Türkiye’nin son on yılında kullanılan özürlü kavramlar içinde “Hoşgörü” kadar cılkı ve cıvığı yoktur. Gerçi cılk ile cıvık, bir iki yazarın kullanımına binaen eşanlamlı olarak kullanılıyorsa da yanlıştır. Kullanan yazarların elbette tercih hakkı vardır ve kullanabilir ama bu geneli bağlamaz; hele hele ciddi sözlüklere eşanlamlı gibi yerleştirilemez. Cılk, iptida yumurta için kullanılır. Kuluçkaya yatan tavuğun altına kazara konulan horozla teması olmamış kısır yumurtalardan civciv çıkmaz ve onlar cılka çıkar. “On yumurta koydum, beşi cılk çıktı!” biçiminde de tasarruf edilir. Çok sıcak bir yerde ise uzun zaman bekleyen yumurtanın başına da aynı şey gelir ama ona cılk denmez; kokmuş yahut çürük yumurta denir.
Çinliler kokmuş yumurta severlermiş. “Hoşgörülü olalım ne mahzuru var!” diyebilirsiniz; tabii uzak olması kaydıyla. Lakin bir Çinli yanınızda hususen kokutulmuş yumurta yiyorsa hoşgörülü olmanız yetmez, burnunuzun koku almayacak kadar “hoşduyu”lu olması gerekir. Çin mutfağı hakkında Mao’dan sonra hayli bilgi sahibi olduk; ne bulurlarsa yiyorlar; öyle alıştırılmışlar. Kapitalist dünyanın en maddecisi artık Çin’dir; insanlık mucitleriyle baş edemezken bir de komünistlikten irtidat etmiş fanatik Çinliler çıktı. Vücut maddi bir cihazdır; işlemesi için kalori lazım ve dişin kestiği her şey yakıt; otu da, çotu da yiyebiliyorlar. Yumurta şöyle dursun, hadi bir Çinli ile aynı sofrada otur ve o ısıra ısıra yılan yesin; sen de hoşgörü adına hoşgör... Sizden tuzluk istediğinde hoşgörü gereği nezaketle uzatın ama cebinizde bir kusmuk poşeti taşımayı da ihmal etmeyin. Ayıp olur diyorsanız önceden midenizin havalanmasını engelleyecek bir ilaç filan alın. Ben almayım, “hoşgörü” hapı delikanlıyı bozar. “Herkesin kültürü kendine hoştur!” derseniz, tamam… Seninki sana, benimki bana. İstersen hoşgörüyle bak, istersen boşgörüyle; “görü” senin...
Türkiye, on yıllarca oldukça etkin bir “ötekileştirme taktiği” ile yönetilmiştir. Son zamanların moda tabiri ile “öteki”nin varlığından değil; öteki yoksa icat edip, varsa sınırlarını sertleştiren bir siyaset tekniğinden bahsediyorum. Bu siyaset tekniği kendine özgü bir demokrasi tarzı üretilememesinin tek sebebidir. Böylece sivil alan birbirini hor gören ötekilere bölünerek uzun zaman ve kötü bir biçimde yönetilmişlerdir. Şimdi büyük oranda dış temayüllerin etkisiyle demokrasi arayışları başladı. Bu esnada da birileri demokrasi tavuğunun altına hoşgörü kelimesini koydular. Oradan civcivler çıkacak ve çoksesli bir ülke olacağız; civcivler ses sese katıp demokrat ve daha mucizemsi bir doğumla sosyal demokrat olacaklar. Hoşgörüyle döllenen yumurtalardan demokrat çıkmaz, sosyal demokrat hiç çıkmaz. Çünkü demokrasilerde aslolan, farklı olana hoşgörü beslemeseniz de beraber yaşama kararlılığıdır.
Kelimenin bir kabahati yok; yanlış gözüken, “hoşgörü”den herkesin herkesi ve herkesimi hoş görmesini amir bir kavram oluşturmak gayretidir… Âdet haline getirildiği gibi buna da tasavvuftan deliller getiriliyor; zaten cılka çıkmış kelime iyice cıvıklaşıyor ve ortaya sisli bir post-modern bir “hoşgörü” manzarası çıkıyor. UNESCO işin içinde ne kadar vardı bilemem ama 2007 Hazreti Mevlana yılı ilân edilmişti. Sonra bir de ustalıkla hoşgörü eklediler “Mevlana ve Hoşgörü” yılına dönüştürdüler. Hani Hazreti Mevlana “Gel, ne olursan ol gel demiş!” ya, hoşgörü timsali yapıldı. Yahu hoşgörü bunun neresinde; Hazret putperesti, mecusiyi niye hoşgörsün? Hoşgörüyorsa neden “Gel” diye kendi dergâhına/inancına çağırsın. Tatlısu sûfîleri bu sözden XXL bir hoşgörü mezhebi türetmekte serbesttirler; özgür bir ülkedeyiz. İtirazım, dilimizdeki bir kelimenin bağlamından kökten koparılarak, formel mantığa bile muhalif bir yoruma tabi tutulmasıdır. Yeri gelmişken söyleyelim, Hazreti Mevlana’nın “Ne olursan ol, gel!” dediğine dair orijinal bir kayıt yoktur; ama tam bir tahammül ahlâkı zaviyesinden “Yetmiş iki fırka (millet) kıyamete kadar âlemde baki kalsın. Kalsın ki zamanın ahirine dek bid’at yolunu tutan tutmayan aşikâre bilinsin!” demişliği kesindir. Aşikâre; yani herkes bilinecek ve kıyamete kadar da baki kalacak. Büyük Veli, bunu da nasihat mahiyetinde ve gerçekliği tekîd maksadıyla söylemiştir; çünkü devran böyle gelmiştir, devir böyledir, böyle de gidecektir.
Hoşgörü; insan, eşya ve hadise karşısında ferdî bir tavırdır. Çünkü adı üzerinde bir “görü”dür ve kişinin hissiyatına bağlıdır, toplum geneline geçerli olamaz. “Ben hoşgörülüyüm, hadi bana katılın hep beraber hoşgörülü olalım!” demek, totaliterliğin biçim değiştirmesidir. Ötekileştirmenin zıddı sayılabilecek bir “berikileştirme tekniği”dir. Kişiliğin varsa herkesi, herkesimi, her nesneyi, her olayı hoşgörü ile karşılayamazsın. “Ben onu demek istemedim!” itirazı hazırdır; arkasından “Yetmiş iki millet dahi elin yüzün yumaz değil.” gibi doğru sözler hakikî bağlamından koparılarak eğri büğrü gayelerle kullanılır. Yunus Emre, yetmiş iki milleti hor görmüyor ama hoşgörüyle karşılamıyor; abdest alıp namaz kıldığı halde yanlış işlerde bulunanları ağır bir dille kınıyor. Demek istiyor ki: Hak fırkadanım diyorsun ama davranışlarında batılsın, batıl olanlarla aynı işleri yapıyorsun.
Daha yaşanılabilir bir dünya ve demokrasi adına yapılması gereken şey “tahammül ahlâkı”dır. Ahlâk ile hukuk arasında müeyyide farkı vardır ama birbiriyle genelde çelişmezler… Hukuk, ahlâki olanın sürdürülebilmesi için beraber yaşamanın vazgeçilmezlerini kayıt altına alır ve sorumluluk yükler. Bu yüzden hukukta hoşgörü hesaba katmadan hüküm verilir, sübjektif tercihler dışarıda bırakılır; ötekine, berikine tahammüllü olmayı mecbur kılar. “Tahammül ahlâkı”na dayanmayan bir hukuk düşünülemez; varsa, orada hukuk adına birilerine tahammül edilmiyor oluşu sözkonusudur. Hafiften romantik bir edebiyata da kaçan hoşgörü muhabbeti yerine tahammül sınırlarını geniş tutmayı tavsiye etmek dürüst ve akılcı bir tutum olur. Dünya bizzat “tahammül dünyası”dır ve insan hoşgörü ile bakamayacağı yığınlarca havadis ile karşı karşıyadır.
Ölmeyen Türkçenin büyük ustalarından Nedim’in “Tahammül mülkünü yıktın Hulagu Han mısın kâfir/Aman dünyayı yaktın ateş-i suzan mısın kâfir!” beytinde, sevgiliye sitem ederken kullandığı “Tahammül Mülkü” öyle böyle bir terkip değil, esaslı bir kavramdır. Tahammül mülkü; dünyadır, hayattır, Osmanlı’dır, İstanbul’dur ve şairin kendisidir. Sevseniz de, sevmeseniz de tahammülün zorunlu olduğunu ve bunun da hayatın özünde varolduğunu kavramalısınız. Sapa yolların tecrübe edildikten sonra “tahammül”e ulaşmak ağır bedeller ödetmiştir, ödetebilir. Zaman geçirmeden demokrasinin özünün tahammül olduğunu anlayıp, hayatın zorluklarını herkes için tahammül edilebilir seviyelere çekebilecek bir mülk inşa etmeye gayret etmek elzemdir. Ötekiler berikilere, berikiler ötekilere hep beraber birbirine tahammül ederken, somurtmak yerine tebessüm etse âlâ olur; demokrasiye irfanî bir boyut katılmış olur. Bu da benim sübjektif tercihim. Ama siz illa surat asarak tahammül edeceğim diyorsanız, somurtun.
Mühim Not: Bu yazı en az üç sene önce aylık Mostar dergisinde yayınlanmıştır. Yakın tarihlerde Tahammül Ve Demokrasi künyeli başka bir yazı da Dünyaya Yeni Söz gazetesinde yayınlanmıştır. Konu hakkında daha yenilerde yazan Hayrettin Karaman ve ona şerh mahiyetinde kalem oynatan Ali Bulaç'ın haberleri mutlaka vardır. Hayrettin Beye sonradan gönderdim ama cevaba tenezzül buyurmadılar. Tahammül Ve Demokrasi yazısına isteyen mezkur gazeteden bakabilir. Ama yukarıdaki yazı üzerinde hiçbir değişiklik yapmadan buradan yayınlanmıştır. Meraklıları Mostarcıların dergisine bakabilir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder