buharlaşır. Bunlardan birinin KSÖ (Kudüs Selam Örgütü) adıyla kamuoyuna akseden hadise olduğunu düşünüyorum. Hukuk kurumunun vaziyet ettiği bu düzmece örgüt,  tek başına 17 Aralık’ın darbe teşebbüsü olduğuna beni ikna etmiştir. KSÖ davası; adıyla ve üyeliklerinden bihaber üyeleriyle(!) tam anlamıyla beynelmilel ve profesyonel bir kurmay zekâsı, operasyonel bir hedef gerektirir. 17 Aralık darbesi başarılı olsaydı, bu derin ve üstelik hukukî tezgâh, darbecileri sadece “Kudüs” kelimesinin ustaca seçilmesinden dolayı uluslar arası kamuoyunda meşru kılacaktı. KSÖ ismi, 17 Aralık operasyonunun dış bağlantısını da deşifre edicidir. Ülkemizde kendini dinle ilintilendiren ve modern iktidarın en önemli dört ayağı olan siyasî, iktisadî, askerî, epistemik unsurlara sızan örgütlü yapılanma; örneklerine dünyanın her yerinde rastlanan tipik bir cemaatimsi varlıktır.
Din, istisnasız bu modern ve ileri düzeyde işlevsel cemaatlerde merkezi konumdadır. Böyle oluşu genellikle bu yapıları dinî vasıflarla nitelemeye imkân verir. Gerçekte bu tür örgütler, seküler alanı dinî kavram ve ritüellerle bütünleştirerek, batınî bir cerbeze ve teşne zihinlerden örgüte kayıtlı olmayan hayranlar kazandırır. Eski örneklerinde olduğu gibi, merkezi yapı daima çok iyi muhafaza edilir, ama örgüt, sosyo-psikolojik ve siyasî nedenlerle yardakçı edinme imkânı bulurlar. “Büyük Üstad”, “Mehdi”, “Kutb-ul Aktab” gibi tarihî bir ağırlık ve tasarruf alanına sahip kavramlar, modern cemaatimsi örgütlerin sıkça başvurduğu kavramlardır. Bu seküler oluşumların dinî-dünyevî bağlanışları: Doğaçlama gelişen Protestanlık-Kapitalizm ilişkisinde olduğu gibi değildir; dini, seküler iktidar için teknik bir araç olarak kullanırlar. Bu araçsal akılları, onları halk katmanlarına kolay sirayet etmelerini sağladığı gibi, diğer dünyevî ve küresel örgütlerle teması kolaylaştırmaktadır. Aydınlanma Çağı hatırası olan hümanizm, istisnasız tüm dünyadaki cemaatimsi örgütlerin kitlelere akseden çehresi olarak gözükür. Hayır kuruluşları, vakıflar, kültürel etkinlikler istisnasız hepsinin ve eskiden beri kullandıkları enstrümanlardır.
Durkheim’in din üzerine söyledikleri büyük bir bölümü pür-sosyolojik kalma gayretinden dolayı aşırı bir genelleştirme olarak gözükür. Ancak, vahiyle irtibatı olmayan cemaatlerin, kendine tapınması tespiti sağlam gözlemlerle aktarılmıştır. Durkheim’in anlattığı, kabile reisinin (ki, her yönüyle reistir) ateşleyici sevk ve idaresiyle, mensuplarının mekanik hareket eden bir yaratığa dönüşmesi, İbn-i Haldunun “Bedevi” tiplemesinden farklı bir cemaat yapısına işaret eder. Durkheimin tasvirini yaptığı cemaat, batılıların “ilkel” olarak tasvir ettiği sosyal oluşumlara daha yakındır. Vahiyle irtibatı olan “bedevi”lerin, kendi kendilerine tapındıklarını iddia etmek ise, ileri bir sosyolojist tavır olur.
İbn-i Haldun’un bedevi tipi ve Durkheim’in işaret ettiği ayrı bir cemaat türü, kendi aralarında yüksek bir “Biz” bilinci, dayanışma ve iktisadî benzerlikler taşımaları dışında farklı varoluş alanlarına sahiptirler. Bugünün dünyasındaki cemaatlerle benzerlikleri ise, insanlığın tarihî eylem repertuarı ve devamlılık taşıyan uygulamalardan dolayı şaşırtıcı görülmemelidir. Bugünün cemaatimsi ve yapay varlıklar olan örgütleri, herhangi bir dine nispet edilseler bile kendi kendine tapınan ilkel kabilelere daha yakındır. Kabile reisi yani örgütün lideri tanrının temsilcisidir, hezarfendir ve örgüt mensupları yüksek bir biz bilinciyle topyekûn bir yaratık gibi hareket ederler. Hiçbir şekilde eleştirilemezlik taşıdıklarına inanan ve kendi dışındakilere “öteki” olarak bakan bu yapılar; modern dünyanın sunduğu ekonomik imkânlarla son derece işlevsel bir alana sahip olmuşlardır. Meşruiyetlerini kendilerinden alan ve kendine tapınan cemaatimsi örgütler; modern iktidarın dört ayağı olan siyasî, iktisadî, askerî, epistemik alanlarda iş tutmaları doğaları gereğidir.
Ülkemizde kökleri yeni olmayan ama yaptıkları ile gündeme oturan ve kendilerini İslam Dini’ne nispet ederek seküler alana yerleştiren örgüt; tüm ritüel ve kavramlarıyla heteredoks bir tarikat özelliği taşımaktadır. Şekil itibariyle cemaat gibi hareket eden, “kendine tapınan” örgüt, modern, hatta pür-modernist bir oluşumdur. Bizzat kendilerini denetlemeleri zor olduğu gibi, geleceğe doğru neler yapabileceklerini kestirmek de zordur. Bence bu yönüyle bizdeki örgüt ciddi bir potansiyel tehlikedir, Türkiye gibi komşularının ve batılı müttefiklerin gözetim altında tutuğu, darbelerle müdahil olduğu bir ülkede, meşruiyetini kendisi çizen, sınırları belirsiz bir yapının denetim altında tutulmaması tehlikeli olabilir. 17 Aralık’tan sızdığı kadarıyla bu örgüt çok yönlü ve beynelmilel işlevler üstlenmeye, operasyonel roller yerine getirmeye elverişli bir boyuta ulaşmıştır. Ortadoğu’daki diğer dinî, lâdinî örgütlerin yakın tarihi bu konuda ibret ve örneklerle doludur.
Başa dönerek noktalayalım…
Ülkemizin payına düşen örgütün mensupları, hayranları “Ne yapıyorsunuz?” diye sormamızı hakaret sayıyorlar.
Evet, haklı olduklarına hâlâ ve kesinlikle inanıyorlar. Biz zavallı “öteki”ler idrak edemiyoruz ama dünyadaki örnekleri gibi Tanrı’nın işaretiyle seçilmiş, Kilise’nin takdisiyle ve donanmış insanlardan mürekkeptirler; biriciktirler. Örgüte mensup olmakla adeta yeniden doğmuş ve günahsız varlıklar haline gelmişlerdir; cennetle müjdelidirler. Bir takım ritüellerle tekrar tekrar iman tazeliyorlar ve mekanik bir varlık gibi hareket ediyorlar. Peşinen, sözlerime fena halde sinirleneceklere, “Kusura bakmayın, ben sizi böyle gördüm ve böyle değerlendirdim!” demekten öte tek bir sözüm yok… Örgütün medya uzantıları sık sık “Gün gelecek liderimizden özür dileyeceksiniz!” demekteler. Bir başka ihtimal daha olabilir ve gün olur onlar tüm milletten özür diler. Az da olsa böyle bir ihtimale açık olun, insanoğlu kusurdan hâli değildir…
Kusurluluk derece derecedir, ahlak haline gelirse insandışılığa sürüklenirsiniz; ama kusursuzluk da gayr-ı insani bir özelliktir.

Kusurluluğu ahlak edinenlerle, kendini kusursuz takdim edenlerin işbirliğine şahit olmaktayız, bu yakın geleceğin en büyük tehlikesidir…

16 Mayıs 2014 Cuma

MEKANİK

Mekanik Charles Bronson’un başrol oynadığı bir filmin adıydı...
Centilmen bir kiralık katil anlatılıyordu...
Düşünmeyen bir adamdı esasoğlan... Makine gibi çalışıyor, idman yapıyor, formunu koruyor, hayvani iştahlarını ihmal etmiyor ve para karşılığında öldürüyor...
Gazeteler dünya kelimesini tutsak ettikleri gibi, artık ahret de tutsakları... Her biri münker, nekir, hatta Azrail rolü oynayan yazarlar da türedi.
Seküler düşünmek kapitalist insan tipinin beyin yapısına uyar, aksini içinde taşısa bile günlük hayatta kârını yükseğe, meşakkatini aza indirmek suretinde ilişkiler kurar. Bu bir ahlaktır, beğenmesem de samimi bulurum...
Dünya için kıçını yırtan ama bunu mukaddes gayeler adına yaptığını ifade edenler ise samimi değillerdir. Samimiyet bence en önemli haslet... Kapitalizm gibi formlarını hayattan devşirip, hayatın üstünü çelik zırh gibi kuşatan nizamın, batıda eşyaya hükmetme konusunda zafer kazanmaları: Dünyevilikte gösterdikleri samimiyetleridir...
Kökü eskiye gider ve “Düşmanın silahıyla silahlanmak...” gibi, hadislerden sahtekarca devşirilen ahlakî ilkelerle beslenmiştir. Bu ahlak, içinden geçtiğimiz günlerde tam olarak kemalini bulmuştur ve şu an itibariyle de mekanik bir hâl almıştır.
Filmimizin kahramanına benziyorlar. İstisnasız kiralıklar ve her gün havadisler devşirip, fikir temrinleri yapıyor, aralarında istişare ederek hedefe kilitleniyorlar. Bu mekanik kahramanların bütün amacı büyükbaşlarının vur dediği adamı/adamları meşru kılıflarla vurmak. Bir nevi kiralık katil sayılırlar ama burada bile samimi değiller; çünkü dini dünyevilik için en kullanışlı araç haline getirdiler.
Araştırmaz, sormazlar hedefleri çok nettir, hükümleri kesindir. Hayır, Protestanlık-Kapitalizm ilişkisi gibi değil bunların dünyevileşmeleri, tersine kaleyi içten fethetmeye azmetmiş ve kaleyi fethedince “devlet” olacaklarını hesap eden bir mezhebe sahipler...
Yasalara yakalanmamanın yolunu, yasallıkları ele geçirmek suretiyle sağlama almışlar. Bir tür ipnotize edilmiş gibiler, her konuda ne söyleyecekleri artık tahmin edilir hale geldi...
Bu mekanik yazar türünün, yazarlıktan vazgeçerek Charles Bronson gibi kiralık katillerle dönüşmesi halinde ülkemizde işlenen pek çok cinayeti çözmek mümkün olamayacaktır. Bir de bazı polislerin bunlara yardım edebileceğini düşünün, bazı savcıların öldürülecek suçluların dosyasını özel kuryelerle gönderdiklerini... Neden olasın, kuvveden fiile çıkarmış olurlar mekanik tabiatlarını...
Ben bir okuyucuyum ve tabii sıkı bir sinema seyircisi... Seyirci olarak Mekanik filmini seyrettiğim çağlarda filmi türünün iyi bir örneği olarak görmüştüm. Belki otuz yılı geçmiştir, Yalçın Sineması bile olabilir, filmi unutmamışım. Mekanik bir katili seyretmek anlık bir iş, seyredersiniz ve biter. Ama mekanik katil gibi yazarları artık okumanın hiçbir tadı kalmadı, işkenceye döndü.
Durgun zamanlarda kaliteli gözüken yazarlar, bugün en ufak zekâ izi, araştırma kokusu hissedilmeyen artistik patinaj görünümündeki yazılarıyla sahnedeler... Hepsinin hedefi, ne diyeceği belli ve artık kişiliklerini, hatta kimlerle istişare haklinde olduklarını bile ezberledik.
Daha vahimi bu mekanik fikir katillerinin, televizyon yıldızı olmaları... Gündüz yazdıklarını bir de akşam abonelerine okuyorlar. Ben nerden haberdarım? Zaping yapıyorum ve “Yine mi siz!” deyip, solumu üş tüh çekip; sinema kanalına geçiyorum. Ve tabii maalesef boş zamanlarımda kitap okuyorum(!). Suç ve Ceza’nın son bölümünü yeniden okudum, Raskolnikof’un eli yastığın altına gidiyor ve İncil’e değiyor... İncili Sonya hediye etmişti... Böylece “fena fil-incil” oluyorlar, aşkları perçinleniyor. Aşk dediğin kitapta birleşmeli...
Sizin kitabınız yok mu, bay mekanikler?