23 Eylül 2011 Cuma

KENAR SÜSLEMELERİ

“Okumayı yazmayı erken öğrenmek bir zekâ alâmeti değil idi dostum, hayâlgücünün kuvvet kazanması hiç değil. Tahayyül gücün tartışılmaz ama bana hiçbir zaman zeki bir adam gibi gözükmedin. Ablaya, ağabeye öykünerek “At’taki A, Bebekteki B, Civcivdeki C…” derken çatıverdin harfleri, okula başlayınca da yolun sarpa sardı. Mahallenizin çocuklarını sevmeyen bir öğretmene düştün; bağırıyor çağırıyor, bit muayenesi yapıyor, kulağınızın içine bakıyor, her vesileyle “Zıkkımoğlu’nun ahır sekisi!” gibi surat yapıyor… Sınıfta bir iki gözdesi de vardı tabii, o ağzını “Üğretmeniiim” diye büzen parlak oğlanla, beslenme saatinde kavurma geven veznedarın dişlek kızı meselâ. Oğlanın futbol topu vardı, bir saat oynatır karşılığında beşer kuruş da para alırdı arkadaşlarından. Gerçi sen “Senin topunu …..m!” diye küfretmiştin; itişmiştiniz ve kafan kazara(!) oğlanın burnuna çarpmıştı, müdür fena halde tozunu almıştı. Neyse ki alttan bir de diz numarası çekmemiştin, boyuna posuna bakmadan mahalle mektebinden sürebilirlerdi.
Sağlıklı bir çocuk olduğunu da söyleyemem; maraziydin, başının olur olmaz ağrısı tutardı. Saat tuttum; okula başlamanla beraber başın her gün saat dokuzda ağrıdı, alnından boncuk boncuk ter, gözlerinden domur domur yaşlar döküldü. Öğretmen “Yine mi!!!” diye azarlayarak seni hep eve şutladı; şerbet içtin, büyükannen yüzüne okudu, bazen de yarım aspirinle vaziyeti idare ettin. Birgün, Efe dediğiniz ve hane halkınızın derin hürmet gösterdiği adam misafiriniz olmuştu. Defterlerine baktı, bir iki satır okutturdu; yazını çok beğendi, seri okumana “aferin” çekti ve sana altı renk boya kalemi hediye etti; defterinin ilk sayfasına bir kenarsüsü yaptı, sana da öğretti…
Hatırlarsın bizim zamanımızda defter yapraklarının sol yanında üç parmak eninde kırmızı hatla ayrılmış bir alan olurdu. Efe “Burayı boş bırakma, kenarsüsü yap!” demişti; gözün gönlün açıldı; üç parmaklık alanda ne dünyalar peydahladın; hani kıskanmasam sana sanatkâr diyesim geliyor. Öğretmen, sana okuma yazma bilip bilmediğini hiç sormadı, zaten seni dipteki sıranın en dibine atmış yüzüne bile bakmıyordu. Kenarsüsü yeni bir şey değildi ama senin için bir devrimdi; sınıfta da bir nevi devrim yaptın. Başı ağrıyanların, kulağı akanların, saçı bitlilerin defterlerine de kenarsüsleri yaptın. O dişlek kız hasetlendi onikili boya takımı aldı, güya kenarsüsü yapacaktı; beceremedi. Sana geldi “Yok!” dedin. Kalem takımını sana hediye etmek istedi almadın. Evlerine çağırdı oyuncaklarını gösterecekti, gitmedin. Anlamadın; belki anladın anlamaz numarasına yattın. Oysa o da bizim mahallenin kızıydı; öğretmenin ona yakınlık göstermesi kendi arzusu değildi. Kinci de değildin ama biraz kazaktın galiba
Neyse ki, öğretmenin nasibi açıldı, tayini çıktı. Yeni öğretmen daha sınıfa girer girmez tahtaya bir cümle yazdı. “Kim okuyacak?” dedi, tahtaya kalktın ve hecelemeden okudun. Öğretmen aferin çekti, sana ufak ufak kitaplar verdi, herkes okumaya geçmeye çalışırken sen okudun; habire kenarsüsü yaptın. Bir kere olsun ders çalıştığını gören olmadı, hayatta gördüğüm en tembel adamlardandın. Sınıfta sessizce oturur, dışarıda canavar kesilirdin. Her oyunun başında sen, her kavganın ortasında sen... Öğretmen seni çaktırmadan kolladı, adamın sende büyük emeği var, sakın unutma!”
İmza: Ali Fuad Seyranoğlu
Hikâyeci-yazar, bu sefer de hikâye yazmak için masaya oturmamış, kendinden altı ay küçük çocukluk arkadaşına bir uzun mektup döşenmek niyetiyle kalemin ucunu açmıştı. Nedeni kendisi de çok bilmiyordu ama son zamanlarda sanal âlemden adresini bulduğu mahallesinin çocuğuna nameler salıp duruyordu. Sen, sen, sen diye bazı alenen, bazı da gizli özneyle yazdı da, yazdı. Hikâyeci alışkanlığıyla boyuna tasvirler çiziyor, bazen fena halde ayrıntılara dalıyordu. Kendi resmini göndermişti, bir imza töreninden alınmış; ondan da bir resmini istemişti. Hâlâ filinta gibiydi, şakaklarında belli belirsiz aklar vardı ama bıyıklı bir çocuk gibiydi. Bir mektupta “Genç görünüyorsun!” demişti; o da “Savaşçılar aksöğüt gibi içerden çürür!” diye mukabele etmişti. Hâlâ sertti; havalı ve bıçkındı. Tam kızacak olmuş, eleştirel bir mektup kaleme almayı düşünmüştü; kelimelerini geri çekti, içi cız etmişti. Memleketten gelene gidene sual ettiğinde hemen herkes arkadaşının huysuzluğundan şikâyetçiydi. Çok az dostu vardı görünüşte ama kimse de hakkında ters bir şey söylemiyordu.
Hikâyeci-yazar mektubu postaya verdi ama kafasını “Acaba, kenarsüsü konusundan bir uzun hikâye çıkar mı?” sorusu uzun süre işgal etti. Fayda-maliyet analizi yaptı ve vazgeçti, böyle şeyler piyasaya uymazdı neticede, içinden başlık olarak geçirdiği “kenarsüsü devrimi” gibi sözler edebiyat otoritelerini kendine güldürebilir, kariyerini de sarsabilirdi.
Bence hata etti!
Kenarsüsü; çoktanseçmeli dolambaçlar arasında kaybolan çocukluklar için bir çıkış yolu gösterebilir, büyüdüklerinde “Adam gibi çocuk!” olmalarına vesile olabilirdi. Sessiz bir devrimin ilk fiskesi, yazarın işte böyle bir yutkunmasıyla atıl kaldı.

I. Kenar ve hakikatEvet: Sözün başında, bazen ortasında, bazen sonunda ben de biraz gûy-ı gıybet eder, bir hikâyecik kondururum. Benimkisi yosun tutan bir helik taşı gediğine koymaktır, kıymet bilmektir; biz buralarda yok iken, var olanlara selam göndermektir. Kandilin kıymetini bilmeyen, mehtaba hakkını veremez, ayın şavkısını okşayamayan güneşi sevmeye heveslenmesin. Sözü bugün Yemen oğlu Naim bey’den devşirelim, onunla başlayalım… “Naim Bey de kim?” diyecek, banker editörü biliyorum; o, sayısız kandillerden biri, sahih bir kahraman. Ötede handan olsun, gençliğinde yaşadığı bir gözbağcı numarasını ibretlik diye anlatmıştı. Sonunda bize de “Delikanlısınız olur olmaz her kavgaya karışmayın, aslını bilmediğiniz işten uzak durun, bir yolcuk da kenardan seyredin, anlayın dinleyin!” diye nasihat etmişti.
Gözbağcılar bundan bir kırk elli sene öncesinde, güz mevsiminde zahire pazarının uygun bir köşesinde tezgâh kurar halkı eğlendirirlermiş; tabii belediyeden de izin alıyorlardır, çünkü o tarihlerde zabıta çoğunlukla avaredir ve iş çıkmasını bekliyordur. Ortaokul birde, gözbağcıların sinema kiralayıp, gösteri yaptıklarını hatırlıyorum; seyirciler de değişmişti, numaracılar da… Naim Bey, Pazar günü zahire pazarına gitmiş, epeyce bir kalabalığın bir şeyin etrafında halkalandığını görmüş, bir başlık yer de kendisi bulmuş. Ortada bir at var bir de gözleri şeşibeş oynayan bir kılıksız… Hayret: Gözbağcı atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyor. Gözlerini ufalamış böyle bir şey olabilir mi diye; evet, adam atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyor! Bu işte bir hinlik olduğunu düşünmüş ama akıl da erdirememiş; onbeş yirmi metre kenara çekilmiş, bir de ne görsün: Adam, atın ön ayaklarının arasından giriyor, arka ayaklarının arasından çıkıyor… Aceplenmiş ve yeniden seyircileri yara yara sahneye yanaşmış, şaşakalmış; çünkü gözbağcı, yine atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyormuş. Gözbağcının tesir sahası içindeki gözüken ile kenara çıkıp baktığında görülen farklı imiş. El-hak; adam işinde ehil imiş vesselam… Gözbağcının çırağı peşkeş için kutu gezdirince yirmibeş kuruşluklar üstüne bir lira atarak, takdirini bildirmiş. Cömert adamdı rahmetli ve kabadayı.
Sonra öyle demişti işte: Bir yolcuk da kenardan seyredin!
Sıvışın, savuşun değil, bir yolcuk da kenardan seyredin. Hakikatin önünde gözbağı olmasa herkes hakikatli olurdu; yerin devasa ağzından giriyorsun, bir de bakıyorsun ki, gözünün perdesi kalkmış… Atın ön ayaklarının arasından geçen de doğru, ağzından giren de; arka ayaklarının arasından çıkan da doğru, mabadından çıkan da. Ama hangisi doğru?
Kendimizi konuşlandırdığımız yere göre nasıl da değişiyor bu doğru!

II. Kenardan geçeyim yol sizin olsunAslında bu yazının tekmili fert ve ferdiyet üzerinedir. Ferdiyetin olmadığı yerde ve dünyada bütün cemaat ve cemiyetlerin sahte bir biz bilinciyle istismar edildiği, sürüleştirildiği endişesini daima sızdırır. Ancak, çok kurcalanmaktan yalama olan, “merkez-çevre” meselesine sarf-ı nazar etmemiz yeğdir düşüncesiyle ve bir türkü miktarınca söze bir bağdaşlık yer açıverelim. “Kenar süslemeleri”ni bir yetim türkünün başını okşamadan yazmamız da yakışık almaz.
Çimdiğim Kızılırmak, güzergâhım bozkır; bu yüzdendir bizim buraların demeleri daha bir işler; yoksa yetmiş iki milletin türküsünde de nice bin hakikat nihandır. Geleneğin dinç ve diri kelimeleri ve çağrışımları cihetinden “Kenardan geçeyim yol sizin olsun/Ağular içeyim bal sizin olsun.” türküsünün hem bir omuzu düşüktür, hem de aslan gibi bir duruşu vardır. “Kenardan geçeyim…” dünya karşısında bir hakikatli dervişin diyebileceği sözdür; dünyalıların ahvalini görüp de, kenardan geçmek gerekir, çünkü dervişin bir ayağı üzengidedir; durmaması gerekir. Sanki Fırat’ın hazineleri açığa çıkmış da, kabala insanlar birbirlerini tepe tepeleye iktidar sahibi olmak için yarışırken izdiham çıkmış ve yol tıkanmış farkında değiller; üstelik kendilerine kudret sofrası inmiş gibi habire tıkınıyorlar. Derviş, kenardan geçerek engebeyi aşıyor; sofralarına tenezzül etmeyip “Ağular içmeye” razı oluyor. Ağulu aşı bala çevirme inceliği, kenarda kalmışların koştuğu bir türküde bile kırık hava renginde hissedilebilir. Horasan’ın ne kadarı efsane, ne kadarı gerçek ve ne kadarı istismardır, bilemem. Beşeri coğrafyamızın sinmişliği ve çarpılmışlığı içerisinde iz sürmek o kadar zordur ki!
Derviş ağızlı değil tabii bu türkü; işret kokuludur. Söz de, müzik de kenarda kalmışların, zorunlu olarak “kenardan geçmeleri”nin ezikliğini resmeder; ortada nefs tezkiyesi de, derviş de yok… Bu türkü, en kenarda duran Türkmenlerin, bulunduğu muhiti ve kendilerini kat be kat aşan ve farkına varılamayan nârâlarıdır; soydan abdalmeşrebdirler ama elan abdal değillerdir. Bozkırın bir tarafında türkü çığıranlara abdal denilmesi geleneğin hangi telinin koptuğunu gösterir; gevende değil, abdal çünkü… Bu sıfat, ilgililerine “Abdalan-ı Rum”un nasıl galata çıktığının ihtarı olamaz mı?
Türkünün “Bozkır dedikleri büyük kasaba/Severler güzeli gelmez hesaba!” dizeleri fıkır fıkır oynuyor ve oynatıyor toyda, düğünde. Neşet’iyle nam salan abdalmeşrep tezene muhteşemdir; kenarda kalmıştır ama munis ve müşfiktir; yeraltından akan bulanık bir hesabı yoktur. “Yol sizin olsun!”da sitem varsa, isyan yok; isyan varsa, bölücülük yok. Kim ne niyetle söylerse söylesin; bu ses, öznesinden bağımsızlaşarak can iliğime değmektedir. Bozkırın derin avazı; sapı güdük bağlamaların puslu havalarına asla benzemiyor; hem usûlde hem esasta derin bir fark var.
“Kenardan geçeyim yol sizin olsun!”un anahtar kelimesi “sizin”dir, yorumu da “Yol sizin olsun!” denilenlerin kimler olduğunda yatmaktadır. Merkeze varınca kendilerine uzak duran, uzaklaşanlaradır bu hitap; “Mehmetçik Mehmet”in sitemidir. Ucundan azıcık acıtan bir türkü ama havası da pek kıvrak! Muhtemeldir ki türkü, “Eeee ne yapalım yani ağlayıp da eli mi sevindirelim, oynayalım düşman çatlasın!” tavrına işaret etmektedir. “Haydi, gel gel aslan Mustafa’m aman/Amanin gel gel gel garip başlı yârim vay vay!” dizelerini, bize yabancı olmayan böylesi bir duruşa yaslandırabiliriz.
Nakarata bakarak türkünün hanım ağzıyla yakıldığı da söylenebilir, nakaratı hanım, esas sözleri de erkek ağzına yaraşan bir karşılıklı söyleşme olduğu da… “Bana aslan Mustafa’m kâfidir!” gibisinden, araya bir yavuklu giriyordur mesela…
Mustafa da en nihayet Mehmetlerden bir Mehmet’tir.

III. Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştüYine!” diyor, şairimiz; “Yine mi?” demiyor. “Yine!” bütün şiiri şerhediyor; illa ilk beyit! Zevrak-ı derûnunu daima yoluna çıkan kayalıklara çalan şair, asla uslanmaz; tam bir bilinç haliyle ve kerrat ile tekrar tekrar yüzer. Dünya ahvalinin akışına değil, insanın (şairin) kâinatla akışmasına bağlı bir söyleşmenin farkına varmadan da divan edebiyatı okunabilir ama aslolan okumak değil, anlamaktır. Sadece şiir yazmaz divan şairleri; çoğunun yaptığı bir uzun irfanî yolculuktur; biten her gazelle şairin gönlü bir kere daha sahile vurmuştur. Gazelin tamamı ve özüyle, özetiyle bu beyit, şiiri aşk atı gibi süren bir usta şairin poetikası sayılmalıdır.
“Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâra düştü.” diye, manayı tamamına erdiren ikinci beyit, bana ürperti veriyor. Gönül sırçadan ve kayık biçiminde olunca üzerinde yüzdüğü su sır yerine geçer, ayrıca sırlamaya gerek kalmadan aynalaşır; bu ayna hem kevni seyrettirir, hem kendini. Herhangi bir kayık kendini akıntıya bırakmışsa hangi sahile varacağı, nerede kıyıya vuracağı bilinmez; bu yüzden şairimizin kayığı serapa gönüldür, kılavuzu da, kaptanı da yolcusu da gönül… Akıntıya yahut dalgalara karşı yüzenin kaderi arada bir kenara savrulmak ve kırılmaktır, ama her kırıldığında kendini yeniden bütünleştirir; kırılan aynada birbirine karışan görüntüler toparlanır ve yeniden yüzmeye başlanır. Bu hep böyle gider; dünya hilafına yüzmek görünüşte çok mesafe aldırmaz belki ama maksat müstakim olmaktır ve kaynağa ulaşılmamış olsa da kişi hakikatte kaynakla daima birdir. Hani sırrı nem kaptığı için dökülen ve yer yer kağşayan, körelen aynalar vardır; onlar bile temiz bir köşesinden âlemi aksettirir.
Kenar, çok büyük bir ülkedir; her vilayetin bir sonu vardır, kenarın ucu bucağı yoktur; sen ne kadar diyorsan o kadardır. Çünkü kendini akıntıya bırakmayarak, kaynağa doğru yüzmeyi tercih eden insan, gariptir ve yolcudur; vatanının sınırını, yolunun nerde biteceğini bilemez. Gurbetin azameti yanında dünya hiç kalır, ism-i tafdil oluşu da dünyayı büyültmez. Mesneviden bir ışık süzülüyor elbet, şairin sözüne: Gemiyi batırmayacak kadar dünya tavsiyesi. Şairin –aynı zamanda salikin- arzusu ise yalınız batmamak değil, yol almaktır; düşe kalka, kırıla parçalana yol almak…
“Yine” diyor üstadımız, “Yine mi?” demiyor.
Birisi bana “Nasılsın!” dese; ben de sadece tek kelimeyle “Yine!” desem anlayan çıkar mı acep?

IV. Sümmanîyi derkenâre yazmışlarDerkenar, resmi yazışmalarda evrakın kenarına düşülen nottur. Bugün kelime çok kullanılmamaktadır ama yapılan işlem aynıdır. Resmi evrak muhatabına salına salına bir taleple gelir, sonra derkenar faslı başlar; bazen ana gövdesinde tek cümle bulunan bir resmî yazının sağına kenar notları sıralanır ve öyle olur ki evrak serapa derkenar kesilir. En netice, evrakın ana gövdesinde talep edilen işin kim tarafından, nasıl yapılacağı belli olur, o artık eski evraktır, delgeçle sol yanına iki delik açılır ve lüzum ettiğinde kullanılmak üzere arşivde yerini alır. Kitap sahifelerinin yanına yazılan notlara da der-kenar denilmektedir; bugünün dipnottan ayrı işaretle gösterilen açıklama notlarına muadil sayılabilir. Bir de dergi vardı Derkenar namıyla, dergilerine hoş mütevazı bir ad bulmuş idi derkenar taifesi. Hepsi şöyle böyle, derkenar, Âşık Sümmanî’nin bir dizesinde bütün derinliği ve kapsam alanıyla inci gerdanlık gibi ışıldamaktadır.
“Ervahı ezelde lehv-i kalemde/Şu benim bahtımı kare yazmışlar.” gümrahlığıyla başlayan has şiir tepeden tırnağa hoş içimlidir ama “Aşk kaydına geçti bunca âşıklar/Sümmanîyi derkenâre yazmışlar.” mısralarına bercestedir dense sezâdır. Çile var, sitem var ve sicim gibi çağrışım yağıyor her köşesinden. Âşık kaydına değil, aşk kaydına diyor şair ve bu önemli. “Aşk kaydı”na geçen sözde âşıklar, sayfanın göbeğinde yer bulmuştur, kendisi ise bihakkın âşık olmasına rağmen derkenâre düşürülmüştür. Şair muhkem bir cevap vermiş olmakla, sayfanın ortalarına konuşlandırılanların fiyakasını da mutlaka bozmuştur.
Bu şiir üzerine söylenecek çok söz olduğunu, deyişlerin türküleştirilirken bazı sözlerinin değiştiğini elbette biliyorum; halkiyatçılar okuryazar âdemlerdir, içlerinden bir uğraşan çıkar elbette. Kaynak kişi olarak Yavuz Top’un adının yazıldığı bir “Ervah-ı ezelde…” türküsü bu yönüyle dikkat çekicidir; türkünün nihayetinde pek de adet olmadığı bir tarzda fasih bir halk aşığına ait deyişin sadece iki dizesi okunmaktadır. “Yazanlar Leylayı Mecnun kitabın/Sümmaniyi derkenâre yazmışlar.” tasarrufu Sümmanî kayıtlarına uymaz. Kanaatim Yavuz Top’un kendi reyiyle hareket ettiği yönünde değildir; bir yerlerde bu deyişin böyle söylendiğini zannediyorum. Lakin bu son iki mısra dörtlüğün kafiye düzenine uymamaktadır. “Yazanlar Leylayı Mecnun kitabın/Sümmanîyi derkenâre yazmışlar.” tapşırması derhâl Fuzûlî’yi çağrıştırır; ezberim kıttır amma hazretin sesi iliklerime işlemiştir. Açtım divanı buldum yerini:

Ezel katipleri uşşâk bahtın kare yazmışlar
Bu mazmûn ile hat ol safha-i ruhsâre yazmışlar

Muharrirler yazanda her kime âlemde bir rûzî
Bana her gün dil-i sad pârenden bir pâre yazmışlar

Yazanda Vâmık u Ferhâd ü Mecnun vasfın ehl-i derd
Fuzûlî adın gördüm ser-i tûmâre yazmışlar

Sümmanî’nin şiirinin sesiyle, rengiyle, ahengiyle Fuzuli’nin aynı redifli gazeline nazire olduğu zahirdir. Bazen nazire, aslından daha meşhur olabilmektedir. Âleme aşikârdır Fuzûlî; muhteşem mesnevisiyle tekmil “Havva ve Âdem”lerin derdini Leyla-Mecnun mazmununda cemetmiştir; âşıkların isminin sıralandığı tomarın başına yazılmak da onun hakkıdır. Sümmanî de kendi halince “Hak” diyen bir âşıktır; “Aşk kaydına geçti bunca âşıklar/Sümmani’yi derkenâre yazmışlar!” derken, aslında tevazu içinde “Ser-i tûmâre yazılmam gerekmez miydi?” gibisinden hafif yollu hayıflanmaktadır; ama gerçekte mevkiinin tomarın başı olduğunu söylemektedir. Fuzulî ise devrinin anlı şanlı şairleri arasında azıcık ihmale uğramış, kenarda kalmıştır ve kendini ihmal edenlere şiir diliyle “Beni kenarda saysanız da ismim âşıkların kütüğünün başındadır!” demiştir. Devran üstadımızın “kendini bilen” bir şahsiyet olduğunu bizzat göstermiştir.
Kenarda kalan iki usta; ikisi de ne yazdığını ne söylediğini biliyor; kişinin kendi kıymetini bilmesi de irfandandır. Kıymetsizden sadır olan tevazu, kibirdir.

V. Dağ kenarı yol olur”Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden geçer!” mealinde bir atasözümüz var…
Dağ ve yol ilişkisini vurgulayan bu kargı gibi sözün söyleminde ilden ile fark olsa da, mana aynıdır, çok çağrışımlıdır ve derindir. “Bir dağ ne kadar ulu olsa, bir kenarı yol olur!” diye ünleyerek başlayan bir tatyan olduğu, Türkçe bilen herkesin malumudur. Bu mısranın Alvarlı Efe’nin olduğu da söylenir; hazretin divanında böyle bir mısra bulamadığımı itiraf ediyorum; ya bendeki nüshada yok, ya da gerçekten yok. Âşık Ömer’in de bu mealde bir dizesi olduğundan haberdarım; aradım ama yerini bulamadım. Sözü, kaynağına bakmadan aktarmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu, dijital dünyanın kolaylıklarını, kolayca iktibas edenlerin hatalarını gördükçe daha iyi anlıyorum. Kitaplığımın kifayetsiz kaldığı anlarda ise müthiş üzülüyorum. Kararım: İptida atasözü suretindeyken, çıngılanıp şiire sıçrayan bir incelik ile karşı karşıya olduğumuzdur. Atasözlerinin bazı bazı vezne dökülüp, nazımlar içinde salına salına gezdiğini çokça görmüşüzdür.
Dağ ne kadar yüce de olsa yol onun üstünden geçer. Çünkü “yol” asıldır ve hakikattir; yol sapmadan sapıtmadan dağın nasıl aşılacağının istikametini gösterir. Biz gidimliler yol ehliyizdir; ara yol da değil, “ortayol” ehliyizdir; sokaklarda, patikalarda taban eskitmeyiz; gezmişliğimiz, oynamışlığımız, kalem oynatmışlığımız var ise teferrüç maksadıyladır. Dağ mecazdır; her çeşit müşkülat, mânia ve muammaya temsil getirilir. Gerçekte dağın hakikati, Davud’un önünde anaokulu öğrencisi gibi diz çöküp ders alışında bellidir. Dağ dersini ezberlemiş, yol olmuştur, yol olmadan önce yolunu da bulmuştur, mağrur duruşu heybetinden değil, yol olmuşluğundan, yolunu bulmuşluğundandır. Dağ ile yol vahdet halindedir; bizimkisi diliyle dert açan zahir ehlinin biçare benzeştirmelerinden başka birşey değil! Emaneti kabul etseydi, dağın omuzları galiba çökerdi; bir rivayet Âdem’in boyu kırk metre imiş; ademzadenin iki metreliğine şimdilerde babayiğit diyorlar! Dağın nedense hep halimize bakıp vicdan azabı çektiğini düşünmüşümdür; o mektepli sabi kocaman yüreğiyle bakıp da halimize “Oh olsun!” diyecek değil ya!
Dağ gibi babayiğit de olsan, dağlarca kitabın da olsa, dağı yaran âşık da olsan; bir kenarın illâ ki yoldur! Böyle de bakılabilir mi, dağın bir kenarından geçen yola? Ben baktım, bakıldı. Ve bu dağ nasıl bir şey ve bu söz nasıl bir menfez ise ışığın vurumuna, gölgenin durumuna göre; elhak ki, gönlünüze göre yol açıyor. Cümle nefis sahibinin kayıtsız şartsız gireceği mecburi ve tek istikametli bir yol mutlaka var; bir kenarımızdan yol geçtiğini unutmak gaflet, ama arasıra gafletimiz de olmasa bu dünya çekilmez be birader! Sahip olduğunun çokluğuna, büyüklüğüne gururlanıp, “Alçak dağların kreatörü(!)” sadedinde kostaklan bir “mega-fısfıs”a hitaben “Dağ kenarı yol olur!” derseniz, ölümü ihtar etmiş olursunuz. Söz söyleyene göre de libaslanır, muhatabına göre de... Kum tepelerini kirpiklerinin önüne sıradağ gibi dizerek, “Olmayacak! Ben maksuduma erişemeyeceğim!” deyip boyun büken bir acemi talibe, “Bir dağ ne kadar ulu olsa bir kenarı yol olur!” derseniz, hayatı ihtar etmiş olursunuz. Hayat bu, Londra Asfaltı değil! Erişemeyene değil, yolda olmayana üzülmeli... Yolcunun gözü aralı da gitse; yolda olduğu için hakikat ile yakasız gömlek ve beden, beden ve can gibi içli dışlıdır.
Bir de şöyle baksak mı?
Maruzatın var... Bir ulu kişiye varmış, heybene de alıç koymuşsun...
Alıç da meyvedir hani, ağacı da ağaçtır... Huda’dan gayriye mihneti olmayan, taşın çakılın arasından emsalsiz bir kanaatkârlıkla su emerek, dünyanın en leziz meyvesini ufacık kuşlara sonra insanlara, içini oyan kurtlara cömertçe dağıtan böyle bir keremli ağaca selam vermeden yaklaşmak bile kavlimce tahrimen mekruhtur. Alıç ağacına büyük kuşlar tünemez, yuva yapmaz; gülgiller aşiretindendir, irikıyım değildir, eciş bücüş dalları, sivri olmasa da dikenleri vardır. Meyvesever bir mecliste portakalla muzu, muzla kiviyi, kiviyle ananası yarıştırıyorlardı. Bu garip münazaraya iştirak etmedim; portakal neyse ne, kütür kütür Amasya Misketi’ni de yumuşak yutumlu muza tercih ederim. Meyve dediğin; çift avurdu doldurmalı, şikeli de olsa dişle güreşmeli ve suyunu usul usul salmalı… O zamanlar kivi ve ananasın merak edip tadına bile bakmamıştım; baktım, damağımı sarmadı... Rahatsız edici bir adamım, her olur olmaz mevzuya kafa atmam; lakaytlığımdan rahatsız oldular ve hangi meyveyi daha çok sevdiğimi sordular. Ben de tadını çıkara çıkara, hançeremde derin bir sır saklıyormuş gibi, dudaklarım arasından geniş hacimli bir “A” çıkarırken bakışları görmeliydiniz…
— Alıııç!
Dedim. Şok… Meyveseverler fırkası alay ettiğimi zannettiler, matruş yüzleri kasıldı ama vallahi samimiydim; samimiyim alıç bir numara, Amasya Misketi iki... Üüüç diyorsanız Halilağa eriği; nerden bileceksiniz? Ben de o eriği mevsiminde arasam da bulamıyorum; soyu tükenenlerden galiba... Halilağa eriği, dağ eriğinden azıcık iri; ne buran, ne buruşturan bir lezzet, kıtlıyorsun ve eti çekirdeğinden tamamen sıyrılıyor…
Maruzatın var... Bir ulu kişiye varmışsın, heybene de alıç koymuşsun! İhlâsına, heybeye doldurduğun gülgillerin alıç delildir. Diyelim ki, ulu kişi, bir ulu dağdır, aşmayı isteyene bir kenarından yol verir. Yaşda, yolda yahut makamda büyüklere varırken de nezaket ve samimiyet ile varırsan bir kenarından sana da yol verir. Ulu, ulu ise tekmil yoldur zaten. Bozkırın garibanı bir alıç bile bir dağdan yol açar mı? Açar. Dağı aşırır mı? Aşırır.
Taş ustası elinde külünk, ocaktan taş söküyormuş; işi ağır. Yoluna inat damarlı bir kaya çıkmış, o esnada güneş de diklemesine vuruyormuş. Gözlerini kısmış, elinin tersiyle terini silerken, bir yandan da külünk sallıyormuş. Haline hayıflanmış ve “Âlemde güneş olmak varmış!” demiş. Der demez dileği kabul edilip, güneşe dönüşmüş. Dünyaya yukarıdan bakıyor, ışıklarını cömertçe saçıyormuş; müthiş keyiflenmiş. Ansızın dünyayla arasına bir karabulut girmiş, gözüne perde inmiş, hiçbir şeyi seçemez olmuş. “Demek ki, bulut olmak lazım!” demiş ve buluta dönüşmüş; hafiflemiş, üstünde güneş altında yeryüzü; bir o yana bir bu yana uçuşurken bir deli rüzgâr çıkmış ve şiddetle savrulmaya başlamış. “Bulut olmak da birşey değil, rüzgâr olmalı!” demiş, adamcağız bu sefer. Rüzgâra dönüşmüş; ıslık çalarak deli deli esmeye başlamış. Bir ulu dağa toslamış, ıslığı durmuş, soluğu kesilmiş ve dağ olmaya heves sarmış. Masal deyin, mesel deyin; taşçı ustası heybetli bir dağa dönüşmüş. Dağ olunca bir sükûnet hali gelmiş kalbine, yakasını döşünü açıvermiş rüzgâra; bağdaş kurup eteklerindeki ovaları seyre dalmış. Ne bilsin ki, âlem inkılâp üstünedir... Adamcağız tam dağ olmakta karar kılmışken, böğründe bir karıncalanma hissetmiş, gümbür gümbür sesler gelmekteymiş; eğilip bakmış ki, bir taş ustası elinde külünk, taş sökmededir.
Bu da bir Çin efsanesi…
Söz yolunun yorgunuyum, yoruldum; isteyen bir söze bakar, döner sonra bir dağa; kimbilir neler vardır bu kıssadan, bu nakisadan…

VI. Ateş kenarı kış gününün lâlezârıdırDenizlerin, derelerin kenarı yazın pek güzeldir, güzün çekilir, kışın tehlike yazar; uzun boylu eğleşmeye gelmez. Denizin “sazak”ı bozkırın karayağız poyrazına benzemez; adamı çaktırmadan çarpar. Başıma geldi; güz sonu Sarayönü’nde mintanı üç düğme çözüp “Es yiğidin bağrına es!” dedim, ertesi gün yataktan meydan dayağı yemiş gibi uyandım. Siz siz olun, “Ben ki, zemherilerde şu derenin buzunu kırıp çimmişim!” diyerek, denizden gelen soğuğa yiğidoluk etmeyin, çarpılırsınız. Yazın, kalmışsa üstü hasır tenteli tenha bir köşe, deniz kenarı saltanattır, bir alay ahbap ile tabii… Irmak kenarının lezzetini ise hiçbir şeye değişmem, yanına söğüt, su şırıltısı ve kuş sesi koyun… Evet, yabanlaştık tabiata karşı; rahatlık ve sükunet batar… Çok geçmeden mazot, parfüm kokusu, kebap kokusundan mürekkep kent burnumuzda tüter; ırmak sefasından kısa bir zamanda vazgeçeriz. Bari arkada çöp bırakmasak…
Denizin, ırmağın ortasında bila-vasıta durabilirsiniz, en fazla ıslanırsınız ama ateş başka… Ateş yakar, yanarsınız; kenarında durmaya mecbursunuz. Şair, “Su insanı boğar ateş yakarmış!” derken, sudan ve ateşten kenar gezmek gerektiği yaşa erdiğini ifade etmiş… O kadar değil elbet, gönlümüzü özellikle “ateş” kelimesinin tüm mecaz ve çağrışımlarına daldırırsak, mısranın olağandan hareketle olağanüstünü ifade kudretine sahip olduğu kanaatine varabiliriz; bence öyle ama şairin niyetini asla bilemem… Ol görüp otuz üçünden gün almaya niyetli değilsem de bu yaşta bile ırmağın akımına ters yüzmeyi eskisi gibi göze alamıyorum, bir zamanlar yandığım “ateşler” canımı hala yakmaya yetiyor, sırtımda ne kadar odun taşıdığımın hesabını bilsem belki kurtulurum gafletten.
Yakmak ve yanmak fiillerinin ateşle olan bağlantısı her dilde mutlaka vardır ama Türkçede de olduğu gibi bu iki fiilin “canım yandı” yahut “canımı yaktı” biçiminde tasarrufu doğulu birşeydir; tahkikimce batılıların ateşle can arasında böyle bağlar kurmamış olmaları bana köklü bir idrak farkı gibi gözükmededir. En emperyal dil İngilizlerindir ve şehvet ile ateş arasında bağ kurmanın ötesine geçememişlerdir. “Ateşe dair güft ü gû” değil niyetim, ateş konuşuğunun içine dalıp çıkana da “Helal olsun!” derim. Edebiyatımızın altından, üstünden en ateşleyici mazmunu ateş… Uzun soluklu yazılar yazmaya takati yetmeyen bana ateşin kenarından bahsetmek bile ağır iş gibi geliyor; içime, içinde ateş geçen ne kadar şiir, şarkı, türkü doluştuğuna kendim dahi şaşırmış durumdayım… “Âteş-i suzân-ı firkât yaktı cism ü cânımı…” misali, ateş bastı her yanımı. Neler çekiyordur divan edebiyatının deryadil uzmanları, böyle ağır mazmunlar, ıstılahlar elinden! Ateş kenarı demiştik, dilimize sahip çıkamadık, meydan yerine yedi elif miktarı laf sıraladık.
Enderunlu Vasıf’ın haddesinden geçmiş “Âteş kenarı kış gününün lâlezârıdır!” mısraının endamı atasözünü andırır, atasözü olduğuna dair kanıt da, kayıt da mevcuttur; ama halk dilinden şiire sıçramıştır. “Mangal kenarı” da denilir ama ateş daha kapsayıcıdır, şapkalı a vezni de kurtarır… Ateş; sadece mangalı değil, kendi özünden başlayarak, demlik cızırtısına kadar uzanan sûz-i dil çağrışımlarıyla, cümle ısınma ve pişirme araçlarını hatırlatır. Mahallenin fırıncısının yazın ne çektiğini yakinen bildiğim için, geçenlerde fırının önünde başka kürekçi görünce sordum, acil işi çıkmış, yoksa “Fırının önü kışın iyi!” imiş. Tecrübem, tandır kenarının daha iyi olduğuna hükmetmededir. Ekmek pişirilince tandır öyle bir harlanır ki, üç gün üç gece harareti düşmez. Ekmek gününün ertesinden başlayarak, tandırın etrafına ayakları içeri salarak halkalanıp; ortaya dizler üstüne bir tepsi, tepsinin içine de çerez (daha çok kavurga ve dut) yahut meyve koyarak muhabbet etmenin keyfini tadan bilir. Tandır çevresine hörelenip kahvaltı etmek dahi mümkündür, ayağı, dizi hiç ısınmayan ihtiyarlar için ulu nimettir. Mangal kenarından daha samimidir tandır kenarı; laleye müteşabih kor meşeler gözümüzü kandırmaz ama olsun, kıvrım kıvrım çay buharı gibi yumuşaktır ve muhabbetlidir tandır kenarı.
“Ocakbaşı” aslında mangaldan kıdemlidir. Ocakbaşı dediğin, ocağın önüdür. Soba devrimi öncesinde odalarda süslüsüne bugün şömine denilen kara ocaklar vardı; bazıları hâlâ eski evlerde hayatını dolap yahut vitrine tebdil olunarak hayatını sürdürmektedir. Ocağın önünde toplanılır; alevler can verip, meşeler kor haline dönünce mangallara alınır; o an ocak cazibe merkezi olmaktan çıkıp, yerini kendinden beslenen mangala bırakır; ocak dile gelip “Besle mangalı oysun közünü!” dese sezadır. Soba Anadolu’ya Urus elinden gelmiştir; bir köye sobayı ilk getirenin moskofa esir düşen bir gazi olduğunu biliyorum. Adamcağız hürriyetine kavuşunca erinmemiş sırtına bir soba vurup köyüne kadar getirmiş. Canlı şahitleriyle konuşmuştum, odanın ortasında gürül gürül yanan bu kıyamet alameti, hayret ve hayranlıkla karşılanmış. Trakya havalisi ve Ege kıyılarının sobaları Avrupalıdır, levantenlerin bu işte derin rolleri olduğuna eminim. Sacdan soba imalatı çok gecikmemiş, kısa zamanda Anadolu Kaplanları soba devrimini gerçekleştirip, envai tür yerli soba üretimini gerçekleştirmişlerdir. Soba giderek azalmasına rağmen, varlığını hala sürdürmektedir.
Soba da hane halkını cem eden âteşîn bir alettir; aş pişirmek, su ısıtmak, kuzineyse fırınına börek sürmek, patates közlemek, ekmek tazelemek mümkündür. Ağır ağır piştiği için sobanın üstünde pişen yemek daha lezzetli olur, çayına emsal bulunmaz. Sobaya canı çekenin kaynar kaynar içtiği tarçınla zenginleştirilmiş ıhlamur oturtmuşsanız; hanenin her köşesini türüm türüm dolanır saadet... Saadet; sade giyinir, saf kokar, içten gülümserdi; bir zamanlar ne de kolaydı. Kuzine soba teknolojinin; beşeri ilişkileri de ısıtan, demlendiren son terbiyeli örneklerindendir; şeceresi de bellidir ocaktan, tandırdan, mangaldan, fırından derin izler taşımaktadır.
Ve derken: Kalorifer…
Terakkiye sınır çizmek ne haddimize, neylerseniz eyleyin!
Ateş
Ocak
Tandır
Fırın
Mangal
Soba
Kalorifer.
Kaloriferin yanına birkaç saksı koyun da üşümesin; o kadar.
Biliyorum teknoloji müritleri fena halde kızacaklar ama o kadar.

VII. Kenarın dilberi nâzenîn olmazmışDilber kelimesinin kenar ile böylesi bir tasarrufu zaten niyeti âleme faş ediyor, “gönül çelen” demektir ya… Dilber kelimesi köklü ve esaslı bir kelimedir; bütün güzellikler ve güzeller için kullanıldığı vakidir. Bendeniz çok güzel bir kumaş için bile dilber denildiğini duymuşumdur; dilber, âşığın ahına göre görecelenir. “Kenar” bu söyleyiş içinde ve bu vurgu ile “taşra”dan ayrı bir mahal… Taşra İstanbul dışındaki her yer; “kenar” ise duruma ve konuma göre şehir merkezine uzak semtler anlamına da gelmektedir… Öyle olur ki Suriçi’nden gayrisi kenar sayılır; merkezde ise birbiriyle al gülüm ver gülüm oynaşan âleme yabancılaşmış bir avuç şekerli bâdem (Beyaz Türk de denilebilir) kalır; onlar da cebren ve hile ile Suriçi’nin mümessili olarak kendilerini konuşlandırmışlardır.
Kenarın dilberini, Nâbî’nin ustaca işleyip meşhur bir deyim haline getirdiği malum; deyimin zemini şimdilerde pek kaygandır; kimisi sözü göbeğinden kaşımakta, kimisi mabadından anlamaktadır. “Bilen hâk-i Sitanbuldur rüsûm-i şîve vü nâzı/Kenârun dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz.” beytini, Nâbî’nin İstanbul sevgisi ve Halep’te geçirdiği uzun senelerde çektiği İstanbul hasretine hamletmeliyiz diye düşünürüm; hazret belki de divanında İstanbul’u en çok anan şairimizdir. Kurum sözlüğünün “kenarın dilberi”ne verdiği mânâ ise sözlüklere şenlik: Kibarlığa özenen, görgüsü az kadın. Nâbî böyle bir şey söylememiş, çünkü en azından insaf edip kenarın dilberlerinin nâzik olâbîleceğini kabul ediyor ama nâzenîn olamazlarmış; olmasınlar. Nâzenînlik malumunuz, talim ile olur; mankenlik ve zarafet kursu mezunu öyle “bî-perva” nâzenîn vardır ki, beyzadeleri eteğinin fırfırında pervane kılar. Bunların bazıları günümüzde pek derin “toplumsal felsefe” dahi türetmektedir; hatta kâğıttan kalelerin kartondan mütefekkirlerine bile ilham vermektedirler.
Günümüzde “kenarın dilberi” deyiminin kapsam ve kullanım alanı, İstanbul’un ortayerinin dilberlerinin cilveli ve oynak oluşlarını tasvir için değildir, kurumun kestirip attığı gibi hele hiç değildir. Kenarın dilberi deyimi artık sahada tamamen ideolojik bir mahiyette gezinmektedir. Ayağı göçürülen deyim; kendilerini merkez sayan tescilli modernistlerin, bizim mahallenin nazik hanımlarına taarruz ifadesi haline gelmiştir. Yeşilçam ariftir, işbu hale tercüman olmuştur. Mesela: Kenarda kalmış bir güzel, talihin cilvesiyle bir beyzade ile evlenince; evin faşistesinin hasetliği ve fesatlığı sınır tanımaz hale gelir. Bin bir desiseyle kenarın dilberini(!), yani ak pak gelinlerini ilaç ile bayıltıp, koynuna beyaz çikolata suratlı bir zibidiyi sokup resmini çekerler; kızcağız sırtındaki esbaplarıyla kapı dışarı edilir, geride ise körpe bir çocuk kalır ve yıllarca “Annen öldü yavrum, meleklere karıştı!” diye avutulur. Esasoğlan olacak beyzade, karısının suçsuz olduğunu, zibidinin ölmeden önce yaptığı itiraftan anlar ama onca sene kaybolup girmiştir. Vesaire, vesaire, vesaire; Yeşilçam kolay hülasa edilmez; bu üç vesaire de Yeşilçam ustalarının şerefinedir. Bir günahı yok aslında ama kokoş karıyı oynayan aktris o filmlerin kapalı gişe oynadığı o günlerde ve o dakika seyircinin eline geçse tekmil ahlak zabıtası ellerinden alamaz. Bu duygu halinin sosyal zeminini anlamak, Türkiye’yi anlamak için elzemdir; “Asrîler Cemiyeti”nin dikkatine sunulur.
Her nâzenîn nâzik olur mu? Anlamak çok zor; çünkü nezâket talim ile değil, terbiye iledir. Özünde varsa istidadı ve nezâketli bir aile içinde yerişmiş ise erkek ya da kadın galip zanna göre nâzik olur. Nezâket derunî bir şey, göstergesi ise zahirî davranıştır, bu yüzden de kim nâzik, kim değil tamı tamına ölçecek mihenk yoktur. Nâzenînlik serapa görünümle alakalıdır ve her nâzenîn de nezâket cevherine sahip değildir. Nâbî’ye cevap olsun yahut benim olmayan bir nefsin müdafaası niyetiyle ve kendini merkez sayanlara husumetle söylemiyorum ama öyle her nâzenînden de nâzik olmaz! “Kenarın dilberi” deyiminin günümüzde ideolojik bir kapsam alanına sahip olduğunu söylemiş idim. Buyrun seyredelim: Merkeze konuşlandırılan müzmin muhalefet partimizin hem de profesör (sıradan bir vaka) sözcüsü, merkez medya olarak anılan namlı bir gazetenin imam hatip mezunu ve mağduru yazarını hemencecik “kenarın dilberi” diye tezyif etmiştir. Böylesi güncel havadis ile pek işim olmaz, sadece güncel olmayan bir nefrete şahadet eden bir oluş bildirdiği için zikre değer gördüm. Kendileri merkezin dilberi ve nâzenîn oluyorlar ve olanca nâzenînlikleriyle nezâketsizliğin âlâsını sergiliyorlar. “Her nâzenînden nâzik olâbîlemez ey şair/Amma nâzik edâdan âlâ nazenîn olâbîlir.” desek mesela, hususen bugünler için daha doğru sayılabilir; işte size yukarıdaki örnek, hem de en güncelinden. Profesörlük de talim iledir.
“Medenileşmenin gönül çelen güzeli” anlamına gelen “Nâzenîn-i dil-rübâ-yi temeddün” terkibi aslında bu bâbın özetidir; taze kavrum Türk Kahvesi kıvamında bir terkip… Dilruba, dilbere anlam olarak yakındır; şimdilerde perçem zülüf takımını, erkekler karşısında çift santrafor oynatmak donanımına malik latifelere, latife sadedinde söylenebilir; bendeniz söyleyemem tabii… Nazenînlik temeddün iledir; her temeddünde tegallüb vardır; her mütegallibede de incelik ve kibarlık sevdası mutlaka vardır. Mütegallibenin ince zevklerine bırakın merkezin kıyıya vurmuş dilberlerini, kendi evindeki yüzde yüzlük nâzenîn bile kifayet etmez. İbn-i Haldun’un en hakikatli tespitidir; dileyenler, zamânenin iktisadî ahlâkına fasih bir eleştiri olarak da okuyabilir: Temeddün neticesinde artı ürün, sıcak para endamında şehrin merkezinde cem olur; süs püs, güzellik suretinde ve bazen sapık hazlar uğruna çatır çatır ezilir; ahiri ise şehrin insanı için izmihlâldir.
İkmale kalmadan, mankenlik ve zarafet mektebinden pekiyi dereceyle mezun olmak da yetmeyebilir; dudak, yanak, diş, kaş, göz gibi nazenin olmak için elverişli bir alt yapı lazımdır. Orada da kozmetik ve estetik cerrahi sektör ve endüstrisi imdada yetişir; hem ne yetişir, komple imâlat dahi mümkündür. İstisnasız her uzuv gerdirilir, söndürülür, çektirilir, şişirtilir; temeddün kelimesi yetmez bugünün GDO’ya benzeyen medeniyetine… İşbu nâzenîn-i temeddün uğruna şiir yazılır, şarkı türkü koşulur ama sevmeye de pek gelmez bilesiniz; entarisi kırışır, saçı buruşur, allığı akar, simi çıkar, kaşı oynar, kirpiği düşer ve en netice âşığa da usanç gelir. Aile saadetinin bekâsı için kalender-meşrep olmakta faide mülahaza edilir.
Kenarın dilberleri(!) ve kartal kanatlı delikanlıları için de belki bir hisse çıkar bu kıssadan. Boşuna nefsimize, kalemimize eza etmiş olmayalım!

Kifayetsiz bir arzuhalciyim; çünkü kelimeler sınırsız.
Esbabını kurcalamadan yazıyorum, sonra yine yazıyorum, sonra yine… Okuyucusu az bir yazarım, biliyorum; ama bu bir dolmuş dolusu okuyucunun muhabbetine mazhar olmak kâfidir. Sermayem bu kadar; gülabdan ebadında bir testiyim; onun da tamamı gülyağıyla dolu olsa ne olur; miktarımca içimdekini sızdırıyorum.
Sonra testiyi doldurmak da hayli zaman alıyor. Öyle velut bir yazar da değilim, malumunuz; kendi efkârıyla okur, yazarım… Biraz dedikodu yapayım kendi kendimle diye oturdum, daldan dala kondum; sayın ki, kenarsüsü yaptım boyamın kudretince. Bari bu seferlik, noksan kalan yerleri görmeyin, konmadığım dalları işaret etmeyin. Türkçe bir ulu ağaç; ne dalı tükenir, ne budağı…

14 Eylül 2011 Çarşamba

Makine Cücükleri

Tanesi demir iki buçuk liraya fennî imalat ürünü "makine cücüğü" satın almaya başladığımız günler o kadar eski sayılmaz. Bu memlekette köklü değişimlerin yaşandığı televizyon sonrası dönemle beraber makine cücüğü de kendine ayrılan bir vitrinde müşteri bek¬lemeye başlar. Bahçesinde ya da balkonunda tavuk yetiştirmeye he¬veslenenler, ellerine birer mukavva kutu alarak kaç adet istiyorsa doldurur; garipçiklerin çoğu da eve götürülüşlerini müteakiben öl¬meye başlardı. Bu minik yaratıklar ne kadar sevimli olsalar da hakiki tavuğun rehberliğinde hayata başlayamadıkları için tehlikelere karşı pek mukavemetsizdiler; yeri soğuk olur ölür, cereyanda kalır ölür, yediği yem dokunur ölür; on alırsanız ikisi ferikliğe ancak adım atardı.
Gurk tavuğun canından can katarak, binbir meşakkatle peydahladığı cücüklerle fennî cücükler arasındaki esaslı fark; köyle¬rimizde bu iki tavuk neslinin yan yana gelmesiyle belirginleşir.

A.
Daha yumurtadan çıkar çıkmaz bir ananın peşine takılarak, hayatı çöplükte talim yoluyla öğrenen yerli cücükler gerçekten şans¬lıdır. Ana gakladı mı bilirler ki didilecek bir nesne var, minicik adım¬larıyla seğirterek derhâl anaç tavuğun işaretlediği yere gagalarıyla saldırır ve hızlı davranan nevaleyi götürür. Hava soğuk oldu mu sayı¬ları kaç olursa olsun analarının kanatları altında sığınacak bir yer mutlaka bulurlar, daha afacanları telekler arasından kafayı çıkarta¬rak çevreyi dikizlemeyi ihmal etmez.
Anaç tavukta, yavrular yetişkin hâle gelip de hayata atılma¬dan önce, ağır bir mesuliyet duygusu vardır; iyiniyetle yaklaşıp, yavruları sevmeye kalksanız bile saldırır, cürmüne bakmadan tepe¬nize tepenize sıçrayarak sizi uzaklaştırmak için elinden geleni yapar. Yavrular terbiye edilmiş bulgurla beslenirken, ana onlara kol kanat gerer, başka tavukları, bedavacı serçeleri kovar; olur da bir alıcı kuş tepelerinde gitgide daralan daireler çizerek alçalmaya başlarsa; kanat¬larını en külhanî pozuyla iki yana kaldırarak gardını alır, soprano na¬ralarla bütün köyü ayağa kaldırır. Cücükler de vaziyetin vahametini sezip, analarının arkasına saklanarak can pazarından salimen çık¬manın telaşına düşerler. Bütün bunlar, yeni tavuk nesli için tecrübî bir anlam taşısa gerek; zira, yaşamanın akaidini öğrenmekle kalma¬yıp, annelik makamına terfi ettiklerinde harfiyen yavrularına naklet¬mektedirler.

a.
Her yeniliği kabul etmeye aşırı hevesli köylülerimiz, makine cücüklerini alıp köye götürdüklerinde başlarına geleceği tahmin edemezler. Yumurta verimini artırmak ve kısa yoldan çok sayıda ta¬vuk sahibi olabilmek için bu yeni icat cazip görülmüştür. Bir tavuğun epeyce bir süre yumurtlama işini bırakıp yavrularıyla uğraşmaları verimi düşürmektedir. Bu yüzden, gurk olma alametleri görülmeye başlayan tavukları bu işten vazgeçirmek için suya basarlar, bu ilginç metot işe yarar, tavukların analık arzuları soğur, yumurtadan kesil¬mezler. Bu, bir anlamda insanlar üstünde denenmemiş ama oldukça eski bir doğum kontrol yöntemidir.
Gel gör ki, kuluçka cücükleri sürekli bakım istemektedirler, hususi bir adam onları korumakla görevlendirilse büyük bir iş gücü kaybı olacaktır. Bu sefer, Makine cücüklerini evlatlık olarak bir anaç tavuğa yamamaya çalışırlar; ne mümkün... Anaç tavuk, kendi sıcak¬lığından iz taşımayan bu öksüzleri kabul etmeyip horlar. Biçareler, bu merhametsiz tavra bir anlam veremeseler de cücükken gözleri korkar ve hayat mücadelesini seme seme dolaşarak sürdürmek zo¬runda kalırlar. Bazı uyanık köylüler Makine cücüklerini, tabiatı icabı sürüye katılan evlatlıkların cinsine pek aldırış etmeyen hindilerin ar¬kasına katarlar; lakin yavrucaklar bu kez de sürüye intibak edemez¬ler. Hindinin arkasından gitmeyi zaman zaman unutarak haramî kedilere, kargalara yem olurlar.
Makine mamulü ile hakikîler arasında bir önemli fark da yetişkin hâle geldikten sonra ortaya çıkar. Makineden doğma tavuk¬ların genetik şifrelerinde bir nakısa zuhur etmiştir sanki; nesli sür¬dürme faaliyeti angarya geliyormuşçasına anne olmak sevk-i tabiisine pek uymak istemezler; gurk olma temayülü belirten makine tavuğu nadirattandır.

b.
Köylüler yavaş yavaş vaziyeti kavrarlar; makineden türeme bu nazlı hayvan ufakları diğerleri gibi "pinlik"ten dışarı seyip bırakıl¬mayıp, kendilerini kurtarana kadar tel örgüler ardında muhafazaya alınırlar. Böylece, köylülerimiz pazar için niyet etseler de küçük çaplı eviçi ihtiyacı karşılamaya yönelik tavuk üreticiliğinde karar kılarlar. Vakıa, o ilk heves geçmiş, Makine cücüğüne gösterilen ilgi azalmıştır. bir müddet sonra da en fazla on beş-yirmi tavukla karşılanan ev ihti¬yacı için de kadim zamanlardan beri bilinen usule rücu edilir.
Makine cücükleri gerçek makamlarını modern tavuk çiftlik¬lerinde bulur: birer tavuk sığacak genişlikteki kafeslerde gramajı teknik usullerle hesaplanmış özel yemlerle beslenirler; kesimlik hâle gelene kadar yumurtalarından istifade edilir ve çoğu daha yaşını ik¬mal etmeden, süslü ambalaj ve markalarla beyaz et ihtiyacını karşı¬lamak üzere sofralara nakledilirler. Zavallıcıklar; hemcinsleri olan tabii tavuklar gibi sere serpe gezemeden, fışkılığı bir kez olsun dide¬meden; dahası, hiçbir zaman anaç tavuk olup cücük yetiştirmek ya da haremi farklı ırklardan dilberlerle dolu bir beyzade keyfiyle çöplü¬ğünde efelene efelene gezemeden, yıllarca vakte şahadet etmek guru¬runu taşıyamadan kendilerini elektrikli kesim aletinin önünde bulur¬lar. Hoş, kendi hâllerine de bırakılsalar sıhhatli ve uzun bir ömür sürdürecekleri yoktur; çabuk ete gelsinler gayretiyle öyle tuhaf mad¬delerle besiye çekilmişlerdir ki, kesimlik hâle geldiklerinde karaciğer¬leri çoktan çürüğe çıkmıştır.

c.
Makine cücükleri ya sarı renklidirler ya beyaz. Başka renk¬lerine fazla rastlanılmamaktadır. Yumurtaların sadece iki ırktan seçi¬lerek konulduğundandır desek, yine de arada bir soyaçekim gereği bazılarının en azından ton farkıyla da olsa farklılık göstermesi iktiza eder diye düşünüyorum. İşin bizim bilmediğimiz teknik bir tarafı olabilir; bildiğim, bütün makine cücüklerinin birbirlerine benzer davranışlar gösterdiğidir. Kuluçka Makinesine giren yumurta¬lardan yedi göbek evvelinden sürüp gelebilen, cedlerine münhasır özellikler kökten kazınmış gibidir.
Normal yollarla dünyamızı ziynetlendirmiş tavuk yavruları rengârenktirler: kimi siyah, kimi beyaz, kimi alaca, kimi bıldırcın çili, kimi kahverengi, kimi kırmızıya meyyal... Davranışları da renkleri gibi çeşit çeşittir: kimi tez canlı, kimi atak, kimi nazlı, kimi dalgın, kimi yırtıcı... Bu çokrenklilik; sipariş üzerine yaşanmayan, makineden döl kapmayan bir hayatın süreğinden başka birşey değildir.

B.
Kuluçka cücüklerinin tabii çevrede yaşayabilme imtihanın¬dan sınıfta kaldığı günlerde; Anadolu'dan göç ederek büyük şehirlere yerleşen birinci kuşak, yanlarına cicili bicili evlatlarını da katarak, sılay-ı rahim maksadıyla doğdukları köyü ziyarete gelirler. Baba ocağı tütmez olmuşsa bile, amca dayı gibi yakın akrabaların candan ilgisiyle izzetlenirler. Anne ve baba, bir yığın hatırayla dolu köylerinin dağını, tepesini, çayını, çeperini gezmeye başlarlar; cana can katılmış; beniz¬lerine kan, dizlerine fer gelmiştir. Ne var ki, çocuk işin tadını kaçır¬maktadır: leblebi yer dişi kırılır, damdan düşer başı yarılır; akranla¬rına uyarak derede çimince yaz günü zatülcenp geçirir, güneşte kalır çarpılır; merkebin kuyruğunu çeker çifte yer, kendini sevmek isteyen ihtiyarın sakalını yolar; saklambaç oynarken ısırgan otlarının arasına siner, kolu budu dağlanır...
Artık işin çekilir tarafı kalmamıştır; ev sahiplerinin bütün ih¬timamına rağmen başı beladan kurtulamayan yavrucağın bir ardni¬yeti de yoktur amma; ne havasına uyabilmektedir köyün, ne suyuna, ne huyuna. Bir müddet daha köyde kalmayı arzu etmelerine rağmen, anne baba mecburi dönüş hazırlığına başlar. Sülalenin ihtiyarları da bir daha görür müyüz, göremez miyiz düşüncesiyle kalmalarını iste¬mektedirler; ne var ki çocuktan herkes yaka silker hâle gelmiştir, bir de başına bir iş gelmesinden korkulmaktadır; sükûtu yeğlerler. Yalnız, içlerinden en umur görmüşü sitem makamında:
- Yeğenim, çocuk değil bu sizin oğlan, Makine cücüğü; nasıl yetiştirdiniz bu veledi. Demekten kendini alamaz.
Mislini nice gördüğümüz bu arifane teşbih, aynı zamanda bir sosyal durum tespitidir. Bozkırda yadırganan Makine cücüğü mi¬sali çocukların, kentlerimizde artık yadırganmaması, oraların daha erkence Makineden çıkan insanlarla dolmuş olmasındandır herhâlde. Zamanın bizim bulunduğumuz noktasından bakıldığında kuluçka makinesinden çıkan insan türünün ülke, din, ideoloji, köy, kent farkı dinlemeden seri bir şekilde çoğaldığı daha açık görülmektedir. İnsanları tornasına alarak ciyak ciyak biçim veren bu global makine ne menem bir icat ise, her türlü farklılığa karşı tahammülsüzdür.
Köy, şehir, sokak, mahalle, komşuluk gibi insan ilişkilerini tanzim eden müesseseler üstü hüviyete sahip medeniyet uzuvlarına kıran girmiştir, sanki; hepsi birbiriyle peşpeşe ya da aynı zamanda boyun düşürmüştür. Tek umut ve çıkış kapısı gibi görülen okulla¬rımız; "maruf"u toprağın ve insanın damarına zerkedebilecek bir ma¬arif kapısı olmak şöyle kalsın, mekanik bir terbiye anlayışının tatbi¬kat sahası gibi düzenlenerek, şizofrenik bir kaç neslin yetişmesinde üstün bir rol oynamıştır. Karşımızda, freni tutmaz hale düşmüş, em¬niyetsiz bir toplum vardır; önden gideni kapar, arkada kalanı teper.

a.
İtirazınız vardır bilirim. Benim kızım yenilikçi, çağdaş, özgür bir gençtir demektesiniz. Saydıklarınız, bir sosyal şahsiyet olan insa¬nın, başkaları ile olan ilişkilerini tasvir eden kavramlar değil; zaman¬dan, tarihten, kültürden, beşerî hayattan tecrit edilmiş bir varlığın etiketleridir. Bu varlık, rüzgâr ne yana eserse perçemini o yana düşü¬recek; yenilik adına argoyu, çağdaşlık adına malı götürmeyi, özgür¬lük adına arsızlığı anlayabilecektir... Hatta bu ısmarlama özellikler; onun, kendini kaba hatlarla kütleleştirerek, hiçbir inceliğe geçit ver¬meyen biri hâline gelmesine; insan sıfatından, sadece ve sadece biyo¬lojik organizma olmaya doğru bir çevrim geçirmesine rıza göstermek¬tesiniz.
İtirazınız vardır bilirim. Benim oğlum dindar, muhafazakâr, millî değerlerine bağlı bir gençtir demektesiniz. Siz de dikkat ederse¬niz "kabala karpuz" pazarlar gibisiniz; bu sözler, görücü gidilen kızın ailesine "laf ola" cinsinden sıralanan ve oğlunuzun şahsiyetini ifade etmeyen lakırdılardır. Bunlar yerine; efendilik, dürüstlük, nezaket, te¬vazu gibi başkaları ile geliştirilen ilişkileri vurgulayan vasıflar sayıla¬bilmeliydi; üstelik yakın geçmişimizde bu vasıflar yerli halk içinde pek muteber idiler. Farkında olmadığımız ya da görmezlikten geldiğimiz büyük bir kaybı yaşıyoruz; "ilmihâl" ile günlük hayata si¬rayet eden bir din anlayışının, hayattan tehcir noktasını çoktan geçtik bile.
Birbirinin zıddı gibi görünen bu iki tip, kendi içlerinde sarı¬nın ve beyazın dışında renkleri havî değildir. Aynı makinenin torna¬sına sokulmakta beis görülmediği müddetçe sarı ve beyaz arasındaki mahiyet farkı giderek kaybolacaktır. "Ortayol" hiçbir zaman belirme¬yecektir; çünkü yollar pusludur.

b.
Global makinenin şirret bir deveranı var; mintanınızın ete¬ğini esirgerken, kolağzını kaptırıyorsunuz; çekmeye başlıyor sizi, di¬renmeseniz alıp götürecek; kendiniz kalmanızı sağlayan ne varsa tü¬leyecek, sonra bir işaret asılacak yakanızın bir tarafına. Dehşetli bir kâbus bu… Görünen o ki, çokseslilik parolası ile çıkılan yol üstünde, ne kadar ses sahibi varsa susturulacaktır.
Hâlden tedirgin olan bazı insancıklar; çağdaş topluluklara intisap yoluyla, bir "anaç"a sığınma ihtiyacını fiilleriyle izhar etmek¬tedirler. Anaç rolünü sergileyenler, kanatları altına almaya gördükle¬rini biraz kolundan, biraz kanadından kırparak "şimdi kuşa benze¬din" deyip ortalığa salmakta; kuşa benzeme istidadı göremediklerine ise "çürük elma" muamelesini reva görmektedirler. Tarz itibariyle, ev¬reni haddesinden geçirmenin hesaplarını yapan global makinenin küçük bir modeline benzeyen çağdaş toplulukların haşmetli ve hey¬betli reislerinden pekçoğunun içlerinin kofluğu, eteğinin gölgesine duldalanmak isteyen tıfılları nasıl sarsmaktadır kimbilir.

z.
Yabancı dille eğitim yapan mekteplerimizden birinde mü¬rebbiyelik yapan, bir matmazelin beyanıdır: "Burada aritmetiği kuv¬vetli tavuklar yetiştirmekteyiz". Tavuklar, kendilerine ayrılan daracık alanlarda, gramajı iyi ayarlanmış teknik bilgilerle donatılmakta ve folluğa iyi cins yumurta bırakır hâle gelmenin bedelini ödemektedir¬ler.
Belli bir zaman sonra sanırlar ki, dünyada bir tek tavuk ırkı yaşamakta, herkes gıdaklamakta ve yumurtlamaktadır; oysa, alıcı kuşlar, tilkiler, kurtlar da vardır gerçek hayatta. Ve, hiçbir zaman bu vahşilere karşı ne yapılacağına dair tecrübî bilgileri, onlara yaşayarak ve yaşatarak aktarmış bir anaçları olmamıştır.
Kuluçka Makinesi çok iyi korunmaktadır.
_______
LUGATÇE
Cücük: Civciv. Özelde tavuk, genelde her türlü kuş yavrusu.
Ferik: Henüz yumurtlamaya başlamamış genç tavuk.
Gurk: Kuluçkaya yatan tavuk.
Pinlik: Kümes.

10 Eylül 2011 Cumartesi

Mazmun ve Makas

I.
Daba daba duuuu kelâma da serbest pazar kuruldu;
kelimeler sıfır faiz dört mevsim indirimli...
Makas değiştirdi mazmun değil bu tiren;
tiren işte bildiğiniz –nasıl biliyorsak-
“Yolcular:” götürülüyorlar gittim diyorlar?

Çeliğin, naylonun, barbinin en son hali;
bikr-i malum oldu patroncuğum, çoktandır unutuldu.
“:Bu cesur çocuklar” yetimhaneden kaçarken
tutuldular zerdüştün cafcafına çufçufuna;
yazık oldu. Tirende geçti ortanca gençlikleri.

Basit adamım: Dışarda kar var,
Karla karışık ötüşen bir bülbül var.

II.
Makasçı liliputî, büyüyor çekince levyeyi;
-gölgelerin gücü adına-
çarpılmış ama ezberlemiş çarpmayı:
“Çağına tanık olmalı değil mi be yoldaşlar
günahları güncellemeli uygun keffâretlerle!”
Bir açık adresmiş oralarda hatırlanışım
durdurulamazmış diyorlar tiren bana neyse;
yolunuzda değilim yolum düşmez semtinize.

Gül sürmek dizelere en son iştir,
mazota, baruta, yılışık hûrralar üstüne;
bir telinden çünkü eski günler gibi tütmeli şiir.
Pusu kurmadan metruk kelimelerle
bilemez kimse kalem kimindir, çizen kimdir?

Basit adamım demiştim: Dallarımı kiraz basar,
ağaçta da mangal gibi yürek var…

III.
Düşen kaleler aşkına efeler hayda bre,
karalamış yedi artı dört mektepte şehremini;
üstümüz müheykel bir kent altımızsa tümsektir...
DeSeDe pek de cevval: Dilseverler Derneği,
yurdumun selamlıyorken bütün sayınlarını,
sahi ne diyecekti-k ki, gece bitti?

Patronu bilmiyoruz hiç birimiz kâtipler tanıdık
soran kalmadı artık lügatler neden liliput?
Bir kütükte varsa kaydınız işlem tamamdır;
muhafız-ı kâr olmuşuzdur üç kuruşluk dünyada.
Nerden bileyim Napolyon demiş mi dememiş mi?

Hayat basit bence: Severim güzelimi kendi halimce,
gördünüz mü hiç konuştuğumu başka aşklara göre?


Türk Edebiyatı Nisan 2011

8 Eylül 2011 Perşembe

Tahammül ve Hoşgörü




Türkiye’nin son on yılında kullanılan özürlü kavramlar içinde “Hoşgörü” kadar cılkı ve cıvığı yoktur. Gerçi cılk ile cıvık, bir iki yazarın kullanımına binaen eşanlamlı olarak kullanılıyorsa da yanlıştır. Kullanan yazarların elbette tercih hakkı vardır ve kullanabilir ama bu geneli bağlamaz; hele hele ciddi sözlüklere eşanlamlı gibi yerleştirilemez. Cılk, iptida yumurta için kullanılır. Kuluçkaya yatan tavuğun altına kazara konulan horozla teması olmamış kısır yumurtalardan civciv çıkmaz ve onlar cılka çıkar. “On yumurta koydum, beşi cılk çıktı!” biçiminde de tasarruf edilir. Çok sıcak bir yerde ise uzun zaman bekleyen yumurtanın başına da aynı şey gelir ama ona cılk denmez; kokmuş yahut çürük yumurta denir.
Çinliler kokmuş yumurta severlermiş. “Hoşgörülü olalım ne mahzuru var!” diyebilirsiniz; tabii uzak olması kaydıyla. Lakin bir Çinli yanınızda hususen kokutulmuş yumurta yiyorsa hoşgörülü olmanız yetmez, burnunuzun koku almayacak kadar “hoşduyu”lu olması gerekir. Çin mutfağı hakkında Mao’dan sonra hayli bilgi sahibi olduk; ne bulurlarsa yiyorlar; öyle alıştırılmışlar. Kapitalist dünyanın en maddecisi artık Çin’dir; insanlık mucitleriyle baş edemezken bir de komünistlikten irtidat etmiş fanatik Çinliler çıktı. Vücut maddi bir cihazdır; işlemesi için kalori lazım ve dişin kestiği her şey yakıt; otu da, çotu da yiyebiliyorlar. Yumurta şöyle dursun, hadi bir Çinli ile aynı sofrada otur ve o ısıra ısıra yılan yesin; sen de hoşgörü adına hoşgör... Sizden tuzluk istediğinde hoşgörü gereği nezaketle uzatın ama cebinizde bir kusmuk poşeti taşımayı da ihmal etmeyin. Ayıp olur diyorsanız önceden midenizin havalanmasını engelleyecek bir ilaç filan alın. Ben almayım, “hoşgörü” hapı delikanlıyı bozar. “Herkesin kültürü kendine hoştur!” derseniz, tamam… Seninki sana, benimki bana. İstersen hoşgörüyle bak, istersen boşgörüyle; “görü” senin...
Türkiye, on yıllarca oldukça etkin bir “ötekileştirme taktiği” ile yönetilmiştir. Son zamanların moda tabiri ile “öteki”nin varlığından değil; öteki yoksa icat edip, varsa sınırlarını sertleştiren bir siyaset tekniğinden bahsediyorum. Bu siyaset tekniği kendine özgü bir demokrasi tarzı üretilememesinin tek sebebidir. Böylece sivil alan birbirini hor gören ötekilere bölünerek uzun zaman ve kötü bir biçimde yönetilmişlerdir. Şimdi büyük oranda dış temayüllerin etkisiyle demokrasi arayışları başladı. Bu esnada da birileri demokrasi tavuğunun altına hoşgörü kelimesini koydular. Oradan civcivler çıkacak ve çoksesli bir ülke olacağız; civcivler ses sese katıp demokrat ve daha mucizemsi bir doğumla sosyal demokrat olacaklar. Hoşgörüyle döllenen yumurtalardan demokrat çıkmaz, sosyal demokrat hiç çıkmaz. Çünkü demokrasilerde aslolan, farklı olana hoşgörü beslemeseniz de beraber yaşama kararlılığıdır.
Kelimenin bir kabahati yok; yanlış gözüken, “hoşgörü”den herkesin herkesi ve herkesimi hoş görmesini amir bir kavram oluşturmak gayretidir… Âdet haline getirildiği gibi buna da tasavvuftan deliller getiriliyor; zaten cılka çıkmış kelime iyice cıvıklaşıyor ve ortaya sisli bir post-modern bir “hoşgörü” manzarası çıkıyor. UNESCO işin içinde ne kadar vardı bilemem ama 2007 Hazreti Mevlana yılı ilân edilmişti. Sonra bir de ustalıkla hoşgörü eklediler “Mevlana ve Hoşgörü” yılına dönüştürdüler. Hani Hazreti Mevlana “Gel, ne olursan ol gel demiş!” ya, hoşgörü timsali yapıldı. Yahu hoşgörü bunun neresinde; Hazret putperesti, mecusiyi niye hoşgörsün? Hoşgörüyorsa neden “Gel” diye kendi dergâhına/inancına çağırsın. Tatlısu sûfîleri bu sözden XXL bir hoşgörü mezhebi türetmekte serbesttirler; özgür bir ülkedeyiz. İtirazım, dilimizdeki bir kelimenin bağlamından kökten koparılarak, formel mantığa bile muhalif bir yoruma tabi tutulmasıdır. Yeri gelmişken söyleyelim, Hazreti Mevlana’nın “Ne olursan ol, gel!” dediğine dair orijinal bir kayıt yoktur; ama tam bir tahammül ahlâkı zaviyesinden “Yetmiş iki fırka (millet) kıyamete kadar âlemde baki kalsın. Kalsın ki zamanın ahirine dek bid’at yolunu tutan tutmayan aşikâre bilinsin!” demişliği kesindir. Aşikâre; yani herkes bilinecek ve kıyamete kadar da baki kalacak. Büyük Veli, bunu da nasihat mahiyetinde ve gerçekliği tekîd maksadıyla söylemiştir; çünkü devran böyle gelmiştir, devir böyledir, böyle de gidecektir.
Hoşgörü; insan, eşya ve hadise karşısında ferdî bir tavırdır. Çünkü adı üzerinde bir “görü”dür ve kişinin hissiyatına bağlıdır, toplum geneline geçerli olamaz. “Ben hoşgörülüyüm, hadi bana katılın hep beraber hoşgörülü olalım!” demek, totaliterliğin biçim değiştirmesidir. Ötekileştirmenin zıddı sayılabilecek bir “berikileştirme tekniği”dir. Kişiliğin varsa herkesi, herkesimi, her nesneyi, her olayı hoşgörü ile karşılayamazsın. “Ben onu demek istemedim!” itirazı hazırdır; arkasından “Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.” gibi doğru sözler hakikî bağlamından koparılarak eğri büğrü gayelerle kullanılır. Yunus Emre, yetmiş iki milleti hor görmüyor ama hoşgörüyle karşılamıyor; abdest alıp namaz kıldığı halde yanlış işlerde bulunanları ağır bir dille kınıyor. Demek istiyor ki: Hak fırkadanım diyorsun ama davranışlarında batılsın, batıl olanlarla aynı işleri yapıyorsun.
Daha yaşanılabilir bir dünya ve demokrasi adına yapılması gereken şey “tahammül ahlâkı”dır. Ahlâk ile hukuk arasında müeyyide farkı vardır ama birbiriyle genelde çelişmezler… Hukuk, ahlâki olanın sürdürülebilmesi için beraber yaşamanın vazgeçilmezlerini kayıt altına alır ve sorumluluk yükler. Bu yüzden hukukta hoşgörü hesaba katmadan hüküm verilir, sübjektif tercihler dışarıda bırakılır; ötekine, berikine tahammüllü olmayı mecbur kılar. “Tahammül ahlâkı”na dayanmayan bir hukuk düşünülemez; varsa, orada hukuk adına birilerine tahammül edilmiyor oluşu sözkonusudur. Hafiften romantik bir edebiyata da kaçan hoşgörü muhabbeti yerine tahammül sınırlarını geniş tutmayı tavsiye etmek dürüst ve akılcı bir tutum olur. Dünya bizzat “tahammül dünyası”dır ve insan hoşgörü ile bakamayacağı yığınlarca havadis ile karşı karşıyadır.
Ölmeyen Türkçenin büyük ustalarından Nedim’in “Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kâfir/Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir!” beytinde, sevgiliye sitem ederken kullandığı “Tahammül Mülkü” öyle böyle bir terkip değil, esaslı bir kavramdır. Tahammül mülkü; dünyadır, hayattır, Osmanlı’dır, İstanbul’dur ve şairin kendisidir. Sevseniz de, sevmeseniz de tahammülün zorunlu olduğunu ve bunun da hayatın özünde varolduğunu kavramalısınız. Sapa yolların tecrübe edildikten sonra “tahammül”e ulaşmak ağır bedeller ödetmiştir, ödetebilir. Zaman geçirmeden demokrasinin özünün tahammül olduğunu anlayıp, hayatın zorluklarını herkes için tahammül edilebilir seviyelere çekebilecek bir mülk inşa etmeye gayret etmek elzemdir. Ötekiler berikilere, berikiler ötekilere hep beraber birbirine tahammül ederken, somurtmak yerine tebessüm etse âlâ olur; demokrasiye irfanî bir boyut katılmış olur. Bu da benim sübjektif tercihim. Ama siz illa surat asarak tahammül edeceğim diyorsanız, somurtun.

Mühim Not: Bu yazı en az üç sene önce aylık Mostar dergisinde yayınlanmıştır. Yakın tarihlerde Tahammül Ve Demokrasi künyeli başka bir yazı da Dünyaya Yeni Söz gazetesinde yayınlanmıştır. Konu hakkında daha yenilerde yazan Hayrettin Karaman ve ona şerh mahiyetinde kalem oynatan Ali Bulaç'ın haberleri mutlaka vardır. Hayrettin Beye sonradan gönderdim ama cevaba tenezzül buyurmadılar. Tahammül Ve Demokrasi yazısına isteyen mezkur gazeteden bakabilir. Ama yukarıdaki yazı üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan buradan yayınlanmıştır. Meraklıları Mostarcıların dergisine bakabilir.

Kara Önlük Güzellemesi

Karaönlüğü sever miydim? Mazi sigasıyla kendi kendime yönelttiğim bu sual, “Okulu sever miydim?” olsaydı, sarih bir cevap vermede güçlük çekerdim ama şu saat şu dakika karaönlüğü tereddütsüz seviyorum. “Şu saat şu dakika!” diyorum, çünkü bazı gafillere uyarak karaönlüklerin ilgasını hürriyet alameti sanmıştım; aldanmışım. Karaönlükten çıkıp, lacivert griyle yola devam ettik. Ama ortaokulda da lisede de bu renkler üzerine fazla ısrar yoktu. Üniforma belli şehirlerde ve az sayıda kolej için vazgeçilmezdi, “düz lise”ler için böyle bir katılıktan eser yoktu. Meğer bütün hışım karaönlüğeymiş, “tektipçilik”ten kurtuluş çağrıları eşliğinde ilkinden sonuna bütün okullar üniformalı oldu, kimsecikler farkında değil. Üstelik idareciler ve okul aile birlikleri burunlarından kıl aldırmıyor. Varmış yokmuş kimsenin gözü görmez oldu. İdareci memnun, okul aile birliği havalı, konfeksiyoncu keyifli, “Yırtılan Bektaş ağanın şalvarı!” derler ya, tastamam öyle.

Bir vakitler urbamızı tiftiği atana kadar giyerdik; eşyanın da hakkı vardır üzerimizde, yazılı bir hukuku yoksa da. Müsrif değildik; çorabımıza kadar yamalık kabul etmez hale gelince, kadınlar onları bir santim eninde keser, yumak yapar kilim örerlerdi, adına da “cicim” denilirdi. O cicimlerden birinde de bizim eskitemediğimiz karaönlükler mutlaka yerini alırdı. Karaönlük, bazılarına milli gelir yekûnunun bugünlere nazaran çok düşük olduğu günleri hatırlatıyor olabilir, hoşunuza da gitmeyebilir; öyle olsa bile, nedret günlerini unutmamak için yerli yerinde kalaydı keşke. Hatırasını nefretle gömmek, “köle ahlakı”na işarettir çünkü.

Zenginledik derseniz şaşarım, bence görgüsüzleştik.

Önlük basit bir şey mi dediniz…
Önlük; evde, ahırda, tarlada tekmil çalışan kadınların alttaki elbiseleri kirlenmesin diye giyindiği basit bir “işlik”tir aslında ve karadır. Kara ile siyah arasında anlam ve gramer kaidelerini aşan bir dil inceliği vardır. İki eşanlamlı kelime, her zaman eş değerde değildir. “Kara bir takım elbisesi vardı!” derseniz, kurallarla uygun maskara bir cümle kurmuş olursunuz. “Beyaz Türkler”e ak denilemeyeceği gibi, “Kara Türkler”e de siyah denilmesi yerinde olmaz. Kara; yerlilik, götürümlülük , dayanıklılık ve yiğitlik bildirir. Hakiki emekçi kadınların giyindiği önlüğün karalığı kire, pasa tahammüllü oluşundandır. Bir de “mutfak önlüğü” vardır, kentlilerin mutfakta bile şık görünme temayüllerine uyan her renk çaputtan olabilir, beyaz bile… Karaönlüklü kadınların ayrıca bir mutfak önlüğü yoktur, önlüğün hemencecik tersini çevirip elini kurulamak için, hattâ çocuğunun ağzını burnunu silmek için bile kullanırlar. O önlüklerle hasat devşirilir, tohum ekilir, odun toplanır; madımak, kuşburnu gibi hüdayî nabit sebze ve meyveler onlarla eve nakledilir…

Önlük için terzi, dikiş makinesi gerekmez, herkes kendi önlüğünü diker.

Okul kıyafetimize neden önlük denilmiştir, neden karadır bilemem ama tam isabet… Kelimenin oturabileceği bir mazi, “kara”nın da yaraştığı geçimli ve götürümlü bir toplum vardır. Tıfıl ve cici devrimciler, homo-marketuslar varsın ecnebi mekteplerin dahi terk ettiği o panayır kıyafetlerini özgürlüğe saysınlar; kara da, karaönlük de asildir. Bir siyah elbisenin içine beyaz mintan, bir karaönlüğün üstüne de beyaz yakalık geldiğinde bütün renklerin özetini üzerinde taşırsınız. Siyah beyaz yedi ana rengin içinde değildirler ama baba renklerdir. Bütün renklerin halitası siyahtır; renk kursunu fırıl fırıl çevirirseniz beyaz şavkır. Siyaha, beyaza teveccühümü taraftarlığıma yoranlar çıkabilir. Beşiktaş’a yakın bir hane-i viranımız vardır elbet; ama renkler, Beşiktaş’tan elbette ki öncedir. Sarıyı da, kırmızıyı da severim ama her tonunu değil.

Renkleri şahsi çağrışımlarınıza kurban etmeyin, derim.


Dönülmez şafağın ufku

Mektepliydik, meslekli olduk…

Daüssıla da vardır sözlerimde mutlaka. Akşamın dar vaktidir ve çocukluğum guruba nanik yaparcasına süzgün şafak ışıkları gibi kımıldar hâlâ içimde. Bu yaşa erdim, maziyi bazen çimdikleyen, bazen gıdıklayan bir haylazla baş edemiyorum. Bir cebimizde devletin eli, devletin bir cebinde de bizim elimiz; nihayet kafamıza göre giyinme fırsatı bulmuştuk ama çok sürmedi. Çocukluğum uzun sürdü ama gençlik bozkır baharı gibi tez geçti; erken acılaştık. “Bu renk elbise de yaşınıza başınıza pek uymamış!” demeseler bile, işmarlaşmalardan, kinayeli “Hayırlı olsun!”lardan anladık vaziyeti. Hâl böyle olunca renk seçiminde kısmî esnekliğe rağmen “resmî” olduğumuzu bildiren libas ile koyunun tonlarıyla dolaşıp duruyoruz. Bir siyah takım, o eskimeden bir de lacivert, üstüne bir de koyu bir bordo; hele bir kadife takım diktirdim ki, ütü derdi de yok, dar zamanların sıkı dostu oldu… Birer ay arayla giydiniz mi, kış bitiyor; soğuk memleketteyiz, üstümüzde çoğunlukla palto olduğu için sokakta ne giydiğimizi zaten gören de yok. Tabii normal takvime göre söylüyorum; buraların kışı bitmez; e mecburen resmî takvimin bahar aylarını da aynı elbiselerle geçiştiriyoruz. Bu modaya asla boyun eğmeyen koyu takımlar sayesinde karaönlük rahatlığını bir de ahir demimizde yaşıyoruz, işte.

Yaz iyidir, çaktırmadan gençliğimizden bakaye kalan günlerle ödeşiyoruz. Kumaşların en şahsiyetlisi keten ile geçiyor üç ay; biraz da yakıştırırsanız şık bulanlar bile oluyor. İktisatlı iştir keten giyinmek; bir gömleği altı sene, bir pantolonu yine bir o kadar giydiğimi bilirim. Bizim şehrin Ağustos soğuklarının geçmesini beklerseniz, içiniz kararır; biraz titreseniz de, “selanik”• takviyesiyle hiç olmazsa Temmuz’da keten rahatlığını mutlaka tatmalısınız. Zorlayan olmadan giyiniyor ve koyu ve tahammüllü bu kıyafetleri seviyorum artık; sade ve özentisiz; giyiyorsunuz ve çıkıyorsunuz. Bana çok da uyuyor; insanın aslında bir gündelik elbisesi olmalı, bir de bayramlık. Hadi bayramlık iki olsun; birini de haftada bir gün pırıl pırıl giyinsin. Güzel de olmalı elbet, yakışmalı; insanın kazandığı üstünde görülmeli ki riyakârlık olmasın.Sözüm tekstilcileri, hazırgiyimcileri huylandırabilir ama çarşı pazar harici fesatların da katkısıyla çul çaput doldu be birader.

Çin’in burnunu soktuğu her iş zıvanasından çıkıyor zaten; hâzâ Yecüc Mecüc taifesi.


Hayat neredeyse okulun içine sığıştırıldı

“Okulsuz Toplum” iyice hayal oldu, çıraklığı bile artık okula bağladılar; meslek sahibi olmanın tek yolu okul; tek yönlü ve mecburi istikamet. Zorunlu eğitim uygulaması, çaktırmadan üniversiteyi bile kapsam alanına soktu. Artık okul, insanları hayata hazırlamıyor; hayatımızın belki de yarısı eğitim kurumlarında geçiyor. Uzunca zamandır okul da kesmiyor; hazırlık kursları, kolilerle test kitabı, tatilde bile özel kurs alan çocuklar bilirim. “Bir avuç toprak için niye böyle kıyl-ü kal” mısraı sanki bu halimize tercümandır; Yunus’tur, ta o zamandan söylemiştir.

Hakkını vermeliyim; oyun saatleri, arkadaşlıklar, çocuksu aşklar; okul hayatımızı çekilir kılardı ve “Okullar açılıyor!” denilince kasılan yüzümde o mesut anlar hürmetine hâlâ ince bir tebessüm gezinmektedir. Karaönlük aleyhine söylenen sözlere, kaldırılması için üretilen tezvirata az da olsa meylettiğime şimdi gerçekten üzülüyorum. Sivil bir yüreğimiz var ya! Aldandık, tongaya düştük. Karaönlüğün hazırgiyimcileri yoktu, mahallenin terzi teyzeleri sonraki yılı da hesaba katarak bir beden de büyük dikerlerdi. Üste bir önlük, alta bir de kadife pantolon; en âlâ ve sade okul kıyafeti. Aksesuar olarak beyaz yakalık, kızların örüklü saçlarına kondurulmuş kelebek gibi kurdeleler… Binlerce kez özür diliyorum senden ey kara önlük; muarızlarını hakikaten özgürlük adına konuşuyor zannettim, iğvaya kapıldım.

Karaönlük gitti, mavisi geldi ama neydi diye soramadık karanın günahı? Efendim, “kara” faşizmin rengi, mavi ise… Yahu mavi ne? Renklere bağlanan özgürlüğün, billahi yuf olsun mezar taşına. Kara önlük ve beyaz yakalık, malum jimnastik kulübünün jüniör forması gibi pekâlâ da yakışıyordu çocuklara. Siyahın tonları olur mu demeyin, vardı; bu tonlar bütçeye ve zevke göre karaönlüklere yansıyordu. Özgürlük üfürükçülerinin binbir farfarayla selamladığı mavinin, tonlarını giyinme şansı bile olmadı çocukların. Hele bir de pileli, yandan düğmeli olursa, hâzâ bayramlıktı karaönlük. İllâ, terzi maharetli olmalıdır; halis ipeği sümsük bir terziye teslim etseniz, çula çevirir; ehil terzi, çuldan bile kalıbınızı saran tarâvette elbise peydahlar. Oğlanlara o kadar itina gösterilmezdi ama kız kısmının önlüğünü mahallenin en usta terzileri dikerdi. Ki, o mahallî sanatçılar arasında beğendiği bir elbiseyi kalıpsız modelsiz anında zihnine kaydedip, müşterilerine sunanlar vardı:

-Elbiseniz nasıl olsun?

-Böyle istiyorum, işte!

Müşteri, mahallenin terzisine “Böyle istiyorum!” derken, bir yandan da gazeteden kestiği bir resmi göstermektedir; meramı fotoğraftaki elbisenin aynını giyebilmektir. Terzinin zor anıdır; çünkü müşterinin derunununda elbisenin içindeki kadın gibi görünmek arzusu da vardır. İlâhî kreasyonun bahşetmediği imkânı, terzi nereden ve nasıl mümkün kılsın.


Buyurun referanduma gidelim

Çocuklara vekâleten konuşuyorum ama öz çocuklarını ve çevre çocukları samimiyetle dinleyen kıdemli bir babanın vekâleti yabana atılmamalıdır. Karaönlük, hem maliyeti ucuz bir eşitlik abidesi, herkese her keseye yaraşır idi… Türkuaz diye mi seçtiler bilemem; hazırgiyimciler hepten işin cılkını çıkardı, herkes onların toptan kesip biçtiği “mavi üniforma”ya talim etti. Mavi’ye de alıştık, en azından ehvendi; önlüğün kökten ilgası ise tastamam şer... Her okulun kendi kafasına göre ve farklı hesaplarla üniforma, sadece tüketim özgürlüğünün körükleyicisi olmaktan başka bir işe yaramadı; karaönlük, pekçok şeyin şeklî olduğu bir ülkede, “şeklen özgürlük”e kurban edildi. Çokrenklilik için bayrak açan çenebazlar, kendi renklerini ibraz edememelerinin hırsını “kara”dan çıkarma gafletine düştüklerini anladılar mı, dersiniz? İnanın hepsi mor ötesinde ve hâlâ özgürce uyuyorlar.

Özgünlük teranesiyle en bulunmaz ve tahriş edici renklerden seçilen üniformaların bütçesine, sefil tabanlarına verdiği zararı hakkelyakîn yaşamış bir veli olarak da yazdım. Çocuğunuzun bir sene giydiğini sonraki sınıfta giydiremiyorsunuz. Uygun bedeni zaten zar zor bulursunuz, çünkü hazırgiyim imalatıdır, standardının dışına çıkamaz! Öyle bir şansı yakalasanız bile, bir bakmışsınız okul idaresi el değiştirmiş, oralarda da moda esintisi var. Eskiler çöpe, titrek eller keseye. Bir zorluk da okul kıyafetlerinin en iri bedeninin ilköğretim son sınıf öğrencilerinin kısm-ı azamının sırtında cura zurna gibi duruşudur. Maarif takımı ne kadar farkındadır, bilemem ama babalarına kafadan on santim fark atan hormonlu bir nesille karşı karşıyayız; üstelik çoğu fast-food tiryakisi ve göbekli.Bir demokratik açılım da bu mevzuda yapalım, bir referandum… İlkmektepliler bir sene karaönlük giyinsinler, devreden sene de okulun belirlediği ve elan yaygın üniformalardan. “Kara” bazılarını kurdeşen yapıyorsa maviye de razıyız, hattâ bordo bile olabilir… Üçüncü sene, çifte sandık koyup okul okul referandum yapalım. Çocuklarımız kendi giyeceklerini kendileri belirlesinler; hani kendi gelecekleri hakkında söz sahibi olacak nesiller yetiştireceğiz ya; fikri hür, vicdanı gür, irfanı gümbür gümbür… Buradan başlasın demokrasi ve özgürlük tatbikatı, yarının büyükleri hiç olmazsa bugün ne giyeceklerini belirlesinler. Ben önlüğe güveniyorum.

Referandum cısss, değil mi? Her konuda, her konumda…

6 Eylül 2011 Salı

Alo Polis

“Şehit polis ve eşine rahmet dilerim...”

“Alo! Komşudan çok gürültü geliyor, yardımcı olabilir misiniz?” dedim... Adımı, adresimi sordular, sesin mahiyetini, ne istediğimi sordular. On, on beş dakika sonra gürültü kesildi; tekrarı da olmadı. “Alo... Mahallede tanımadığım gençler gördüm, dam boyu ateş yakmışlar, komşular tedirgin!” dedim... Çok kısa bir zamanda ekip gereğini yaptı; asayiş berkemâl... Aslında birkaç gecedir komşuları korkutan ama “Benden bilmesinler(!)” sinmişliğiyle bir “Alo polis!” demekten imtina edenlerin halini, derinden ayrıca bir tahlil etmek gerek ama emin olun kınamıyorum.
Bazı mitinglere katılma celadeti gösterebilen bugünün gençlerinin ciddî boyutlarda ideoloji ve siyasetle taraftarlık dışında bir bağlantıları olduğunu zannetmiyorum. Gençlerin tamamını elbette kastetmiyorum, “gidişat” konusunda bir ikaz sayın sözlerimi... Siyasi yahut ideolojik saflarda olduklarında bile temel gerekçeleri farklı... Endişeliler, güvensizler, işsizler ve daha önemlisi kitaptan çok uzaklar; sadece ekran ve bilgisayarla araları çok iyi; bu muhteşem ikili hayat tarzlarını belirleyici. Bir tür nihilizm hali ama Nietzsche seviyesi gelmesin aklınıza; neyi hiçlediklerini çünkü bilmiyorlar. Polisin bunlarla işi gerçekten zor; çünkü topuklarına taş değsin de el âlem bir kahraman görsün sevdasındadırlar; bir de ekranlardan gösterilirlerse “kartvizit” sahibi olmaları işten bile değil. İsteyen istediği gibi yorumlasın; polis kalitemiz yükseldi, mezun ettiğimiz felsefecilerin bu mesleğe yazılmalarını, hallerine üzülsem de isabetli buluyorum. Kadrolaşma işin tabiatı gereği ve demografik yapımızın sonucudur. “Sağcıdan sanatçı, solcudan polis olmaz!” genellemesi yanlış ama ne yazık ki nüfusumuzun büyükçe bir bölümü yeteneği olsa bile sanatçılık şansından mahrumdur(!). Son ölçümlere göre de durumda bir değişme olmadığını anlamış olmalısınız. Ben de o çocukların babaları gibi, polis olmalarına çok razı değilim; elbette “Mehmetçik” değil, “Mehmet Bey” olmalarını isterdim.
Toplu ve izinli eylemler, sınırları devlet görevlileri ile eylemciler arasında bir mutabakatla gerçekleşir; sloganlar, pankartlar v.s. bellidir... Polis ve göstericiler uyarırlar ve sıkı sıkıya da uyarılırlar; buna rağmen ya bir kışkırtıcı ya da nihilizmine uygun hiçleyecek bir hedef arayan birileri çıkar; ortalık karışır. Kışkırtıcılar çoğunlukla karakolun yolunu bilen kişilerdir, göstericilerin ve polislerin nihilistlerden henüz haberdar olduklarını sanmam. Bir anda bütün sınırlar ihlal edilir ve kitlenin tamamına yakını kışkırtıcının saflarında yer alır. Ortaya tam ekran, kötü polis-masum gösterici manzarası çıkmış olur. Kışkırtıcı daima vardır; dikkatinizi bize mahsus tabansız nihilistlere çekmek isterim. Nihilistler, göstericiler arasında mutlular; artık ciddi anlamda gösteri dünyasının aktörüdürler.
Unutmadığım bir sahnedir ve aynen yaşanmıştır. Bir mahalle halkı ayaklanmış, başka bir mahalle halkını tepelemek için toplanmıştı; ateşlendiler, coştular ve nihayet tam bir kitle haline geldiler. Karşılarında diğer mahalle halkı yoktu, iyi ki yoktu; önlerinde polis ve asker birlikte bir barikat oluşturmuşlardı. Fakat öyle bir noktaya geldi ki, kalabalık tam bir yaratığa dönüşmüştü. İşte o an oradaki yetkili görevli, bariyeri kaldırdı ve yüksek sesle “Haydi buyrun! Karşı mahalle de sizi karşılamaya hazır, ne istiyorsanız yapın!” dedi. O an büyük bir sessizlik oldu, kalabalığı dolduran kışkırtıcılar dondu kaldı, kalabalık kitle olmaktan çıkarak yavaş yavaş evlerine dağıldılar. Şu an için göstericiler tek taraflı, bu iyi ve arada barikat ve bizzat polis var. Karşılıklı tarafların göğüs göğüse geldiği bir durum umarım bu ülkede hiç gerçekleşmez; bariyer toptan ve hepten kalkar!
Acaba serseriler ateş yaktıklarında “Alo polis!” demesem de, mahallenin gençlerinden bir asayiş kuvvetimi oluştursaydım! Düşünmedim değil; vardığım sonuç: Mahallenin gençlerine yazık olacağıdır. Daima bir bariyer olmalı, çoğunlukla da polis etiyle kemiğiyle bariyerimizdir. Bir polis öldüğünde, “vazife gereği” şehit olmuştur. Çok da topluma malolmaz acıları, kahramanlaştırılmazlar. Ama yetim yetimdir, dul duldur... Vazife gereği yetim de, dul da olunmaz, lütfen ey siviller beyninize üniforma giydirmeyin!

5 Eylül 2011 Pazartesi

Smokinli Maymun

Modernizmin bütün dünyayı işgal eden iktisadi, siyasi, askeri ve epistemik seçkinler (cemaatler) denetimiyle ve paslaşmasıyla sürdürülen iktidarı: “Dünsüzlük” üzerine inşa edilmiştir. Modernlik patentini elinde bulunduran az sayıda ülke ile modernleri taklit eden çok sayıda ülke arasında usta-çırak ilişkisi değil; taklit edilen-taklit eden ilişkisi biçimindedir. Usta-çırak ilişkisi, çırağın ustasından farklı bir yol icadına imkân verebilir ama taklit ilişkisi, taklit edilenin tıkandığı yerde tıkanır. Taklit edilen ülkeler yaşlanmıştır, cerrahî operasyonlarla dik görünmeye çalışmaları da omurgalarındaki deformasyonu gizleyememektedir. Taklit eden ülkeler ise şaşkındır; çünkü modernizme ehil olmak kompleksinin tezahürü olan resmî milliyetçilikler “kişilik” kazanmalarına yetmemiş ve “dünsüz” kalmışlardır.
Modern ülkelerin eklektik numunesi ABD’nin Reagan zamanında ve bütün dünyanın gözünün içine baka baka “Haçlı Seferleri”ne start vermesi aslında özü çürük Batı için yeni bir anti-tez arayışı idi. Doğrudan savaş değil; terör örgütleri yahut etnik isyanlar vasıtasıyla yürütülen bu post-modern Haçlı Seferleri de kifayet etmez oldu. Çünkü kendi toplumlarına hâkim insan karartısı, kişiliksiz ve –yamyamlık şimdilik tecrübe dışı- ama sadece tüketmek için yaşayan bir amorf yığına dönüşmüştür. Haçlı Seferlerinde Papa’nın “Aç kaldığınızda müslüman eti helaldir!” fetvası, gerekçesiyle beraber vardır; tam böyle olmasa da Lüther’in manifestosunda da Türkler için özel bir parantez açılmıştır. Şimdi sıra post-modern yamyamlık denemesindedir; doğrudan etimizi yemeyebilirler ama etlenmemizi sağlayan kaynaklara daha etkin hâkim olmak için her yolu denerler. Fransızların faşist başbakanının Libya petrollerinden istediği %35’lik pay, güncel örnektir; örnekler çoğaltılabilir. Libya halkının eti kanı Sarkozy’nin tebaasına helaldir. Kaldı %65, onun da pazarlıkları yapılmıştır/yapılmaktadır mutlaka. Onu bilemem ama Türk yetkililerin şekli tartışmalı da olsa para çantasıyla gitmelerini bendeniz asil ve umut verici buldum. Bazı yazarların Batılı hariciye erbabının Davutoğlu’na güldüklerini naklederek vaziyeti “diplomatik başarısızlık” nitelemelerini de iğrenç buldum. Diplomatik dilin bittiği yeri kestiremeyen diplomat değil, smokinli maymundur.
Post-modern terkibine cari bütün kullanım ve anlamlar dışında, Batı’nın yeni bir “Dün” inşa etme aşaması olarak bakılması gerektiği düşüncesindeyim. Neo-Haçlılık dünü yeniden inşa etmenin sadece bir yönüdür; ateist, sosyalist, ırkçı batılılar bile boyunlarına haç asmaktan çekinmeyeceklerdir. Asıl şaşkınların yani taklitçilerin ne yapacağı düşündürüyor beni, çünkü batı dününü her an tedavüle sokacak pragmatizme ve yamyamlık versiyonlarına kökten maliktir, donanımında bu kuvvet mevcuttur. Taklitçi ülkeler dünlerini yıkıp yağma ettikleri için, Birleşmiş Milletlerin namusuna(!), NATO gibi örgütlerin garantörlüğüne asla güvenilemeyeceğini büyük çaplı patlamalarla anladıklarında, hangi diyalektikle (Zamana karşı duruşla) tezlerini doğuracak, hangi eylem repertuarıyla hafızalarını harekete geçireceklerdir? Ortadoğu ülkelerinin tamamında yaşananlar, daha zor zamanların habercisidir.
Mukallit ülkeler iki tür mukallide sahiptir: Köktenmukallitler ve “Biz daha modernini yaparız!” iddiasındaki parçalanmış şuura sahip mukallitler. Birincilerden umut yok, tek yapacakları smokinlerini giyinip rakipten merhamet beklemektir; parçalanmış şuurluların ise elan ne yapacaklarını kestirmek zor. Dileğim ise elbette “Millet-i merhume”nin düştüğü yerden doğrulmasıdır; yiğit düştüğü yerden kalkarmış. Dizimizi vuracağımız yer kendi vatanımızdır. Batılıların Türkiye’yi pekçok meselede adres göstermeleri yahut zikretmeleri dünlerini inşa etmeye başladıklarının göstergesi olabilir

HÜCCETİM EVLİYA ÇELEBİ

Evliya Çelebi Türkçenin yirmilik dişleridir. Gençliğinin verdiği atılganlıkla seyyah-ı fakirimiz sadece kendi ülkesinin değil, tekmil dünyanın ifade edilebildiğini cümle âleme göstermiştir. Yirmilik delikanlı tahsil ile olgunlaşmış ve dilin yollarına düşmüştür; Seyahatname, aynı zamanda bir dil gezgininin kelimelerden çizdiği bir haritadır çünkü. Onu zihnimde hep kelimelerle cirit oynayan, beşuş çehreli otuz üçünde bir genç olarak canlandırıyorum. Evliya Çelebi, yazdıklarını hiç okumayan hayranlarının bile derinden sevdiği bir şahsiyet idi; tıpkı Yunus Emre gibi. Adını önceden biliyordum ama kendisiyle lisede müşerref oldum.
Evliya Çelebi’den N. Sami Banarlı’nın liseler için yazdığı edebiyat kitabı sayesinde okuduğumuz iki metnin birinin başlığını hatırlamıyorum; Beç şehrinin hükemâlar çarşısında başından geçenleri anlatıyordu. Ki, bu metin bana çok sonradan ilham kaynağı olmuştur. Diğer metin, küffara hediye edilen ama karşısında kara şapkalı askerleri gördüğünde bir düzinesini çifteleriyle kırıp geçiren, bir gazi atın hikâyesiydi. Başlığı da galiba Temaşa-yı Garibe-i Küheylan... Hükemâlar çarşısını okurken pek çok kelimenin anlamını parmak kaldırarak ben söylemiştim; sessiz harflerden hareketle dilimize Arapçadan geçen anlamına ulaşabiliyordum; öğretenlerin ruhu şad olsun. O günkü cevvaliyetimle edebiyat hocamız Adalet Çil (Ergenekon) hanımın takdirini kazanmıştım, çok hoşuna gitmişti; benim de öyle. Sonraları Nihal Atsız’ın seçmeleri başta, bölük pörçük ne buldumsa okudum. Üç-Dal Neşriyatın bastığı tam metin Seyahatname’nin tahmin ediyorum ilk alıcılarındanım. Sadeleştirilmişti, bazı nazenin dil incelikleri kırılmıştı ama olsun... Evliya çelebinin dili de İstanbul şehri gibi, ne kadar bozarsan boz, yine de lezzetini muhafaza ediyor. Yine de müteahhit eli değmemiş, cerrahî müdahale geçirmemiş bir Seyahatnamem olsun isterim.
Bu dil lezzeti nereden gelir ve neden kolay bozulmaz diye sorup duruyordum; nihayet doğru bir izah bulduğuma kendimi ikna ettim. Yok, öyle evraka çılgınlığına filan da kapılmış değilim! Musiki kulağına ve dolayısıyla kulak hafızasına sahip olanlar, dili daha sanatkârane kullanıyorlar; cümle çatılarına dokunulmadığında o iç musiki kolayından zayi olmuyor. Evliya Çelebi kuvvede şair, ömrünü yollarda tüketmeseydi fiilde de kâtip olur, muhtemelen meşhur bir şair olurdu. Ama o kendisinin anlattığı “Seyahat Ya Resulullah!” rüyası, hazreti nesre yöneltmiş. Seyahatnamenin muhtelif yerlerinde müellifinin musikiden âlâ anladığını bildiren o kadar çok cümle var ki... Evliya, Baykara meclislerinin daimi azası olduğunu her fırsatta beyan etmektedir. Bir tanesi beni ziyadesiyle güldürmüştü. Taklitçileri anlatan bir temaşasın da -ki, bugün de hayvan seslerini ustalıkla çıkaran hançereye sahip yetenekler vardır- meddahlardan birinin merkep gibi anırdığını, “Zannedersiniz ki deccalın eşeğidir!” diye de ballandırarak anlatmıştı/anlatmıştır. Anıranın da Segâh makamında ses verdiğini ifade etmesi, ayrı bir hoşluk… Aman yanlış anlaşılmasın, Segâh (Si notasına tekabül eder) temel makamımızdır; eşek değil, eşeğin taklitçisi kendince o perdeden ses vermiştir.
Öyle müthiş bir mizah malzemesi yüklüdür ki, Seyahatname; en acıklı olayları okurken bile yüzünüzü kasamazsınız; acı ile neşe, metnin her köşesinde hayatı oluşturan siyam ikizi gibidir. Evliya’nın çok üzüldüğü bir olayın içine, mizah sokması aslında onun “en yerli” damarıdır; fakat mizah olsun diye sululuk yapanlardan da değildir; ciddi bir adam olduğunu da daima hissettirir. Nüktelerle, efsanelerle zenginleştirilmiş üslup; geleneğimizde varolan ve dinleyenin/okuyanın hem hoşuna giden, hem okuduğunu daha iyi hatırda tutmasını sağlayan bir aşinalık taşımaktadır. Evliya Çelebi kâmilen bir sohbet ehlidir; karşısında birileri varmış da, onları anlatıyormuş gibi yazmıştır. Kalemi konuşturmuş dense sezadır.
Tarihçilerin ondan hâlâ çok şey iktibas ettiği malum... Sosyolojistler Evliya Çelebi’den daha uzak; çünkü kendilerini toplumdan ayrı konuşlandırmışlardır, tarihe de mesafeliler. Haddim değil ama günümüz tarihçilerinin Seyahatname’den hakkıyla istifade edebilmeleri için, kronolojik uyum aramaları yanlış olur. Büyük hata gibi görülebilen hususlar, müellifimizin çok büyük bir “temaşa” ustası oluşundan kaynaklanır. Üstadımız, İstanbul’un Fethi’ni anlatırken pek çok efsaneyi tazeler; askere manevî komutanlık eden yetmiş yedi evliyadan bahseder; Ak Şemseddin ile Sivaslı Kara Şemseddin’i aynı anda saf tutmuş gibi canlandırır. Anlattığı bizim zihniyet dünyamızdır; belgelerden daha fazlasıdır. Tarihçiler hayatını yazdıkları sosyal varlığın zihniyet dünyasını gözden ırak tuttuklarında, tarihi anlamlandıramazlar. Yazdıkları da “anlamlı” ve kımıl kımıl insanların içinde gezdiği “soyut vatan” olamaz. Günümüz yayınlarını elim erdiğince takip etmeye çalışırım; bazı bazı “Kimi yazmışlar?” suali elimde olmaksızın beynimde karıncalanıyor; yabancılaşıyorum. Bu hale sebep, nesnesinden kopuk anlamlandırmalar olabilir; izahı zor. Tarih şuurundan mahrum oluşumun vebali, tarihten kurtarma yazılılarıyla ve lütfen sınıf geçen bende midir? Tarihçiler mabeynine konulmanın teknik yolu, vesikalara sıkı sıkıya bağlılık; toplumun zihniyet dünyasına alabildiğine uzak durmak olabilir. Ben heveskâr bir okuyucu olarak, efkârımı dile getirmeye çalışıyorum sadece.
Hükemâlar çarşısı bana hangi konuda ilham kaynağı olmuştu? Kolları sıvamıştım ve muhalif bir iktisat felsefesi yapacaktım; iş şeklen tamam ama henüz iki kapak arasına girip de huzura çıkmış değil. Kafayı takmıştım; modern teknolojinin tasarruf biçiminin arkasında bazı insanları/toplumları önce ötekileştirmeye, ötekileştirdiğini de sonra iliğine kadar soyarak hükmetmeye azmetmiş bir zihniyet yatmaktadır, diyordum. Hüccetimi Evliya Çelebi’de buldum. Hükemâlar çarşısında müslüman libaslı ameleler, çok zor şartlar altında büyük dibeklerde otları, kökleri döverek ilaç hazırlıyorlar. Evliya, garibanlara sadaka vermek istiyor, mihmandarı gülümseyerek “Akşam dönüşte verirsin!” diyor. Dönüşte elini kesesine atan Çelebi, hayretler içinde kalıyor. Meğer onlar insan değil, mekanik aletlermiş; malumunuz Osmanlı mekanikte o devirde çok ileridir. Bugünün ifadesiyle söyleyelim; Frenkler robotların üstüne Osmanlı elbisesi giydirmişler ve bu dışı Osmanlı, içi makine gariplerin köleler gibi çalışmasından hususi bir zevk alıyorlarmış. Mihmandar onun için gülümsemiş. İşte böyle!
Bence Evliya Çelebi bizim zihniyet dünyamızın dörtte birini temsil eden bir şahsiyettir; kalan üç şahsiyeti de ezbere tamamlarsınız. Bizim bilinç haritamızı temsil ediyor; Frenklerin de zihniyet dünyasını “bir temaşasına getirip” bize işittiriyor.
Türk Edebiyatı Dergisi Eylül 2011

4 Eylül 2011 Pazar

Ben senin bildiğin sağcılardan değilim!

Birilerine göre tastamam faşistim!


Birilerine göre İslamcı!

Birilerine göre milliyetçiyim, aslında bunu diyenler “ırkçı” diyecekler de kendi ırklarından dolayı yumuşatıyorlar!

Süper Tesevî’ye göre “dindar milliyetçi”yim. Bunu sevdim, en azından dinime hassasiyet gösterilmiş.

Birilerine göre sağcıyım! Aman ne ayıııp!

Tabii mukaddesatçılığım da var ve bazen milliyetçi-mukaddesatçıyım!

Kanıma dokunduğunda cemaatleri de kayırdığım olur, Fethullah Gülen’le kafayı yemiş az sayıda adam cemaatçi de der!

İktidara hakkaniyet çerçevesinde teşvik edici sözler söylediğimde, bir de bakmışım “muhafazakâr dindar” olmuşum! Bu yeni moda; üstelik kuzu gibi iktidar önünde pür-ihtiram eğilmemizi sağlamaya müteveccih bir taktik... Yemezler...

Aklınızı başınıza toplayın; elinize bir külek çamur alıp ona buna sıvamak suretiyle, kendinize “özge” bir yer edinmek çabasından vazgeçin. Azıcık da olsa “Nazarberkadem” yürüyün de, kendinizi adam edin. “Ben” kendi üzerimden misal verdim ama bu hikâye sadece benim değil, bana benzeyen çok sayıda evlad-ı vatanındır. Özellikle son zamanlarda, gazetelerin mahut ve bence daima müphem köşelerine baktığımda bu çaktırmadan “karalama” işlemlerine tanık olmaktayım. Elinde kaleminden başka lobisi olmayan şair-yazar takımına “birilerinin” attığı çamur, ellerinin kirini göstermektedir.

Unuttum! Sağcıyım da...

Sağcı, eskiden solukbenizliler tarafından yüzde yetmiş beşlik yerli karartıyı toptan tahfif için kullanılırdı; artık ölçüsüzce ve dengesizce okur-yazar “sağdan gelme-sonradan görmeler” tarafından da sarfedilmeye başlandı. Kompleksli olmaya gerek yok ağalar; kişilik, temeli değişmemekle beraber terakkiye açıktır. Geçmişinizi hor görmeye başladığınızda fena halde istismar edilirsiniz; dik durun!

Türk olmam idarî tarihim gereği faşistliğe aday olmamdır; bir defa “Türküm” yahut “Biz Türkler!” demişsem katî delillerle faşistimdir. Herkese “İslamcı” denilmez. Kalem sahibi müslüman iseniz, siyasetçi iseniz, aydın(!) iseniz “İslamcı yazar, şair, siyasetçi bilmem ne”sinizdir. Bir de bunu hemencecik kartvizit gibi kullananlar vardır; oysa etiketin önce kalitenin sonra kullanılması tehlikelidir. Bilerek ve bilmeyerek kabullenen ve kullananları tefekküre davet ediyorum. “Dindar milliyetçi” vasfı çok özel bir tanımlama, Ehl-i sünnet ve’l cemaat Türklere atfedilmiştir. Mukaddesatçılığımı hiç sormayın; özetle İstiklal Marşı’nı ontolojik bir millet tasavvurunun ifadesi kabul edişimdendir.

Ne dememi beklersiniz?

Bu lakapları, vasıfları takanların beklentisi şu: Ben, senin bildiğin müslümanlardan değilim, ben senin bildiğin Türklerden değilim, ben senin bildiğin milliyetçilerden değilim, ben senin bildiğin sağcılardan değilim v.s. diyeceksiniz; sonra da kendinizi tarif etmeye başlayacaksınız! Nefs müdafaası refleksine sürüklenerek, kendimi “birileri”ne takdimi zül sayarım. Ben/bencileyinler, lütfen ağzınızdan çıkanı kulağınız duysun, kaleminizden akanı da aklınızdan ve yüreğinizden filtre edin.

Siz sayın birileri!

Bu dediklerinizin tamamı fazlasıyla bende mevcuttur! Ama sizin sözünüzle parçaladığınız ve işlem yapmaya müsait hale getirdiğiniz biçimiyle değil, aslı ve asaletiyle vardır; istisnasız hepsinin de bir tarihi ve bir “hakikat”i vardır. Birilerinin düşüncesiyle ve düşündüğü gibi var olacaksam, hiç olmayayım daha iyi...

Varım ve düşünüyorum!

Tıkan kuvvet

Adnan Menderes: Halkın iradesiyle seçilen bir milletvekili; halkın iradesiyle iktidara gelen bir partinin genel başkanı, sonra başbakan.

Mahkeme reisi, “Sizi buraya tıkan kuvvet böyle istiyor!” diyor. O kuvvet ne istiyor? Adnan Bey’in katlini ve yanı sıra iki bakanının… “Tıkan kuvvet” iddianamenin gizli öznesidir; özne, Başol’a da “Asın, bu adamı!” demiş. Adnan Menderes idam edilmedi, katledildi; idam ağır bir suç karşılığında verilen bir cezanın infazıdır, mahkeme reisi de hukukçu değil, infaz memurudur. İskemleyi tekmeleyen, kimliği kişiliği ne olursa olsun, “Tıkan kuvvet”e vekâlet etmiştir. Bu davanın cellâdına, cellât bile denilemez; yüz elli liralık yevmiye için ip yağlayan bir zavallıdır

12 Mart Muhtırasında da halkın iradesiyle seçilen bir zat vardı; daha sonra “Hep Başbakan” ve nihayet reisicumhur olarak gördük, hâlâ kendini izlettiriyor. “Şapkamı alıp gidiyorum, buyurun!” demeyi tercih etti. Kurnaz adamdır; halkın iradesinin yüz elli liralık kiralığa havale edilebildiğini “bir bilen”dir. Bence yakın siyaset tarihimizin en karanlık adamlarındandır ama olsun; halkın iradesiyle seçilmiştir.

Turgut Özal da halkın iradesiyle yükseltilmişti. “Tıkan kuvvet” bir türlü alışamamıştı, ama merhum esprili adamdı “Alışırsın, alışırsın!” demişti. Şu espri bile Özal’ı bizden biri yapmaya tek başına yeter, sen de duy Düzmece Nasrettin; senden olsa olsa süzmece Torlak olur! Hep Başbakan Süleyman’ın yüzde yüz yerli sayılabilecek tek esprisini hatırlamıyorum; yerli soslu Amerikan güldürmecesi yapar, köylüleri ve gazetecileri gıdıklardı. Özal’ın ölümü, 2 Temmuz hadisesiyle bile derinden bağlantılı olabilir; sis kaldırılamıyor; kozmik oda arkasında, post-modern kozmik odalar olması da mümkündür. Hükümetin bu konudaki tavrını da bulanık bulmaktayım.

Necmettin Erbakan da halkın iradesiyle başbakan olmuştu. Bu kez, Türkiye’yi Suriye gibi bir siyasî mezhep tabanına dayanarak yönetmek isteyen “Tıkan kuvvet” tanklarla, toplarla halkın iradesini söktü attı. Ehl-i Şia ve tekmil batınîlerle güncel bir derdim yok; onlar da halktandır, iradeleri “Tıkan kuvvet”e malzeme edilmiştir; kendi hesaplarını kendileri görsünler. Vural Beyler, merhum Hoca’nın arkasından, “Ant-emperyalist idi!” buyurdular. Tıkmakla ve tıkamakla vazifeli kuvvetler mi hazırladı o meşhur iddianamenizi, sayın onursal!

Abdullah Gül de halkın iradesiyle yükselmişti. Deniz Beyler, “"İçimize sindiremeyeceğimiz bir insan…” demişti; daha fazlasını söylemişti ama adamcağız artık “düşük lider”dir; eski defterleri karıştırmanın yeri zamanı değil! Düşünce kendi partisinde bile Süleyman Bey kadar kredisi kalmadı. Sindirim durumunuz ne âlemde Sayın Baykal? Tıkıcı dostlarınız, tıklamış olabilir mi zatıâlinizi de?

“Halkın iradesi, darbe yedi!” diye kendini parlayanlara bir bakın! Hangi halk iradesi, sayın yumuşakçalar? Yeri gelince, acayip genişleyebilmenize rağmen, halk iradesi içinize sinmiyor; darbesine göre şekil alıp “Tıkan kuvvet!”e arka verip irademizi alaşağı edebiliyorsunuz, hatta taammüden öldürtebiliyorsunuz. Böyle bir genişlik, şöyle bir elastikiyet, öyle bir gözükaralıkla halk iradesini yerlere serenlerin, halk iradesine saygı nutuklarını ve mitinglerini ibretle seyrediyorum, seyredin!

Tarih sevdalıları yazdıklarımı elbette eksik bulacaklar; özet bu genç üstatlar! Ama “Tıkan kuvvet” diye bir kavram hediye ediyorum sizlere, kıymetini bilin. Terör odağı örgütlerle adı çıkanları aday gösterenlerin içine sindiyse mesele yok. İnfaz memurlarının hikâyesi, YCHP (Yeni-CHP) ekâbiri ve YGB (Yeni Genel Başkan) tarafından mutlaka okumalı; hiç olmazsa yüzde ellisini okumalılar.

Bize gelince müdür bey! Asılız ve asiliz; irademize yapılan hunhar ve barbar müdahalelere rağmen, hiçbir gerekçeyle halkın iradesine müdahale istemeyiz.

Haksızlık, irade cellâtlarına da yapılsa haksızlıktır!

Sarı girişimcilik

Türkiye aklı cebinde girişimcilerin, ticarethanesidir. Aklı cebindelerin dernek seçimlerinde niza olduğunu duymadım, zaten arkabahçelerine muhalif sokmazlar.

Üyelerinde bize malum olmayan başka özellikler aranıyor olmalı ki, öyle her zengine, sanayiciye buyur demezler. Kapalı, esrarengiz, sıkı örgütlenmişlerdir; azlıktırlar ama çokluğu etkileyecek işler çevirirler. İktidarlar bunlarla iyi geçinmelidirler, çünkü devlette derinlikleri vardır; savunma -siz anlarsınız- ihaleleri başta olmak üzere, devlet bürokrasisinin tekmil hacetini tomar tomar vatan aşkıyla yerine getirirler. Eh biraz da kazanırlar, para dediğin kirli eldir; arada bir dilim böyle sürçer. Adam Smith olsa “gizli el” derdi. Ama adamın gizli el dediği, bizim girişimciler derneğinin gizli eli değildir.

Beyzadelerimizin aristokrat bir geçmişleri yoktur, buraya dikkat edelim. Palazlanmadan önce zengin de değildirler, buraya da dikkat... Taşra vilayetlerdendirler, ayıp değil bazıları da köylüdürler, mühim bir kısmı da Türkiye’ye yeni sayılabilecek tarihlerde gelmişlerdir. Genellikle Avrupalı girişimciler muhafazakârlarla yahut liberallerle iş tutarlar; bizdekiler “TSE garantili” olduğu için devletle derin bağlantılar kurarlar. İstisnasız çok ani ve çok hızlı yükselmişlerdir, hayatlarının bir anında devletin müşfik eli “yürü ya gülüm!” diyerek sırtlarını tıpışlamıştır, hepsine birden dikkat edelim. Hani bu dikkat çekici özelliklerden hareketle bunlara bir tür devşirme diyeceğim, dilim varmıyor.

Aklı cebindeler; sivilleşme, sivil anayasa gibi nedense sağ iktidarlara ihale edilen adımlardan memnun gibi gözükürken; yüz seksen derece kıvırarak, ince takıyyelerini dengelerler. 28 Şubat hareketinde oynadıkları rol, “dikkat edelim!” dediğim bütün hususlar iyot gibi açığa çıkmıştır; iyot için ansiklopediye bakınız. Bir de gazeteci almıştılar aralarına, adam şaşırdı; meslektaşlarını ihbara başladı, saçtı saçmaladı. Merkez Bankası Başkanı Durmuş Yılmaz’ın ayakkabılarını ihbar ederek durumdan vazife çıkarmıştı, hatırlarsınız. Aslında başarılı olacağından korktukları için, adamcağıza ayakkabıdan taarruz ettiler. Onun başarılı olması, babaların zararınadır çünkü. Merkez Bankası’ndan sızan bir ince tüyo, kimbilir aklı cebindelere ne paralar kazandırmıştır.

O da var ama kendilerine rakip girişimciler çıkartacağından korktukları için değil, vazife ve konumları icabı post-modern darbenin ve benzerlerinin içinde olmak zorundadırlar. Gerçekte girişimci filan değil, önce para kazandırılan, sonra parayla para kazanan tiplerdir. Riski asla sevmezler, keşif icat hak getire, ihalecidirler, istihdam peydahlamak gibi insanî bir dertleri yoktur. Batılı anlamda kapitalist değil, şark zadegânlığının modifiye biçimidirler. Liberal hiç değildirler. Kendileri için liberalizm yanlısıdırlar. İbareleri, “Bize dokunmayın, biz yapalım, biz geçelim! Nasıl olsa Türkiye bizim için dönmektedir!” biçimindedir. Halk bu tür adamlara dudak bükmüş ve “Paran varsa aklın var!” sözüyle dokundurmuştur. Akılları paraları kadardır ve paralarınca konuşurlar. Girişimci, parası olduğu için akıllı olan değil, aklı olduğu için para kazanandır.

İktisadın en önemli faktörü girişimcidir. Türkiye’yi ve benzer ülkeleri namuslu ve gözükara girişimciler düze çıkarabilir; devlet de girişimcinin ahlaklısını ve maneviyatlısını sevmelidir ve tabii çeviğini. Şu haliyle ve uzunca zamandır “Sarı girişimcilik” diyebileceğimiz bir renge sahip, sahte işadamlarının iktidar ve siyaset faktörü olarak rol kestiği bir ülkede yaşıyoruz. “Sarı girişimcilik” neydi diye ekonomi sözlüğünüze bakmayın bulamazsınız; icadımdır, çağrışım yoluyla sarı sendikacılıktan türettim. Devletle iş tutarak kazanan, istihdam yaratmayan, rantçı mütegallibeye sarı girişimci denir. Kısaca öyle, sözlüğünüze ekleyebilirsiniz.

Sarı sendikacılık ne mi? Sayfayı çevireyim, o konuda da âcizane mülahazamız olacak; âcizane ama halisane…

Kör ozanın canlandırdığı hakikat

"Ne ağlıyorsun" yahut "Ne gülüyorsun be adam! Anlattığım senin hikâyendir!" sözü; Yunan trajedilerinin meşhur bir repliği imiş.

Burası önemli ama malumunuz “beyazadam”ların ahlâkına boyun eğmemek için bir gözü bantlı gezenlerdenim. Seferde olmam önemli; ehl-i farfaranın müzevirliği ve “konjonktürel uyumluluğu” umurumda değil! Ecnebî, içimden de çıksa ecnebidir! Ben kendi trajedilerimle okur-yazarım; yazdığımın ecnebî düzmeleriyle simüle edilmiş tıfıllara yararı olsa sevinirim ama olmaz; medya ruhlarını kabzetmiş, ellerine de heyhat besmelesiz bir kalem tutuşturulmuş!

“Kalem ah çeker, ağlar mürekkep/Beni nadan eline verme Ya Rab!” beytinin mana ufkundayım, ama asla canım yanmıyor. Hikâyenin yerlisi şu: Adamcağızı fena halde dövmüşler, çiftini başına geçirip tarlasına el koymuşlar. Kanıyla, parçalanan mintanıyla varmış ilçeye, dava vekiline derdini anlatmış. Arzuhalci yazmış o anlatmış. Arzuhalci işinin ehli, anlatılanları bir güzel dinlemiş; dava dilekçesini daktilodan çekerek okumaya başlayınca davacı hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Dava vekili, “Ne ağlıyorsun be adam, okuduğum senin hikâyendir!” demiş. Yaşanmıştır, dava vekilinin adını biliyorum ve sağken de tanıdım; anasının gözü bir arzuhalciydi.

Bu trajedi mi? Bir yönüyle öyle ve halkın bir zamanlar ne çektiğini de anlatabilir. Burada bizim arka bahçemizde üretilmiş, teknik ve isabetli bir sosyolojik analiz kavramı olan simülasyon yoktur, çünkü anlatan vardır, dinleyen ve yazan vardır; sonunda da görülen bir dava vardır. Erbabına ve kitapla beslenenlere malum olan simülasyon; bu çağı, bu çağın aldanışlarını anlatır. Düşüncede yerli malı olmaz, düşünen özne “yerli” olmalı diyerek, paçalarımdan dalmayı düşünenlere ihtar etmiş olayım. Baudrillard’ın düşünenler dünyasına bence tek hediyesi olan “simülasyon”da: Davacı yoktur, dava vekili yoktur, dava yoktur, mahkeme yoktur ve sonuç hiç yoktur. Adil yahut değil; bir sonucun olması için hakikat üzerine inşa edilen, delillerle desteklenen ve tarafların olması gereken bir mahkeme olması gerekir: Bizzat mahkeme simülasyondur.
Arzuhalci ve davacının post-modern darbe yemiş simülasyonuna (hikâyesine) deneyelim: Davacı ortada yok, belki de ölmüştür. Diğerleri de yok. Bir tek mahkeme reisi var. Mahkeme reisi, salonda tek başına olayın çizgi film tekniğiyle imal edilmiş bir canlandırmasını seyrediyor. Davacı sağmış ve içeri girmek istiyor, görevliler itekleye tartaklaya adliyeden atıyorlar. Aslında mahkeme reisi de yok, çünkü herkes kendini reis koltuğuna oturtmuş çizgi film seyrediyor. Bu yüzden olsa gerek davacının ölmüş olması, simülasyoncuların birinci tercihidir. Böyle bir ecnebî film izlemiştim: Cinayete kurban gidenlerin otopsisi yapılmıyordu, otopsiyi yapmayan doktor ölüyordu, işin bilfiil içinde olan polisler ölüyordu, bu konuya merak duyan gazeteci ölüyordu, şahitler ölüyordu; yaşayanlar kalsa bile sokaklarda “ölü gibi” geziyorlar ama nedense ölmüyordu. Film uzadıkça uzadı ama sabırla seyrettim kalanlar da eceliyle öldü; alt yazıyla ve fotoğraflarıyla birer birer gösterdiler. Mahkeme tam başlayacaktı ki, salonda artık kimse yoktu.

Şairi az, sokak destancısı hoşuma gitmişti… Her ülkede demek ki böyle şeyler oluyormuş; filmin finalini gerçekçi buldum. Mahkeme reisi dalgın dalgın merdivenlerden inerken, kör bir destancı rep tarzında yaktığı ve söylediği bir destanı eline tutuşturuyor ve aldığı parayı iki yüzüne sürerek göğsüne tıkıştırıyor. Film ileri derecede astiğmat mahkeme reisinin gözlüğünü bir eliyle gözlüğünü düzeltip, diğer eliyle destanı çöpe atarken bitiyor. Unutmayayım: İzlediğiniz filmin gerçek olaylarla hiçbir ilgisi yoktur! Bizim şehirde gerçekten kör bir destancısı vardır, yaşıyor gerçi ama artık okuyamıyor, türkü söylüyor bir merdiven başında ve “Görün beni ağabeyler!” sloganıyla mendilini dolduruyor zavallıcık, geçimini sağlıyor. Acıklı olaylar arkasından destan yakar, Esnaf Matbaasında bastırır, sokaklarda söyleye söyleye yirmi beş kuruşa satardı. Göremediği bir tren faciasını zihninde öyle güzel canlandırmıştı ki, yaktığı ağıt özellikle mahallenin karılarını hüngür hüngür ağlatmıştı. Edebiyat bilimiyle uğraşanların, post-modern simülasyoncuların, bizim ağıtçı dikkatini çekebilir ama hakikati arayan tarihçi için sadece hakikatle yaygın zihniyet arasındaki farkı anlama için bir belge hüviyetindedir.

Ne yüzüme bakıp duruyorsun Salih! Bir senaryo da sen yaz! Haklısın, yazsan da emeğin boşa gider ama yine de bir düşün. Belki sadece sinema diline uyarlanabilir bir roman yazarsın, gelecekte biri filme çeker. Ama sakın hakikati yazdım deme, namuslu bir canlandırma olsun! Kalem sahibi inançsız biri ise vicdanı ve adalet duygusu olmalı; öyle ise başım üstünde yeri vardır! İslamcı(!) biri ise abdestli olsa iyi olur ama yazmayı esnemek gibi bir refleks sayıyorsa kendi bileceği iş! Ama mutlaka besmele çekmelidir. Çünkü besmeleden sonra bir müminin bilmediği bir konuda yazması mümkün değildir; susar ve edebini gösterir. Hem besmele çekiyor hem de zihninde canlandırdığını “Bu olayların gerçekle ilgisi yoktur! şerhi düşmeden hakikatin ta kendisiymiş gibi yazıyorsa, harama besmele çekmiştir ve çok tehlikelidir. Varsa böyle bir duruma düşenlerin “Medya ilmihâli”ne değil, bizim ilmihallerden herhangi birine baksın. Mahkemesi ve muhakemesi kendine kalmıştır. Tavsiyem tecdid-i imandır.

İslamcılık ideolojisinin, Müslümanlığın en geniş ve disiplinsiz bir mezhebi halinde yaygınlaştığından endişem vardır. Kitapla, ilmihalle ilgisi olmayan sahte genişliğe dikkatlerinizi çekmektir niyetim. Yok diyorsanız, mesele de yok; rahat olun. Mahallenin sakinleri olarak benim gibi andropoza girmiş bir “huysuz”u idare edin. Etmezseniz başka çayocağına giderim, kenarda kıyıda olması önemli değil; muhabbetimin tiryakisi nasıl olsa beni bulur.