20 Kasım 2013 Çarşamba

MAL DAVAR DAVASI

Kültür, “verilmiş imkân” üzerine insanın inşa ettiği mümkündür…
Bize iki şey verilmiştir: Kitap ve Tabiat. Kültürü başka türlü de tarif edebilirler ama bu tarifler dünyevî olanı ilahîden ayıran tanımlardır. Bu tanımların tamamı, insanı özünde insan olarak değerlendirmeyen, irrasyonel olarak görülen her yanımızı rasyonelleştiren modern zamanların hâkim iktidarıyla alakalıdır. İktidar, en geniş anlamıyla iktidar, dört payanda üzerine oturan iktidar: Siyasi, ekonomik, epistemik, askerî… Bunların her biri de örgütlü cemaatler demektir.
Siyasî ve askerî iktidar cemaatleri modern öncesi toplum yapısının da aşinasıdır; ama epistemik iktidar ve iktisadî iktidarın üstlendiği rol kudret itibarıyla yenidir. Bu iki kuvvetli ortak, siyasî ve askerî gücün icra ve yaptırım imkânının fetva ve finans kaynağıdır; herşeyin üzerine çelik ağ gibi örtülmüştür. Bir an için askerî iktidarı, siyasî gücün içine katmayı becerelim, yani “darbe” ihtimali olmayan moderniteye uygun hale getirelim… Ki, bu darbe tehdidi ile “askerî pozitivizm”e mahkûm ülkeler için şüphesiz daha ehvendir. Ve yine epistemik iktidarı da iktisadî iktidarın kurumlu, örgütlü uzantısı sayalım. O zaman iktidar, siyasî ve iktisadî güç birliğinin yönetim mekanizması olarak değerlendirilebilir. Bu sadeleştirme bize, analitik kolaylık sağlar.
Siyasi iktidar, ekonomik iktidar ikilisi ber nevi modern iktidarın “çifte kılıncı”dır. Nüktedir ama yerli yerindedir. Anadolu’nun bir köyüne göçen bir topluluğun tek geçim kaynağı davarcılık, yani koyun keçidir… Münasip bir köye yerleştirilir ve mesel bu ya ilk defa ezan sesi duyarlar ve rahatsız olurlar. Göçmenlerin başı tedirgin bir vaziyette, ezanın ne olduğunu sorar ve tam olarak da anlamaz. En sonunda:
—Bu ezan dediğiniz şeyin mala davara zararı var mı ağalar?
Diye sorar ve zararı olmadığını öğrenince de rahatlar…
Siyasî iktidarlar mala davara sahip olanların, yani iktisadi kudret sahiplerinin hilafına büyük kararlar alamaz; tersine iktisadî cemaatin bütün şubelerinin refah payını artırmayı esas tutmalıdır. Refah, aşağıdan değil, yukarıdan başlar; paylaşım üstten aşağı tabakalara doğrudur. Askerî pozitivizmin tek felsefe ve epistemik iktidar olduğu demlerde Türkiye’de siyasî ve iktisadî iktidar yek-vücuttur. İktisadî gücün en güvenilir tabanı ve modern toplumların en kıvrak tabakası orta sınıflar yok gibidir. Şimdi varlar… Orta sınıflar iktisadî gücü nispetince iktidarın ortağıdır… İlişkiler para ile tanzim edildikçe siyasi iktidarı gönül cihetiyle kendisine yakın bulanların sayısı azalır, çıkar ilişkileri de yukarıdan aşağıya doğru şirret bir şekilde yaygınlaşır.
Nasıl da uzağız değil mi gündemden? Oysa tam da gündemin özü budur.

25 Eylül 2013 Çarşamba

MEDEEEEEEEEEEEEEEEEEETTT

Evet, ben Nasrettin Hoca’nın biliyorum ama çok maruf bir Ortadoğu fıkrasıdır. Hoca da tekrar ederek pekiştirmiştir. Bu gibi fıkralar, belli bir coğrafyaya ait karakterleri tasvir ettiği için önemli ve anlamlıdır. Üzerine konuşmaya değer.

Tacir, Şam’da alacağını alır, satacağını satar. Sonra hana gidip, devesine binip Kûfe’ye azm-i rah eder... Hancı ve fedaileri devenin kendilerinin olduğunu iddia ederek, taciri kapı dışarı ederler… Tacir, hancıyı Şam valiliğine kanmayıp kendini halife ilan eden Muaviye’ye şikâyet eder. Muaviye, “Deven buğra mıydı?” diye sorar. “Evet” der Kûfeli ve devenin müzekkerliğine delil olarak zekerini gösterir... Muaviye, yoldan çıkmış tebaasına dönerek, “Ey cemaat, ben burada bir maya görüyorum. Ne dersiniz?” diye sorar. Yezidin babasının korosu, “Mayadır yâ emir-el müminin!” mukabelesinde bulunur. “Ey Kûfeli, git (Hz.) Ali’ye söyle: Muaviye’nin buğrayı maya görecek kafar, gözünı hırs ve kin bürümüş binlerce leşkeri var. Hak’tan, hukuktan dem vurmasın!”

Tacir, eli boş ve perişan Kufeye dönmüş olabilir, Hz. Ali’ye o uğursuz ihtarı da iletmiş olabilir ama Haydar-ı kerrar olan serden geçer Hakk’tan geçmez.

Rollerin sahteleştiği bir zamanda…

Mürailiğin ve takiyyenin bugün kapitalizm denilen “hükmetme arzusu”nun hakiki kölelerinin ahlakı olduğu bir vasatta…

Zalimin mahkemede aklanabildiği, mazlumun hüküm giydiği dünyada…

Ayağımızı süçtürme ya Rabb-el âlemin…

Bu bugünün değil, insanın kadim ahvalidir. Habil: Alidir; Kâbil: Muaviye…

Bugünün farkı “çokyüzlü kişilik”in pazara ve sokağa hâkim tip oluşudur. Modern kent, modern hayat “kişilik” geliştirmeyi engeller, “kişilikli” olana da düşmandır. Çokyüzlülüğe yüzsüzlük de denilebilir.

Hatta hükmetme arzusunu cici beylerin, onların ciciyye hanımlarının elinde, zaman zaman vahşi hayvanların seviyesine düştüğü görmekteyim. Koltuk, para, makam adeta hayvanların kendi hakimiyet alanlarını idrarlarıyla çizdiği gibi, “moderen mamo”lar da, koltuk ve daha çok da parayla çiziyorlar.

Alin size sağlam bir kapitalist tanımı, anti-kapitalist koltuğunda hakimiyet mıntıkası belirleyenler de mezkur yüzsüzlüğün, mütemmimidir….

Medeeeeeeeeeeeeeeeeeettt….

Bizim Sivas, 26 Eylül Perşembe

11 Eylül 2013 Çarşamba

KANUN HÜKMÜYLE ADAMLARA HİTABIMDIR

Avukata eskiden ihtiyacımız olmazdı, çünkü namuslu adamların kanunla işi olmaz. 
Aklım yetti yeteli kanunların sadece haksız iş yapanları cezalandırmalarının, haklılara hizmet etmediğinin farkındayım. Hırsız, arsız, yolsuz mutlaka kanunlara uygun bir namussuzluk yolu bulur ve namussuzluğunu da o şekilde gerçekleştirir. Mafya filmlerinden öğrendiğimiz şu ki: İş adamı, yüksek bürokrat, fiilen kanunsuz iş yapan mafya mensupları kanunsuz işlerini kanuna uydurmak için mutlaka bu oyunu iyi bilen avukatlara ihtiyaç hissederler.
O mafya filmleri daha ziyade batı ve hususen Amerika’ya mahsus bir hayat tarzını yansıtıyordu ama artık Türkiye’de öyle bir ülkedir. Kanun kuvvetiyle kanunsuz iş yapanlar, haksız çarklarına zarar gelir diye tedirginler. Basın, yani gazeteler, yani bu gazetelerdeki satılmamış namuslu yazarlar toplumlardaki haksızlıkları dile getirecek tek kuvvettir.
Haksızlıkları dile getirince ne olur?
Kanun kuvvetiyle kendilerini “büyük adam” hissedenler, derhal harekete geçerler, medya içerisinde daima var olan satılık ve kiralık kalemlerle, haksızlığın üzerine giden gazeteciyi yahut yazarı hedef alan bir kampanya başlatırlar. Aile hayatına el atarlar, bilgisayarlarına girerler, sosyal medyada yaptıklarını büyütece yatırırlar… Oralardan eğer bir şey bulurlarsa tehdit ve şantajla susturmaya çalışırlar, o da olmazsa sanal âlemdeki yazışmalarını, tam SS subayları gibi takibe alır ve “kanunen adam sayılma”nın gereğini yaparlar…
Yazar yahut muhabir bir kurumu eleştiriyorsa, artık karşısına kiralık ve satılık kalemler çıkmaktadır. Çünkü artık öyle gazeteciler vardır ki, peçeteci hükmündedir, gazete kağıdı onların peçetesidir, patronlarının pisliklerini silerler. Hatırlarsınız, bizzat benim de başıma gelmişti, bir kurumu eleştirmiştim, birileri beni kuruma ihbar edip, cezalandırılmamı talep etmişlerdi. Olur, bütün bunlar olur ve olağandır…
Bana olağan gelmeyen şey haksızlıklara siyasetçilerin ve fiilen dava açması gereken mercilerin bigâne kalışıdır. Haksız uygulamalardan o zaman sayın bakanlar, müsteşarlar, genel müdürler vs. gibi şahısların da haberi vardır, hatta çıkar beraberliği vardır. Bunu ihtimal dışı görürüm ama muhtemel olan bu zevatın sadece koltuklarını dolduramayışı ve bu yüzden maslahatçılıkla idare ederek geleceklerini garantiye aldıklarıdır.
Öyle ise tam bir rezalet…
Ben, kendi adıma üzerime düşeni her durumda yapacağım; çünkü kalem, üzerine yemin edilen mübarek bir nesnedir. Eliniz kalem tutuyorsa sorumluluğunuzu yerine getirmelisiniz, ya da susacaksınız. Susmamayı tercih ettim, ederim. Sonucuna da katlanırım çünkü köle ahlakına sahip olup da kahramanlık şiiri yazan deyyuslarla işim olmaz.
Efendi olmanın gereğini de, bedelini de öderim…
Kanun hükmüyle adam olanlarla, kanun kuvvetiyle reculiyet sahibi olmaya çalışanlarla hesabı asla kapatmam, çünkü bu dünyada kapanan hiçbir hesap yoktur… İnsan bu dünyadan göçtükten sonra da defteri kapanmaz; iyinin iyiliği sürer, kötünün kötülüğü…
Artık Türkiye’de başka bir devre girdi, içinde yaşadığımız şehir de…
Bundan böyle namuslu insanların da avukata ihtiyacı olacak…
Haksızlığı ne miktar söyleyeceğimi, icabında ince ince söveceğimi belirlemek için önce avukata soracağım, sonra kanunen adam sayılanlara kanunun müsaade ettiği kadar… Anlarsın ya…

Sabah sabah, vira bismillah…

28 Ağustos 2013 Çarşamba

SURİYE VE MAZLUMLARI

Belki bu satırları okuduğunuzda Suriye’deki belli askerî hedefler müttefiklerce vurulmuş olacaktır.
Müttefikler: ABD ve İngiltere ve sair batı ülkeleri…
Bu müttefikler o veya bu vesileyle bir Ortadoğu ülkesini vurmaktadır. Vurduğu hedefler hep askerî hedefler değil ne yazık ki… ABD adeta savaş talimi yapar gibi öldürüyor, çalıyor, tecavüz ediyor, işkence ediyor… Irak bu konuda en kötü örnekti, zalim bir diktatörü bahane ederek Irak’a giren ABD oraya barış demokrasi götürmediği gibi, iç savaşların kucağında bıraktı ve çekildi.
Saddam iğrenç bir diktatördü, Beşşar Esed ondan da beter…
Kendi şehrini, tebaasını bombalayan bir devlet ve devlet başkanına merhamet edilmez…
ABD Irak’a saldırdığında tezkere çıkartmayarak bizi bu zalim müttefikin şerrinden kurtaran o günün parlamento kadrosunu daima minnetle yâd etmemiz gerekir. En azından Amerikan askerlerinin iğrenç fiillerine ortak olmadık, hiç olmazsa Irak halkının yüzüne bakabilecek yüzümüz var.
Saddam’ın ne zulümler işlediği unutulmaz ama lütfen ABD girdikten sonraki Irak’a bakın ve Saddam’a fatiha okuyun…
Şimdi yaklaşık aynı durum… Zalim bir diktatör ve kitlesel katliamlar var; biz zavallı dünyalılar zulmün tescilli markası ABD’den zulmü durdurmasını bekliyoruz…
Galiba zalim olan bizleriz; Amerika’da bize zulüm olarak gönderilen bir doğal afet…
Bizleriz derken bütün Ortadoğu/İslam ülkelerini kastediyorum…
Suriye’ye birkaç bomba atılır ama Esed gitse de, gitmese de sular durulmaz. Temennim demokratik seçime gitmeleri, mezheplerin ve etnik farklılıkların beraber yaşama azmini göstermeleridir. Bu insan malzemesiyle o kadar zor ki, bu zorluğu Türkiye’nin beşeri coğrafyasında yaşayan ve yaşananlardan biliyorum.
Zalimi/zalimleri gayet iyi tanıdık. Bizlerce sorulması, sorgulanması gereken mazlumluk ve mazlumlardır…
Mazlumlar bunu hak ettiler diyemeyiz elbette, insafsızlık olur…
Ama mazlum konumuna düşme nedenleri adil olmaları, dürüst olmaları, özetle kâmil manada müslüman olmaları mıdır?
Bu soru beni çok rahatsız ediyor…
Daha doğrusu verdiğim cevap rahatsız ediyor…

Sahi biz mazlumlar niceyiz?

Bizim Sivas, 28 Ağustos, 2013

20 Ağustos 2013 Salı

KOD ADI GEZİ-TE

Mahalli basının kuvvetinin elbette farkında olanlar var…
Daha doğrusu medyanın nelere kadir olduğunu görenler derslerini iyi öğrendiler…  Ayrıca Atlantik’in öbür yanında da müktesebat ve ufuklarını genişlettiler.
Müktesebat dediğim hile hurda işlerinde kullanılan teknik ve operasyonel bilgiler…
Ufukları nedir?
Kısadan söyleyelim iktidar… Yani para, yani makam, mansıp vs.
Din bu işin neresinde derseniz, katmadeğer olarak kullanılır tereddüdünüz olmasın. Katmadeğer ne kadar yüksek volümlü olursa, yalanlar da o kadar inandırıcı olur.
Basın artık gazete değil, yani kâğıt değil… İnternet icat olalı beri gazetecilik sanal âleme kaydı. Dev gibi gazeteler de elbette farkındalar ve internet âlemine de yuvalandılar. Oradan cümle âlemle paslaşıyor, hatta ülkelerin genetiğini okuyorlar.
Yanlış bir adlandırma olarak “Ulusal Basın” dedikleri çapraz ilişkiler malumunuzdur…  Candaş yandaş tartışmalarını boş verin, Mısırdaki Sisi Darbesinde medya kalemşorlarına bir bakın, medyanın yeni patronajını anlarsınız.
Parayı veren düdüğü çalar ve çoğu meşhur gazeteci-yazar da düdüktür.
Ama demokrasilerde sadece merkezi kuvvetlerin değil, sayı üstünlüğüyle taşranın üstünlüğü de giderek açığa çıkmıştır.
Lafı uzatmayalım taşra basını tüm dünyada ve yurtta keşfedilmiştir, müstakbel bir siyasi yapılanma için de birileri düğmeye basmıştır ve kanun kuvveti kullanılarak az çok ciddiyet arz eden gazetelere boyun eğdirilmiş, naylon gazeteler şirketler vasıtasıyla kartelleşmeye yönelmiştir. Evet, ebatları küçük ama gelecekte sağlayacağı çıkarların büyük olacağı hesaplanıyor. Eğmeyenler ise linç edilme yoluna gidilmektedir.
Okyanusun öbür yanının fedaileri, Alamut Kalesi’nin fedailerine benziyor.
Modern zamanların afyonu paradır, para ise kudret demektir.
Verirler sıradan bir muhbire yahut alt düzey bürokrata on lira; ki ona göre bu çok paradır. Muhbir de kendini gazeteciden sayarak muhabirliğe başlar.
Tabii burada on liraya tav olan muhbir, operasyonculara büyük çıkarlar ve siyasî güç sağlayacaktır.
Operasyon, gardiyan gibi bürokratlar eliyle uygulanır/uygulanmaktadır.
Dünya çok değişti çok, bizim şehir de… Lakin değişim hesaplar ve beklentiler doğrultusunda gerçekleşmeyebilir. Çoğu kere de öyle olmuştur.

Bu hesap da döner ve tezgâhçılar kıçının üzerine oturur. 

19 Ağustos 2013 Pazartesi

MECCANEN

Meccanen diye bir şey vardır sayın müdür…
Ve meccanen diye bir şey vardır saygıdeğer ortaklar…
Evet ortaksınız.
Belki en tepenizdeki umum müdürün temsilcisisiniz; ama ne olursa olsun kaderde, kıvançta, tasada ortaksınız. Akçalı işleri mi? Gizlidir ama sen de mustafasın yani: Seçilmiş, şehre gönderilmiş bir adamsın. Kimbilir, belki seni buraya gönderen kuvvet sırf şu yaptığın işleri yapmak için seçmiş ve göndermiştir. Sana git; şunlarla irtibata geç, şunlarla şirket ol, filan gazeteyi oku, falan otlangaçta köfte ye demişlerdir.
Olmayacak iş değil.
Şuna bak ulan!
Şehirdeki bazı bürokratlara beni soruyormuş… Hani kendisi ehli cemaat, ehl-i tarik, ehl-i salat, yani kurtulmuş bir adam, hem bu dünyada hem ahirette.
Ama bu şehir böyledir; dağdan gelenlerle, içimizdeki “birleşikler” el ele şirket halinde yaşarlar. Üstelik utanmadan her türlü pis işi de yapar ve akşam da “medrese” adını verdikleri apartman dairesinde hakk için(!) ders okurlar.
Evet, meccanen diye bir şey vardır; sizin asla bilemeyeceğiniz ve tadamayacağınız.
Ve herşeyin ötesinde dostluk diye bir şey vardır.
Herkes sizin gibi değildir yani müdür ve ortakları…
Ve herşeyin ötesinde sıradandan da aşağı bir düzeyde bu ilde saltanat süren iktidar mensupları. Bakanlar, milletvekilleri, başkanlar ve yamaklar… Bu hasta şehre hizmet eden sıradan hastabakıcı gibisiniz.
Söylediğim her şey meccanendi ve dostlukla ilgiliydi. E tabi eski dostlar müsabaka seyreder gibi yazdıklarımı okudular ama eski dost değil onlar; eskiden dosttular.
Bu tam bir güruhlaşma halidir işte bela da bu noktada gelir.
İşin garibi hesabı olan da bizimle görür.
Yiyenler, içenler, ortaklar, oynak ve kıvraklar yeni duruma göre konum belirleyerek yaşarlar.
Aslında bu adamlar, aha bu şehrin hem tarihi hem de talihidirler ve tabii gelecekleri de.

Hepinize hayırlı olsun…

MISIR İÇİN ANALİZ

Basınımızın güzide yazarları analiz yapıyor.
Güzidelerin yüzde yüze yakını da sahtekâr ve analizleri de sahtekarca… Kulaktan dolma ve “ordan burdan şurdan” okuyup üfürüyorlar. İçlerinden daha ilk gün İhvan'a şiddetten uzak durmayı tavsiye edenler bile oldu.
Bir de bu büyük gazetelerin her birinin televizyonu var; aynı meyanda yazılarını sözlü olarak oradan okuyorlar.
Hayır, Cengiz Çandar gibi malum birini kastetmiyorum; genel vasat bu.
Bir de analiz oluyor yazdıkları. Ulan bu yazdıklarınız malumat olarak ansiklopedilerde, hatta Google’da var. Sizden daha etkili ve daha sağlam istihbarata sahip ecnebi gazeteler de yazıyor. Peki, siz neyin analizini yapıyorsunuz?  Aslında “Kimin için yapıyorsunuz?” diye sormalıyım; çünkü isminizi kapatıp okuduğumda kim olduğunuzu, kime yazdığınızı anlayabiliyorum. Yani iddia edildiği gibi objektif filan değil, tam anlamıyla tarafsınız. Tabii evvela cüzdanınızdan tarafsınız asla sert cümle kurmaz, en vahim olayı bile kahve höpürdeterek yazarsınız. Bazıları için hatta büyük yazarsınız.
Mısır hakkında yazdıklarınızı utanç verici buldum… Şimdi tek tek örnek vermek istemem, versem de hiçbir anlamı yok, çünkü piyasa tam sizin piyasanız.
Mısır için analize değil, duaya ihtiyaç vardır.
Herşey o kadar net ki: Küfür tek millet, müslümanlar her açıdan zebun.

Allah, zalimlere fırsat vermesin!

17 Haziran 2013 Pazartesi

BAYRAĞI TÜKETMEK

Bayrak denilince çoğumuzun aklına gayr-ı ihtiyari Arif Nihat merhumun muhteşem şiiri gelir. O şiir, hamaset dozu yüksek törenlerde kabadayı ağzıyla okunduğunda bir burukluk duyar; naralar, gürültüler ve patırtılar içerisinde çarçur edilişine üzülürdüm. Her kelimesi samimi o nazımda şairlerin bazen nasıl meramlarını aşabilecek taşkın gönüllere sahip olduğuna örnek gösterilebilecek “Seni selamlamadan uçan kuşun yuvasını bozacağım!” gibi mısralar da yok değildir. Ama ne olursa olsun Arif Nihat gönlü yüce bir insandır ve şiiri öyle inşat edilmemelidir. Düşündüm, söyleyemedim; işin içinde bayrak sevgisinden mahrum olmakla itham edilmek vardı, o tehlike elan da var. Başka ve belki daha mühim bir tehlike de işlerine geldiğinde hayatı en rasyonalistten daha irrasyonel bir biçimde aklın içine sığdırma gafletinden vazgeçmeyen radikal takılanların takıntılarıdır. Akıl nimeti sayesinde irrasyonel taraflarımın farkındayım ve bayrak şiirini adabınca dalgalandırmaya devam ediyorum.
Cehaletin hamasetle örtüştüğü ve örtüldüğü şu içinden geçtiğimiz günlerde kim nerede bir bayrak sallıyorsa, orada millî, hatta beynelmilel bir anlam taşıyan hilalin birlik için değil, bölücülük için kullandığına kesin kanaat getirdim. Bayrak sahibi olmak, onu taşımak, anlamak, değerlendirmek medeni bir şahsiyete sahip olmayı gerektirir. Atalarımız, herhalde her sabah yerinden kalkarak bugün kime bayrak sallamalıyım, aman işe gitmeden önce bayrağımı yanıma alayım da belki sallamak icap eder diye düşünmüyorlardı; çünkü edep, erkân, yol bilen medeni insanlardı. Galiba bizler de ilk çocukluk yıllarımızda “bayrak kaldırma”nın, “bayrak açma”nın, “bayrak sallama”nın muaşeretine az çok vakıftık; bohçalar içerisine konularak sandıklarda saklanan bayraklar olur olmaz çıkarılmazdı. Meydanlarda hilalin birleştirici manasına muhalif bir biçimde her vesileyle “bayrak şov” yapan güruhların hali ise medeniyet hanemizde bir aşınmayı resmetmektedir. Bayrak kaldırmak, bayrak açmak ciddi bir iştir; ya savaş ilan etmişsindir, ya isyan edilecek bir durum söz konusudur; bayrak açılır ve altında toplanılır, o dem senlik benlik biter.
Bayrak bir de düğünlerde kaldırılır; düğün evinin bacasına dikilerek, orada bir taze aile kurulduğunun müjdecisi ve toy işareti olarak dalgalanırdı. Çünkü aile, milletin küçük bir örneği ve nüvesidir. Bayrak, düğün bitene kadar durur; sonra gelin alayı gelini bayrakla kocasının evine kadar götürür ve bayrak itinayla sandığa koyulurdu. Gelin kocasının evine götürülürken bayrak bir yandan dalgalanır ve bir yandan da hep bir ağızdan salâvat-ı şerife getirilirdi. Bu yapılan işe de “Bayrağı salavatlamak” denilmekteydi. Bütün bu incelikler, düğünü olağanüstü güzellikte temaşası hoş bir merasime çevirmekte idi. Böylesi düğünlere bazı köylerimizde nadiren de olsa hâlâ rastlanmaktadır; pekçok renk ve incelik kaybolmaya yüz tutmuş; anlaşılmaz hale gelmiştir. Meşhur, Yemen ağıtının “Mızıka çalındı düğün mü sandın/Al yeşil bayrağı gelin mi sandın” mısraları, anlattığımız düğünlerin ve düğün bayrağının türküde yaşayan delilleridir.
Maalesef, bu ülkede post-modern namlı, deha ürünü psikolojik savaş tatbikatından sonra, sabah yerinden kalkan ne idüğü belirsiz ve çoğu marjinal fırkalar; ortodoks zümreleri kamu alanından, hatta kaldırımlardan sürmek için bayrağı bir taarruz aracı gibi kullanmaktadırlar. Bayrak istismarcılarının, hakikatte ne hilale muhabbetleri vardır, ne yıldıza; maksat, ülkesini gerçekten seven pekçok insanı bayraklar gölgesinde döverek, derin bölücülük yapmaktır. Şuursuz ve hesaba sığmaz tatbikatlar sayesinde halkın bir bölümü hilalden başka semboller aramak gafletine sürüklenmiştir. Gaflet gafleti körüklemiş beşeri haritamızda derin çatlaklar oluşmuştur. Bu kadarı yetmemiş olmalı ki, hâlâ her vesileyle “Cumhuriyet Mitingi” yahut “Özgürlüğe Çağrı” gibi psikolojik harp kokan cilalı adlarla toplanan güruhlar, mızrak uçlarına bayrak takarak birilerini “ötekileştirmek” çabasındadırlar.
Bayrak; vatan cidden tehlikedeyse, işgal yahut saldırı durumunda açılır ve herkes onun altında toplanarak birlik haline şahadet eder. Arif Nihat’ın o muhteşem mısralarıyla işte o anlarda bayrak gerçekten “Mavi göklerin kızıl ve beyaz süsü/Kız kardeşimin gelinliği şehidimin son örtüsü…” olma manasıyla birebir örtüşür. O vakitler dışında siyasi niyetlerle bayrak açmak, bayrağın manasına kökten muhalif bir harekettir. Siyaseten “öteki” ilan ettiklerini yok etmeye azmetmiş kalabalıklar, miting meydanını terk ederler; bayrakları da muhtemelen torbalara doldurarak bir dahaki “meydan şov”için saklarlar. Ertesi gün gazetelerde “Yürüyüşte metrelerce bayrak kullanıldı!” yahut “Mitingde dev bayrak açıldı!” gibi manşetler boy gösterir. Böylesi mitinglerin niyetinin güç gösterisine yönelik birer şov olduğu bayrağın metrelerle, metrekarelerle ölçülmesinden bellidir. Birini çevirip “Hilal nedir?”, “Yıldız ne anlama gelir?” diye sorsanız, korkarım cevap yerine bayrak sapıyla dayak yersiniz, hatta linç bile ederler adamı; evet öylesine de sıkı ulusalcıdırlar. Bayrağı büyük ve çok gözükmek kastıyla bir kamuflaj aracı olarak kullanmak, ince hesaplarla ve ince hesaplara müteveccih geliştirilmiş soğuk bir savaş taktiğidir.
Milli maçlarda bile gereğinden fazla bayrak açmanın ve sallamanın bayrağı aleladeleştirmek olduğunu, sportmenlikle hamasetin bağdaşmadığını düşünüyorum. Milli maçlar şöyle dursun, Telsim-lenerek sektörel bir boyut kazanmış süper lig fanatikleri de artık, bayrağı rakip takımlara tehdit aracı gibi sallamakta, sıradan bir pelerin gibi sırtlarına dolamakta bir beis görmemektedir. Bir bayrak ancak bu kadar manasızlaştırılabilir ve ancak bu kadar saygısızca kullanılabilir. Hadi üretimini engelleyemezsiniz; yok mu yahu kanun kitaplarında bayrağın nasıl, nerede ve ne amaçla kullanılacağını tayin eden bir kanun? Biliyorum aslında böyle şeyler daha çok kanunla değil, edep ve terbiye ile alakalıdır ama bayrak istismarcıları ne edepten anlar, ne terbiyeden. En azından bu şımartılmış kalabalıkları cesaretlendirenlerin konu hakkında mutlaka derin derin düşünmelerini isterdim. Tabii sergilenen çirkinliği fark edebilecek basiretleri varsa.
Memlekette o kadar sahte bayraktar türedi ki, birgün gerçekten bayrak açmak ve onun maneviyatı altında toplanmak lazım geldiğinde hakikisini bulmakta zorluk çekeriz diye de kaygılanırım.

15 Haziran 2013 Cumartesi

“BU DAHA BAŞLANGIÇ”

Baba erenlerden bir temsil ile başlayalım…
Köy halkı yağmur duasına çıkmış… Dua, dua, dua; eller boş, yüzlerde gam kasavet… Bulutlar toplanıyor dağılıyor, saklambaç oynuyorlar adeta…
Baba, “Bana bırakın!” demiş, “Bir dua edeyim de seyredin…”
Dua etmiş ve gerçekten yağmur yağmaya başlamış…
Baba’ya bir gurur gelmiş ki, sormayın. Gökyüzüne küstah, köylüye mağrur bir poz ile:
—Ne diyorsunuz, iki de kar attırayım mı?
Demiş…
Demiş demesine ama demesiyle beraber gökten hışım gibi kelle iriliğinde dolu yağmaya başlamış…
Taksim bildirisi, tam facia; belki facianın başlangıcı…
Bildirinin ilk cümlesinde gurur ama ne gurur… “Bizim sınırları aşan şanlı direnişimiz…” ifadesi, tüm hüsn-ü zan ve niyetleri yerle bir ediyor. Ne yağmur umulur, ne rahmet tecelli eder buradan…
“Bizim Sınırlarımız” dışında sana-bana-ona, yani topyekûn Türkiye’ye öyle dış gıcırdatanlar var ki, ülkemizi cehenneme çevirirler.
“Bu daha başlangıç!!!” ifadesi, acayip bir ünlemdir; imlaya gelmez!
“Neyin başlangıcı” olduğuna bunu yazanlar bile cevap veremezler…  Kibir, gurur bile değil; “küstahlık”tır…
Başbakan da dâhil, bütün sebep ve aktörlerin hiçbir önemi yoktur…
Hedefte Türkiye vardır…
Günübirlikçiler, güncel şovmenler aklınızı başınıza devşirin…
Germeyin!
Tel kopar hey hey biter! 

3 Haziran 2013 Pazartesi

KİTLE BİR KEZ DAHA YARATIĞA DÖNÜŞTÜ


“Ben böyle olmasını istememiştim!”, kitle hareketlerine katılanların, ortalık yanıp yıkıldıktan sonra söyledikleri nedamet sözüdür…
Peki, ne istemiştiniz?
Gezi Parkı yıkılmasın!
Taksim Projesi’ni biliyor musunuz?
Tısssss… Cevap yok!
İşte kitleleşme esas o noktada başlamıştır…  Olayın indirgene indirgene önce Gezi Parkına, sonra ağaç katliamına dönüşmesi artık kolaydır…
Madem o kadar ilgiliydiniz, Taksim Projesi’nden haberiniz olmalı değil miydi?
Şimdi bana birileri bu eylemin sonuçları kestirilemeyen ve önceden düzenlenmeyen bir eylem olduğunu söylemesinler…
Düzenlenmiştir ve düzenleyecek kuvvete sahip zinde kuvvetler daima vardır…
“Ağaç katliamına dur!” demek için artistler, barok-başörtülü kızlar, İslamcılıktan geçinen ve bir ucuyla kesinlikle iktidardan nemalanan pop yazar ve şairler, fırsat bu fırsat diyen biracılar, tecavüzcüler, ulusalcı-milliyetçi vs. kesimler, her çeşit etnik unsurlar… Evet, hepsi “kendi kavgası” için iş başındadır…
Herkes kendi düşünde, hatta bir nevi sarhoş; adrenalinleri yükselmiş…
Bir katil gerekiyor… O da Tayyip…
Hükümet de değil, daha çok Tayyip…
Kusura bakmayın “Tayyip…” ortalığın lafı olduğu için öyle kullanıyorum… Bu kelimenin farklı ağızlarda nasıl telaffuz edildiğini bildiğim için, evvela o terbiyesizlerle aynı hatta muhalefet çizgisini asla benimseyemem…
Hükümet de “Tayyip”e indirgenmiştir… Başbakanın davranış, duruş ve kişilik özellikleri bu indirgemeye o kadar müsaittir ki: “Tek adam” görüntüsü çizmenin bedeli, “Tek hedef” haline gelmektir…
Kitle içindeki her birey kendi davasına hizmet eder ama iş işten geçmiştir… Kitle artık tam bir yaratıktır: Yakar, yıkar, hatta öldürür…
Kendini evine atan kurtulmuştur ama yaratık yeni canavarları içine katarak büyümeye devam eder…
Ankara’ya sıçrayan yaratık artık ağaç, ağaç katili barajını aşar ve TBMM’yi taşlar; İzmir canavarları parti binası yakar… Emin olun o bina dolu olsa bile yakarlardı…
Ankara’da kamunun zararı trilyonlarla ifade ediliyor...
Şu anda polis olan bir öğrencim Ankara’dan anında bilgi aktardı, sağ olsun… İzmir’den de farklı bir kanaldan bilgileri aldım… Ve malum ola gece uyumadım…
Sanki o öğrencim öz evladımdı… Haksız yere “Biber Gazı” ile özdeşleştirilen ve bizzat bedenleri “bariyer” olan polisler… “Kitle Yaratığı”na karşı biber gazından başka bir şeyler olmalı… Aldığım haberlerden biri de, eylemci üç gençle buluşan çevreci(!) genç kızın tecavüzden son anda kurtulmasıydı… Polis yetişmiş imdadına… Siyasetçilerin, polisi bariyer haline getirmeleri hoş değil…
Yaratık, bugün devam edecek mi?
Edebilir… Bu sefer tam siyasileşerek hem de… A. Şener’in İngiltere’den TV vasıtasıyla yaptığı çağrı mesnetsiz olmayabilir ve mesela 28 Şubat’ın sendikaları sahaya çıkabilir… Onun da hedefe yerleştirdiği bir “Tayyip” var…  Ama Sivas’ın yetiştirdiği bu nadir kıymet, sıradan bir aktör olmayıp, her rolün üstesinden gelen yetenekli bir siyasetçidir…
Biliyorum, bazılarını “millet-i merhume” terkibi rahatsız edecektir, ama ben bu terkibi çok ama çoook seviyorum… Ve dua ediyorum: Allah, millet-i merhumeye merhametini esirgemesin. Benim için her ferdi kıymetlidir…
NOT: Bilmenizde yarar olur… Belki fırsat olur da sosyoloji doktorası yaparım diye “Kitle Hareketleri” üzerine bir doktora çalışması yapmış, kenara koymuştum… Olmadı ama ben o çalışmayı çok ciddiye almıştım ve bütün kitle hareketlerini şimdiye kadar hatasız okudum… Demem o ki, ihtisasa da kıymet verin, varsın resmi doktoramız olmasın…
Bizim Sivas Gazetesi, 4 Haziran 2013.

31 Mayıs 2013 Cuma

PİYASASINA GÖRE ÂKÎL

Allah dağına göre kar verir...
Bazı sözler işte böyle genel mantık kaidesi sunar…
Sebep sonuç ilişkisine sığan iki varlık “göre” ve “verir” ile birbirine bağlanır… Ortada tekrar eden ve biri diğerini daima gerektiren/çağrıştıran iki nesne varsa kelimelerin yerleri değişince de mütekabiliyet sağlanıyorsa “Bu iş böyledir!” dersiniz.
Göre ile olmak ilişkisi tartışılmaz olduğuna göre “Dağına göre kar olur!” deriz, buradaki “olur”, “zaten böyledir” demektir, kaldırınca ünlem de sakıt olur… Ve böylece “Dağına göre kar…” ile sözümüze mahal açarız…
Derdimiz atasözü yahut vecize değildi…
“İnsanına göre toplum, toplumuna göre âkîl…” demek için mazmun döşedik!
Modern demokrasi, modern uygarlığın bir numaralı aracıdır ve aracısıdır…
Modern toplumda insanları birbirine bağlayan “sebep asabiyyesi” çıkardır, çıkar yarışı ilişkiler ağını demokratikleştirir… Çıkarları birbirine nispetle şekillenen ve bağlanan ilişkiler ağının sistemleştirdiği organizasyona “piyasa toplumu” derler… İstisnasız bütün kurumların üstünü piyasa bir ağ gibi kuşatmıştır… Ağı sağlama almak için de demokrasi formundan istifade edilmesi “göre” ve “olur” mantık silsilesinin gereğidir!
Herşeyin istisnasız ya piyasası vardır; ya piyasaya bir şekilde bağlanır…
İnsan “millet” derken, “toplum” derken ne kastettiğini bilmeli…
Millet ile, tanımı tarihle sübut bulmuş bir varlığı kastediyorsanız, söylediklerinizin elan nesnesi yoktur; ya romantiksiniz, ya nostaljik, ya da ideolojik… İlk ikisi de var ama bu söz genellikle ve uzunca bir zamandır, güdümlü piyasa toplumunun denetimini kolaylaştıran “milliyetçilik ideolojisi” adına kullanılır… Ve bu zayıf ve moderniteye karşı insanı zayıflatan ideoloji, asla berraklık kazanmayan bir “cehalet sokağına” ve o sokağın çocuklarına hitap eder…
“Toplum” sosyolojik ağızdır, Ziya Gökalp devrinde batıda “millet” ile eş anlamlı kullanılır olmuştu, yani Frengistan Avrupa, Frenk ise sadece Fransız’dı… Bütün olay ve kavramlar gibi “nation” da oralarda olabildiğince homojen unsurlardan oluşan müteselsil “göre” ve “olur”lardan birine işaret ediyordu. Bizde ise ihtiyaç olarak görülen ve ulaşılması gereken bir hedefe…
Toplum denilen nesne, muayyen halklar “piyasa” şemsiyesi altında sekülerleştirilerek “Piyasa toplumu” olmuştu/olmuştur… Biz ise Osmanlı Devleti’nin bitirilişinden sonra “âkîller devleti”nin insafına bırakılmıştık/bırakıldık… Sekülerleşmeden piyasa toplumu olunmaz, batıda piyasa toplumunun akış şeması önce sekülerlik, sonra laikliktir… Bizde bu şema toplumun akışı değil, devletin işlem şemasıdır ve laikleştirme-sekülerleştirme biçimindedir. Devlet laikleştirilmiş, laikleştirilmiş devlet de bugünlerde nihaî şeklini alan seküler toplumu inşa etmiştir… “Müsaadeli Milliyetçilik”in de bir işlevi kalmamıştır…
Geçmiş ile ilgili tazyi-i nefes beyhudedir, bu yüzden özün özünü söylemeli; bakisi israf olur: Değişim “kalp” ile ilgilidir…
Kalpte/kalplerde oluşmayan hiçbir şey olmaz, sosyal hayata da inkılap etmez…
İnsanın merkezi kalp, değişimin merkezi insandır… İnsanın başta kalbi olmak üzere kahir azasının piyasaya ehil olmadığı bir halk, piyasa toplumu olmaz… Modern uygarlık, bu açıdan insanoğlunun topyekûn turnusolüdür, imtihanı olacaktır.
Buralar devlet eliyle eğe büke, devrile çevrile oluşturulan bir piyasa toplumudur…
Kendi zahiri dinamiklerinin işaret ettiği derinlikte bir şey olmuş olsaydı, güncel “süreç” ve benzer süreçler yaşanmazdı… İçimizde taşıdıklarımız yüzünden kaç yüzyıldır yaşadıklarımızın hesabını görmek için artık çok geçtir… Geçmişi “süreç”ten, hususen terörden sonra ve başka gelecekler tahayyül ederek konuşabiliriz. Konuşur muyuz? Orası da şimdilik meçhuldür…
Devlet eliyle oluşturulan bir yapısı da olsa bu ülkede ahlâken insanların birbirine piyasalar aracılığıyla bağlandığı bir toplum yaşamaktadır… Hatta ahlaken o kadar ileri bir piyasa toplumudur ki, yoksullar iş değil, ileride ve ilk fırsatta almayı kurdukları malları seyretmek için mahallelerinde AVM isterler… Dünya bir piyasadır,  piyasada arz eden ve talep eden olur; bizim toplumumuzda bu piyasanın bir parçasıdır… Ama daha çok tüketiciler kanadına mensup bir toplumdur!
Piyasa toplumunda ilişkiler, piyasa aklıyla işler…
Akıl pazarı kurulsa, herkes yine kendi aklını talep edermiş…
Bence doğru, insanlar onun için “Filanın aklı bende olsaydı...” değil, “Şimdiki aklım olsaydı…” diye hayıflanırlar… “Sürec’in âkîlleri”ne itirazlar, kendi aklını başkalarından üstün görmekten kaynaklanmaktadır! Ancak burada kurgusu muhal bir “akıl pazarı” kurulmamış; pazarın yani “piyasa aklı”nın gereği yerine getirilmiştir...
Kitleler, toplumun tarihî tecrübesinin ürünü “ideal kültür” ideaları ile değil, “popüler kültür”ün popları ile yürür, yürütülür…
Bu yüzden sürecin âkîlleri çok isabetlidir!
Seçkinliğine istinaden seçilmişlerin akıllarına rütbe vermek gibi bir derdim yok… Sadece belirlenirken iki ölçüte göre seçilmiş olduklarını söylemek istiyorum!
İki ölçüt: Sahalarında âkîl olmak ve popüler olmak; illa ki popüler olmak…
Bu şahıslara itiraz edenler arasında yahut dışında daha âkîller mutlaka vardır ama muhtemelen popülerlik katsayıları kısa gelmiştir; reyting, satış oranı, görünüş vs. yani…
Farkında mısınız, mezkûr âkîllerin bazıları toplumu daha yeni tanımaya başladılar ve gerçekten akıllandılar, popülist sözler etmiyorlar…
Sorumluluk akılsız insana bile denge getirir…

6 Mayıs 2013 Pazartesi

CANIM


Ben turfa patronları vesikalık pozlarından tanırım…
Tanırım da hangisi neyin sahibi, kim ne iş yapar tam olarak kestiremem; çünkü dinleri açık, servetleri gizlidir ve para kazandıracak her işi yaparlar. “Kişi sevdiğiyle beraberdir.” hükmü ise istisnasız her yerde geçerlidir; Sivas gibi Anadolu vilayetlerinde ise hakk-el yakîn yaşarsınız… Bir nev-zuhur patron namzedinin de karine yoluyla meşrebini, mezhebini, naturasını öğreniverir; kiminle ünsiyeti olduğunu da iki kelam bir kalemde anlarsınız… Yapacak bir şey yoktur, insanlar mintan değiştirir gibi değişmektedir; hayat eskiden olduğu kadar sadeymiş gibi, mazbut bir hayatı dar alanda sonunaca sürdürmeye çalışırsınız… Metropol adamlarına bu durum sıkıcı gelebilir ama mesafesi mahdut muaşeret içerisinde çarşıda dolaşmak bana hâlâ rahatlık vermektedir… Belki büyük şehirlerle, aha bu şehrin tek farkı da budur.
Turfaların seyyar balkonları toprağı görmelerine manidir; toprak ise onların mesut evrenlerinde derin bir huzursuzluk kaynağıdır… Konuşmaya başladıklarında dudakları içe doğru büzükleşir, mahalli aksanları torna tesviyeden geçmiş gibidir ve pek de şirin konuşurlar. Her zaman değil tabii, kendilerinden bir gömlek üstün gördükleri semirmiş abilerine karşı… Bendeniz, hak-i payiniz, sadaka-i cariyeniz(!) nev’inden öyle lügat paralarlar ki, tekmil edebî ıstılahların beli bukını kırılır… Ceketler orta ilikten düğmeli, eller demir parmaklık gibi bağlanmış, gözler hafiften kısılmıştır… Tam bir arz-ı ubudiyet vecdi içerisindedirler, tevazudan az sonra secdeye kapanacak zannedersiniz… XXL abi de o yollardan geçmiş, nihayet “Beylik” görmüştür; bir tür kendi ilk versiyonunu “Hey gidi günler hey!” sadedinde keyifle süzer…  Cafcaflı bir “Tamam canım!”dan sonra, “Al şu kartı, (mmck) işin tamamdır!” diyerek, koltuğa tek çanağını yanlamasına dayar… Mmck, giriş azasından eksik olmayan kebap artıklarının neo-ağalık mimiği olarak, dil diş müşaveresiyle temizlenmesi esnasında çıkan sestir…
“Canım!” hitabı, Turfa patronların büyük küçük farkı gözetmeksizin gözüne kestiği herkes için kullandığı en ısırgan ünlemdir… Mahallinde ve edebi dairesinde kullanıldığında acayip hoşlaştığım bu kelime: Mütegallibe kültüründen tepeden tırnağa bugünün kentsoylularına veraseten intikal etmiş olup; ahlâkî seviyelerini ve seciyelerini belirlemektedir…
Bu mahzun kelime:
İkamet ettiğimiz şehirde/ülkede turfa patronların,
Sonradan görme mollaların,
Bilim adamlarının,
Market sahiplerinin, shopping center ceolarının, goldsmith(!) kuyumcularının;
Ve tabii eş durumundan zevcelerinin, asaletleri nispetiyle çocuklarının kâmilen ve müktesep kibir nişaneleridir…
Telefon açtığım tagallüben patronlaşmış bir eski dost(!) da bana öyle hitap etmişti…
Kendimi tanıttım, o da “Buyur canım!” dedi… Nevrim döndü ve “Affedersin karıcığım, yanlışlıkla evi çevirmişim!” dedim… Dünya ahret hayat arkadaşıma öyle demem aslında ama o an öyle icap etti; “karıcığım” hançereme uyan bir kelime değil ve sanki aldatan kılıbık ağzı gibi gelir bana… Şimdi o kelimeyle de uğraşmayalım; zaten her kelimenin benden sanki alacağı var…
Hayli sessizlik ve boğaz gıcığından sonra ses baritonlaştı ve “Ben filan buyrun…” dedi… Ben de, kendimi yeniden tanıttım ve “Affedersin kardeş, zât-ı âliniz canım deyince ben de karım zannettim!” dedim… Aman sonra bir tevazu, bir tevazu; sesimi alamamış, adımı yanlış anlamış… Sık sık görüşelim filan nameleri, ben de en efendi halimle, tabi ya biz baba dostuyuz “Sııık sık…” diyerek, ahizeyi gediğine koydum…
Ben yalnız patronların turfasını turfandasını değil;
Tekmil zübükzâde aziz efendileri;
Şecerelerini, şecerelerinin budağını
Tanırım…
Bunlar her yanı kökten kurtlanmış yeni bir insan ırkıdır; GDO mahsûlü bile olabilirler…
Dinî, millî, mahallî kimlik bildiren bütün özelliklerini dış cephe boyası gibi kullanırlar… “Homo-economicus”un çukurlaşma seyrinde dibe kadar alçalmış; karar noktasında “homo-boru”luğa terakki etmişlerdir…
Asrîliğin merkez ülkelerinde de bu tür memeliler vardır, hem çoktur ama onlarda dış cephe boyası yoktur, riyasız, hilafsız borudurlar… İşte bunlar günün birinde adamın hası olabilirler de; bizdekilerin U dönüşü yapıp, yeniden insaniyet halkasına erişmeleri zordur, hatta mühürlenmişlerse mümkün dahi olamayabilir…
Çünkü rol kesmeye devam etmektedirler…


5 Mayıs 2013 Pazar

TATLISU MÜSLÜMANLIĞI

Tatlısu Frenkleri…
Nam-ı diğer levantenler…
Pera merkezli bir modernizmin ilk muallimleridir bunlar…
Avrupalı olmak sevdasına kapılan payitaht seçkinlerine, hatta bazı Türk büyüklerine terakki dersi vermişlerdir. Batıya açıktırlar ama İstanbul’da yaşamayı tercih ederler. İstanbul’a geçici olarak gelen frenklerden farkları bilinsin diye onlara “Tatlısu” sıfatı verilmiştir. Tebessüm ettirici bir lakap…
Tatlısu Frenkleri Türk adetlerini de pekâlâ bilirler, müslüman bayramlarında kendilerini ziyaret eden misafirlerine likör ikram ederler… Likörü memnuniyetle lıkırdatan bu levanten mukallidi Türkler, yüksek sesle olmasa da “Ah n’olur, şu bizimkiler(!) de likör ikram etseler…” diye geçirirler. Likör, medeni olmanın biricik göstergesidir…
Tatlısu Frenkliği, hususen İstanbul ve biraz da İzmir mahreçlidir ama “ahlak” olarak tesirlidirler. Anadoludaki gayr-ı müslüm unsurlar üzerinde etkindirler… Mesela Sivas Ermenileri’nin bayramlarda likör ikram edişi ve bu likörü içen bazı görgüsüz ve züppe ailelerin bunu fevkalade medeni bir davranış olarak değerlendirmeleri buna örnektir.
“Tatlısu Frenkliği” alt ve etkin bir kültürdür… Bunlar batılı frenklerle, içimizdeki ermeni ve rumların oluşturduğu aileler ve çevrelerdir, zımmîlik, tanzimat, batılılık melezi bir oluşumdur… Bugün etkileri hissedilmez, çünkü terakki yolunda katettiğimiz mesafe onların varlığını gölgelemiştir. “Yerli” ve çarpıklıklarıyla da ilginç bir sosyolojik oluşumdur bu Tatlısu Frenkleri… Zamanım olsa ve mekânında olsam onlarla dostane sohbetler eder, derinlikli bir makale, belki kitap yazabilirdim… Neler çıkardı onların hayatından, ne karanlıklarımızı aydınlatırdı; buralar “Osmanlı Yurdu”dur, hissetmek bile dünya lezzetidir…
“Tatlısu Levreği” diye bir balık var ya, galiba buradan çağrışımla bulunan bu “Tatlısu Frengi” tabirini mutlaka muzip bir Osmanlı nüktedanı ilkin telaffuz etmiştir, sonra da bir “kültür ıstılahı” olmuştur.
Bir de “Tatlısu müslümanlığı” var şimdi…
Kendini iyice hissettiren bir “ahlakî duruş” olarak var… Sosyetesi/sosyeteleri de oluşmaya başladı…
Bir zamanlar Tatlısu Frenkleri’nin davranışlarına benzer incelikler(!) tamamen mevcuttur…
Bir önemli gösterge olan eğlence biçimi, tatil, giyim, kuşam; hülasa ful-aksesuar yeni bir zümre ve yaygınlaşan bir ahlaktır: Tatlısu Müslümanlığı…
Öyle güzeller görüyorum ki, işgal günlerinin İstanbulundaki Levanten hanımlar eline su dökemez, öyle delikanlılar görüyorum ki, metro-erkek… Ve acayip de müslüman…
Geçenlerde bir mecliste hafif sertlik gösterdim, “Savaşçı Ahlakı”ndan sözettim, suratlar asıldı…
Bir de partye katıldım sadece “likör” yahut “şampanya” yoktu, geri kalan tam terakki(!).
Sonra bir daha… Herşey vardı; ayılana kazos, bayılana limon, içene ayran ve bilumum müskirat…
Değişim kaçınılmaz bir süreç imiş…
Desem ki, “Değiştirmek” gücü de şahsiyetin biricik göstergesidir… Tıkız gelir…
Değişim ve tokuşum… Değişin ve tokuşun…
Ben bu işlerde yokum…

Bizim Sivas Gazetesi, 6 Mayıs 2013

2 Mayıs 2013 Perşembe

PARANTEZ


“Bizim zamanımızda…” dediğimizde
En çocuk yüzüyle gelir zaman bize.
Çaresizliğimizi anlarız ve yoktur tesellisi
Silinmez simalarıyla bir bir sevdiklerimiz
Acıtır öptükçe öptükleri yerleri.

Ömür böyle sökülürmüş demek ki, hatırladıkça
Kuşlukta zayıflayan şebnemler gibidir, gülümseriz…
Bize değen bir söz vardır her şarkıda mutlaka
İçimize gülüşmeler doluşur sessiz sessiz…

Kanımızda hemşire en çok ayrılık vardır
Pelte pelte vuran odur kalbimize…
Dereceye bakma tutup ışığa boşunadır
Ölçemezsin yandığımızı ne ateşler içinde…

“Bizim zamanımızda” bir sen vardın ki
Herşeyin içindeydin ve hâlâ öylesin…
Bazen az sevmeliymişim diye bir vesvese geçse de
Sen bana Allah’ın emrisin…

İtibar, Mayıs, 2013

2 Mart 2013 Cumartesi

28 ŞUBAT VE DÜNYEVÎLEŞME


“Kamu alanı” ile “özel alan” ayırımı; muhkem bir kitaba göre değil, tarihi şartlara göre biçimlenen bir din ile siyasi iktidar arasında geçen mücadele ve gerilimin ürünüdür. Roma, Kutsal Roma’ya dönüşünce gerilim yerini nisbî uzlaşmaya bırakmıştır. Kilise siyasî bir kurum olarak papalık tahtına sahiptir. Ruhban zümresi inananalar adına, siyasi iktidarla bir yandan işbirliği, bir yandan çıkar mücadelesi halindedir… Batıda erk ayırımı problemi ilkin din ile devlet iktidarı arasında gerçekleşmiştir; birbirinin alanını ihlal eden iki erk vardır, yani “çift kılıç”... Yasama-yürütme-yargının içerisinden kilisenin uzaklaştırılmasıyla kılıç teke inmiş; bu teklik içinde erklerin tanzimi din kurumunun iktidar dışında kalmasını doğurmuştur. Kilise ise konuşlandırıldığı yer itibariyle hayatın/şehrin dışındadır ve daima uzaktan/yukarıdan müdahildir.
İnsanlığın batı yakasının hikâyesi kısa künye ile geçiştirilecek bir macera değildir…
Bu macera bir kısa künye haline getirilmiştir… Seçilmiş sahnelerle birbirine bağlanarak edilen tarih şeması doğru olmayabilir ama insanlar bu şemayı kutsallaştırmışlarsa bizim yapabileceğimiz bir şey yoktur… Büyük bir entelektüel enkazı, basitleştirmede ve sadeleştirmede modern uygarlığın mümessillerinin başarısı emsalsizdir. Üniversiteler bugünün mecburen “böyle” yaşanması gerektiğini öğretir; sonuçlanmış bir olayı tekrar tekrar başından itibaren hatırlatarak muhakemeye imkân tanınmaz… Bugünden geriye doğru gitmek gerekir, belki eşeğe ters binerek geçtiğimiz yolların ezberlendiği gibi olmadığını anlayabiliriz. Böyle yürüyünce: laiklik, hristiyanlığa inanmadığı anda bile batılıların, hristiyanî bir biçimde kapitalizmle –Roma ile olduğu gibi- uyuşmasının biricik yolu olarak gözüküyor… Bu uyuşmayı sağlarken demokrasi formu kullanılmıştır. Demokrasi formunun modern ruhu laikliktir; laiklik kapitalizmin devletleşmiş garantörüdür. “laiklik” içi dışı, altı üstü doldurulmuş, pozitif hukuk kuralı haline getirilmiştir.  
Endüstri Devrimi sonrasında “Kamu alanı” artı ürün için insanların buluştuğu, yarıştığı “endüstriyel mera” gibidir… Alana değerlerinizle girmenizde mahzur yoktur, tek şartı ise almak-satmak, alınmak-satılmak için girmiş olmaktır… Batı, rant olarak sadeleştirdiği tabiatı hızla istismar fırsatını fabrikayla; “tüketici” olarak sadeleştirdiği insanı/ötekileri ise fabrikanın başka şubesince üretilen silahlarla yönetmeyi ve denetlemeyi becermiştir… Laiklik, pazar yerlerinin dinlerini hristiyanîleştirmek için de işe yaramıştır…
İnsanlığın doğu yakası hikâyesizdir…
“Bizim buralar”da tek tek hikâye boldur ama bunlar bağlantısız olduğu için; hepimizin hikâyesi değildir.  Yazılmadığı ve belki üzerine düşünülmediği için renkli doğu macerası, adeta aktörlerinden bağımsız bir surette sürmektedir… “Doğu” kısa künye değil, geçmişle ilgili söz söylemeye bahane edilen bir karartıdır… Ağız dolusu “Doğu...” ile başlayan cümleler, çok geniş bir coğrafya çizebilir. Bizim doğudan anladığımız şey, evvel emir biziz…
Marx’a “Asya’nın bilinen bir tarihi yoktur!” dedirten, oryantalizmin sol kanadına dinsizleştirilmiş bir Asya Tipi çiziktirmeye sevkeden de belki Hint ve Çin’in değil, “bizim halimiz”dir. Onun mezhebinin izleyicileri, hâlâ dinsiz bakışa devam etmektedirler… “Mülk Allahındır!” ilkesini mülkiyet sisteminin başına yerleştiren bir sistemi dinsiz değerlendirmek, dinsizliğin değil cehaletin ürünüdür. Müslümanlığı Weber’in baştansavma doğu tezleriyle tanıyan bu garip yerli sosyalistler, henüz Kemal Tahir’in takıldığı yerden bir adım bu tarafa gelememişlerdir. Marx’a ters düşmelerine rağmen, “La ilahe” diyerek batının kutsallaştırılmış tarih şemasını reddediyorlar ama ol görüp de “İllallah” diyenleri anlama yürekliliği gösteremiyorlar; çünkü “alışkanlıkları hayal güçlerinin afyonu” olmuştur.
Batı’dan alınan hiçbir kurum, değer, kanun vs. oralardaki işlevlerini yerine getirmediği gibi, toplum ile devletin ilişkilerini korku ile çıkarcılık arasına yerleştirmiştir.  Din ile devleti ve din ile milleti organik bir terkip sayarak hayatını tanzim eden toplumlarda/bizde laikliğin batıdaki zeminini aramak beyhudedir. Çünkü böyle bir toplumda, devletin topluma gücünü hissettirdiği “kamu alanı” diye bir ortam söz konusu edilemez… Din hayatın/şehrin içindedir; ruhban sınıfı iktidar ortağı değildir… Müslümanlık, tarihin biriktirdiği bir kar kürtüğü değildir; muhkem bir kitaba bağlıdır ama bu tarihsiz olmamızı gerektirmez. Wallerstein, Osmanlı Tarihi araştırmalarından çok şey öğrendiğini söyler ama “Bunlar nereye bağlanır?” diye de sorar… Yaşadıklarımızın birbirine bağlanamayışı bizi anlamsız kılıyor; her yeni nesil bir öncekilerin hatıralarını çiğneye çiğneye geçiyor.
Bizi modernizmin defterine kaydeden devrimler, devrim değildir…
Çünkü bağlantısızdır ve güdülmüştür... Devrimleri gerçekleştiren iktidar seçkinleri için demokrasi “Lazım olan bir şey!”dir; laiklik, “endüstriyel mera”nın kurallarını belirleyen bir kamu alanı için değildir, çünkü mümbit fabrikalarımız yoktur.  Laiklik: milyonerlerimizin ve burjuvanın “kimler” olacağını belirlemek için, iktidara sahip olanların sarılacakları/sarıldıkları “dünyalık temin etme” aracıdır. Laikler olarak adlandırılması mümkün olan kesimler için laiklik, din gibidir. Türkiye laikleri, laikliğe inanırken adeta müslümanlığın bir yeni mezhebine inanır gibidirler; bu laiklik, din ile dünyayı ayrıştırmaz, hem dinîdir, hem dünyevî… Ahiret konusu belli değildir ama yaşarken bu din peşinen nemalandırmaktadır; makama, rütbeye göre cennetin kapılarından girilebilmektedir. Devlet/iktidar eli değmeden işveren, bürokrat, hattâ işçi bile olmanın mümkün olmadığı bir vasatta, kamu alanı üzerine yapılan tartışma ve mücadele “dünyalıklar” üzerinde düğümlenmektedir. “Kamu alanı”na insanlar dünyevî bağlanışlarla çıktıklarında, bir inanç olarak laiklik bitecektir, pozitif hukuk kuralı haline gelecektir.
 Batılılar, maliyeti yüksek yaşam tarzları ciddi anlamda sekteye uğradığında “ötekiler”e savaş açarlar... Savaş, onlara talan yolu ile kaynak; ağır tahribata uğrayan ülkeleri tamir fırsatı ile de pazar yeri sağlayarak “endüstriyel mera”yı beslemektedir. Bizde ise “endüstriyel mera”nın darlığı, çift taraflı tarafları iktidar mücadelesine yöneltmiştir. İnce zevk sahibi iktidar seçkinleri, kamu alanını “ötekiler”e kaptırmamak için darbeleri meşrulaştırmıştır. Askerî cemaat, iç hizmet kanunu bahanesiyle devleti korumak için değil de siyasi, epistemik ve iktisadî cemaatin yerini sağlamlaştırmak için hareket etmiştir. 
“Ötekiler” aslında “Öteki” değildir; kamu alanından uzak tutulmak için operasyonel tekniklerle ötekileştirilmek istenenlerdir. İrtica ötekileştirmeye bahanedir, başörtüsü ise “ötekileştirilenler”in simgesi… Dedesi hoca olan köktenlaiklerle, dedesi hoca olmayan mürteciler arasında keskin bir hat olmamasına rağmen, sert esen darbe rüzgârları derin çatlaklar doğurmuştur. Beşerî yapısı gergin olan bir ülkede, farklı hesaplaşmalar da darbelerin içerisine gizlenmiştir… 28 Şubat, darbeler içinde, iktidar mücadelesini laiklik, dindarlık ekseninde netleştirmiş olmakla seçkin bir yere sahiptir.
Tank yürüten, başbakana küfreden, sarı sendika ve “sarı girişimci” hüviyetindeki sivil toplum örgütleriyle iş tutan darbecilerin pervasız, hattâ patavatsızca hareketleri, başarılı bir “psikolojik hareket” intibaı bile vermemiştir. Kendi adıma söyleyeyim, bana ve benim gibilere yapılanlara zulüm gözüyle bile bakmamıştım, bu adamların davranışlarının sebeplerine ve insanî kalitelerine bakarak normal görmüştüm. Darbe, bir de hâlâ selamlaştığımız pek çok insanın ne kadar tabansız ve samimiyetsiz olduklarını gösterdi. Bu insanların çoğu RP iktidarının kendilerine “dünyalık” olarak ne vereceğinin hesabına fena halde kaptırmışlardı; elleri boşta kaldı… O şartlarda bu mağdur insanların “dünyalık imkânı”nı kaybettikleri için mi, dinlerinden dolayı sataşıldığı için mi üzüldükleri anlaşılmıyordu. Zulmedenlerin gerekçeleri ise, mürtecilerin yakın gelecekte “endüstriyel mera”daki nemalanma imkânlarını daraltacağı mı, yoksa gerçekten rejimin tehlikede oluşu muydu? Bu da belli değildi, çünkü darbe kurmayları, nüfus sayımı yapar gibi tehlikeli insanları fişliyor, fişlemekle kalmayıp tehlikeli “insan tipi” çiziyorlardı… Bu insan tipinin yekûnu nereden bakarsanız en az Abdullah Gül’ü seçen insan sayısına tekabül eder. 28 Şubatçılar, devletçi refleksleri en kuvvetli sağ kesimleri bile kaybederek azınlık fırkası haline dönüştüler. Bu zevatın “endüstriyel mera”yı ganimet gibi görmeleri ise, bu ülkenin toplam insan kalitesi hakkında da ürkütücü bir manzara çizmiştir.
Bence sorularımızın çoğu cevabını fiili olarak aldık…
Mağdurlar iktidara gelir gelmez, RP iktidarında “dünyalık” sırasına girenler, kısa zamanda “Milli Görüş Gömlekleri”nı değiştirerek, arzularına nail oldular… Ben bir değişim, zihniyet farklılığı olduğuna inanmıyorum; çünkü “Milli Görüş”ün belediye uygulamalarında da, iktidar uygulamasında da “Modern Uygarlık Paradigma”sının haricine çıktığına şahit olmadım. Dinin ibadet ve muamelat kısmına hiçbir zaman estetik, şehir, mahalle, ev gibi tabiatla insanı birinci dereceden bağlayan ve cem’an muaşeret diyebileceğimiz alan sokulmamıştır. Zamanî ile kevnîyi eşleştirerek bütünleştiremeyen her anlayış, moderniteye eklenir; organizmaya benzemediği halde –miş gibi yapmak, dünyevileşmenin fundamentalitesidir. Devlet makinesine insanların, onun bir parçası imiş gibi bağlanması, insanı/toplumu değil, devleti/iktidar gücünü önceleyen islamizmlerin ve sağcılıkların dünyevî ilişkileri, başkalarınca tanımlanmış bir “dünya” tasavvuruna dayanır. Bundan dolayıdır ki, “Muasır Medeniyet” denilince, teknolojinin son nimetlerini ülkeye taşımaktan başka bir şey anlamayan, devletçi sağcılıktan çağdaş yanılgılara asla muhalif bir eylem ve işlem çıkmaz… Solun devletçiliği çok ayıp karşılanırken, sağın “pasif devletçilik”i oldum olası tabii karşılanmıştır.
-Aslında modernizmin sevdiği- hamasi ve milliyetçi söylemlerin rengini taşıyan, yerinde ve dozunda kullanan lider/iktidar, “Endüstriyel Mera”yı yönetme, paylaşma konusunda, öncekilerle mukayese edilmeyecek kadar başarılıdır; aslında bütün başarısı budur. Şu da şimdilik söylenebilir: Taban ile lider kadrolar arasında tabii olarak uyum ve benzerlik vardır. Bu uyum, 28 Şubat’ın yaydığı korkudan beslenmiştir; ancak, korkunun baskın sebebinin “inançlarını yaşayamamak” olduğuna dair hiçbir sağlam delilimiz yoktur.
Başörtüsü yasağının üniversitelerde kalkışı üzerine yaşananlar bir göstergedir. Pek çoğunun dinleriyle ilişkilerinin gerçek yüzünü bilemediğim, ama kesinlikle diğer öğrencilerden daha şık giyinen başörtülü öğrencilerin seküler alandaki başarıları önünde bir engel kalmadı. Çok iyi gözlemlediğim bir şey: Bu öğrenciler süratle, bazen çok rahat ve umursamaz biçimde, kendilerini engelleyen, fişleyen hocalarla aralarındaki mesafeyi kapattılar. Doğrudan iktidarın değil, muhalefetin yaktığı bir yeşil ışığın Anayasa Mahkemesi kararını delmesi ile kazanılan özgürlüğe üniversitenin sağcı hocaları da, yönetimleri de önce inanmadılar. Giyim kuşamın insanın tabii ve tartışılmaz alanı olduğuna inandığım için, anında ve en ufak bir tereddüt göstermeden öğrencilere her zamanki gerekçemle beraber tavrımı bildirdim. Yönetimin de, yakınımdaki dini bütün, hatta teolog akademisyenlerin tepkisiyle karşılaştım; suçumu üstlendim(!)… Onlardan bir kısmı öğrencileri almalarına rağmen tutanak tuttular, ben ise onlara zarar gelmesin diye kararımı tutanak haline getirerek öğrencilerle beraber rektörlüğe yolladım. Yine de zorlandılar ve kendilerini tam garantide görmeden “Özgürsünüz!” diyemediler. Bugün, iktidarın kadroları ful-aksesuar bu acayip yanardönerlerle doludur, çünkü burada “dünyalık” da garantidir. Konjonktüre bağlı olarak, birbirine bu kadar zıt bir biçimde değişen kişiliklerin, en azından birbirine zarar vermelerini engellemek için çok sağlam hukuk kurallarına ihtiyaç var… Çünkü insanları tanımaya bugünün kent, iş hayatı imkân vermemektedir.  
Muhalefetin şimdi yapacağı tek bir şey var: Kamu alanında başörtülülerin istisnasız her görevi yapabileceğini ifade etmek. “Tabii Hukuk” ilkesi olarak kıyafet serbestliğinin kanunlara konu olması modernitenin genel parametrelerine uymamaktadır; modern dünya düzeninin bütün katılığına rağmen, ülkeler arasında bazı farklılıkları hoş gören bir esnekliği de vardır. Böyle bir serbestlikle beraber, “endüstriyel mera” üzerinde hiçbir engel olmadan, insanların birbirleriyle alış veriş kurallarıyla sağlanmış olur. Dindarlıklar üzerindeki çift taraflı baskı kalkmış olur. Bu çift taraflı baskının bir tarafında 28 Şubat’ın baskısını üzerimizden kaldırmakla bize büyük bir lütufta(!) bulunan iktidar; öbür tarafında hâlâ nasıl müslüman olacağımızın sınırlarını çizmeye çalışan muhalefet vardır. İktidar, sadece ibadet kısmının özgürlüğünün kâfi olduğu düşüncesindedir. İktidarın dindarlığı içerisinde mimarî, estetik, teknoloji, tarım, kentleşme vs. konulara asla yer yoktur. İslam, modernitenin içerisinde ve moderniteye rağmen insaf sahibi her insana inşirah verebilecek bir dindir. Bu iktidar zamanında çarşıda, pazarda, işveren-işçi ilişkilerinde, ürün denetiminde, üniversitelerin verimli hale gelmesinde örnek gösterilebilecek ciddiyette uygulamalara rastlanmaz. Taşra yönetimleriyle, belediyeleriyle “kendine özgü” bir sosyete oluşturulmuştur ve bu sosyetenin şekil farklılıkları dışında “çağdaş yaşam kılavuzları”ndan hiçbir farkı yoktur. Darbe ne kadar post-modern idi ise, bunlar da o kadar post-moderndir(!).
Ateşli hatiplerin, sloganların gençlerinin şimdi gazete ve televizyonların munis çocukları haline gelmesi de ilginç bir göstergedir… Bu alabildiğine sağcılaşmış ve muhalifken sevimli gözüken kadrolardan iktidara yardım olsun diye de, eleştiri olsun diye de tek bir görüş sadır olmamaktadır. Bu iktidar dönemi kadar iç ve dış muhalefetten mahrum hiçbir dönem yaşanmamıştır. Devletçi/düzenci olan ve “endüstriyel mera”dan tıpkı öncekiler gibi nemalanmayı sürdüren bu iktidar dönemi, 28 Şubatçıların endişelerinin yersizliğini göstermektedir. Sekülerleşme konusunda Türkiye’nin fazlası var, eksiği yok; bu suretle laikliğin de aslında hiçbir zaman tehlikede olmadığı anlaşılmış olmalıdır. Bence 28 Şubat bu noktada başarılıdır; görevini tamamlamıştır: Din evlerin, hattâ insanların içindedir; ikiyüzlülüğe bu şekilde geniş bir imkân alanı açılmıştır… En azından çift partili demokrasinin önündeki engelin kalkması için, muhalefetin de bir gömlek değiştirmeye ve tarihinin bazı ağırlıklarını atmaya ihtiyacı vardır, ama samimiyetle, siyaseten değil… Şu andaki haliyle muhalefet her yönüyle tam bir zavallı; üzerine bunun dışında söz söylemek insafsızlık olur. “Muhafazakâr-dindar” gömleğinin içinde her çeşit insan var; “Sosyal demokrat-dindar” gömleğinin içinde de olabilir.
Tortu olarak sürdürülen dindarlığın, modernizmin tıkanıklıklarına Müslümanca bir cevap verme derdi yoktur; vardı da yok olmamıştır, sadece olmadığı çok net olarak açığa çıkmıştır. Her alanda biçimlendirici, yerine göre baskıcı bir merkeziyetçilik; evimiz, sokağımız, şehrimiz, eğitimimiz, çocuklarımız üzerine düşünme, konuşma, karar verme imkânımızı tamamen elimizden almıştır. TOKİ’nin yüksek inşaat teknolojisini kullanarak inşa ettiği konut alanları yerine, o efsanevî “Müslüman mahallesi” inşa edilemez miydi? Bu insanlar o kadar mı değersizdir ki, mimarî proje yarışmaları düzenleyerek, çok ince düşünerek şehirler inşa etmek yerine; soğuk, kişiliksiz ve rahatsız “demirperde” evleri yapılmıştır. “Kentsel Dönüşüm” aynı mantıkla kolları sıvamıştır, şehrin içinde son kalan mahalle ve  evlerin önünde müteahhitler leş kargası gibi dönüp durmaktadır… Belediyeler; fikirsiz, çilesiz, çıkarcı insanların rant kaynaklarını kuvvetlendiren aracı kurumlar haline gelmiştir. Zeki çocuklarımızı hayattan nasipsiz yaratıklara çeviren mektepler çok başarılı imiş gibi, mecburi eğitimin on iki yıla çıkarılmasının hiçbir izahı yoktur; despot ve merkeziyetçi sekiz yıl uygulamasının uzantısıdır. Bırakınız “bizim medeniyetimiz”(!) vurgusuna yapılan atıflara uygunluğu, bu uygulamaların içerisinde insan ve insanî en ufak bir şey yoktur. Dinî tortular; sekülerleşmenin kutsal bahanelere bürünmesini, modernitenin en kötü uygulamalarının hayata geçirilmesini kolaylaştıran araç olmuştur. Fırsatçı ama üretici, kurnaz ama yaratıcı olmayan yeni orta sınıflar, tüketim toplumu seçkinlerinin en kesif örneğidirler. İştahları, hazları, zevkleri hiçbir sınır tanımamaktadır.
Bunlar, bu yaşananlar nasıl ve nereye bağlanır?
Şüphesiz darbecileri harekete geçiren sebepler farklı idi, darbecileri destekleyenlerin davranışları ve darbeye maruz kalanların tepkileri farklı oldu. Sonuçta siyasetin çehresi tamamen değişti. Ak Partiyi kuran kadroların kastettikleri “gömlek değiştirme” den umulan da şu an yaşananlar olmayabilir… Ama niyetler eylemlerimizi başlatır, sonuç ise niyetlenenle taban tabana zıt olabilir… Mazeretler eylemlerimizin sonuçlarını değiştiremez ve aktörlerini de sorumluluktan kurtaramaz. Toplum, rasyonel amaçlarını irrasyonel yollarla, irrasyonel arzularını da rasyonel yollarla karşılamak için hareket eden insanlar, gruplar ve ilişkilerin ağıdır. Kendi adıma şu son yirmi yıl içinde yaşadığım toplum hakkında çok şey öğretti. Öğrendiklerimin çoğunu anlayamıyorum, anladıklarımın çoğunu da anlatamıyorum.
28 Şubat’ın sene-i devriyesinde, şimdilerde pek çoğu tatlı hayat süren mağdurlar, “o süreçte” neler çektiklerini anlatacaklar; bu arada mevcut iktidarın bizleri nelerden ve kimlerden kurtardığı hatırlanmış olacaktır. Velinimetlerimizi bilmem kaçıncı kez iktidara getirirsek, şükran borcumuzu eda etmiş oluruz bilemem; böyle mağrur, kibirli bir iktidar ben ömrümde görmedim. Darbenin gerçek mağdurlarının iktidar nimetlerinden nemalandığını zannetmiyorum; uğradıkları haksızlığı kâra çevirmeyi becerenler bugünün üniversitelerde, kurumlarda, kuruluşlarda yönetici kadrolarıdır. Bu kadrolar, zaman zaman onlardan daha menfaatçi ve zalim olabilmektedirler.
28 Şubat sonuçlanmıştır; sonuçlanmış bir olayı baştan başlayarak konuşmak, onu örtmeye yaramaktadır. Ben kudretimce sonuçlarını yazmaya, geçmişle bağlantılarını kurmaya çalıştım; doğru da bulunabilir, yanlış da önemli değil… Tarihî olayları baştan başlayarak tekrar etmek birilerini efsaneleştirir, birilerini kötü adam yapar; yine bir tarihimiz/hikâyemiz olmadan tek istikametli uygarlık(!) yolunda yürümeye devam ederiz.
Ben öncekilerin hatıralarını, hatırlarını çiğneyerek geçmedim; kendi hatıralarımı da çiğnetmek istemem. Birilerinin hatırımızı sayıp saymaması ise kendilerine kalmış…