5 Eylül 2011 Pazartesi

HÜCCETİM EVLİYA ÇELEBİ

Evliya Çelebi Türkçenin yirmilik dişleridir. Gençliğinin verdiği atılganlıkla seyyah-ı fakirimiz sadece kendi ülkesinin değil, tekmil dünyanın ifade edilebildiğini cümle âleme göstermiştir. Yirmilik delikanlı tahsil ile olgunlaşmış ve dilin yollarına düşmüştür; Seyahatname, aynı zamanda bir dil gezgininin kelimelerden çizdiği bir haritadır çünkü. Onu zihnimde hep kelimelerle cirit oynayan, beşuş çehreli otuz üçünde bir genç olarak canlandırıyorum. Evliya Çelebi, yazdıklarını hiç okumayan hayranlarının bile derinden sevdiği bir şahsiyet idi; tıpkı Yunus Emre gibi. Adını önceden biliyordum ama kendisiyle lisede müşerref oldum.
Evliya Çelebi’den N. Sami Banarlı’nın liseler için yazdığı edebiyat kitabı sayesinde okuduğumuz iki metnin birinin başlığını hatırlamıyorum; Beç şehrinin hükemâlar çarşısında başından geçenleri anlatıyordu. Ki, bu metin bana çok sonradan ilham kaynağı olmuştur. Diğer metin, küffara hediye edilen ama karşısında kara şapkalı askerleri gördüğünde bir düzinesini çifteleriyle kırıp geçiren, bir gazi atın hikâyesiydi. Başlığı da galiba Temaşa-yı Garibe-i Küheylan... Hükemâlar çarşısını okurken pek çok kelimenin anlamını parmak kaldırarak ben söylemiştim; sessiz harflerden hareketle dilimize Arapçadan geçen anlamına ulaşabiliyordum; öğretenlerin ruhu şad olsun. O günkü cevvaliyetimle edebiyat hocamız Adalet Çil (Ergenekon) hanımın takdirini kazanmıştım, çok hoşuna gitmişti; benim de öyle. Sonraları Nihal Atsız’ın seçmeleri başta, bölük pörçük ne buldumsa okudum. Üç-Dal Neşriyatın bastığı tam metin Seyahatname’nin tahmin ediyorum ilk alıcılarındanım. Sadeleştirilmişti, bazı nazenin dil incelikleri kırılmıştı ama olsun... Evliya çelebinin dili de İstanbul şehri gibi, ne kadar bozarsan boz, yine de lezzetini muhafaza ediyor. Yine de müteahhit eli değmemiş, cerrahî müdahale geçirmemiş bir Seyahatnamem olsun isterim.
Bu dil lezzeti nereden gelir ve neden kolay bozulmaz diye sorup duruyordum; nihayet doğru bir izah bulduğuma kendimi ikna ettim. Yok, öyle evraka çılgınlığına filan da kapılmış değilim! Musiki kulağına ve dolayısıyla kulak hafızasına sahip olanlar, dili daha sanatkârane kullanıyorlar; cümle çatılarına dokunulmadığında o iç musiki kolayından zayi olmuyor. Evliya Çelebi kuvvede şair, ömrünü yollarda tüketmeseydi fiilde de kâtip olur, muhtemelen meşhur bir şair olurdu. Ama o kendisinin anlattığı “Seyahat Ya Resulullah!” rüyası, hazreti nesre yöneltmiş. Seyahatnamenin muhtelif yerlerinde müellifinin musikiden âlâ anladığını bildiren o kadar çok cümle var ki... Evliya, Baykara meclislerinin daimi azası olduğunu her fırsatta beyan etmektedir. Bir tanesi beni ziyadesiyle güldürmüştü. Taklitçileri anlatan bir temaşasın da -ki, bugün de hayvan seslerini ustalıkla çıkaran hançereye sahip yetenekler vardır- meddahlardan birinin merkep gibi anırdığını, “Zannedersiniz ki deccalın eşeğidir!” diye de ballandırarak anlatmıştı/anlatmıştır. Anıranın da Segâh makamında ses verdiğini ifade etmesi, ayrı bir hoşluk… Aman yanlış anlaşılmasın, Segâh (Si notasına tekabül eder) temel makamımızdır; eşek değil, eşeğin taklitçisi kendince o perdeden ses vermiştir.
Öyle müthiş bir mizah malzemesi yüklüdür ki, Seyahatname; en acıklı olayları okurken bile yüzünüzü kasamazsınız; acı ile neşe, metnin her köşesinde hayatı oluşturan siyam ikizi gibidir. Evliya’nın çok üzüldüğü bir olayın içine, mizah sokması aslında onun “en yerli” damarıdır; fakat mizah olsun diye sululuk yapanlardan da değildir; ciddi bir adam olduğunu da daima hissettirir. Nüktelerle, efsanelerle zenginleştirilmiş üslup; geleneğimizde varolan ve dinleyenin/okuyanın hem hoşuna giden, hem okuduğunu daha iyi hatırda tutmasını sağlayan bir aşinalık taşımaktadır. Evliya Çelebi kâmilen bir sohbet ehlidir; karşısında birileri varmış da, onları anlatıyormuş gibi yazmıştır. Kalemi konuşturmuş dense sezadır.
Tarihçilerin ondan hâlâ çok şey iktibas ettiği malum... Sosyolojistler Evliya Çelebi’den daha uzak; çünkü kendilerini toplumdan ayrı konuşlandırmışlardır, tarihe de mesafeliler. Haddim değil ama günümüz tarihçilerinin Seyahatname’den hakkıyla istifade edebilmeleri için, kronolojik uyum aramaları yanlış olur. Büyük hata gibi görülebilen hususlar, müellifimizin çok büyük bir “temaşa” ustası oluşundan kaynaklanır. Üstadımız, İstanbul’un Fethi’ni anlatırken pek çok efsaneyi tazeler; askere manevî komutanlık eden yetmiş yedi evliyadan bahseder; Ak Şemseddin ile Sivaslı Kara Şemseddin’i aynı anda saf tutmuş gibi canlandırır. Anlattığı bizim zihniyet dünyamızdır; belgelerden daha fazlasıdır. Tarihçiler hayatını yazdıkları sosyal varlığın zihniyet dünyasını gözden ırak tuttuklarında, tarihi anlamlandıramazlar. Yazdıkları da “anlamlı” ve kımıl kımıl insanların içinde gezdiği “soyut vatan” olamaz. Günümüz yayınlarını elim erdiğince takip etmeye çalışırım; bazı bazı “Kimi yazmışlar?” suali elimde olmaksızın beynimde karıncalanıyor; yabancılaşıyorum. Bu hale sebep, nesnesinden kopuk anlamlandırmalar olabilir; izahı zor. Tarih şuurundan mahrum oluşumun vebali, tarihten kurtarma yazılılarıyla ve lütfen sınıf geçen bende midir? Tarihçiler mabeynine konulmanın teknik yolu, vesikalara sıkı sıkıya bağlılık; toplumun zihniyet dünyasına alabildiğine uzak durmak olabilir. Ben heveskâr bir okuyucu olarak, efkârımı dile getirmeye çalışıyorum sadece.
Hükemâlar çarşısı bana hangi konuda ilham kaynağı olmuştu? Kolları sıvamıştım ve muhalif bir iktisat felsefesi yapacaktım; iş şeklen tamam ama henüz iki kapak arasına girip de huzura çıkmış değil. Kafayı takmıştım; modern teknolojinin tasarruf biçiminin arkasında bazı insanları/toplumları önce ötekileştirmeye, ötekileştirdiğini de sonra iliğine kadar soyarak hükmetmeye azmetmiş bir zihniyet yatmaktadır, diyordum. Hüccetimi Evliya Çelebi’de buldum. Hükemâlar çarşısında müslüman libaslı ameleler, çok zor şartlar altında büyük dibeklerde otları, kökleri döverek ilaç hazırlıyorlar. Evliya, garibanlara sadaka vermek istiyor, mihmandarı gülümseyerek “Akşam dönüşte verirsin!” diyor. Dönüşte elini kesesine atan Çelebi, hayretler içinde kalıyor. Meğer onlar insan değil, mekanik aletlermiş; malumunuz Osmanlı mekanikte o devirde çok ileridir. Bugünün ifadesiyle söyleyelim; Frenkler robotların üstüne Osmanlı elbisesi giydirmişler ve bu dışı Osmanlı, içi makine gariplerin köleler gibi çalışmasından hususi bir zevk alıyorlarmış. Mihmandar onun için gülümsemiş. İşte böyle!
Bence Evliya Çelebi bizim zihniyet dünyamızın dörtte birini temsil eden bir şahsiyettir; kalan üç şahsiyeti de ezbere tamamlarsınız. Bizim bilinç haritamızı temsil ediyor; Frenklerin de zihniyet dünyasını “bir temaşasına getirip” bize işittiriyor.
Türk Edebiyatı Dergisi Eylül 2011

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder