Mahalliydi ama olsun! Yazdığımızı yüreğimizle yazıyorduk. Para sadece patronu geçindiriyordu, olsun! Konulu kompozisyon yazmıyorduk.
Sivas’ta çıkan “Hakikat” gazetesinden bahsediyorum; gerçi üç aydı topu topu yazdığım süre; sonra dergilere dönmüştüm. Üç ay boyunca yazdıklarım gazetenin arşivi varsa duruyordur; yoksa yoktur. Beni en çok düşündüren şey, kimse konu vermiyordu ama acayip de güven vardı yanlış yapmayacağımıza dair. En ufak bir müdahale olmazdı.
Taşra deyip geçmeyin, taşranın okuyucusu tehlikelidir; anında gazeteye damlar ve rulo yaptığı altı sayfalık gazeteyi kaldırır yazıhaneye atar, ağzına geleni söyler. Bir çay, birazcık yumuşamayla iş tatlıya bağlanmıştır, gazete mahkemeye hacet bırakmadan icabında kendini bir karelik metinle tekzip eder; entertip çalışmaya, sıcak kurşundan satırlar elden ele giderek sayfa sayfa bağlanmaya devam ederdi. Daktilomu canlı canlı bohçaladım; vazgeçemeyecek derecede bilgisayarla yazmaya alıştım; ama ofset matbaalara alışamadım. Genç bir 56 Chevrolet gibi ışıl ışıl yanan Heidelberg makine ortada yoksa ne anlamı var matbaa denilen yerlere uğramanın. Bizim matbaalarda bir sürü genç çalışırdı ve girdiğimde kendimi fabrikaya girmiş gibi hissederdim. Şimdinin matbaalarda çalışanların benzerleri her evde var neredeyse; indiriyorlar, diziyorlar, yazıyorlar ve bir komutla şakır şakır kâğıda dökebiliyorlar. Hâlâ hayatta olan benim Macintosh Classic bile bir ofset gazete için erbabının elinde şaha kalkmış küheylana döner.
Bir ara Soner Doğan’ın hatırına “Hürdoğan” gazetesinde de yazmıştım. Artık ofset tekniğe geçilmişti ama patron, eski model Heidelberg gibi adamdı, çayı çorbası içiliyordu. Sanki bir ara dönem gibiydi; 2 Temmuz hadisesiyle gazetelerle kökten bağım koptu; şehir de zaten ayrı bir şehir haline geldi. Burada da kafama göre takılıyordum, arşive girenler nasıl titiz çalıştığımızı, o günkü yazılarımızdan anlarlar.
Esas diyeceğim; sayfa sayısının azlığıydı; taşrada çıkanlar dört en fazla altı; büyük gazeteler ise sekiz sayfa çıkardı. Az sayıda ama hâlâ isimlerini unutamadığımız bütün yazarları okuma, bütün havadislere göz gezdirme imkânımız olurdu. Ne olduysa, galiba seksenlerde gazete sayısında ve sayfa adedinde patlama yaşandı. Yirmi otuz sayfa gazete olur mu? Oluyor… İşin yoksa şişir şişir dur. Bazı gazetelerde “şişiricilik” diye bir meslek dahi var olabilir. Forum Sayfası: Dört profesör, iki doçent, bir yardımcı doçent... Sayfa değil, akademik kürsü sanki. Acayip keskin suratlı, ciddi yazılar, kitap özetleri, sempozyum bildirileri v.s. Yorum Sayfası: Gazetesine göre gazetenin yakın durduğu bütün siyasetçiler, partililer, cemaatliler orada, yazarlık heveslerini köreltmiş oluyorlar. Hepsi miting havasında döktürmüş de döktürmüş. Dünya her gün aynı cümlelerle ve yeniden yine yorumlanmış oluyor. Ekonomi sayfası: Bunu geçin genellikle boşuna doldurulmuştur. Durum sayfası: Burada gazetenin zevahirini kurtaran emekçiler var olabilir. Hatta “durum sayfaları”da diyebilirsiniz, mesela üç sayfa. Duruş sayfası… Öyle bir sayfa yok diyorsunuz! Öncekiler sanki vardı… Temaşa ediyorum anlayın! Duruş sayfası olmayabilir ama duruş köşeleri olabilir. Sayın patronlar! Buralara aklınıza gelen “duruşlu” yazarları yerleştiriverin de, hiç olmazsa bir tefekkür standardı olduğu görüntüsü verilsin gazetelerinizin. Görüntü önemli “görünüş geçerliliği” daha önemlidir. Aslında kriz içinde çırpınan büyük gazete patronları(!) beni dinlese gazetelerini kurtarabilirler. Ama gazete onların ek işidir, batarsa batsın; batmazlar, o da ayrı husus. Batarlarsa, bilin ki, gerçek ve dürüst gazetecilik için büyük bir imkân doğabilir. Adam işadamı-müteahhit-inşaatçı-herşeyci bir de gazete çıkarıyor; çalışanlarını da kazma, kürek gibi bir araç gibi değerlendirmesi muhtemeldir! Bilemem, ince işler bu işler. Kızma emekçi kardeşim, vaziyeti anla!
Bizim zamanımızda kâğıt çok pahalıydı ama kıymetliydi. Şimdi öyle gazeteler var ki, o günlerde dört boş gazete geçse elime, ciltletiri bütün sene defter ihtiyacımı karşılardım. Gazetelerin kıymetli olduğu zamanlar olmalı demek ki, arşiv yapmaya heveslenmiştim; sonra manasızlığını anlayınca, konu komşuya dağıttım. Şimdi de öyle, bazen mecburen komşular geri dönmesin diye en kalın gazetelerden iki tane alıyorum; ellerini boş çevirmiyorum. “Bir de üniversite hocası, evinde gazete yokmuş! Yalan anam yalan, var da vermiyorlar!” dedirttirir miyim?
Bir gün imkânım olursa dört sayfalık bir gazete çıkaracağım! Mevcut gazetelerin en ucuzunun dörtte biri fiyatına satacağım, söz veriyorum! Hedef tirajım beş milyon. Bir gazete için lazım olan herşeyi okuyucu bulabilecek. İlkin “Gazete konulu bir kompozisyon yarışması düzenleyeceğim, herkes katılacak. Sabırla herkesle görüşüp, bütün sivil toplumlarının katılımıyla bir nevi “Anayasa” hazırlayacağım. İlk sayı bu Anayasa’yı yayınlayarak yasalarımızı yayınlayacağım.
Benim gazetemde herkes yazabilir ama çıtası yüksektir. O da benim sürprizim çıktığında görürsünüz. Bu yüzden herkes okuyacaktır, katlayıp cebine koyabilecektir, “israf haramdır” iktisadı hakkıyla uygulanacaktır. Şimdi herşeyi anlatmayayım, rakip firmaların gözünün kulağının çok açık olduğunu biliyorum.
Kızmayın patronlar, hevesimi kırmayın! Hep çiftetelli dinlemekten usanmış olabilirsiniz; bu da Abdurrahman Halayı. Teeey, Tey. Bu vallahi halayda var! İnternetten girin seyredin, şimdi onu da anlatmayayım!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder