Sağlıklı bir çocuk olduğunu da söyleyemem; maraziydin, başının olur olmaz ağrısı tutardı. Saat tuttum; okula başlamanla beraber başın her gün saat dokuzda ağrıdı, alnından boncuk boncuk ter, gözlerinden domur domur yaşlar döküldü. Öğretmen “Yine mi!!!” diye azarlayarak seni hep eve şutladı; şerbet içtin, büyükannen yüzüne okudu, bazen de yarım aspirinle vaziyeti idare ettin. Birgün, Efe dediğiniz ve hane halkınızın derin hürmet gösterdiği adam misafiriniz olmuştu. Defterlerine baktı, bir iki satır okutturdu; yazını çok beğendi, seri okumana “aferin” çekti ve sana altı renk boya kalemi hediye etti; defterinin ilk sayfasına bir kenarsüsü yaptı, sana da öğretti…
Hatırlarsın bizim zamanımızda defter yapraklarının sol yanında üç parmak eninde kırmızı hatla ayrılmış bir alan olurdu. Efe “Burayı boş bırakma, kenarsüsü yap!” demişti; gözün gönlün açıldı; üç parmaklık alanda ne dünyalar peydahladın; hani kıskanmasam sana sanatkâr diyesim geliyor. Öğretmen, sana okuma yazma bilip bilmediğini hiç sormadı, zaten seni dipteki sıranın en dibine atmış yüzüne bile bakmıyordu. Kenarsüsü yeni bir şey değildi ama senin için bir devrimdi; sınıfta da bir nevi devrim yaptın. Başı ağrıyanların, kulağı akanların, saçı bitlilerin defterlerine de kenarsüsleri yaptın. O dişlek kız hasetlendi onikili boya takımı aldı, güya kenarsüsü yapacaktı; beceremedi. Sana geldi “Yok!” dedin. Kalem takımını sana hediye etmek istedi almadın. Evlerine çağırdı oyuncaklarını gösterecekti, gitmedin. Anlamadın; belki anladın anlamaz numarasına yattın. Oysa o da bizim mahallenin kızıydı; öğretmenin ona yakınlık göstermesi kendi arzusu değildi. Kinci de değildin ama biraz kazaktın galiba
Neyse ki, öğretmenin nasibi açıldı, tayini çıktı. Yeni öğretmen daha sınıfa girer girmez tahtaya bir cümle yazdı. “Kim okuyacak?” dedi, tahtaya kalktın ve hecelemeden okudun. Öğretmen aferin çekti, sana ufak ufak kitaplar verdi, herkes okumaya geçmeye çalışırken sen okudun; habire kenarsüsü yaptın. Bir kere olsun ders çalıştığını gören olmadı, hayatta gördüğüm en tembel adamlardandın. Sınıfta sessizce oturur, dışarıda canavar kesilirdin. Her oyunun başında sen, her kavganın ortasında sen... Öğretmen seni çaktırmadan kolladı, adamın sende büyük emeği var, sakın unutma!” İmza: Ali Fuad Seyranoğlu
Hikâyeci-yazar, bu sefer de hikâye yazmak için masaya oturmamış, kendinden altı ay küçük çocukluk arkadaşına bir uzun mektup döşenmek niyetiyle kalemin ucunu açmıştı. Nedeni kendisi de çok bilmiyordu ama son zamanlarda sanal âlemden adresini bulduğu mahallesinin çocuğuna nameler salıp duruyordu. Sen, sen, sen diye bazı alenen, bazı da gizli özneyle yazdı da, yazdı. Hikâyeci alışkanlığıyla boyuna tasvirler çiziyor, bazen fena halde ayrıntılara dalıyordu. Kendi resmini göndermişti, bir imza töreninden alınmış; ondan da bir resmini istemişti. Hâlâ filinta gibiydi, şakaklarında belli belirsiz aklar vardı ama bıyıklı bir çocuk gibiydi. Bir mektupta “Genç görünüyorsun!” demişti; o da “Savaşçılar aksöğüt gibi içerden çürür!” diye mukabele etmişti. Hâlâ sertti; havalı ve bıçkındı. Tam kızacak olmuş, eleştirel bir mektup kaleme almayı düşünmüştü; kelimelerini geri çekti, içi cız etmişti. Memleketten gelene gidene sual ettiğinde hemen herkes arkadaşının huysuzluğundan şikâyetçiydi. Çok az dostu vardı görünüşte ama kimse de hakkında ters bir şey söylemiyordu.
Hikâyeci-yazar mektubu postaya verdi ama kafasını “Acaba, kenarsüsü konusundan bir uzun hikâye çıkar mı?” sorusu uzun süre işgal etti. Fayda-maliyet analizi yaptı ve vazgeçti, böyle şeyler piyasaya uymazdı neticede, içinden başlık olarak geçirdiği “kenarsüsü devrimi” gibi sözler edebiyat otoritelerini kendine güldürebilir, kariyerini de sarsabilirdi.
Bence hata etti!
Kenarsüsü; çoktanseçmeli dolambaçlar arasında kaybolan çocukluklar için bir çıkış yolu gösterebilir, büyüdüklerinde “Adam gibi çocuk!” olmalarına vesile olabilirdi. Sessiz bir devrimin ilk fiskesi, yazarın işte böyle bir yutkunmasıyla atıl kaldı.
I. Kenar ve hakikatEvet: Sözün başında, bazen ortasında, bazen sonunda ben de biraz gûy-ı gıybet eder, bir hikâyecik kondururum. Benimkisi yosun tutan bir helik taşı gediğine koymaktır, kıymet bilmektir; biz buralarda yok iken, var olanlara selam göndermektir. Kandilin kıymetini bilmeyen, mehtaba hakkını veremez, ayın şavkısını okşayamayan güneşi sevmeye heveslenmesin. Sözü bugün Yemen oğlu Naim bey’den devşirelim, onunla başlayalım… “Naim Bey de kim?” diyecek, banker editörü biliyorum; o, sayısız kandillerden biri, sahih bir kahraman. Ötede handan olsun, gençliğinde yaşadığı bir gözbağcı numarasını ibretlik diye anlatmıştı. Sonunda bize de “Delikanlısınız olur olmaz her kavgaya karışmayın, aslını bilmediğiniz işten uzak durun, bir yolcuk da kenardan seyredin, anlayın dinleyin!” diye nasihat etmişti.
Gözbağcılar bundan bir kırk elli sene öncesinde, güz mevsiminde zahire pazarının uygun bir köşesinde tezgâh kurar halkı eğlendirirlermiş; tabii belediyeden de izin alıyorlardır, çünkü o tarihlerde zabıta çoğunlukla avaredir ve iş çıkmasını bekliyordur. Ortaokul birde, gözbağcıların sinema kiralayıp, gösteri yaptıklarını hatırlıyorum; seyirciler de değişmişti, numaracılar da… Naim Bey, Pazar günü zahire pazarına gitmiş, epeyce bir kalabalığın bir şeyin etrafında halkalandığını görmüş, bir başlık yer de kendisi bulmuş. Ortada bir at var bir de gözleri şeşibeş oynayan bir kılıksız… Hayret: Gözbağcı atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyor. Gözlerini ufalamış böyle bir şey olabilir mi diye; evet, adam atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyor! Bu işte bir hinlik olduğunu düşünmüş ama akıl da erdirememiş; onbeş yirmi metre kenara çekilmiş, bir de ne görsün: Adam, atın ön ayaklarının arasından giriyor, arka ayaklarının arasından çıkıyor… Aceplenmiş ve yeniden seyircileri yara yara sahneye yanaşmış, şaşakalmış; çünkü gözbağcı, yine atın ağzından giriyor, mabadından çıkıyormuş. Gözbağcının tesir sahası içindeki gözüken ile kenara çıkıp baktığında görülen farklı imiş. El-hak; adam işinde ehil imiş vesselam… Gözbağcının çırağı peşkeş için kutu gezdirince yirmibeş kuruşluklar üstüne bir lira atarak, takdirini bildirmiş. Cömert adamdı rahmetli ve kabadayı.
Sonra öyle demişti işte: Bir yolcuk da kenardan seyredin!
Sıvışın, savuşun değil, bir yolcuk da kenardan seyredin. Hakikatin önünde gözbağı olmasa herkes hakikatli olurdu; yerin devasa ağzından giriyorsun, bir de bakıyorsun ki, gözünün perdesi kalkmış… Atın ön ayaklarının arasından geçen de doğru, ağzından giren de; arka ayaklarının arasından çıkan da doğru, mabadından çıkan da. Ama hangisi doğru?
Kendimizi konuşlandırdığımız yere göre nasıl da değişiyor bu doğru!
II. Kenardan geçeyim yol sizin olsunAslında bu yazının tekmili fert ve ferdiyet üzerinedir. Ferdiyetin olmadığı yerde ve dünyada bütün cemaat ve cemiyetlerin sahte bir biz bilinciyle istismar edildiği, sürüleştirildiği endişesini daima sızdırır. Ancak, çok kurcalanmaktan yalama olan, “merkez-çevre” meselesine sarf-ı nazar etmemiz yeğdir düşüncesiyle ve bir türkü miktarınca söze bir bağdaşlık yer açıverelim. “Kenar süslemeleri”ni bir yetim türkünün başını okşamadan yazmamız da yakışık almaz.
Çimdiğim Kızılırmak, güzergâhım bozkır; bu yüzdendir bizim buraların demeleri daha bir işler; yoksa yetmiş iki milletin türküsünde de nice bin hakikat nihandır. Geleneğin dinç ve diri kelimeleri ve çağrışımları cihetinden “Kenardan geçeyim yol sizin olsun/Ağular içeyim bal sizin olsun.” türküsünün hem bir omuzu düşüktür, hem de aslan gibi bir duruşu vardır. “Kenardan geçeyim…” dünya karşısında bir hakikatli dervişin diyebileceği sözdür; dünyalıların ahvalini görüp de, kenardan geçmek gerekir, çünkü dervişin bir ayağı üzengidedir; durmaması gerekir. Sanki Fırat’ın hazineleri açığa çıkmış da, kabala insanlar birbirlerini tepe tepeleye iktidar sahibi olmak için yarışırken izdiham çıkmış ve yol tıkanmış farkında değiller; üstelik kendilerine kudret sofrası inmiş gibi habire tıkınıyorlar. Derviş, kenardan geçerek engebeyi aşıyor; sofralarına tenezzül etmeyip “Ağular içmeye” razı oluyor. Ağulu aşı bala çevirme inceliği, kenarda kalmışların koştuğu bir türküde bile kırık hava renginde hissedilebilir. Horasan’ın ne kadarı efsane, ne kadarı gerçek ve ne kadarı istismardır, bilemem. Beşeri coğrafyamızın sinmişliği ve çarpılmışlığı içerisinde iz sürmek o kadar zordur ki!
Derviş ağızlı değil tabii bu türkü; işret kokuludur. Söz de, müzik de kenarda kalmışların, zorunlu olarak “kenardan geçmeleri”nin ezikliğini resmeder; ortada nefs tezkiyesi de, derviş de yok… Bu türkü, en kenarda duran Türkmenlerin, bulunduğu muhiti ve kendilerini kat be kat aşan ve farkına varılamayan nârâlarıdır; soydan abdalmeşrebdirler ama elan abdal değillerdir. Bozkırın bir tarafında türkü çığıranlara abdal denilmesi geleneğin hangi telinin koptuğunu gösterir; gevende değil, abdal çünkü… Bu sıfat, ilgililerine “Abdalan-ı Rum”un nasıl galata çıktığının ihtarı olamaz mı?
Türkünün “Bozkır dedikleri büyük kasaba/Severler güzeli gelmez hesaba!” dizeleri fıkır fıkır oynuyor ve oynatıyor toyda, düğünde. Neşet’iyle nam salan abdalmeşrep tezene muhteşemdir; kenarda kalmıştır ama munis ve müşfiktir; yeraltından akan bulanık bir hesabı yoktur. “Yol sizin olsun!”da sitem varsa, isyan yok; isyan varsa, bölücülük yok. Kim ne niyetle söylerse söylesin; bu ses, öznesinden bağımsızlaşarak can iliğime değmektedir. Bozkırın derin avazı; sapı güdük bağlamaların puslu havalarına asla benzemiyor; hem usûlde hem esasta derin bir fark var.
“Kenardan geçeyim yol sizin olsun!”un anahtar kelimesi “sizin”dir, yorumu da “Yol sizin olsun!” denilenlerin kimler olduğunda yatmaktadır. Merkeze varınca kendilerine uzak duran, uzaklaşanlaradır bu hitap; “Mehmetçik Mehmet”in sitemidir. Ucundan azıcık acıtan bir türkü ama havası da pek kıvrak! Muhtemeldir ki türkü, “Eeee ne yapalım yani ağlayıp da eli mi sevindirelim, oynayalım düşman çatlasın!” tavrına işaret etmektedir. “Haydi, gel gel aslan Mustafa’m aman/Amanin gel gel gel garip başlı yârim vay vay!” dizelerini, bize yabancı olmayan böylesi bir duruşa yaslandırabiliriz.
Nakarata bakarak türkünün hanım ağzıyla yakıldığı da söylenebilir, nakaratı hanım, esas sözleri de erkek ağzına yaraşan bir karşılıklı söyleşme olduğu da… “Bana aslan Mustafa’m kâfidir!” gibisinden, araya bir yavuklu giriyordur mesela…
Mustafa da en nihayet Mehmetlerden bir Mehmet’tir.
III. Yine zevrak-ı derûnum kırılıp kenâre düştüYine!” diyor, şairimiz; “Yine mi?” demiyor. “Yine!” bütün şiiri şerhediyor; illa ilk beyit! Zevrak-ı derûnunu daima yoluna çıkan kayalıklara çalan şair, asla uslanmaz; tam bir bilinç haliyle ve kerrat ile tekrar tekrar yüzer. Dünya ahvalinin akışına değil, insanın (şairin) kâinatla akışmasına bağlı bir söyleşmenin farkına varmadan da divan edebiyatı okunabilir ama aslolan okumak değil, anlamaktır. Sadece şiir yazmaz divan şairleri; çoğunun yaptığı bir uzun irfanî yolculuktur; biten her gazelle şairin gönlü bir kere daha sahile vurmuştur. Gazelin tamamı ve özüyle, özetiyle bu beyit, şiiri aşk atı gibi süren bir usta şairin poetikası sayılmalıdır.
“Dayanır mı şîşedir bu reh-i seng-sâra düştü.” diye, manayı tamamına erdiren ikinci beyit, bana ürperti veriyor. Gönül sırçadan ve kayık biçiminde olunca üzerinde yüzdüğü su sır yerine geçer, ayrıca sırlamaya gerek kalmadan aynalaşır; bu ayna hem kevni seyrettirir, hem kendini. Herhangi bir kayık kendini akıntıya bırakmışsa hangi sahile varacağı, nerede kıyıya vuracağı bilinmez; bu yüzden şairimizin kayığı serapa gönüldür, kılavuzu da, kaptanı da yolcusu da gönül… Akıntıya yahut dalgalara karşı yüzenin kaderi arada bir kenara savrulmak ve kırılmaktır, ama her kırıldığında kendini yeniden bütünleştirir; kırılan aynada birbirine karışan görüntüler toparlanır ve yeniden yüzmeye başlanır. Bu hep böyle gider; dünya hilafına yüzmek görünüşte çok mesafe aldırmaz belki ama maksat müstakim olmaktır ve kaynağa ulaşılmamış olsa da kişi hakikatte kaynakla daima birdir. Hani sırrı nem kaptığı için dökülen ve yer yer kağşayan, körelen aynalar vardır; onlar bile temiz bir köşesinden âlemi aksettirir.
Kenar, çok büyük bir ülkedir; her vilayetin bir sonu vardır, kenarın ucu bucağı yoktur; sen ne kadar diyorsan o kadardır. Çünkü kendini akıntıya bırakmayarak, kaynağa doğru yüzmeyi tercih eden insan, gariptir ve yolcudur; vatanının sınırını, yolunun nerde biteceğini bilemez. Gurbetin azameti yanında dünya hiç kalır, ism-i tafdil oluşu da dünyayı büyültmez. Mesneviden bir ışık süzülüyor elbet, şairin sözüne: Gemiyi batırmayacak kadar dünya tavsiyesi. Şairin –aynı zamanda salikin- arzusu ise yalınız batmamak değil, yol almaktır; düşe kalka, kırıla parçalana yol almak…
“Yine” diyor üstadımız, “Yine mi?” demiyor.
Birisi bana “Nasılsın!” dese; ben de sadece tek kelimeyle “Yine!” desem anlayan çıkar mı acep?
IV. Sümmanîyi derkenâre yazmışlarDerkenar, resmi yazışmalarda evrakın kenarına düşülen nottur. Bugün kelime çok kullanılmamaktadır ama yapılan işlem aynıdır. Resmi evrak muhatabına salına salına bir taleple gelir, sonra derkenar faslı başlar; bazen ana gövdesinde tek cümle bulunan bir resmî yazının sağına kenar notları sıralanır ve öyle olur ki evrak serapa derkenar kesilir. En netice, evrakın ana gövdesinde talep edilen işin kim tarafından, nasıl yapılacağı belli olur, o artık eski evraktır, delgeçle sol yanına iki delik açılır ve lüzum ettiğinde kullanılmak üzere arşivde yerini alır. Kitap sahifelerinin yanına yazılan notlara da der-kenar denilmektedir; bugünün dipnottan ayrı işaretle gösterilen açıklama notlarına muadil sayılabilir. Bir de dergi vardı Derkenar namıyla, dergilerine hoş mütevazı bir ad bulmuş idi derkenar taifesi. Hepsi şöyle böyle, derkenar, Âşık Sümmanî’nin bir dizesinde bütün derinliği ve kapsam alanıyla inci gerdanlık gibi ışıldamaktadır.
“Ervahı ezelde lehv-i kalemde/Şu benim bahtımı kare yazmışlar.” gümrahlığıyla başlayan has şiir tepeden tırnağa hoş içimlidir ama “Aşk kaydına geçti bunca âşıklar/Sümmanîyi derkenâre yazmışlar.” mısralarına bercestedir dense sezâdır. Çile var, sitem var ve sicim gibi çağrışım yağıyor her köşesinden. Âşık kaydına değil, aşk kaydına diyor şair ve bu önemli. “Aşk kaydı”na geçen sözde âşıklar, sayfanın göbeğinde yer bulmuştur, kendisi ise bihakkın âşık olmasına rağmen derkenâre düşürülmüştür. Şair muhkem bir cevap vermiş olmakla, sayfanın ortalarına konuşlandırılanların fiyakasını da mutlaka bozmuştur.
Bu şiir üzerine söylenecek çok söz olduğunu, deyişlerin türküleştirilirken bazı sözlerinin değiştiğini elbette biliyorum; halkiyatçılar okuryazar âdemlerdir, içlerinden bir uğraşan çıkar elbette. Kaynak kişi olarak Yavuz Top’un adının yazıldığı bir “Ervah-ı ezelde…” türküsü bu yönüyle dikkat çekicidir; türkünün nihayetinde pek de adet olmadığı bir tarzda fasih bir halk aşığına ait deyişin sadece iki dizesi okunmaktadır. “Yazanlar Leylayı Mecnun kitabın/Sümmaniyi derkenâre yazmışlar.” tasarrufu Sümmanî kayıtlarına uymaz. Kanaatim Yavuz Top’un kendi reyiyle hareket ettiği yönünde değildir; bir yerlerde bu deyişin böyle söylendiğini zannediyorum. Lakin bu son iki mısra dörtlüğün kafiye düzenine uymamaktadır. “Yazanlar Leylayı Mecnun kitabın/Sümmanîyi derkenâre yazmışlar.” tapşırması derhâl Fuzûlî’yi çağrıştırır; ezberim kıttır amma hazretin sesi iliklerime işlemiştir. Açtım divanı buldum yerini:
Ezel katipleri uşşâk bahtın kare yazmışlar
Bu mazmûn ile hat ol safha-i ruhsâre yazmışlar
Muharrirler yazanda her kime âlemde bir rûzî
Bana her gün dil-i sad pârenden bir pâre yazmışlar
Yazanda Vâmık u Ferhâd ü Mecnun vasfın ehl-i derd
Fuzûlî adın gördüm ser-i tûmâre yazmışlar
Sümmanî’nin şiirinin sesiyle, rengiyle, ahengiyle Fuzuli’nin aynı redifli gazeline nazire olduğu zahirdir. Bazen nazire, aslından daha meşhur olabilmektedir. Âleme aşikârdır Fuzûlî; muhteşem mesnevisiyle tekmil “Havva ve Âdem”lerin derdini Leyla-Mecnun mazmununda cemetmiştir; âşıkların isminin sıralandığı tomarın başına yazılmak da onun hakkıdır. Sümmanî de kendi halince “Hak” diyen bir âşıktır; “Aşk kaydına geçti bunca âşıklar/Sümmani’yi derkenâre yazmışlar!” derken, aslında tevazu içinde “Ser-i tûmâre yazılmam gerekmez miydi?” gibisinden hafif yollu hayıflanmaktadır; ama gerçekte mevkiinin tomarın başı olduğunu söylemektedir. Fuzulî ise devrinin anlı şanlı şairleri arasında azıcık ihmale uğramış, kenarda kalmıştır ve kendini ihmal edenlere şiir diliyle “Beni kenarda saysanız da ismim âşıkların kütüğünün başındadır!” demiştir. Devran üstadımızın “kendini bilen” bir şahsiyet olduğunu bizzat göstermiştir.
Kenarda kalan iki usta; ikisi de ne yazdığını ne söylediğini biliyor; kişinin kendi kıymetini bilmesi de irfandandır. Kıymetsizden sadır olan tevazu, kibirdir.
V. Dağ kenarı yol olur”Dağ ne kadar yüce olsa, yol üstünden geçer!” mealinde bir atasözümüz var…
Dağ ve yol ilişkisini vurgulayan bu kargı gibi sözün söyleminde ilden ile fark olsa da, mana aynıdır, çok çağrışımlıdır ve derindir. “Bir dağ ne kadar ulu olsa, bir kenarı yol olur!” diye ünleyerek başlayan bir tatyan olduğu, Türkçe bilen herkesin malumudur. Bu mısranın Alvarlı Efe’nin olduğu da söylenir; hazretin divanında böyle bir mısra bulamadığımı itiraf ediyorum; ya bendeki nüshada yok, ya da gerçekten yok. Âşık Ömer’in de bu mealde bir dizesi olduğundan haberdarım; aradım ama yerini bulamadım. Sözü, kaynağına bakmadan aktarmanın ne kadar tehlikeli bir şey olduğunu, dijital dünyanın kolaylıklarını, kolayca iktibas edenlerin hatalarını gördükçe daha iyi anlıyorum. Kitaplığımın kifayetsiz kaldığı anlarda ise müthiş üzülüyorum. Kararım: İptida atasözü suretindeyken, çıngılanıp şiire sıçrayan bir incelik ile karşı karşıya olduğumuzdur. Atasözlerinin bazı bazı vezne dökülüp, nazımlar içinde salına salına gezdiğini çokça görmüşüzdür.
Dağ ne kadar yüce de olsa yol onun üstünden geçer. Çünkü “yol” asıldır ve hakikattir; yol sapmadan sapıtmadan dağın nasıl aşılacağının istikametini gösterir. Biz gidimliler yol ehliyizdir; ara yol da değil, “ortayol” ehliyizdir; sokaklarda, patikalarda taban eskitmeyiz; gezmişliğimiz, oynamışlığımız, kalem oynatmışlığımız var ise teferrüç maksadıyladır. Dağ mecazdır; her çeşit müşkülat, mânia ve muammaya temsil getirilir. Gerçekte dağın hakikati, Davud’un önünde anaokulu öğrencisi gibi diz çöküp ders alışında bellidir. Dağ dersini ezberlemiş, yol olmuştur, yol olmadan önce yolunu da bulmuştur, mağrur duruşu heybetinden değil, yol olmuşluğundan, yolunu bulmuşluğundandır. Dağ ile yol vahdet halindedir; bizimkisi diliyle dert açan zahir ehlinin biçare benzeştirmelerinden başka birşey değil! Emaneti kabul etseydi, dağın omuzları galiba çökerdi; bir rivayet Âdem’in boyu kırk metre imiş; ademzadenin iki metreliğine şimdilerde babayiğit diyorlar! Dağın nedense hep halimize bakıp vicdan azabı çektiğini düşünmüşümdür; o mektepli sabi kocaman yüreğiyle bakıp da halimize “Oh olsun!” diyecek değil ya!
Dağ gibi babayiğit de olsan, dağlarca kitabın da olsa, dağı yaran âşık da olsan; bir kenarın illâ ki yoldur! Böyle de bakılabilir mi, dağın bir kenarından geçen yola? Ben baktım, bakıldı. Ve bu dağ nasıl bir şey ve bu söz nasıl bir menfez ise ışığın vurumuna, gölgenin durumuna göre; elhak ki, gönlünüze göre yol açıyor. Cümle nefis sahibinin kayıtsız şartsız gireceği mecburi ve tek istikametli bir yol mutlaka var; bir kenarımızdan yol geçtiğini unutmak gaflet, ama arasıra gafletimiz de olmasa bu dünya çekilmez be birader! Sahip olduğunun çokluğuna, büyüklüğüne gururlanıp, “Alçak dağların kreatörü(!)” sadedinde kostaklan bir “mega-fısfıs”a hitaben “Dağ kenarı yol olur!” derseniz, ölümü ihtar etmiş olursunuz. Söz söyleyene göre de libaslanır, muhatabına göre de... Kum tepelerini kirpiklerinin önüne sıradağ gibi dizerek, “Olmayacak! Ben maksuduma erişemeyeceğim!” deyip boyun büken bir acemi talibe, “Bir dağ ne kadar ulu olsa bir kenarı yol olur!” derseniz, hayatı ihtar etmiş olursunuz. Hayat bu, Londra Asfaltı değil! Erişemeyene değil, yolda olmayana üzülmeli... Yolcunun gözü aralı da gitse; yolda olduğu için hakikat ile yakasız gömlek ve beden, beden ve can gibi içli dışlıdır.
Bir de şöyle baksak mı?
Maruzatın var... Bir ulu kişiye varmış, heybene de alıç koymuşsun...
Alıç da meyvedir hani, ağacı da ağaçtır... Huda’dan gayriye mihneti olmayan, taşın çakılın arasından emsalsiz bir kanaatkârlıkla su emerek, dünyanın en leziz meyvesini ufacık kuşlara sonra insanlara, içini oyan kurtlara cömertçe dağıtan böyle bir keremli ağaca selam vermeden yaklaşmak bile kavlimce tahrimen mekruhtur. Alıç ağacına büyük kuşlar tünemez, yuva yapmaz; gülgiller aşiretindendir, irikıyım değildir, eciş bücüş dalları, sivri olmasa da dikenleri vardır. Meyvesever bir mecliste portakalla muzu, muzla kiviyi, kiviyle ananası yarıştırıyorlardı. Bu garip münazaraya iştirak etmedim; portakal neyse ne, kütür kütür Amasya Misketi’ni de yumuşak yutumlu muza tercih ederim. Meyve dediğin; çift avurdu doldurmalı, şikeli de olsa dişle güreşmeli ve suyunu usul usul salmalı… O zamanlar kivi ve ananasın merak edip tadına bile bakmamıştım; baktım, damağımı sarmadı... Rahatsız edici bir adamım, her olur olmaz mevzuya kafa atmam; lakaytlığımdan rahatsız oldular ve hangi meyveyi daha çok sevdiğimi sordular. Ben de tadını çıkara çıkara, hançeremde derin bir sır saklıyormuş gibi, dudaklarım arasından geniş hacimli bir “A” çıkarırken bakışları görmeliydiniz…
— Alıııç!
Dedim. Şok… Meyveseverler fırkası alay ettiğimi zannettiler, matruş yüzleri kasıldı ama vallahi samimiydim; samimiyim alıç bir numara, Amasya Misketi iki... Üüüç diyorsanız Halilağa eriği; nerden bileceksiniz? Ben de o eriği mevsiminde arasam da bulamıyorum; soyu tükenenlerden galiba... Halilağa eriği, dağ eriğinden azıcık iri; ne buran, ne buruşturan bir lezzet, kıtlıyorsun ve eti çekirdeğinden tamamen sıyrılıyor…
Maruzatın var... Bir ulu kişiye varmışsın, heybene de alıç koymuşsun! İhlâsına, heybeye doldurduğun gülgillerin alıç delildir. Diyelim ki, ulu kişi, bir ulu dağdır, aşmayı isteyene bir kenarından yol verir. Yaşda, yolda yahut makamda büyüklere varırken de nezaket ve samimiyet ile varırsan bir kenarından sana da yol verir. Ulu, ulu ise tekmil yoldur zaten. Bozkırın garibanı bir alıç bile bir dağdan yol açar mı? Açar. Dağı aşırır mı? Aşırır.
Taş ustası elinde külünk, ocaktan taş söküyormuş; işi ağır. Yoluna inat damarlı bir kaya çıkmış, o esnada güneş de diklemesine vuruyormuş. Gözlerini kısmış, elinin tersiyle terini silerken, bir yandan da külünk sallıyormuş. Haline hayıflanmış ve “Âlemde güneş olmak varmış!” demiş. Der demez dileği kabul edilip, güneşe dönüşmüş. Dünyaya yukarıdan bakıyor, ışıklarını cömertçe saçıyormuş; müthiş keyiflenmiş. Ansızın dünyayla arasına bir karabulut girmiş, gözüne perde inmiş, hiçbir şeyi seçemez olmuş. “Demek ki, bulut olmak lazım!” demiş ve buluta dönüşmüş; hafiflemiş, üstünde güneş altında yeryüzü; bir o yana bir bu yana uçuşurken bir deli rüzgâr çıkmış ve şiddetle savrulmaya başlamış. “Bulut olmak da birşey değil, rüzgâr olmalı!” demiş, adamcağız bu sefer. Rüzgâra dönüşmüş; ıslık çalarak deli deli esmeye başlamış. Bir ulu dağa toslamış, ıslığı durmuş, soluğu kesilmiş ve dağ olmaya heves sarmış. Masal deyin, mesel deyin; taşçı ustası heybetli bir dağa dönüşmüş. Dağ olunca bir sükûnet hali gelmiş kalbine, yakasını döşünü açıvermiş rüzgâra; bağdaş kurup eteklerindeki ovaları seyre dalmış. Ne bilsin ki, âlem inkılâp üstünedir... Adamcağız tam dağ olmakta karar kılmışken, böğründe bir karıncalanma hissetmiş, gümbür gümbür sesler gelmekteymiş; eğilip bakmış ki, bir taş ustası elinde külünk, taş sökmededir.
Bu da bir Çin efsanesi…
Söz yolunun yorgunuyum, yoruldum; isteyen bir söze bakar, döner sonra bir dağa; kimbilir neler vardır bu kıssadan, bu nakisadan…
VI. Ateş kenarı kış gününün lâlezârıdırDenizlerin, derelerin kenarı yazın pek güzeldir, güzün çekilir, kışın tehlike yazar; uzun boylu eğleşmeye gelmez. Denizin “sazak”ı bozkırın karayağız poyrazına benzemez; adamı çaktırmadan çarpar. Başıma geldi; güz sonu Sarayönü’nde mintanı üç düğme çözüp “Es yiğidin bağrına es!” dedim, ertesi gün yataktan meydan dayağı yemiş gibi uyandım. Siz siz olun, “Ben ki, zemherilerde şu derenin buzunu kırıp çimmişim!” diyerek, denizden gelen soğuğa yiğidoluk etmeyin, çarpılırsınız. Yazın, kalmışsa üstü hasır tenteli tenha bir köşe, deniz kenarı saltanattır, bir alay ahbap ile tabii… Irmak kenarının lezzetini ise hiçbir şeye değişmem, yanına söğüt, su şırıltısı ve kuş sesi koyun… Evet, yabanlaştık tabiata karşı; rahatlık ve sükunet batar… Çok geçmeden mazot, parfüm kokusu, kebap kokusundan mürekkep kent burnumuzda tüter; ırmak sefasından kısa bir zamanda vazgeçeriz. Bari arkada çöp bırakmasak…
Denizin, ırmağın ortasında bila-vasıta durabilirsiniz, en fazla ıslanırsınız ama ateş başka… Ateş yakar, yanarsınız; kenarında durmaya mecbursunuz. Şair, “Su insanı boğar ateş yakarmış!” derken, sudan ve ateşten kenar gezmek gerektiği yaşa erdiğini ifade etmiş… O kadar değil elbet, gönlümüzü özellikle “ateş” kelimesinin tüm mecaz ve çağrışımlarına daldırırsak, mısranın olağandan hareketle olağanüstünü ifade kudretine sahip olduğu kanaatine varabiliriz; bence öyle ama şairin niyetini asla bilemem… Ol görüp otuz üçünden gün almaya niyetli değilsem de bu yaşta bile ırmağın akımına ters yüzmeyi eskisi gibi göze alamıyorum, bir zamanlar yandığım “ateşler” canımı hala yakmaya yetiyor, sırtımda ne kadar odun taşıdığımın hesabını bilsem belki kurtulurum gafletten.
Yakmak ve yanmak fiillerinin ateşle olan bağlantısı her dilde mutlaka vardır ama Türkçede de olduğu gibi bu iki fiilin “canım yandı” yahut “canımı yaktı” biçiminde tasarrufu doğulu birşeydir; tahkikimce batılıların ateşle can arasında böyle bağlar kurmamış olmaları bana köklü bir idrak farkı gibi gözükmededir. En emperyal dil İngilizlerindir ve şehvet ile ateş arasında bağ kurmanın ötesine geçememişlerdir. “Ateşe dair güft ü gû” değil niyetim, ateş konuşuğunun içine dalıp çıkana da “Helal olsun!” derim. Edebiyatımızın altından, üstünden en ateşleyici mazmunu ateş… Uzun soluklu yazılar yazmaya takati yetmeyen bana ateşin kenarından bahsetmek bile ağır iş gibi geliyor; içime, içinde ateş geçen ne kadar şiir, şarkı, türkü doluştuğuna kendim dahi şaşırmış durumdayım… “Âteş-i suzân-ı firkât yaktı cism ü cânımı…” misali, ateş bastı her yanımı. Neler çekiyordur divan edebiyatının deryadil uzmanları, böyle ağır mazmunlar, ıstılahlar elinden! Ateş kenarı demiştik, dilimize sahip çıkamadık, meydan yerine yedi elif miktarı laf sıraladık.
Enderunlu Vasıf’ın haddesinden geçmiş “Âteş kenarı kış gününün lâlezârıdır!” mısraının endamı atasözünü andırır, atasözü olduğuna dair kanıt da, kayıt da mevcuttur; ama halk dilinden şiire sıçramıştır. “Mangal kenarı” da denilir ama ateş daha kapsayıcıdır, şapkalı a vezni de kurtarır… Ateş; sadece mangalı değil, kendi özünden başlayarak, demlik cızırtısına kadar uzanan sûz-i dil çağrışımlarıyla, cümle ısınma ve pişirme araçlarını hatırlatır. Mahallenin fırıncısının yazın ne çektiğini yakinen bildiğim için, geçenlerde fırının önünde başka kürekçi görünce sordum, acil işi çıkmış, yoksa “Fırının önü kışın iyi!” imiş. Tecrübem, tandır kenarının daha iyi olduğuna hükmetmededir. Ekmek pişirilince tandır öyle bir harlanır ki, üç gün üç gece harareti düşmez. Ekmek gününün ertesinden başlayarak, tandırın etrafına ayakları içeri salarak halkalanıp; ortaya dizler üstüne bir tepsi, tepsinin içine de çerez (daha çok kavurga ve dut) yahut meyve koyarak muhabbet etmenin keyfini tadan bilir. Tandır çevresine hörelenip kahvaltı etmek dahi mümkündür, ayağı, dizi hiç ısınmayan ihtiyarlar için ulu nimettir. Mangal kenarından daha samimidir tandır kenarı; laleye müteşabih kor meşeler gözümüzü kandırmaz ama olsun, kıvrım kıvrım çay buharı gibi yumuşaktır ve muhabbetlidir tandır kenarı.
“Ocakbaşı” aslında mangaldan kıdemlidir. Ocakbaşı dediğin, ocağın önüdür. Soba devrimi öncesinde odalarda süslüsüne bugün şömine denilen kara ocaklar vardı; bazıları hâlâ eski evlerde hayatını dolap yahut vitrine tebdil olunarak hayatını sürdürmektedir. Ocağın önünde toplanılır; alevler can verip, meşeler kor haline dönünce mangallara alınır; o an ocak cazibe merkezi olmaktan çıkıp, yerini kendinden beslenen mangala bırakır; ocak dile gelip “Besle mangalı oysun közünü!” dese sezadır. Soba Anadolu’ya Urus elinden gelmiştir; bir köye sobayı ilk getirenin moskofa esir düşen bir gazi olduğunu biliyorum. Adamcağız hürriyetine kavuşunca erinmemiş sırtına bir soba vurup köyüne kadar getirmiş. Canlı şahitleriyle konuşmuştum, odanın ortasında gürül gürül yanan bu kıyamet alameti, hayret ve hayranlıkla karşılanmış. Trakya havalisi ve Ege kıyılarının sobaları Avrupalıdır, levantenlerin bu işte derin rolleri olduğuna eminim. Sacdan soba imalatı çok gecikmemiş, kısa zamanda Anadolu Kaplanları soba devrimini gerçekleştirip, envai tür yerli soba üretimini gerçekleştirmişlerdir. Soba giderek azalmasına rağmen, varlığını hala sürdürmektedir.
Soba da hane halkını cem eden âteşîn bir alettir; aş pişirmek, su ısıtmak, kuzineyse fırınına börek sürmek, patates közlemek, ekmek tazelemek mümkündür. Ağır ağır piştiği için sobanın üstünde pişen yemek daha lezzetli olur, çayına emsal bulunmaz. Sobaya canı çekenin kaynar kaynar içtiği tarçınla zenginleştirilmiş ıhlamur oturtmuşsanız; hanenin her köşesini türüm türüm dolanır saadet... Saadet; sade giyinir, saf kokar, içten gülümserdi; bir zamanlar ne de kolaydı. Kuzine soba teknolojinin; beşeri ilişkileri de ısıtan, demlendiren son terbiyeli örneklerindendir; şeceresi de bellidir ocaktan, tandırdan, mangaldan, fırından derin izler taşımaktadır.
Ve derken: Kalorifer…
Terakkiye sınır çizmek ne haddimize, neylerseniz eyleyin!
Ateş
Ocak
Tandır
Fırın
Mangal
Soba
Kalorifer.
Kaloriferin yanına birkaç saksı koyun da üşümesin; o kadar.
Biliyorum teknoloji müritleri fena halde kızacaklar ama o kadar.
VII. Kenarın dilberi nâzenîn olmazmışDilber kelimesinin kenar ile böylesi bir tasarrufu zaten niyeti âleme faş ediyor, “gönül çelen” demektir ya… Dilber kelimesi köklü ve esaslı bir kelimedir; bütün güzellikler ve güzeller için kullanıldığı vakidir. Bendeniz çok güzel bir kumaş için bile dilber denildiğini duymuşumdur; dilber, âşığın ahına göre görecelenir. “Kenar” bu söyleyiş içinde ve bu vurgu ile “taşra”dan ayrı bir mahal… Taşra İstanbul dışındaki her yer; “kenar” ise duruma ve konuma göre şehir merkezine uzak semtler anlamına da gelmektedir… Öyle olur ki Suriçi’nden gayrisi kenar sayılır; merkezde ise birbiriyle al gülüm ver gülüm oynaşan âleme yabancılaşmış bir avuç şekerli bâdem (Beyaz Türk de denilebilir) kalır; onlar da cebren ve hile ile Suriçi’nin mümessili olarak kendilerini konuşlandırmışlardır.
Kenarın dilberini, Nâbî’nin ustaca işleyip meşhur bir deyim haline getirdiği malum; deyimin zemini şimdilerde pek kaygandır; kimisi sözü göbeğinden kaşımakta, kimisi mabadından anlamaktadır. “Bilen hâk-i Sitanbuldur rüsûm-i şîve vü nâzı/Kenârun dilberi nâzik de olsa nâzenîn olmaz.” beytini, Nâbî’nin İstanbul sevgisi ve Halep’te geçirdiği uzun senelerde çektiği İstanbul hasretine hamletmeliyiz diye düşünürüm; hazret belki de divanında İstanbul’u en çok anan şairimizdir. Kurum sözlüğünün “kenarın dilberi”ne verdiği mânâ ise sözlüklere şenlik: Kibarlığa özenen, görgüsü az kadın. Nâbî böyle bir şey söylememiş, çünkü en azından insaf edip kenarın dilberlerinin nâzik olâbîleceğini kabul ediyor ama nâzenîn olamazlarmış; olmasınlar. Nâzenînlik malumunuz, talim ile olur; mankenlik ve zarafet kursu mezunu öyle “bî-perva” nâzenîn vardır ki, beyzadeleri eteğinin fırfırında pervane kılar. Bunların bazıları günümüzde pek derin “toplumsal felsefe” dahi türetmektedir; hatta kâğıttan kalelerin kartondan mütefekkirlerine bile ilham vermektedirler.
Günümüzde “kenarın dilberi” deyiminin kapsam ve kullanım alanı, İstanbul’un ortayerinin dilberlerinin cilveli ve oynak oluşlarını tasvir için değildir, kurumun kestirip attığı gibi hele hiç değildir. Kenarın dilberi deyimi artık sahada tamamen ideolojik bir mahiyette gezinmektedir. Ayağı göçürülen deyim; kendilerini merkez sayan tescilli modernistlerin, bizim mahallenin nazik hanımlarına taarruz ifadesi haline gelmiştir. Yeşilçam ariftir, işbu hale tercüman olmuştur. Mesela: Kenarda kalmış bir güzel, talihin cilvesiyle bir beyzade ile evlenince; evin faşistesinin hasetliği ve fesatlığı sınır tanımaz hale gelir. Bin bir desiseyle kenarın dilberini(!), yani ak pak gelinlerini ilaç ile bayıltıp, koynuna beyaz çikolata suratlı bir zibidiyi sokup resmini çekerler; kızcağız sırtındaki esbaplarıyla kapı dışarı edilir, geride ise körpe bir çocuk kalır ve yıllarca “Annen öldü yavrum, meleklere karıştı!” diye avutulur. Esasoğlan olacak beyzade, karısının suçsuz olduğunu, zibidinin ölmeden önce yaptığı itiraftan anlar ama onca sene kaybolup girmiştir. Vesaire, vesaire, vesaire; Yeşilçam kolay hülasa edilmez; bu üç vesaire de Yeşilçam ustalarının şerefinedir. Bir günahı yok aslında ama kokoş karıyı oynayan aktris o filmlerin kapalı gişe oynadığı o günlerde ve o dakika seyircinin eline geçse tekmil ahlak zabıtası ellerinden alamaz. Bu duygu halinin sosyal zeminini anlamak, Türkiye’yi anlamak için elzemdir; “Asrîler Cemiyeti”nin dikkatine sunulur.
Her nâzenîn nâzik olur mu? Anlamak çok zor; çünkü nezâket talim ile değil, terbiye iledir. Özünde varsa istidadı ve nezâketli bir aile içinde yerişmiş ise erkek ya da kadın galip zanna göre nâzik olur. Nezâket derunî bir şey, göstergesi ise zahirî davranıştır, bu yüzden de kim nâzik, kim değil tamı tamına ölçecek mihenk yoktur. Nâzenînlik serapa görünümle alakalıdır ve her nâzenîn de nezâket cevherine sahip değildir. Nâbî’ye cevap olsun yahut benim olmayan bir nefsin müdafaası niyetiyle ve kendini merkez sayanlara husumetle söylemiyorum ama öyle her nâzenînden de nâzik olmaz! “Kenarın dilberi” deyiminin günümüzde ideolojik bir kapsam alanına sahip olduğunu söylemiş idim. Buyrun seyredelim: Merkeze konuşlandırılan müzmin muhalefet partimizin hem de profesör (sıradan bir vaka) sözcüsü, merkez medya olarak anılan namlı bir gazetenin imam hatip mezunu ve mağduru yazarını hemencecik “kenarın dilberi” diye tezyif etmiştir. Böylesi güncel havadis ile pek işim olmaz, sadece güncel olmayan bir nefrete şahadet eden bir oluş bildirdiği için zikre değer gördüm. Kendileri merkezin dilberi ve nâzenîn oluyorlar ve olanca nâzenînlikleriyle nezâketsizliğin âlâsını sergiliyorlar. “Her nâzenînden nâzik olâbîlemez ey şair/Amma nâzik edâdan âlâ nazenîn olâbîlir.” desek mesela, hususen bugünler için daha doğru sayılabilir; işte size yukarıdaki örnek, hem de en güncelinden. Profesörlük de talim iledir.
“Medenileşmenin gönül çelen güzeli” anlamına gelen “Nâzenîn-i dil-rübâ-yi temeddün” terkibi aslında bu bâbın özetidir; taze kavrum Türk Kahvesi kıvamında bir terkip… Dilruba, dilbere anlam olarak yakındır; şimdilerde perçem zülüf takımını, erkekler karşısında çift santrafor oynatmak donanımına malik latifelere, latife sadedinde söylenebilir; bendeniz söyleyemem tabii… Nazenînlik temeddün iledir; her temeddünde tegallüb vardır; her mütegallibede de incelik ve kibarlık sevdası mutlaka vardır. Mütegallibenin ince zevklerine bırakın merkezin kıyıya vurmuş dilberlerini, kendi evindeki yüzde yüzlük nâzenîn bile kifayet etmez. İbn-i Haldun’un en hakikatli tespitidir; dileyenler, zamânenin iktisadî ahlâkına fasih bir eleştiri olarak da okuyabilir: Temeddün neticesinde artı ürün, sıcak para endamında şehrin merkezinde cem olur; süs püs, güzellik suretinde ve bazen sapık hazlar uğruna çatır çatır ezilir; ahiri ise şehrin insanı için izmihlâldir.
İkmale kalmadan, mankenlik ve zarafet mektebinden pekiyi dereceyle mezun olmak da yetmeyebilir; dudak, yanak, diş, kaş, göz gibi nazenin olmak için elverişli bir alt yapı lazımdır. Orada da kozmetik ve estetik cerrahi sektör ve endüstrisi imdada yetişir; hem ne yetişir, komple imâlat dahi mümkündür. İstisnasız her uzuv gerdirilir, söndürülür, çektirilir, şişirtilir; temeddün kelimesi yetmez bugünün GDO’ya benzeyen medeniyetine… İşbu nâzenîn-i temeddün uğruna şiir yazılır, şarkı türkü koşulur ama sevmeye de pek gelmez bilesiniz; entarisi kırışır, saçı buruşur, allığı akar, simi çıkar, kaşı oynar, kirpiği düşer ve en netice âşığa da usanç gelir. Aile saadetinin bekâsı için kalender-meşrep olmakta faide mülahaza edilir.
Kenarın dilberleri(!) ve kartal kanatlı delikanlıları için de belki bir hisse çıkar bu kıssadan. Boşuna nefsimize, kalemimize eza etmiş olmayalım!
∞Kifayetsiz bir arzuhalciyim; çünkü kelimeler sınırsız.
Esbabını kurcalamadan yazıyorum, sonra yine yazıyorum, sonra yine… Okuyucusu az bir yazarım, biliyorum; ama bu bir dolmuş dolusu okuyucunun muhabbetine mazhar olmak kâfidir. Sermayem bu kadar; gülabdan ebadında bir testiyim; onun da tamamı gülyağıyla dolu olsa ne olur; miktarımca içimdekini sızdırıyorum.
Sonra testiyi doldurmak da hayli zaman alıyor. Öyle velut bir yazar da değilim, malumunuz; kendi efkârıyla okur, yazarım… Biraz dedikodu yapayım kendi kendimle diye oturdum, daldan dala kondum; sayın ki, kenarsüsü yaptım boyamın kudretince. Bari bu seferlik, noksan kalan yerleri görmeyin, konmadığım dalları işaret etmeyin. Türkçe bir ulu ağaç; ne dalı tükenir, ne budağı…