4 Eylül 2011 Pazar

Kör ozanın canlandırdığı hakikat

"Ne ağlıyorsun" yahut "Ne gülüyorsun be adam! Anlattığım senin hikâyendir!" sözü; Yunan trajedilerinin meşhur bir repliği imiş.

Burası önemli ama malumunuz “beyazadam”ların ahlâkına boyun eğmemek için bir gözü bantlı gezenlerdenim. Seferde olmam önemli; ehl-i farfaranın müzevirliği ve “konjonktürel uyumluluğu” umurumda değil! Ecnebî, içimden de çıksa ecnebidir! Ben kendi trajedilerimle okur-yazarım; yazdığımın ecnebî düzmeleriyle simüle edilmiş tıfıllara yararı olsa sevinirim ama olmaz; medya ruhlarını kabzetmiş, ellerine de heyhat besmelesiz bir kalem tutuşturulmuş!

“Kalem ah çeker, ağlar mürekkep/Beni nadan eline verme Ya Rab!” beytinin mana ufkundayım, ama asla canım yanmıyor. Hikâyenin yerlisi şu: Adamcağızı fena halde dövmüşler, çiftini başına geçirip tarlasına el koymuşlar. Kanıyla, parçalanan mintanıyla varmış ilçeye, dava vekiline derdini anlatmış. Arzuhalci yazmış o anlatmış. Arzuhalci işinin ehli, anlatılanları bir güzel dinlemiş; dava dilekçesini daktilodan çekerek okumaya başlayınca davacı hüngür hüngür ağlamaya başlamış. Dava vekili, “Ne ağlıyorsun be adam, okuduğum senin hikâyendir!” demiş. Yaşanmıştır, dava vekilinin adını biliyorum ve sağken de tanıdım; anasının gözü bir arzuhalciydi.

Bu trajedi mi? Bir yönüyle öyle ve halkın bir zamanlar ne çektiğini de anlatabilir. Burada bizim arka bahçemizde üretilmiş, teknik ve isabetli bir sosyolojik analiz kavramı olan simülasyon yoktur, çünkü anlatan vardır, dinleyen ve yazan vardır; sonunda da görülen bir dava vardır. Erbabına ve kitapla beslenenlere malum olan simülasyon; bu çağı, bu çağın aldanışlarını anlatır. Düşüncede yerli malı olmaz, düşünen özne “yerli” olmalı diyerek, paçalarımdan dalmayı düşünenlere ihtar etmiş olayım. Baudrillard’ın düşünenler dünyasına bence tek hediyesi olan “simülasyon”da: Davacı yoktur, dava vekili yoktur, dava yoktur, mahkeme yoktur ve sonuç hiç yoktur. Adil yahut değil; bir sonucun olması için hakikat üzerine inşa edilen, delillerle desteklenen ve tarafların olması gereken bir mahkeme olması gerekir: Bizzat mahkeme simülasyondur.
Arzuhalci ve davacının post-modern darbe yemiş simülasyonuna (hikâyesine) deneyelim: Davacı ortada yok, belki de ölmüştür. Diğerleri de yok. Bir tek mahkeme reisi var. Mahkeme reisi, salonda tek başına olayın çizgi film tekniğiyle imal edilmiş bir canlandırmasını seyrediyor. Davacı sağmış ve içeri girmek istiyor, görevliler itekleye tartaklaya adliyeden atıyorlar. Aslında mahkeme reisi de yok, çünkü herkes kendini reis koltuğuna oturtmuş çizgi film seyrediyor. Bu yüzden olsa gerek davacının ölmüş olması, simülasyoncuların birinci tercihidir. Böyle bir ecnebî film izlemiştim: Cinayete kurban gidenlerin otopsisi yapılmıyordu, otopsiyi yapmayan doktor ölüyordu, işin bilfiil içinde olan polisler ölüyordu, bu konuya merak duyan gazeteci ölüyordu, şahitler ölüyordu; yaşayanlar kalsa bile sokaklarda “ölü gibi” geziyorlar ama nedense ölmüyordu. Film uzadıkça uzadı ama sabırla seyrettim kalanlar da eceliyle öldü; alt yazıyla ve fotoğraflarıyla birer birer gösterdiler. Mahkeme tam başlayacaktı ki, salonda artık kimse yoktu.

Şairi az, sokak destancısı hoşuma gitmişti… Her ülkede demek ki böyle şeyler oluyormuş; filmin finalini gerçekçi buldum. Mahkeme reisi dalgın dalgın merdivenlerden inerken, kör bir destancı rep tarzında yaktığı ve söylediği bir destanı eline tutuşturuyor ve aldığı parayı iki yüzüne sürerek göğsüne tıkıştırıyor. Film ileri derecede astiğmat mahkeme reisinin gözlüğünü bir eliyle gözlüğünü düzeltip, diğer eliyle destanı çöpe atarken bitiyor. Unutmayayım: İzlediğiniz filmin gerçek olaylarla hiçbir ilgisi yoktur! Bizim şehirde gerçekten kör bir destancısı vardır, yaşıyor gerçi ama artık okuyamıyor, türkü söylüyor bir merdiven başında ve “Görün beni ağabeyler!” sloganıyla mendilini dolduruyor zavallıcık, geçimini sağlıyor. Acıklı olaylar arkasından destan yakar, Esnaf Matbaasında bastırır, sokaklarda söyleye söyleye yirmi beş kuruşa satardı. Göremediği bir tren faciasını zihninde öyle güzel canlandırmıştı ki, yaktığı ağıt özellikle mahallenin karılarını hüngür hüngür ağlatmıştı. Edebiyat bilimiyle uğraşanların, post-modern simülasyoncuların, bizim ağıtçı dikkatini çekebilir ama hakikati arayan tarihçi için sadece hakikatle yaygın zihniyet arasındaki farkı anlama için bir belge hüviyetindedir.

Ne yüzüme bakıp duruyorsun Salih! Bir senaryo da sen yaz! Haklısın, yazsan da emeğin boşa gider ama yine de bir düşün. Belki sadece sinema diline uyarlanabilir bir roman yazarsın, gelecekte biri filme çeker. Ama sakın hakikati yazdım deme, namuslu bir canlandırma olsun! Kalem sahibi inançsız biri ise vicdanı ve adalet duygusu olmalı; öyle ise başım üstünde yeri vardır! İslamcı(!) biri ise abdestli olsa iyi olur ama yazmayı esnemek gibi bir refleks sayıyorsa kendi bileceği iş! Ama mutlaka besmele çekmelidir. Çünkü besmeleden sonra bir müminin bilmediği bir konuda yazması mümkün değildir; susar ve edebini gösterir. Hem besmele çekiyor hem de zihninde canlandırdığını “Bu olayların gerçekle ilgisi yoktur! şerhi düşmeden hakikatin ta kendisiymiş gibi yazıyorsa, harama besmele çekmiştir ve çok tehlikelidir. Varsa böyle bir duruma düşenlerin “Medya ilmihâli”ne değil, bizim ilmihallerden herhangi birine baksın. Mahkemesi ve muhakemesi kendine kalmıştır. Tavsiyem tecdid-i imandır.

İslamcılık ideolojisinin, Müslümanlığın en geniş ve disiplinsiz bir mezhebi halinde yaygınlaştığından endişem vardır. Kitapla, ilmihalle ilgisi olmayan sahte genişliğe dikkatlerinizi çekmektir niyetim. Yok diyorsanız, mesele de yok; rahat olun. Mahallenin sakinleri olarak benim gibi andropoza girmiş bir “huysuz”u idare edin. Etmezseniz başka çayocağına giderim, kenarda kıyıda olması önemli değil; muhabbetimin tiryakisi nasıl olsa beni bulur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder