31 Aralık 2012 Pazartesi

KERBELÂ AHLÂKI



Mazlumlar çağırıyor, Hz Hüseyin hilafet için değil sırf onlara yardım için koşuyor... Mazlumların kalleşliğine uğruyor ama asla yolundan da dönmüyor... Bu cümle çok özet; evet, ama Kerbelâ’yı yazmaya da hacet yok... Çünkü yürek dağlayan ağıtlarla dolu binlerce manzum, mensur “Kerbelâ Faciası” yazılmıştır ve çoğu da Yezide lanet ile doludur.
Sonraki yüzyıllar boyu da, bugün de Kerbelâ; Hz. Hüseyin ile Yezid düalitesine dayandırılan siyasî ihtiras ve çıkar davalarına alet edilmiştir. Hz. Hüseyin’in şahadeti Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmayı şiar edinen müminlerin siyasetten nasıl ayıklandığını gösteren bir milattır. Onu yardıma çağıran sahte mazlumlar, gerçekte dünyevi çıkarlarını sağlama almak için çağırmışlardır; Hz. Hüseyin’in gayesinin kendi çıkarlarıyla çakışmadığını fark edince de çark etmişlerdir. Bugünler için de Hz. Hüseyin taraftarı olmak demek, onu sevmek değil; siyaseten nemalanmak anlamına gelmektedir. Yani bugünün taraftarları, kelimenin tam anlamıyla Yezidî ahlâkla ahlâklanmışlardır ama Hz. Hüseyin’in taraftarı olmayı siyaseten araç olarak kullanmaktadırlar.
Peki, Yezid nedir?
Kimdir diye sormuyorum, çünkü kim olduğu malumdur...
Yezid, müslümanların dünyevîleşmesinin ta kendisidir ve o da bir milattır... Yezid ile başlayan saltanat, İslam Tarihi’nin ilk ve en “Büyük Rasyonalizasyon”udur.  Kerbelâ Faciası sonrasının İslam Dünyası; topyekûn ticarî kapitalizm ile devlet politikalarını eşleştirmiş olduğundan dolayı Yezidane bir siyaset bataklığına gömülmüştür.
“Mülk Allahındır!” hükmü, “Mülk Sultanındır!”a dönüştürülmüştür… Servet ile iktidar bütünleşmesi, aslında cari iktisadî ahlâkın müptedası sayılabilir.   “Gâvur”un Batı’ya tahvili; buna karşı geliştirilen, reform hareketleri ile ateşlenen bir rasyonalizasyon, bir aksülameldir. Eğer İslam Dünyasının sakinleri endüstri devrimini başarsalardı; bugünün dünyasının “süper gücü” yahut “süper zalim” namzedi olabilirlerdi… Tabii, “Büyük Rasyonalizasyon”dan ötürü zayıf gördüğüm, gözümde canlandıramadığım bir ihtimal de, tüm insanlığın göğsüne inşirah veren bir düzen kurabilmemiz olurdu… Gerçekleşmeyen bir dünyanın rüyasıyla tabirlere kalkışmam, biliyorum otoriteleri ve otoriterleri rahatsız edecektir; keşke etse… Keşke etse, her köşebaşında bir “minik yezit” onlar namına gıybetimizi ede ede sözümüz mahalline varmadan unutulur, tüketilir… Olsun, tahayyül edebiliyorsam varım!
Kerbelâ faciası sonrası, olayın kendisi tekrar tekrar dramatize edilerek nesilden nesile aktarılsa da, işin özü kaybolmuştur... Yezidî ahlâk, devletler değişse de siyasî ahlâk/devlet ahlâkı haline gelmiş; özellikle de Hüseynî ahlâkı kendini sever gibi görünen taraftar ve taraflarca bertaraf edilmiştir.
Bugünün ehl-i şiası ve ehl-i sünneti Hz. Hüseyin’i anmada, ona ağıtlar yakmada, müsamereler düzenlemede yarış halindedirler ama hiç kimse Hz. Hüseyin’in ahlâkıyla ahlâklanmayı aklına getirmeyi düşünmemektedir. “Kerbelâ’yı kim daha iyi dramatize edecek?” konulu bir yarışma bile düzenleyebilirler ve hatta “Yılın Kerbelâ Ödülleri” gibi şaklabanlıklar bile gerçekleştirilebilir...
Bu Kerbelâlar Hüseyinsizdir…
Bu Kerbelâlar Hüseyin’in dedesinden talim ettiği “güzel ahlâk”tan külliyen nasipsizdir…
­­­


Ezberlenmiş Aşklara Veda


Nasıl seveceğimiz belliyken narh usulü
Nokta nokta geçilir ne desem aşka dair…
Çantayı alıp çıkmak kadar kolaydır belki,
Çiçekçiye uğramaktan ansızın vazgeçmektir.

Bir demir ökçe gibi işlediğim ilk günah
Oymuş şehrin kalbini bir acayip yeknesak…
Sende ne yanım eksik bende ne yanın fazla
Bulmaca çözer gibi oturup tamamlasak…

Topuk ile parmağın arasındaki dalga
Ne âlemde acaba bütün derdim o şimdi
Sörfe başlamak için en uygun yer orası.
Dilimin ta köküne toplayıp benliğimi,
Benliğinde ruhumu eritmenin sırası…

Göğsümde kal öylece buharlaşıp uçmadan
İnceltelim kırmadan geçtiğimiz her anı…
Zaman en büyük tufan, en büyük tufan zaman
Ben ise bir korsanım saatleri titreten
Olacaksa darağacım tsunami olmalı.

Veda bütün sonlara kalkan son gemilere
Yazmak intihar olur küstahlıktır sonumu;
Sormak ise aptallık sevmeliyim sadece
Başımdan uzak tutup ezberlenmiş aşkları.

2 Aralık 2012 Pazar

KENT MÜSLÜMANLIĞI YAHUT AYSUNİZM



Bilim adamı yahut mütefekkir unvanını hak kazanmış kişiler, mesuliyet sahibi değillerse en tehlikeli ve zararlı güruh haline gelir. Bu zevat: Medya ile bütünleşerek, kitlelere, camialara hitap imkânını ele geçirdiğinde, sözleri de hakikat mevkiine yüceltilir. Cahilin yanlış fiili hata; okumuşunki cehl-i mürekkeptir. Bazı doğruları kullanarak, yanlış hükümler çıkarmak ise bugünün cehl-i mürekkep taifesinin müktesep vasfı
“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir!” sözü yerine, “Hayatta en hakiki mürşit ahlâktır!” demeyi tercih ederim. Her ikisini de “Hayatta en hakiki mürşit ilim adamıdır!” ve “Hayatta en hakiki mürşit güzel ahlâklı adamdır!” diye ayrıca şerh etmek gerekir. “Bilim kimdir?” ve “Güzel ahlâk kimdir?” soruları vasıtasıyla öznelere ulaşabiliriz. İşte orada sıkıntı vardır: Bilim, sanat yahut fikir adamlığı statüsünün kazandırdıklarıyla ahlâkdışı bir hayat sürdürenler, kendi aralarında bir tür “çıkar grupları” oluşturarak dini, siyaseti, çarşıyı fesada boğmaktadırlar.
Mahut tavırların belli bir adresi yoksa da sözüm söylem itibariyle güzel ahlaktan yana geçinen ve sağcılık içinde yuvalanmış cehl-i mürekkebedir. Yuvalanma sözünü özellikle tercih ediyorum, daha vahimi yuvalananlar aynı zamanda kaşarlanmıştır. Neo-Muhafazakârlığı kimseye bırakmadan ve “Bizden olsun çamurdan olsun!” sürüleşmesi içinde kendilerine mühim mevkiler bulabilmektedirler…Bazen fikir adamıdırlar, bazen sanat, bazen kiralık kalem… El-hâk; en ahlâklı, en bilgili olmasalar da “uyanık”tırlar, jest ve mimik itibariyle büyük adam rolünü neo-kentsoylu(!) oldukları için daha iyi oynarlar.

Şehirli manken-köylü evliya
Karşımızda gündemi belirleyen, altını üstüne çeviren malumatfuruş bir zevat vardır; tarih, sosyoloji, ilahiyat formasyonuna da sahip olmaları tercihe şayandır… Formasyona itirazımız yok; belkemiği olan aydının ufkunu genişletir; belkemiği deformasyona uğramış olanı ise en hafifinden erken seyir eden züppeliğe müptela kılar. Uygar-ilkel, beyazadam-renkli, gelişmiş-az gelişmiş, çağdaş-çağdışı, kentli-köylü gibi kavramlar ideolojik boyut da taşıyan sosyolojistik kavramlardır. Zikrettiğimiz kategoriler içerisinde en dikkat çekici olanı ve özellikle de sağdançarklı enteller tarafından en çok kullanılanı köylü-kentli ayırımıdır. Millî sınırlar içinde sosyolojist anılmanın tek yolu da zaten köylü-kentli kategorileri üzerinden söz pazarına adım atmaktır. Çünkü tarihimiz senyör-serf mukayesesine imkân vermez… Ama yığınlarca; pazara gelen ve şehirli tarafından malı yok pahasına elinden alınan köylü-şehirli hikâyesi, atışması vardır. Birinci katta tarih, ikinci katta sosyoloji yapan bir ciddiyetten azıcık nasiplenmiş olan bilir ki; türkülerin, manilerin, fıkraların işlemiş bir gerçeklik, sağlam sosyolojik delillerdir.
Köylü-kentli düalizmi üzerine kurulan bir sosyoloji kuramı olamaz, belki halkiyat destekli tebessüm ettirici çalışmalar yapılabilir. Muhatabımız sosyologlar değil, sosyal kategorilerden ahlakî ilkeler çıkarma sululuğunu arada bir ortalığa serptirenlerdir. Daha çok manken olduğu için kıyasıya eleştirilen Aysun Kayacı’nın demek istediği de aslında bunlarla aynıdır… Ulusal(cı) mankenin dağdaki çoban-şehirdeki manken ayırımı; “köylü evliya” menkıbesine sığınan sosyolojistlerden daha temiz bir duruştur. Mazereti vardır; manken olmak için siyasetçi, sosyolog, tarihçi, gazeteci yazar filan olması gerekmez.
Köyün evliyası, şehirdeki evliya arkadaşına ağustosta mendiline sarıp kar getirmiş. Ama az sonra şehrin dilberlerini temaşa edince mendilindeki kar erimeye başlamış, kerameti uçkurunda nihayetlenmiş. Bazıları bunda hikmet arayabilir, bulabilir de; ama baştan ayağa terbiyesizlikle malûldür.  Karın, karıya bakınca erimesi, gerçekte köylü evliyanın, evliya olmadığını gösterir. Köylü evliya(!) keşiş değildir, bizim köylerde de kadınlar haremde değil, günlük hayatın her safhasında erkekleriyle beraberdirler;“Güzin Abla”ya da ihtiyaçları yoktur… Bence bu kıssa, köylünün malını ucuza kapatan şehirli bir tüccar tarafından, kendi ahlaksızlığını meşrulaştırmak için uydurulmuştur. Oturup, ince ayar tahlile tabi tutacak olsak, ortaya yine ciddi sonuçlar çıkarabiliriz ama oyalanmaya değmez, en azından şimdilik…
Aysun Kayacı, manken-sosyolojisttir; kaypak ilgi ve bilgilerle toplum mühendisliğine soyunan zevat da sosyolojist-mankendir. İkincilere “konu mankeni” de diyebilirsiniz ve muhtemelen konu da uzak diyarlardan sipariş verilmiştir. İdeolojik farklılık, inanın teferruattan ibarettir. Sosyolojik kategorileri, ahlakî ölçüler yerine ikame etmeye çalışmaları ise en kentsoylular arasında bir koltukluk yer kapma çabasıdır. Kayacı’nın sözü, yaşamından kaynaklanan bir doğaçlamdır(!). Ötekilerin derdi ise: Köylüleri ötekileştirerek, yüksek burjuva olarak gördüklerine, “Ben sizin bildiğiniz Müslümanlardan değilim, beni de aranıza kabul edin!” selamıdır. Selamlarını alırlar mı? Almazlar, çünkü köylü Müslümanlar(!) arasındaki itibarlarını, onları aşağılayarak elde etmişlerdir; yüksek sosyete arasında ise Aysun Kayacı’nın kesip attığı tırnak kadar itibarları olamaz.

Köylüler/köyler niçin öldürüldü?
Konu elbette kenti mesken tutan köylülerdir; daha doğrusu köy kökenli kentlilerdir…
Bu istilacı(!) köylüler olmasa zıvanasından çıkmış kentlilerin merak edip de dinlerini öğrenmek için kitabın sayfasını kaldırma, zil zurna sarhoş vaziyette gerdeğe girmenin yanlış olduğunu anlama imkânları yoktu. O gerçekten yıkılmış ve harp yetimi halleriyle, çok büyük bir ihtiyacı hissettirdiler. Köylülerin kente göçüşlerinin getirmiş olduğu hareketlilik, Türkiye’de yaşanan olumlu olumsuz pek çok şeyin itici gücüdür. İktisadi liberalizmin ancak fertlerin özgürlüğüyle mümkün olabileceğini bugünlerde gündemin esas maddesi yapan da köylülerin hareketliliğidir. Bugünün orta tabakası büyük oranda köy kökenlidir. TOKİ’ler onlar için barınak inşa etmekte, duble yollar göç kolaylığı sağlamaktadır.
Halil İnalcık, Osmanlı Devleti gibi devletlerin tamamının köylü imparatorlukları olduğunu ve Osmanlı’nın mülkiyet ilişkilerini belirleyen uygulamanın her haneye bir çift öküzün işleyebileceği toprak miktarının verildiği Çifthane sistemi olarak kavramlaştırılabileceğini söylemektedir. Bugünün problemi, kendi köyünde geçimini sağlayan ve şehirleri de, orduları da besleyen “efendiler”in, kente göç zorunda kalışıdır. Kent, insanların en kaba yerlerini harekete geçirir, iştah ve haz varlığı haline getirerek de kabalaştırır. Tabii, bundan elli sene evveline kadar güzelim şehirlerde yaşayan ve bugün çoğunun geçmişinin ne olduğu unutulmuş asillere(!) büyük bir rakip çıkmış; makamlar, mevkiler, meslekler birer birer elden çıkmaya başlamıştır. Bu konuda manken hanımlar da haklı, konu mankeni beyler ve hanımlarda…
Asalet ibraz eden ortaçağ şehirleri, yerle birdir ve bu konuda Türkiye en acımasız cinayetlere sahne olmuştur; keşke şehirlerimizin silueti olsun canlı kalsaydı. Ve keşke uygulanan yanlış, hatta ihanetlerle dolu tarım politikalarıyla yerle yeksan edilen köyler ve köylüler de yerinde kalsaydı. Baştan ayağa sağlıksız kentleşmenin baş müsebbibi ricalin, mütegallibenin ve kent şovenistlerinin suçu köylülere atmaları ise tam bir “cambaza bak” numarasıdır.

Kentin İnsanı: Bozuk paraların insanı, kaypak ilgilerin
Şair sözünü tahrif etmek niyetinde değilim ama şehir ile kent ayırımından yana olduğum için kent demeyi tercih ediyorum. Kentlerde, ilişkilerin çıkara (makam, statü, mevki), en netice paraya dayalı olduğunu bilmek için sosyoloji okumak gerekmez; bu ilişkilerin hâkim olduğu yerlerde ahlâk, -bir nevi- günah çıkarma hücresine sığınır. Şairlerin dili daha keskindir ve bir kucak lafa ihtiyaç bırakmaz.
şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
kaypak ilgilerin insanı, zarif ihanetlerin

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
bozuk paraların insanı, sivicelerin

şehrin insanı, şehrin insanı, şehrin
pahalı zevklerin insanı, ucuz cesaretlerin”
Bu özel mısralar kenti hülasa etmektedir; başka söze hacet yok ama şerhe daima ihtiyaç var... Hayatımda ne kadar hainliğe, hasetliğe, zarif ihanetlere uğradıysam, faili ya neo-kentsoylular ya da onları örnek seçen sonradan görme köylüler olmuştur; ideolojik yahut dinî istisnasını da görmedim. Köyü de şehri de yaşayan biri olarak, şahsiyet çizgisinde sapma göstermeyen ne kadar haysiyetli, namuslu ve dürüst insan tanıdıysam, köylü saflığını derununda hâlâ taşıyanların içinden oldu. Bu da beni İbn-i Haldun’un köylü-şehirli fazilet mukayesesinin uzun çağlar boyunca geçerlilik taşıdığına ikna eden bir tortu olmuştur. Bugün bu tortunun da kıymet-i harbiyesi kalmamıştır. Modern çağlar ve modernizm köylü şehirli tüm insanları birbirine benzetmiş, farklı hayat alanlarını ve tecrübelerini silmiş süpürmüştür; tüm dünya büyük bir yığıntı haline gelmiştir. Böyle bir zaman ve ortamda hâlâ köylülükten kentlilikten bahsetmek için, en hafifinden bir hayal âleminde yaşamak icap eder. Keşke Aysun Hanım gibi hit ölçülerde formüllerim;  sağ sosyolojistler gibi köylü-şehirli evliya menkıbesi türünden tarihî vesikalarım olsa da rahatça ahkam kesebilsem…
Bu gidişle on sene sonra köy de köylü de kalmayacaktır. Ama şimdilik az sayıda köy ve köylü vardır; az sayıda şehir kırıntısı ve şehirli olduğu gibi… Mevcut durumda, kentlerin ve kentlilerin kötü; köylerin ve köylülerin tamamen iyi olduğunu söylemek; popüler sosyolojistlerle aynı kategoriye girmektir; gayri insaniliktir. Kent Müslümanlığı’ndan maksat, kentin kozmopolit ortamına uyum sağlamış/sağlayacak adam yontmaksa; kafa kafaya verip “Kent Müslümanlığı İlmihali” yazmaları tavsiyemdir…
Kronikleşmiş Medine anakronizmi
Yesrib şehir olduğu için değil, ferdiyetiyle “Güzel Ahlâkın Yürüyen Medinesi”nin teşrifiyle Medine olmuştur; elbette Mekke de bir şehirdir, hatta devrinin Newyork’u filan gibidir. Çatal dilli sosyolojistlerin yolu da burada çatallaşıyor: Medine’yi anakronik illüzyonizmlerine bir malzeme gibi kullanarak, “Peygamberimiz de Yesrib’i seçmişti!” hükmü kolayca çıkarılır… Buradan hareketle “Öyleyse kentli müslümanlığına terakki farz-ı ayndır(!)!” önermesine geçiş; tam bir hokkabazlık, tükenmeye yüz tutan köylere/köylülere de, şehirler/şehirlilere de en büyük hakarettir. 
Dini malzemeyi sosyolojistik alanda müsrifçe sarfedenlere, sadece Hz.Musa’nın hayatını hatırlatalım. Ol kıssadan bir büyük peygamberin, firavunun-karunun hem kendileri, hem şahıslarına mahsus bilimadamları (büyücüleri), hem de topyekün şehirleriyle olan ilişkilerini ve mücadelesini okursunuz. Hususen, Hz. Musanın Medyen suyu kenarında karşılaştığı çoban kızın ve onun şahsında çobanların (Aysunistlerin kulakları çınlasın) yahut bedevilerin sergilemiş olduğu güzel ahlâka hayran olursunuz… Olayı dilerseniz köylülerin üstünlüğüne dair anakronik bir malzeme olarak kullanabilirsiniz. Tabii, peygamberlerin hepsini de örnek alınacak insanlar sayıyorsanız. “Şehir; dinin, sanatın, felsefenin piştiği ve taşrasına doğru genişlediği yerdir!” deseniz, harc-ı âlemdir ama doğrudur. Sosyolojik bir işlev tanımıdır ama buradan da bir ahlakî kategori çıkarılamaz.
Yesribi Medine’leştiren “Güzel Ahlâkı” örnek alan insanlarla dolu kentler var da biz mi ıskaladık? Lütfen Medine’yi incitmeyin. Şöyle bir söz mesela, kronikleşmiş anakronikçilere daha yaraşabilir: Kentler içinde en kent olanı Washingtondur (meselâ yani) ve Washington’da kent hristiyanlığı yürürlüktedir; biz de çağdaşlaşalım, çok geç olmakla beraber benzeri bir kentleşme sürecine girelim ve kent müslümanlığı diye bir mezhep geliştirelim! Böyle derseniz, ben kendi adıma daha ciddiye alabilirim, en azından daha köşeli bir duruştur, bulanık suda balık avlamak gibi bir hesabı yoktur. Üstelik anakronik değil, eşzamanlı (senkronik) bir örnektir.
Sonuç: En az İlber Ortaylı kadar ciddiyet…
Birileri günümüzün hakiki probleminin kentlilik-köylülük olmadığını ya bilmediğinden, ya da kendilerini dinleyen kitlelere bilgiçlik taslamak için tam anlamıyla bir cadı kazanı kaynatmaktadırlar; söyledikleri ciddiyet ve disiplinden uzaktır ama zihni tahribata yol açmaktadır.  İlber Ortaylı, bir röportajda “Şimdi sabah akşam oturup işte köylüler geldi falan. Bu hiçbir şey yapmaz, ikna edemezsin insanı. Çünkü diyorum bak %85’i köylüydü ben ilkokula başlarken. Demek ki herkesin ya babası, ya dedesi köylü… Böyle bir toplumda sabah akşam köylülere laf atarak sorunları çözmeye çağıramazsın insanları. Demokrasilerde ortak kaynatmak gerekir kazanı.” demişti. Köylü nüfus bugün %25’tir ve artık köylü filan da değildirler; hatta zayıf fikirlerini yeni bir modernleşme projesi gibi takdim edenlerden daha kentlidirler. 
Bence gecikmeli olarak solcu ağabeylerine özenerek toplum mühendisliğine soyunan zevatın sıkıntısı da kentlerin tegallüb alanlarından (Bir nevi kamu alanı) iyiden iyiye çıkıyor olmasıdır. Bu ülkenin ortadireği artık köy kökenlidir; acar kentlilerin cevvaliyeti, girişimciliği ve her alanda görülür olmalarından fena halde rahatsız olmuşlardır; tavırlarının da Aysunist yahut Bekirist seçkincilikten en ufak bir farkları yoktur. Onu dürüstlük cihetiyle efdal tutarım; çünkü Aysun KAyacı çağdaş kent kriterlerine göre çok seçkin biridir; mankenlik gibi zor bir zenaat dalında temayüz etmiştir. Kent Müslümanlığı(!) mankenler konusunda çirkin önyargılı düşüncelere sahip değilse tabii? Öyle olursa derin fikirdaşlarına karşı çok ayıp ederler.

KUŞDİLİYLE AĞIT


İşaret parmağı, parmağın üst boğumu
Üst boğumun şöyle tırnağa yakın ucu;
İnsanlığın donduğu tükendiği son adres!
Dokunmak dokunmamak meselenin sonucu…

Bir fosforlu düğme tamamlar her işlemi
Kırbaç taşımayız bakın acayip kibarız.
İşaret çakınca patron kurcalarken dişini
Serçe parmağımızla bile dağları yıkarız.

Kocaman bir kaya vardı burada, eminim!
İçinden sular geçerdi tatlı, diri, dinlenmiş…
Nitro dolduruldu göğsüne ve bummm!
“Az önce!” bizim için çok uzak yermiş…

Nobel ödülüne birkaç kuruşluk katkıdır,
Dizleri üstünde sırasını bekleyen kayalar…
Hepimizin sanki canı bir düğmeye bağlıdır
Biz yürüyen ve sürünen ve ayakta duranlar…

Artık o sedef gülüşlü karşı yamacın
Farkı yok dişleri düşmüş bir ihtiyardan.
Ne istediğini kayalardan bir avcının
Keklik ol da anla, de hadi anlarsan!

KÖPEKLER VE İNSANLAR


İt hayvanat seviyesinde seyreden sadakate timsaldir…
Kıtmir ise itlerin en asilidir, türünün fevkinde bir mevkiye ulaşmıştır… Devrinin firavununa karşı mücadele eden ve Ashab-ı kehf olarak bilinen yedi kahramanın peşi sıra cennete gireceği rivayetleri vardır…
Burası önemli…
Sadakât gösterdiği şahsiyetlerin yüceliği itlere bile kişilik ve asalet kazandırmaktadır…
Yedi kahramandan bir tanesi çobandır…
Bazı peygamberler çobandır ve güdülerinin dışına taşma imkânı bulamayan mahlûkların dünyasını bu sayede iyi tanımışlardır. İnsanları hayvanın da aşağısına düşürebilen nefsi tanımak için, bir tutam otun deveyi yardan uçurmasını gözlemek, bir ümmiye bile kâinat kitabını doğru okutabilecek bir derstir. Tabii, çobanın ümmî olması değil, “Kitap gibi adam!” olması şarttır; aksi takdirde çobanın güttüğünden farkı, elindeki değnekten ibaret kalır…
Çobanın sürüyü sevk ve idarede liyakatinin göstergesi, itidir. Bu yüzden çobanın iti, sıradan bir şahsiyet değil; sahibinin terbiyesinin tecellisidir… Çobana bakıp itine paha biçmek mümkün olduğu gibi, itine bakıp çobanın karakterini anlamak da mümkündür…
Bir de kapı köpekleri vardır…
Bunlar bağlı oldukları haneyi korurlar… Hane halkının tamamının ayaklarını yalım yalım yalarlar; özelliklede “yuvanın hanımağası”na ve çocuklarına ayrı bir sevgileri vardır. Çünkü kadın, çanağı dolduran varlık, çocuk ise canına şenlik katan oyun arkadaşıdır… Bu köpeklerin haneye olan bağlılıklarını ifade için, yallandıkları çanağı temiz tutma özellikleri dilimizde de kıvamında bir karşılık bulmuştur. “Köpek bile yal yediği çanağa işemez!” atasözü, hayvanlar üzerinden psiko-sosyal tahlil yapmak için biz insanların sıkça başvurduğu benzeştirmelerden birisidir…
“Köpek bile…” atasözü, liyakatiyle değil; “Bizdendir!” yahut “Hamil-i kart yakînimdir!” gibi iltimaslarla kurumlara, işyerlerine yerleştirilen sömürgenler için kullanılır. “Bile” mukayesesiyle tefrik edilen işbu insanlar çeşit çeşittir; genelleme yoluyla tipikleştirirsek: İşverenin bevliye hacetidirler… Çalışmazlar, tozlu dosyaları karıştırırlar, kapıları dinlerler, namuslu adamları fişler, icabında dişlerler… İnsan suretindedirler ama nerde bir temiz çalı dibi görseler bir ayağını kaldırarak ıkına mıkına septiren süslü minikler gibi yaşarlar… “Bile”lerin, sağlıklı yürüyen her birime, namuslu çalışan her emekçiye özel garazları vardır; gece gündüz demeyip rızıklandıkları kurumu kirli emellerine uyarlayarak işletirler. Bu istidada sahip mahlûkat işverenine göre itibar görür… Sahtekâr idareciye illa ki lazımdırlar, dürüstün ise yanına yaklaşamaz; hatta çaktırmadan pislik atmak için daima fırsat kollarlar. Habasetin müzminleştiği kurumlarda, idareci değişse bile ekmek yediği çanağı kubur gibi kullananlar değişmez; her idarecinin mahiyetinde işlerini sürdürür, ödüllendirilir ve hatta öylece de emekli olurlar… Yedikleri mabadlarını, içtikleri bevliye takımlarını düğlesin…
Bir de kırma itler vardır…
Melez ayrı bir şey, kırma ayrı…
Melez; bir uzman nezaretinde çiftleştirilen farklı niteliklerdeki ebeveynden daha üstün nitelikli olması umuduyla türetilen yavrulara denir. Dişinin öylesine tarla kenarından geçen azmış bir erkekten gebe kalmasıyla doğan garibanlara ise kırma denir. İnsanın asaletine, örnek şahsiyetler oluşu cihetiyle ceddinin katkısı olsa da, genlerine bağlı değildir; atların ve itlerin asaleti ise soydandır… Arap atı soydan olur, Kangal iti de… Kırma itlerden herşey beklenir çünkü gen haritası karışıktır; ekmek atana da, taş atana da hırlayabilirler… Bu genetik belirsizliğin, psiko-sosyal insan çeşitlemeleri üzerine taşınması, “Adamlığı da, itliği de belli olmaz!” deyimiyle dile getirilmiştir. Kısaca bu çeşit insanlara günümüzde “omurgasız” denilmektedir. Terbiye aldığı aile esas olmak üzere, tahsili, muhiti hilkaten temiz bir kâğıt gibi dünyaya gelen bu kadersizleri, günümüzün yaygın ve tehlikeli insan çeşidi yapmıştır… Mevcudiyetlerinin yegâne temeli, omurgasızlıklarını muhafaza ve müdafaa içindir…
İtiraf ediyorum; kırma itten çekinir, omurgasız insandan ise korkarım…
Allah, onları boşuna halk etmemiştir, ona da inanırım…
Onlar, bize hayvanların ne olursa olsun kalıtımla sınırlılığını; insanların ise en şerefli ile en sefil arasında seyretme imkânına sahip bir varlık olduğunu ihtar eder…

1 Ekim 2012 Pazartesi

“AHİ”MİZ GİTMİŞ “VAH”IMIZ KALMIŞ


Ahilik haftası kutlamaları her yıl olduğu gibi bugünlerde bütün yurtta, belki yavru vatanda ve hususen ahiliğin merkezi Sivas’ta başladı…  Her sene de kutlanır; dualar edilir, “şed kuşanma” müsameresi sergilenir… Eh, İbn-i Batuta’nın, Evliya Çelebi’nin seyahatnamelerinden ahiler şehri Sivas’ın ne mübarek bir belde olduğuna dair pasajlar okunur. Çok çok malumatfuruş kadrolu ulema, yazar bilgi şölenlerinde (sempozyum) bizlere bol bol temcit pilavı yedirir… Ama kimse de ne yapılması gerektiği ciddiyeti şöyle dursun; esnafımızın genel ahvalini, ahlakını bile dile getirmez. Çünkü halk dalkavukluğu esastır, esnafına eleştiri yöneltirsen seni seçmez, dükkânında misafir etmez, çarşıda dedikodunu yapar v.s.
Ben muhafazakârlığı, muhafız-ı kâr sayacak yetenekten mahrumum; yakın zamana kadar inatla ve ısrarla bakkalım, kasabım, manavım, terzim, kunduracım, gömlekçim vardı… Terzi, kunduracı ve gömlekçi hariç tamamını terk ettim. Çünkü bana gösterilen ilgi, sadece matah bir şey zannettikleri mesleğime ve statüme idi, diğer müşterilerden fazla bir şey tüketmiyorum emin olun ama istismar ediliyordum; anladım ve terk ettim. Şimdi bana “Amca, dayı, abi…” demeyen; her şeyimi gram ve tane ile kendim seçtiğim bir markete gidip, gecenin bir saati alışverişimi yapıp dönüyorum. Çok kazak biri olmama rağmen, yanıma hanımı da takmıyorum ama yaptığı ihtiyaç listesini de ferman telakki etmekteyim.
Sabahın erken saatlerinde besmeleyle dükkânını açan, önünü süpürüp rızkını bekleyen kaç esnafımız var; varsa emin olun onların adını adresini benim gibi düşünen arkadaşlar lütfetsin söylesin, liste haline getirip “Bu son âhiler”le beraber halleşelim, hatta haşrolalım. Dükkânına vardığımda müşterisini tabasbus ve riyaya düşmeden velinimeti sayan ve “Buyrun, ne arzu etmiştiniz!” diyebilen, uygun bir şey bulamadığımda başka bir dükkân ya da mağazanın yolunu tarif eden bir esnaf gösterin bana… “Ben siftah ettim, komşum etmedi!” numaralarına yatmayın, efsanelerimizi firavunlaşmış gönüllerinizin aracısı kılmayın… Ve bana azıcık da olsa pazarlık payı bıraktıktan sonra, aldığı parayı “Allah bereket versin!” diyerek kasasına koyan “Ahiler” gösterin…
Şunun hakkını vermeliyim elbet…
Burjuva asillerin zevk, ahlak ve incelikleri tevarüs etmiştir… Batılı burjuva ahlakından nasipsiz sonradan görmelerin, bu zıpçıktı esnaf tarafından nasıl ağırlandığını da bilmekteyim. Neo-ahiler(!), bu telefona derhal sarılıp “Yenge hörmetler, sayın böyüğüme saygılar sunar, ellerinden öperim… Taze ürünlerimiz var hazırlayayım mı?” soytarılığını asla ihmal etmezler. Yenge malum, “Böyüğüm” dedikleri orta kıyım burjuva; ilmiye, seyfiye, seyfiye sınıfının özenti takımları. Bu biçare kentte iğrenç emellerine münasip, sıradan bir apartman katına dört yüz bin lirayı bastırabilen mütedeyyuslara zaten özel servis yapılır. Yanarım da bu heriflerin dükkânlarına astıkları hadis-i şeriflere yanarım; yanayım Ya Resulullah!
Yaşadığımı söylüyorum, sadece halimizi anlatmaya çalışıyorum; bu metrekareye mebzul miktarda düşen dini, donu, ideolojisi ne olursa olsun kent ahalisinin kaba hattını çiziyorum. Dükkânına giren ve henüz elinin önünü arkasını bilmeyen garip kız öğrenciyi gözle, sözle mıncıklayan; yetmemiş gibi arkasından çıkıp kendisi gibi kalleş komşularıyla münazarada bulunan, esnafımız(!) neredeyse kentin/kentlerin orta göbeğine hâkimdir. Gözlerim, kızın arkasından bakmak kesmeyip; arka nahiyesinin görüntüsünü kameralı telefonlarla alanları bile gördü. Müdahaleye kudretim yeter evet, ama bazen şu anda olduğu gibi muhaceret daha evladır. Evim Medine’dir; ben de bu hanede yer ile yeksan bir kara çul gibiyim…
Ahilik kurumunun şekli şemaili değil, ruhudur aslolan; o ruh “güzel ahlak”tır. Tören alayı iptida Ahi Emir Ahmet’in türbesine varıp, Fatiha okuyacaktır, ardı sıra mutad merasimlere geçilecektir. Bence biz ısmarlama bir yaşamı sürdürenler, Fatiha’yı kendi ruhumuza okumalıyız, belki dirilmemize vesile olur…
İtibar Dergisi, Ekim, 2012


EH


I.
Evet serapa ecmainim âmin âmin ecmain
Evet duam restsizdir benliğimi eritir...
Evet uzağım yakınım yok ne öte ne berisin
Evet derimi saran gömlek doğuştan terstir.

Evet yağmur değil ister gökten taş yağsın
Evet kıyamet tepeme düşse bile rahmettir...
Evet gaiptir bana bildiğim bilmediğim
Evet herşey sıradan bir “Evraka!” gibi gelir.

II.
Hayır dediğin gibi değil dedin bitti
Hayır vaktidir şimdi takla at sıçra...
Hayır bırak bir köşede biriksin hatıralar
Hayır zayıf ihtimal, kendine mümkün ara...

Hayır o da sevmek mi? Kaç tel saydın
Hayır açık tutarsın kucağını o kadar...
Hayır anlamadın bak kırıldı tarağın,
Hayır nerden bileydin perdem idi o saçlar...

Hayır ben de derdim âşık, hasretimi kolayca
Hayır fırsat kalmıyor kullanmaya dilimi...
Hayır mecnun değilim işim ondan daha zor,
Hayır anlatamadım, hep böyleyim değil mi?

III.
EH şöyle böyleyim bir şöyle bir de böyle
EH ne gördüysen oyum göz sahibinin...
EH işte şöyle böyle yaşayıp gidiyorum
EH ne dediysen oyum söz sahibinin...

EH eski halimle mesut muydum bilemem
EH bilmediklerim hakkındadır bu şiir...
EH ne evet diyebildim yine ne hayır,
EH ikisi arasında nice başlar kesilir...

İtibar Dergisi, Ekim, 2012

20 Eylül 2012 Perşembe

SABAHÇI KAHVE



Sabahçı kahve gibiyim kimler uğramıyorki
Ölüler gedikli müşterimdir sanki biraz çekingen.
Elleri buz kesilmiş yok sokacak cepleri  
Isınıp çıkacaklar çay istemezler zaten

“Ölüm de geçicidir!” diyorum, güya teselli
Gülüşüyoruz bir yandan acımız da var
Her birine taze açmış üç de gulhüçiçeği;
Hoş olmalı sanırım böyle hatırlanmalar.

Duyan geliyor bizde muhabbet gani
Ocak dalmıştır bazen, vakit de geçmiş…
Dert değil çakarız bir daha kibrit-i ahmeri
Su söyler bardak dinler gerisi bahaneymiş.

Yatak, yatak değil uzun yol arabası
Tam dalarken uykuya çift hörgüçlü bir rampa…
Havalanır cümle kuşlar kalbimin akrabası
Gün ışıyor kalksana gün ışıyor kalksana…

Dergâh Dergisi, Eylül, 2012

2 Eylül 2012 Pazar

“ANKARA’NIN TEMELİ SİVAS’TA ATILMIŞTIR!”


“Anadolu’nun en emin yeri…” sıfatı Amasya Tamimi’nde Sivas’ı tanımlamak için kullanılmıştır. Sahih metinde “bil-vücûh en emîn mahalli olan Sivas’ta…” biçimindedir. Vücûh, yüzler, çehreler, ileri gelenler ve satıh anlamlarını taşımaktadır ve özenle seçilmiş intibaı vermektedir; çünkü hazırlayanlar gerçek kurmaydırlar, Amasya Genelgesi gibi önemli bir metinde harc-ı âlem kelimeler kullanmazlar. Ancak bu ifade, tarihî vesikaların anlamını zayi etmeye kadar varan acayip bir sadeleştirme marazına tutulmuş özetçi tarihçiliğin kurbanı olmuştur. Özetçi tarihçilik, özellikle de “İnkılâp Tarihi” tarihçiliğine hâkim bir üslup olmuştur. Özetin özeti, özetin de test seçeneği haline dönüştürülmüş hapı derken, “öz” tamamen kaybolmakta ve ifade “Sivas’ta bir kongre düzenlenmeye karar verilmiştir” kuruluğuyla karşımıza çıkmaktadır. Hani koşullar(!) müsaade edecek olsa, Sivas’ın adı neredeyse hiç geçirilmeyecektir; tarihte bazı önemli olayların içinde geçtiği şehirle anılması bir teamül olmuştur; özetçi inkılâpçılar da mecburen bu teamüle uymak zorunda kalmıştır.
Ortama uyup, vücûh kelimesini “her” ile sadeleştirerek, ifadeyi yaygın biçimiyle  “Anadolu’nun her cihetiyle en emin mahalli” olarak bir nevi tercüme etmiş olalım ve “Her’in kapsam alanı ne kadardır?” sualine bir cevap arayalım. Sadece coğrafî ve stratejik önemine binaen memleketin kurtuluş ve bağımsızlığına dair kararlılığın gösterileceği bir kongre için pekâlâ başka bir yer de seçilebilirdi. İşgale uğramayışı ve sıcak cephelere uzak oluşu Sivas için bir tercih sebebi, ama bu kadarı yeterli olsaydı başka illerden biri de seçilebilirdi. Elbette Sivas bazı metinlerde tek başına Vilayet-i Anadolu ismiyle anılan bir şehirdir, tarihi itibariyle isminin kalıbını dolduracak cesamettedir, seçimde bunun önemi de büyüktür. Ama bir yerin “her bakımdan güvenilir…”liğin ön şartı, beşerî coğrafyasındaki derinliktir; şahıs kadrosu, hususen ricali itimada şayan olmayan bir şehrin dört tarafı dağlarla, müstahkem kalelerle çevrilmiş olsa ne yazar. Siz bir korsan toplantı düzenleyecek olsanız, böyle bir yeri tercih eder misiniz? Sevk ve idare kabiliyeti tartışılmaz Amasya Toplantısı’nın fedailerine böyle bir nakısa yakıştırılamaz; çünkü alınan kararların altını imzalamışlardır ve o kararlar o gün için “Millî sır”dır. İmza koymak, ipe boyun uzatmak anlamındadır.
Sivas, vatan sathında millî refleksi en kuvvetli insanlarla dolu bir şehirdir; bu özelliği günümüzde de birileri tarafından pekâlâ bilinmektedir. “Milli bütünlüğün tehdit ve tehlike altında(!)” olduğuna dair aşırı tahrik ve yönlendirmeler “Ayranı çabuk kabaran” Sivaslıların bazen feci şekilde canlarının yanmasıyla da sonuçlanabilmektedir. Sivas’ın en belirgin ve ona Vilayet-i Anadolu unvanını kazandıran özelliği rengini hemencecik açığa verişidir. “Efkâr-ı umumî”nin ne yana estiğini anlamak isteyenlerin, kamuoyu yoklamalarına bakması yetmez, Sivas halkının temayülünü de yoklamalıdır. Sivas’ta tavan yapmayan siyasi hareket, tüm ülkede tabana vurmuştur; istisnası yoktur. Mustafa Kemal Paşa memleketin genel temayülünü, kararlara verilen tepkileri ölçmek için de özellilikle Sivas’ı seçmiş ve kongre sonrasının ön hazırlıklarını burada tamamlamıştır.
Kargaşa ve şaşkınlığın hâkim olduğu, vatanın selametini isteyenlerin bile ayrı tellerden çaldığı bir ortamda, Sivas’a teveccühün arka planında genel hatlarıyla, Mustafa Kemal’in baş tuttuğu harekete bir temayül ve desteğin oluşudur. Pekçoğu İttihatçı şehir seçkinleriyle beraber Sivas halkı bil-vücûh Paşa’yı desteklemişlerdir. Muhalifler elbette vardır ve onlar dahi hain olmayıp, bağımsızlık için başka çözüm arayanlardır. Sivas Kongresi'nde seçilen altı kişi, Erzurum Kongresi'nde seçilen dokuz kişi ile cem edilerek “Milli Temsil Heyeti” oluşturulmuştur. Temsilciler, Millet Meclisi faaliyete geçinceye kadar memleketin idaresini üstlenmiştir. 2 Eylül 1919’da Mustafa Kemal Paşa'nın gelişinden, bu çekirdek meclis hüviyetindeki heyetle Ankara'ya hareket ettikleri 18 Aralık 1919 tarihine kadar, Sivas fiilen ülkenin başşehridir. Başşehir tecrübesine sahip Sivas, üç aylık bir dönemde çok önemli bir görev ifa etmiştir; bu süre, Kongre kararlarının gerçek anlamda mayalanma vetiresidir.
Sivas, müstakbel Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk payitahtıdır. Vatanın kurtuluşuna dair en keskin ve kesin kararların alındığı kurultay sonrası günlerde, böbreklerinden rahatsız olan Mustafa Kemal’e özel ihtimam gösterilmiş; şehir eşrafı, yumuşak içimli Kepenek suyu taşıyarak tedavisine yardımcı olmuşlardır. Paşa Ankara’ya geçtiğinde Sivas’ın başkentliği sona ermiştir. Meclisin açıldığı 23 Nisan 1920 itibariyle de Ankara fiili başkenttir. Mustafa Kemal, paşa olarak uğurlandığı Sivas’a Atatürk olarak 13 Kasım 1937’de son uğradığında “Bir milletin kurtuluşunu sağlayan kararlar burada alınmıştır!” sözüyle Sivas’ı taltif etmiştir. Pek meşhur ve maruf “Cumhuriyet’in temelini burada attık!” vecizesinin aslı bu olsa gerektir. Bu biraz da devrin siyaseti icabı sadeleştirilmiş ibare, doğum tarihi 13 Kasım 1937 olan ifadenin galat-ı meşhurudur; kullanılması yerinde olup, hakikate de muhalif değildir.
Yazının başlığı olan “Ankara’nın temeli Sivas’ta atılmıştır!” mecazına gelince; tarihi hiçbir kaydı yoktur, çünkü henüz ve bizzat yazarınız tarafından telaffuz edilmiştir; hakikate muhalif olması şöyle dursun, Sivas’ın hakkı olan bir hakikattir. Ankara iktidar ve bürokrasisinin Sivas’a bakarken, daha bir dikkat ve rikkatle bakmalarını isterim. Atatürk’e ve Cumhuriyet’e olan vefasının az da olsa karşılığında Sivas’ın yüzünün daha güleç olması gerekmez miydi? Mazi geçti, ama bugünün siyasilerine ve Sivaslı bürokratlara söylenecek çok söz var; özellikle de “Beraber yürüdük biz bu yollarda” şarkısının, karşılığını bu şehirden fazlasıyla alanlara… Fazlasını söylemeye elbet mecalim de vardır, şecaatim de; boğaz dokuz boğum ve söz de artık dokuzuncu boğumdadır. Bakiye diyeceklerimi uygun zemin ve zamanlarda dile getiririm, bir siyasetçi vasfıyla değil; hak talebi ve haksızlığa karşı durma adına, mutlaka dile getiririm…
Eeee Sivasîler, hani bir de sık sık kendi aranızda “Atatürk Sivas’ı niye başkent yapmadı?” diye hayıflanıp durursunuz ya… O derin akan sualin cevabını buldum galiba! Paşa, şehrin muhteşem tarihi dokusuna kıyamamış, eğer başkent olursa bu güzelliklerden eser kalmaz diye düşünmüştür ve Sivas’ı kongre için münasip gören dehasını, bir kez de Sivas’ı başkentlik için tercih etmeyerek göstermiştir. Atatürk Sivas’ı bu haliyle ziyaret etse, üzülür ve farz-ı muhal, “Keşke başkent yapsaydım!” derdi. Çünkü Sivas’ın her yeri tarih iken, en yakın tarihinin bile keşfi mümkün olmayan bir şehir haline gelmiştir. Tarih derken üç beş medrese ve mütegallibe konağını anlıyorsanız, sözüm yok. Ben serapa sivil bir âdemim ve sivil mimariden bahsediyorum. 

29 Ağustos 2012 Çarşamba

BAŞBAKAN KILIÇDAROĞLU’NU EVİNE ÇAYA DAVET ETTİ



Sayın Başbakan, keşke Kılıçdaroğlu’nun mektubu üzerine telefonu açıp deseydiniz ki:

" Sayın Kılıçdaroğlu, 
Suriye ile bizim geçmişte Beka Vadisi’nden kaynaklanan soğuk ilişkilerimiz vardı ama üstünü örtmeyi göze almıştık... Sıfır problem dedik ve bütün komşularımızla dost olmanın yollarını aradık.. Bütün gönlümüzü ve kapılarımızı Suriye’ye ve Esed’e açtık… Ama Esed bizi aldattı, tavrı takıyyeden ibaretmiş, Suriyeyi kan gölüne çevirdi, acımasızca katliamlar yaptı… Tavır belirlemek zorundaydık ve bilesiniz ki biz daima barıştan yanayız... Ama bu iş Suriye-Türkiye meselesi değil; çok uluslu bir mesele. Yaptıklarımızı kamuoyuyla paylaşıyoruz, elbette paylaşamadıklarımız da vardır...

Sayın Kılıçdaroğlu,

Siz ana muhalefet liderisiniz, iki adım mesafedeyiz, mektup yazmanız hiç hoş değil… Buyrun... Evet, buyurun ve sorularınızı cevaplandırayım... Başbakanlık konutuna çaya beklerim... Hatta hanımefendi ile beraber hanemize beklerim... Biz ciddi ciddi konuşurken, hatta tartışırken hanımlar ve çocuklar yan odada çaylarını içerler… Biz tartışabilir, yarışabilir ama birbirimize darılamayız; çünkü Türkiye'nin seçtiği ve kaderini teslim ettiği insanlarız.”

Siz bunları söylerdiniz ve Kılıçdaroğlu da sizden randevu isterdi… Oturur görüşürdünüz, derin derin müzakere ederdiniz heyetlerinizle, kurmaylarınızla...

İnsan değişebilir, değişmiyorsa zaten robota dönüşür. Siz kamuoyunun önünde “gömlek” değiştirme cesaretine sahip nadir bir lidersiniz… Değişmek bir yana devrim niteliğinde değişimler başarabilirsiniz. Ben danışmanınız olsam size mektup yazdırmaz, mektuptan dolayı Kılıçdaroğlu'nu kınar ve arkasından konuta çağırmanızı önerirdim… Kasımpaşalılık illa böyle davranmayı gerektirmez Sayın Başbakan…
Ben de Alibaba mahallesindenim. Bizim mahalle de sayılı kabadayılarıyla ünlüdür. Kimse fesatlığa yeltenmesin, danışmanlık sözün gelimi, hürriyetine düşkün ve zamanı hep kıt bir ihtiyarım: Sıfır beklentisiz biri…

Baki selam…

27 Ağustos 2012 Pazartesi

FİNCANI TAŞTAN OYMALI MI?



Fincanı taştan oyarlar/……r’e böyle …………r. Nokta nokta koymam gerekir miydi? Evet, hoş ve masum bir türkü, futbolizmin meşhur oyma koyma işlerine alet edilmiştir ve elbette ilke olarak bu tür şeyler hoş karşılanmamalıdır… Futbol denilen meret de bunlara bir miktar açıktır. İşte o miktarı, taraftarın yaratıcı muhayyilesi ve edep seviyesi belirler. Taraftar kimdir? Taraftar stadyuma girmeden önce kaldırımlarda yürüyen, şehir halkıdır… İnsan öyle ya da böyle taraftarlığını belli eder, çok sövmem ama incesinden, kabasına bilmediğim küfür yoktur… Lazım olduğunda kullanır mıyım? Elbette kullanabilirim, çünkü öfke baldan tatlıdır ve sınır tanımaz. Bu yüzden her sabah, nefsimi zıvanadan çıkaracak durumlarla karşılaşmamak için dua ederim…
İğrenç bir fiilin hayali de olsa faili pozisyonuna sokmadan, kendime bir hususi küfürler dağarcığı oluşturdum. Ortanca oğul küçükken küfretmeyi bilmezdi ve kime kızarsa “Telefon!” derdi… Evet, telefon bizim ortancanın küfür nesnesi ve kelimesiydi… Ondan öğrendim ki, her nesne ve her kelime küfür aracı haline getirilebilir… Birine “telefon” dediğinizde bence onu birşeye benzetmiş oluyorsunuz ve artık o galiz bir küfür olmaktan çıkıyor, ince bir mizah haline geliyor. Ben telli telefon olur olmaz çaldığında “Öff!” dediğim için ve bazen de zil sesine kızdığım için oğlum telefonu kızılacak nesne olarak değerlendirmişti ve kızdıklarına da telefon demeye başlamıştı. O birine kızıp, öfkeyle “Telefon!” dediğinde ben keyf keyf oluyordum. Bu saf hayalgücünden çıkarmamız gereken, küfre son verip, hayalgücümüzle espri ve mizah üretmektir; karşımızdakini icabında ikaz edebilecek, gülümsetecek tatlılıkta…
İnsan, azıcık düşünse mukaddesimiz sayılan ana, avrat ve bacı gibi varlıkları küfür objesi haline getiremez; getiriyorsa insanlıktan epey nasipsizdir… Bu konuda ülkemizde seviyeyi yükselten tek oluşum Beşiktaş’ın Çarşı gurubudur… Çarşı, üstelik blok halinde hareket eden despot bir taraftar gurubu değil, farklı telden çalan insanların da slogan üretebildiği bir yapıya sahiptir… Sivas çarşısı, herşeyi bilir; hükümet kurar, rektör seçer, hatta dünya politikasına bile yön verir ama asla yukarı doğru hamle yapamaz… “Çarşı”yı en geniş kavramıyla kullanıyorum, şehre rengini veren esnaf, eşraf, idareci ne ise taraftar da odur, kaldırımdaki seviye de odur… Yine de “Yiğidoluk”un yanına, kalitenin gelebileceğini uman ve bekleyenlerdenim…
Çarşı demiştik de Pazar gecesindeki maçta “Fincanı taştan oyarlar/Cimboma böyle koyarlar” taraftarın boğazına düğümlendi… Maç sonucunu hakem belirleyince, futbolun spor dışı kuvvetlerden de kurtulması gerektiğini düşünüyorum, o zamana kadar bu işlerden tamamen uzak durmayı yeğlerim. Ne oldu şimdi? Bu türküyü böyle kullanmayı uygun görmüş mü oldum? Evet… Çünkü o artık küfür olmaktan çıkmış, tezahürat klasiği olmuştur. Keşke kıyıda köşede kalmış başka türkülerden tezahürat üretebilsek, gençlerin kulakları hiç olmazsa kendi müziklerine aşinalık kazanır…
İbne bizde ağır küfürdür; merhum Cemil Meriç, akranlarını kastederek en büyük korkularımızdan biri “ibne olmak” demişti… Biz bunu hakeme reva görüyoruz, e hakemler de insan ve kendine ibne diyen taraftara hoş bakmaz sanırım… Ben olsam mesela, hakemin verdiği yanlış penaltıdan sonra “Bu ne hakem! Bu ne hakem! Bu ne hakem!” diye bağırırdım ve yeterdi
Küfürsüz sokak, kaldırım, tribün; Yiğidolara da başarılı bir sezon diliyorum. Ama korkarım şampiyon şimdiden belirli(!).

11 Ağustos 2012 Cumartesi

YAZ RAMAZANLARI



Merhum Kaya Bilgegil haziran ortasında sakoyla bölüme girmektedir... Genç akademisyenler için bir yürüyen mektebin her hali önemli; hocayı sözün mıntıkasına çekmek için o günün bahanesi de ayağıyla gelmiştir. Taliban odaya damlar ve münasip bir lisanla, “Hocam, sakoyu çıkarmayı düşünmüyor musunuz?” sorusunu yöneltirler. Cevap; Erzurum’u, soğuğu, sakoyu, yaşlı mafsalların karıncalanmasını havidir ve hafiften sitemlidir:
­- Erzurum’un Temmuz soğukları da geçsin, çıkaracağım evladım!
Hocam, takvimde “eski hesap”ı takip eder miydi bilmem; ama ben takip ederim. Mayısın sonlarına kadar, kışlıklarımı çıkartmam ki bu da Haziranın başı demektir handiyse. Nükteyi çok tuttuğumdan, bana da kalın urbalarımı soranlara “Sivas’ın Ağustos soğukları da geçsin, yazlıkları çekeceğim!” derim. Nüktenin şeş cihetini anlayan fazla değil ama yine de bir şeyler anlaşılıyor ki, en mizah yoksunu bile tebessüm edebiliyor. Çocukların suçu yok; o günlerin bazı olumsuzluklarına rağmen merhum Hoca’nın muhatapları gibi teşne-dil öğrencilerimin çok sayıda olmasını isterdim. Bu yüzden azlarım çok kıymetli çoook!
Ramazan’ı sevmemek ne mümkün; azalıyorum ve yaşayacağım Ramazan sayısının azalışına da için için üzülmekteyim. Bu üzüntü anlaşılabilir mi, paylaşıla bilir mi bilmem; anlatmaya çalışayım… Bu dünyadan göçtükten sonra senede bir ay izin çıksa kudret-i haktan ve tercih hakkım olsa: Ramazan’da faniler arasında, hanemde olmayı isterdim; ama “Ramazan yaza mı geldi!” diye de sorardım. İftar ferahlığını ailemle yaşamayı, teravih namazını Ulu Cami’de kılmayı, namazı müteakip Zarif’in Çayevinde demlenmeyi isterdim. Ramazan bu kadar değil elbette, tek başına hilâl endamlı bir medeniyettir. Bir toplum, kalan on bir ayda, ayların sultanına ettikleri biati unutmasa, dünyanın en medenî ahalisi haline gelir.
İnanmazsınız… Yarım saat evvel işyerinden çıktığımda kezzap gibi bir sıcak vardı. Yarım saat sonra arabadan indim ve içeri girinceye kadar akşam serinliği(!) tepeden tırnağa silkeledi. Şimdi anladınız mı, Ramazan’ın yaza gelenini kıştan ziyade neden sevdiğimi? Kış günleri kısa ama sahurda çoğunlukla üşütüyorum, sabah midem havaleli… Zemheri ayazı ve oruçsun; katın açılmıyor ki açık havaya çıkasın, ayaz adamın dalağını kesiyor. Gerçi arabalıyız, ama oruç keyfiyle trafiğe katkıda bulunmak kalp kırma, kırılma riskini artırır, en iyisi evde tatsızlık çıkarmak… Hayat şartları eskisiyle kıyaslanmayacak derecede konforlu; tuvaletler bile kaloriferli, ayağımız yere değmiyor filan diyebilirsiniz ama benim gibi kemik yorgunu bir adamı kış Ramazanlarının daha güzel olduğuna ikna edemezsiniz. Çünkü konu sadece soğuk değil, şu teravihten sonra açık havada gıcırtılı tahta iskemlelere oturup ettiğimiz muhabbet, cennet taamı gibi bir şey… Hele işin içinde çekilir tarafından canlı müzik de varsa… Daha demin demedim mi İbrahim, Bakara meclislerini canlandıralım diye?
- Dedin abi dedin de; yokladım kamuoyunu herkesin arşivi varmış, CD’den dinliyorlarmış!
Dinlesinler! Canlı olan herşeyin ruhunu kabzederek, insanı canlı canlı kendi kuturlarına hapseden bir dijital âlemin varlığı bir dert, yokluğu çare değil. Ansiklopedi okunur mu, okurdum; tozlanmış ciltler yarım metre ötemde melûl melûl oturuyorlar. Çünkü internet acayip tasarruflu iş, afakî bilgiler bir tık ile emrinize amade…
Zarif’in çayevi sizlere ömür ama daha geniş ve denginizle denklenebileceğiniz hayli mekân var; her şehirde var. Bir de iftara kadar dimağı gıdasız kalmış ehl-i duhanın yele karşı duman üflemesi erbabı için ayrı bir keyiftir; nostalji üfürmüyor, tecrübemi konuşturuyorum. Zahmet etme sevgili editör, ağzımı ben bantlayayım, xxxxxa sağlığa zararlıdır! Geç saat, çayların hitamında bir de kahve, sahura kadar çakı gibi tutar adamı. Mevsim itibariyle izne ayrılanlar yahut öğleye kadar benim gibi uykuya da part-time oruç tutturma imkânı olanlar için Ramazan’ın kıymetini yazın idrak etmek daha hoş değil mi? İnceliğe dikkat; orucu uykuya değil, uykuya oruç tutturmak… Uyku borçlarımızı da eda ettikten sonra, ibadet ve bu ayın ziyneti mukabeleler; bizlere dünyanın en medeni, en munis yirmi dört saatini geçirtir.
Bastıramıyorum içimdeki yetimi, terli perçemini düzeltmeliyim!
Çocukluğumda da severdim/severdik yaz Ramazanlarını. O cami senin bu cami benim teravih namazı pasaportuyla şehri turlamış olurduk. Kaytardığımız da oludu; herkes camide bilirken, gecenin bir vaktine kadar oynar, ter tırnağımızdan akardı. Trafik yok, yollar karla kaplı değil, hava hâzâ oyun havası; kim tutabilir bizi. Hatimle teravihi de ilk kez bu gezmelerde tanıdım, ağır gelmişti; yarı yerde paldır küldür çıktık açık havaya. Yaz Ramazanları için arazi tahsis edilse, kısmı-azamını çocuklar doldurabilir.
Şehrin son şahitleri olan bir nesiliz. Akran ile de yollar bir iftarda, teravihte yahut çay ocağında mutlaka kesişiyor ve mazide kalan günleri yâd ediyoruz. Ne çok şey yaşamışız, anlata dinleye bitiremiyoruz. Seziyorum, gözü dayanıksız bazı arkadaşlar çaktırmadan mendili gözlerinin üzerinden geçiriyor… Bu üçüncü yaz Ramazanım ve Ağustos, yani Temmuz soğuklarını da savuşturmuşuz; bir sonraki o kadar uzak ki, hatıra ile hayalin kesiştiği yerde geleceğime göz kırpıyorum.
Bayrama ne kaldı ki, şunun şurasında…

22 Haziran 2012 Cuma

ASKER YAŞATMAK


Bendeniz şehitliğin ne olduğunu dünüyle bugünüyle bir aileye neler yaptığını yaşayan birisiyim. Büyükdedeme yakılan ağıtı dedem okurdu, tekrar tekrar aile o hüznü yaşardı. Şahadetin sonrası yetimlik, perişanlık; seferberlikten diri çıkan harp kaçkını ailelerin çocukları nutuk atma şansını bol bol yakaladılar; bize ağıt düştü. Bazen o ağıtı bugüne taşıyalım notaya alıp herkesin tasarrufuna açalım teklifleri de oldu, ama “Od düştüğü yeri yakar” ağıt da doğduğu yerde kalsın. Büyükdedem yaşasaydı ailem çektiği sıkıntıların hiçbirini çekmeyecekti. Şahadeti küçümsemek aklımdan geçmez, kendim için temenni bile ederim, ancak çocuklarımızdan uzak olsun. Onlar vatana olan borçlarını kanlarıyla değil, emekleriyle ödesinler, vatanlarını daha yaşanılır bir ülke kılmak için ter döksünler; aileleri şehitlik maaşıyla değil, helal kazançlarıyla dimdik ayakta dursunlar. Onların anadan doğma birer “Mehmetçik” olmaları mahfuz kalmak şartıyla ve herkesin saygı duyduğu ahlak ve meslek sahibi birer “Mehmet Bey” olmalarını isterim.
Terörle mücadele asimetrik bir savaştır, özel yetiştirilmiş kuvvet ve sağlam istihbarat gerektirir diyen bir hakiki kurmay subaya karşı, hemen bir savaşçı(!) cevap vermişti. Cevap şu: Terörle mücadele özel kuvvetlere havale edilirse, vatan sevgisi azalır. Bu cevap, Mehmetçik savaşsın, şehit olsun ve bu yolla vatan sevgisi artsın(!) demektir. Kan ile vatan sevgisi olmaz, kaldı ki aynı ağızların “Mehmetçik” kavramına karşı savaş açtığını henüz unutabilmiş de değiliz. Bizleri vatanın manevi değeri konusunda aydınlatmaya çalışan kim olursa olsun sahtekârdır. Vatanı alnımıza zimmetli biliriz ama arsa cinsinden bir değeri de vardır; vatanı için her şeyini veren vermeye hazır olan pek çok memleket evladının başını sokacak bir yuvası yoktur. Vatanın gerçekten sevilmesini istiyorsanız, çocuklarımızı yaşatın onlara aş, iş ve ev sahibi olmalarını sağlayın.
Bir milleti savaşa sokmak değil barış içinde yaşatmak gerek, askeri yaşatanı ve yaşaması için bütün gücünü kullananı millet, sever… Tarihimizin önemli şahsiyetlerinden biri Sultan Hamit’tir. Tarih, gayr-ı resmî yahut resmî tarih ne derse desin millet derinden derine onu sevmişti, hâlâ sevenleri vardır. Sevginin vesikası uzun bir ağıttır ve bir bölümü aynen şöyle:
Bizden selam edin Sultan Reşad’a
Kınalı beşikler kaldı köşede
Sultan Hamit gerek “asker yaşada”
O da halledildi Devrana bakın

Urus cephesinden yükseldi duman
Bu karanlık günler gider bir zaman
Gelinler dul kaldı uşaklar üryan
Şu Devlet-i Âli Osman’a bakın
“Sultan Hamit gerek asker yaşada” feryadının altında yatan halk serzenişi belli ki bir kısım aydın ve siyasetçi için o günlerde fark edilmemiş, bu günde henüz fark edilmiyor. Millet, evladını yaşatanı daima sever.
Dökülen gözyaşlarının samimiyetinden asla şüphe edilemez; bütün derdimiz gözyaşı dökülmeyen bir ülkede yaşamaktır. Terörden siyaseten medet uman özünde “Mehmetçik”ten farkı olmayan gençlerin kanını akla zarar pazarlıklara alet eden kürtler ise terörist bile olamazlar, alelade çapulcudurlar. Devlet olmak ise başka bir şeydir; mutlaka her türlü istismarın üzerinde bir feraset göstererek kanı durdurmalıdır. Terörün maliyeti sadece bilinen kayıplardan ibaret değildir; başka ve önemli dertlerimiz üzerine konuşamıyor, geleceğimiz üzerine ise konuşamıyoruz.

TÜRKÇENİN KISA TARİHİ



Türkçe; dille ilgili her konuda rüştünü ispat etmiş, reşit bir dildir. Bir dilin reşit oluşu, etnik bir temele oturuşundan değil; dünyaya açık oluşundandır. Kelimeleri kafatası kuturlarına bakmadan lügatine yerleştiren insanların feraseti, Türkçeyi kâinatı okumaya elverişli, işlek bir dil haline gelmiştir. Osmanlılar döneminde Türkçe tam bir tahammül mülküdür, bu mülkü inşa eden de Türklerdir. Hız kesmesine rağmen hayli zaman dilimizin tehlikede olduğu konusunda panik havası estirenlerin hakikaten bir endişeleri varsa; reşit bir duruşa sahip olamayışlarından kaynaklanmaktadır. Dilin değil, dili taşıyacak ve yaşayacak öznenin gönül zenginliği ve tefekkür ufku önemlidir; Türkçe ile dilin ereceği her şey yapılır ama yapacak insan, yapacak zaman ve zemin gerekir; evvel insan, yani felsefe, bilim ve edebiyat inşa edecek özne…
Özü sağlam ama işlenmemiş bir kabile dilinden,  uygarlık diline doğru tekâmül, Türklerin İslamiyeti kabulleriyle başlamıştır. İslamî kelime ve kavramların yaşayan Türkçeye yerleştirilişi tam bir hidayet haline benzer; müslümanlıkla beraber Türkçe de bir tür hidayet hali yaşamıştır. Orta Yol’un Türkleri kendi dillerinin omurgasını bozmadan Arapçasını diline yatkın gördüğü dini ıstılahları Arapçadan; Farsçasını yatkın gördüklerini de Farsçadan almışlardır. Türkçe bu kendi halinde gelişen macerayla iki cihanı ifade etmeye elveren, efendi ve şahsiyetli bir dil olmuştur. Ziyaretçilerin Arapları merak ederek sormaları üzerine bir hacı efendinin verdiği cevap, Türkçe ile Müslümanlık arasındaki bağı pek arifane ifade eder:
-    Ezan okuyorlar Türkçe…
-    Kuran okuyorlar Türkçe…
-    Konuşmaya gelince sapıtıyorlar!
Arapların sapıttığı filan yok tabii; ama yaşayan Türkçenin ortalama bir Türk için din ile olan bağı da ancak bu kadar güzel ifade edilir. Marazî öztürkçecilerin en büyük rahatsızlığının da bu olduğunu zannediyorum.
Şahsiyetli dil, sahiplerinin aynasıdır; Türklerin kıvrak zekâları, ince zevkleri başka dillerden neyi alacağını neyi almayacağını tayin etmiştir. Kültürel temasımız olan yahut beraber yaşadığımız topluluklardan da dip dedesini sormadan yığınlarca kelime almışızdır. Devlet-i Aliyye’nin son yüzyılıyla beraber Türkçe şiir ve musiki ile başlayan ve nihayet hukukta (Mecelle ile zirveye vuran) bir aydınlanma geçirmiştir. Belagat ve fesahatin bozulmadığı ve dilde arınma diyebileceğimiz bir dönüşümün yaşandığı bu olağanüstü hareketlilik, Türklerin taşıdığı hayatiyetin belki de farkına varılamayan en derin şahididir. Cumhuriyetin ilk yıllarından başlayarak altmışlı yıllara kadar dilin kendi tabiatı içinde yürüyen temiz bir akış söz konusudur. Kelimelerin kafatasına bakmadan diline güzel yatanı kullanan ama sağlam kavram ve ıstılahlara da dokunmayan edebiyat ve tefekkür dünyasının yerine, süratle bugünlere doğru uzanan dilde bir fakirleşme ve ideolojik baskı süreci yaşanmıştır. Birilerince hâlâ ısrarla sürdürülen bu tavrın amacı arınma, sadeleşme değil; taammüden cinayettir. Temel amacı dilde laikçiliktir ama sonucu İngilizcenin sokağa hâkimiyetidir. Bugün çoğu aydın(!) bir Türk gibi ve Türkçenin anlam dünyasından hareketle değil, yabancı gibi ve yabancı dille yazdığını tercüme ederek dilsizleşmiştir; bir halk türküsünü bile anlayamayacak derecede kökten yabancılaşmıştır.
“Türkçe bilim dili olmaya uygun değildir!” hükmünü veren bir YÖK başkanının yakın tarihimizin önemli aktörlerinden oluşu niyeti de açığa vermektedir. “Türkçe, bilim dili olarak yetersizdir. Türkçede kaynak kitap yoktur.” diyebilen anlı şanlı profesörlerimiz bile vardır. Türkçenin bir suçu yok; suç başta bu kendine özgü aydın ırkının, sonra Türklerin alayının. Dilinizi iyi bilseniz kitap yazardınız; ecnebi lisanları iyi bilseniz süratle maarifi Türkçeye çevirirdiniz olurdu.
Tek yol Türklerin özne olması! Malumunuz Türkçe bir cümle çatılırken özne başa gelir; işin başı özne olmak; yani: Olmak. 16/04/2011
_________________


Temrin Dergisi,Sayı:40

19 Haziran 2012 Salı

“MEZO”LAR DA AĞLAR



“M” harfini vesaire yerine ikame, Türkçenin tatlı bir özelliğidir. “Ortalığa talan malan hâkim oldu!” dediğinizde aslında talanın varlığını ama söylenenden fazlası olduğunu kestirmeden ifade etmiş olursunuz. “Benim yalanla malanla işim yok!” demişseniz, yalana eyvallah etmediğinizi, hiç ama hiç etmediğinizi vurgulamışsınızdır. Derdim bu dil inceliğini anlatmak olsaydı, ortaya nüktelerle fıkralarla örülmüş bir keyif yazısı çıkardı ama nicedir bol köpüklü bir orta kahve içmedim.
“M” harfi benim için vesaireden çok fazla birşeydir.
Gençlik yıllarımızda bir yerde soldançarklı bir örgüt kuruldu mu, bizim cenah; hemencecik iadeli taahhütlü karşılığını verir, çoğunlukla da “M” harfini kullanarak bir dernek patlatırlardı. Tabii sağcılara “dernek” çok yakışmazdı; “birlik” demeyi evla görürlerdi. “Ortanın solu” kadar muğlâk bir sağcılık, yetmişli yıllardan sonra Müslümanlığın ülke sathındaki derinliğini keşfetti. Çoğu dış temas ve tercümeler sonucunda ileri derecede radikal hatta devrimci söylemler bile dolaşmaya başladı. Çok olumsuz ve umutsuz olmasam da bunun büyük oranda aldatıcı olduğunu; Türkiye şartlarında “sağcılığın yağcılık, solculuğun da karakolculuk” tan başka bir şeyi henüz vaat etmediğini kerrat ile dost meclislerinde söylemeye çalıştım. Ama doğrusu, o günlerde böyle şeyleri konuşmaya elverişli samimi bir iletişim yoktu. Birileri, en masum soru ve tepkilerinize imkân tanımaz, dışlama taktikleri uygularlardı.
Çok uzak örneklere gerek yok, çevremdeki radikallerin nasıl iktidar nimetleri için “Radoş”laştığını, devrimcilerin evrim geçirerek “Yumoş”laştığını yakinen müşahede ettim. “Köle ahlakı”nı benimsemiş insanların az ya da çok iktidar sahibi olduğunda, ortaya çıkan kifayetsizliklerini seyretmek hep hüzün verdi. Tabii bu arada “Post-modern” sürecin, halk üzerinde yarattığı dehşetin de bu çarpık, kişiliksiz, bazen haysiyetsiz yapıya destek ve katkısını unutmamak gerekir. Ben sağcı yahut mukaddesatçı (İslam kelimesini incitmekten korktuğum için İslamcı demiyorum) cenahın,  !975’ten sonraki seyrinde en ufak bir inkıta görmedim; bugün dünün, bugünküler dünkülerin henüz inşirah verici bir kıvama erişmemiş devamıdır. “M” harfinin çok önemli bir misyonu vardı, az da olsa hâlâ var… Ama hiçbir zaman bu “M”nin içi doldurulamamıştır. Keskin vaizlerin maizlerin, televole ulemasının mulemasının, Ramazan ilavelerinin milavelerinin, bol ayetli hadisli kitapların mitapların baş konusu olan “Güzel Ahlak”a dair bir vizyon görememekteyiz.
“M” harfine dayanan kuruluşlar yahut birlikler; içinde derviş ruhlu ve son derece fedakâr insanları barındırdığı halde genel hatlarıyla derin bir şuurun eseri değil; tıpkı muhalif görülen ideolojik kesimlere ve çıkar gruplarına karşı geliştirilen ve onların talip olduğuna bir mukabeledir. Kendimi “M”cilerin geçirdiği maceranın dışında görmediğim için, söz söyleme salahiyetimi de dışarıdan olanlar yahut sonradan devşirilmişler gibi iktidar sahiplerinden değil; geçmişimden almaktayım. Elbette bir demler “Aynı yollarda yürüyenler”in bugün ve gelecekte de aynı yollarda yürümesi her zaman mümkün değildir. Ama gençken en dürüst “M” benim için MTTB idi; o samimiyetimi de hâlâ taşıyorum. MTTB rozetini andırdığı için Sivasspor rozeti taktım yakama; çünkü yüreğini ortaya koymanın ne demek olduğunu bir futbol takımı sergiliyor.
“M” harfini kullanma celadeti (!) de aşıldı artık, dinî ve millî künyeler içermeyen “birlik”lerimiz ve vakıflarımız var… “Muasır medeniyet” seviyesine(!)ne daha akredite badem bıyıklarını yülümüş pek çok tıfıl ve onlara ağabeylik eden eski kurtlar da meydan yerinin aktörleri… “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar!” nârâsından, muasır medeniyetin cürufatına topyekûn sahiplenme hamlesi, ne müthiş bir terakki(!). Dilerseniz, henüz hayat vadeden şehirlerimizin yeni yükselen orta sınıftan yetme yöneticiler elinde ne hale geldiğine bir bakın. Kızıl meydan’ın alelade taklidi kent meydanlarına bir bakın, insanların konutsuzluklarından istifadeyle dikilen yeni yerleşim alanlarına bir bakın.
DEZO’lar (Yani Devlet Eliyle Zengin Olanlar Organizasyonu), biz “M” reflekslilerin en büyük hasmı gibiydi. Sol ekâbirle aralarında köken birliği olduğu için, “M”ci gençlik, bu kapitalist zümreye acayip diş gıcırdatırdı. Bizim gençliğimizde her sol dernek ve kuruluşa verecek bir cevap bulmak, kuracak bir “M”li dernek kurmak mümkündü. Lakin DEZO’ya karşı bir MEZO’muz yoktu. En başta kentlere akan ve kenardan merkeze doğru yürüyenlerin eğitim, refah seviyesi, dünyaya bakışının değişmesi, ortaya “Orta Sınıf” namzedi bir halk kesimini doğurmuştur. Özal’ın “dört eğilimli partisi”nin merkezini bu kesim oluşturuyordu, Mesut Yılmaz, şerit değiştirince artık “Merkez Sağ” filan da kalmamıştır. 1990 da MÜSİAD’ın kuruluşu tarihi bir olaydır; TÜSİAD karşısında artık bizim de bir “M”miz olmuştu. Sonraki yıllar boyunca “Orta Sınıf” tüm sosyolojik vasıflarıyla,  yükselmiş ve palazlanmıştır. MEZO (Millet Eliyle Zengin Olanlar Organizasyonu), sadece bir örgüt değil, her vilayette az ya da çok varolan yeni bir zenginler zümresidir. Gerçekten millet eliyle mi zengin olmuşlardır? Başlangıçta evet. Halkın büyük kesimi yerli özellikler taşıyan cami, cemaat bilen bu yeni zenginleri işte ve alışverişte ve bazen kazıklanmak bahasına tercih etmişlerdir. Ancak bunlar palazlandıkça sağ iktidarların açtığı imkânları hiçbir muhasebe yapmadan sermayelerine katmış ve büyümüşlerdir. Millete de çok ihtiyaçları kalmamıştır, çoğunun geçmişinde önemli bir yer tutan “M” harfiyle temasları neredeyse kökten kopmuştur.
Bu kesimler, 28 Şubat sürecinin koymuş olduğu “Yeşil Sermaye” ayırımından da uzun vadede kârlı çıkmışlardır. Refah-Yol hükümeti zamanında Refah Partili bir bakanı yazlığında dostlarıyla beraber ağırlayan bu yeni zenginlerden birinin sofrasında ben de bulunmuştum. Hasta olduğumu bahane ettim, kenara çekildim. Zavallı bakan, doğru olanı yaptı ve neo-zengin bir “mücahit” kardeşine iyi niyetle birtakım kazanç ufukları açtı. Bense tuhaf bir şekilde gülümsemiştim, rahatsız oldular. “Kusura bakmayın hastayım!” diyerek durumu kurtardım. Bakanın bilmediğini biliyordum: O zenginlemiş mücahit(!) bakanla iş kotarırken, kardeşini çaktırmadan Doğruyol Partisi’ne kaydettirmiş, oradan da kendini sağlama almıştı. 28 Şubat süreci bunları önce hafiften ürküttü, sonra palazlandırdı. İşçisine asgari ücreti verirken eli titreyen, eleştirildiğinde “Biri çalışmazsa bir başkası gelir!” diyecek kadar insafsızlaşan bu MEZO zenginleri, bırakınız DEZO’ları, Avrupa kapitalistlerinin sahip olduğu insanî duruştan bile nasipsizdir. Görgüsüz, köksüz ve ruhsuz bir sosyete oluşturmuşlardır. Hayır! Ve kesinlikle ortalığın siyasetinin diline doladığı “Jipli” ve “Jipsiz” ayırımı gibi bir şeyden bahsetmiyorum. Çünkü jipli vardır içinde en ufak bir tamahkârlık yoktur; jipsiz vardır dünyaya tapmaktadır. Bu olması gereken ahlâkî derinliği vurgulamak istiyorum. Kimsenin jipiyle, mipiyle işimiz yoktur.
Benim kahramanım olan zengine dönelim. İktidarla içiçedir, işleri tıkırındadır; Cumhurbaşkanına ulaşacak ve takdir yetkisini yönlendirecek kadar da aktif ve girişkendir. Tabii, yukarıda zikrettiğimiz Refah-Yol dönemindeki bakanın bunlara yaptığını, mevcut iktidar da, Cumhurbaşkanı da yapmaktadır. Çok mühim bir fedakârlıkta bulunuyormuş gibi, “MEZO’lar zekât verir!” derler. Bu da gariptir, zekât oranını tayin eden hükümlere bağlı kalarak “Benden bu kadar!” demenin rahatlığıyla, asgari ücreti belirleyen yasaya bağlı kalarak onun üzerine çıkmamak arasında hiçbir ahlakî fark yoktur. Her konuda modern hükümler çıkartan acar ulemamızın, İki Cihan Sultanı (sav) zamanındaki iktisadi şartlara bağlı olarak konulan zekât oranının bugün de sürdürülmesine ciddi bir muhalefeti ve önerisi olmayışı neyle izah edilir? Ancak ve ancak, tencere-kapak ilişkisiyle… Çünkü çok derin fıkıh bilgisi dahi gerekmez, aritmetik bilmek bile kâfidir.
İçinden geçtiğimiz ekonomik kriz önce DEZO taifesini ağlattı. Krizin ciddi olduğunu ve tedbir gerektiğini; aksi takdirde tabii “en başta işten çıkarmalar” olmak üzere yığınlarca tehlikenin kapıda olduğunu beyan etti. Elbette ilk başta işten çıkarmalar gelecektir; bunda kimsenin tereddüdü yoktur. Bu arada MEZO taifesinin hiç sesi çıkmadı dikkat ettiniz mi? Onların iktidarla olan dostane(!) ilişkileri böyle bir aleni tavra izin vermezdi; çünkü artık onlar da rüzgârı arkalarına almış ve DEZOLAŞMA sürecine girmişlerdir. DEZO aslında MEZO’nun hislerine de tercüman olmuştur. Çünkü bir dönemler hasretiyle kavrulduğumuz “Müslüman Zengin” büyük oranda belirmiş, hatta organize olmuştur. Ancak, kapitalizmin haramiliğini dönüştürebilecek “Güzel Ahlak”la olan irtibatını arkada bırakmıştır. Kahramanımıza dönüyorum… Kriz bahanesiyle işten çıkarma işlemlerine başlamıştır; fiyakası âlâ yerindedir. Tabii camiye en son gitmekte, kenar mescitleri tercih etmekte ve en önce çıkmaktadır.
“Çarşaf açılımı” gibi daha pek çok açılımlar yaşayacağımızdan şüphem yoktur. Çünkü tehlike olanın aslında “ahlaken” pek de kendilerinden farklı olmadığını anladığı hasmıyla nizalaşmanın getirisi yoktur. Dezolarla mezoların, zenginlerle menginlerin aynileşmesini medyanın pop sosyologları çok olumlu buluyorlar. Ama benim göğsümde incinmiş bir “M” harfi var. Bütün hakikatiyle ve güzelliğiyle bu harfin hâlâ umut vaat ettiğini biliyorum. “Ak akçe, beyaz baldır ve makam” karşısında sınavını “Güzel Ahlak” ile veren müteşebbisler elbette vardır ve eksik olmayacaktır.
Lafım ortayaydı beğenen alır, beğenmeyen tepeler geçer. “Öz Sermayesi” ile yola çıkmış, ortalıklara düşmeden çalışan, didinen, üreten; altın kafesin içinde de olsa bir derviş gibi yaşayan iş adamları ve zenginlerimiz bu mevzunun dışındadır. Onlar umutturlar ve muhteremdirler. Eee tövbe kapısı da daima açık, daha ne olsun. Ey “M” harfinin gölgesinde bir zamanlar yağmurlu, dolulu havalara rağmen beraber yürüdüğümüz ve umutlandığımız insanlar, size tövbeyi hatırlatmaya çalışıyorum. Müşterek olacağımız tek kapı orası çünkü. Masumuz diyorsanız şaşar ve ürperirim; çünkü o zaman “günah çıkartma” tek ihtimal olarak kalıyor.
Cari iktisadi ahlakın mümessilleri “günah çıkartma” itikadının verdiği vicdani rahatlıkla hareket ettiler. Gayr-ı ahlakî, insanlık ve tabiat düşmanı düzenlerini öylece aklamaya çalıştılar. Tövbe ise kaderi değiştirecek tek yoldur ve “günah çıkarma” ile taban tabana zıttır.

“DEZO” NEDEN AĞLAR



Avrupa’nın köle ahlâkıyla malûl serfleri, endüstri devriminin verdiği hızla terakki etmiş ve burjuva haline gelmiştir. Burjuva kelimesini ideolojik bağlamının verdiği çağrışımlardan kurtarmak için “orta tabaka” diyelim. Özal’ın pratik zekâsı, çene özrünü sakalla kapatmaya çalışan resmi sosyologumuzu/sosyologları hâlâ kızdırsa da bu halk kesimine “Orta direk” demişti. Biz de öyle diyelim. Para saymayı ibadet haline getiren Avrupa’nın muhterisleri, devlet müdahalesini kendi çıkarlarını zedelediği için “Dokunmayın yapsınlar, dokunmayın geçsinler; dünya nasıl olsa dönmektedir!” diyorlardı. Aslında bize dokunmayın, dünyayı biz döndürelim demek istiyorlardı. Kısa zamanda bu yolun çıkmaz olduğunu anlayınca, önce devletle sulh imzaladılar; ardından “sosyal devlet” gibi masum kıyafetli bir kavramı da kullanarak devlet oldular. Bugün dünyadaki bütün devletler derece derece “orta direk”e yani burjuvaya dayanan devletlerdir. Orta direğin sağlam olduğu toplumlar genel refah açısından daha az problemlidir ama mutlaka problemlidir. Çünkü kapitalizmin basit semt pazarından devşirilmiş normlarını ve normatif demokrasisini, ancak “orta direk”in ahlakı, adil ve kabul edilebilir bir çizgiye çekebilir. Orta direğin sağlam olmadığı toplumlarda ya bizde olduğu gibi darbelere teşne ve güvensiz ““müsaadeli demokrasi”ler, ya da faşizmler vardır. Müsaadeli demokrasi, orta direk zayıf olduğu için kararsızdır; zaman zaman uygulamalı faşizme dönüşebilir.
Avrupa’yı ve ABD’yi bugünkü refah düzeyine getiren halkın içinden çıkan ve gözükara, risk üstlenen, maceraperest müteşebbislerdir. Bunların artması ve kuvvetlenmesi toplumlarının büyük bölümlerini kapsayan ve tarihin gördüğü en dinamik güç olan “burjuva”yı doğurmuştur. Burjuva, paraya tapmak ve saymakla bir şey olunamayacağını anlayınca Ortaçağ’ın aristokratlarının zevklerini ve tabiatlarını kendilerini meşrulaştırıcı ve keyfiyet katan bir katma değer olarak sahiplendiler. Bizde ise burjuva denilince, devlet eliyle ve halkından kopmak suretiyle devlet desteği gören “yarı resmi burjuva” akla gelir. Bunlar devlet tarafından seçilmiş müteşebbislerdir, kendiliğinden bir “orta direk” oluşumunu engellemek için vazifelidirler. “Yarı resmî burjuva”nın Türkiye’de gerçekleşen modern ve post modern darbelerin teşvikçisi, post-modern darbede olduğu gibi şakşakçısı

İktidarın Dört Atlısı
W. Mills, Amerikan iktidarını tasvir ederken dört payanda oluşturuyor: İktisadî, siyasî, askerî ve epistemik cemaatler. Feodal birimler çokluktan dörde inmiş ve kapitalizm biçimlenmiştir. Dörtlü iktidar yapısı, “orta direk”in zayıf olduğu toplumlarda halk tabanını sindirmeye en uygun sistem demokrasidir. Demokrasi: refah seviyesini yükseltecek bir iktisadî cemaat; iktisadî cemaatle halk arasında bağ kurarak kâr paylaşımını hukukileştiren siyasî cemaat; ülke içinde ve dışında sistemi savunan askerî cemaat; üç derebeyinin imkân ve faaliyet alanını genişletmek için sektörel hizmet gören ve müşteri hazırlayan epistemik cemaat organizasyonudur. Bu cemaatler, kendi içlerinde güç dağılımı yaparlar ve birbirlerine karşı güvensiz de olsalar tahammül göstererek bir nevi bütünleşmeyi sağlarlar. Avrupa/Amerika demokrasilerinin esası budur; temeli yine sahip oldukları müteşebbis ahlâkıdır. Avrupalı ve Amerikalı müteşebbis devleti demokratlaştırmıştır, bu sayede de kendi toplumlarının refah sınırlarını genişletmiştir. Refah düzeyi yükselen ve adam yerine konulmanın hazzını yaşayan yığınlar bu aristokrasiden bozma demokrasiden memnundurlar. Oh ne âlâ; proleterler beyazlaşmış, sendikalar sararmıştır; sendika patronları toplu sözleşmesini yapar, gönül rahatlığıyla kahvesini höpürdetir.
21. yüzyıla girerken, iktidar yapısında büyük bir değişme olmadı; ancak dört atlı artık, attan indi ve şatolarına oturdular. Müteşebbis ahlakı, teşebbüsü terk ederek para vasıtasıyla dünya halklarıyla oyun oynamaya başladı; batırıyor, çıkarıyor, yıkıyor, yeniden yapıyor; kazanıyor. Bu hâl, "Kapitalizmin İncili"nin yazarı Adam Smith'in derinden derine "kâr eden ar etmez" anlayışından beklediği "erdemli toplum ve düzen" idealini yalana çıkarmaya yetmiştir. Teşebbüs yeteneği, güzel ahlak doğurmaz; tersine bed huylu adamların arsızlığını artırır. Güzel ahlaklı adamların müteşebbis olması, erdemi beraberinde getirir ve ziyadeleştirir. Batılı müteşebbisin kök değerleri, onları arsızlaşmaktan kurtaramamıştır. Batının ve belki öncelikle Amerika’nın sonunu da bu arsızlaşma getirecektir. Çünkü müteşebbis ahlakında dönüşümün reel zemini halk tabanıdır. Batılı toplumlar artık kültür sahibi ve kültürü yenileyen dinamizmini yitirmiştir.

Türkiye'nin Atlıları Ve Yeni Orta Sınıflar
Türkiye, mukallit bir ülkedir. Batı'da kendi bütünlüğü içinde ne kadar asalet ibraz eden olgu varsa "dakikalık fotoğraf" çirkinliğinde hepsi bize aktarılmıştır. Türkiye'nin aklı yetikleri, Osmanlı’nın feodal olmadığını anlayamadan batı modeli kapitalist olmuştur, çünkü tarihten uzak durmak terakkiperverliğin ön şartıdır. Osmanlı bakiyesi aydın ve rical de bu dünyadan göçünce, tarihten ve hakikatten uzak devrimciler(!) şeklen batı demokrasisine benzeyen bir sistemin seçkinleri oldular. Bu acayip kapitalizm, müteşebbis oluşturmak için aç gözlü bakkallara devlet rantını peşkeş çekmiş, bu sonradan görmeler zümresi de müteşebbis numarası yaparak malı götürme ekonomisini inşa etmişlerdir. Mafya ahlakı ile müteşebbis ahlakı bütünleşmiş, devlette etkin konuma yükselmiştir. Banka hortumlamak, ihale kotarmak, gazetecilik yapmak, milletvekili seçtirmek, darp, harp, ihtilal v.s. tamamen bu seçkinlerin ürünüdür. Sistem DP iktidarından sonra, sırf iktidar koltuğuna oturtmadığı için milletin tercihlerine karşı "Milli Mücadele(!)" yaveleri okuyan Hitlercikler üretmiştir. Zaman zaman müsaadeli demokrasi, denetimle faşizme dönüşmüştür. İç ve dış düşman üretim merkezleri; bilim yerine yanaşık düzen yürümeyi talim eden ve ettiren epistemik cemaat; devlet adamı olmanın sadece jest ve mimiğini öğrenmiş ödlek siyasetçiler… İstisnasız hepsi bunların bu seçkinler kadrosunun ürünüdür. Bizim de atlılarımız vardır ama serveti ve gücü yalnızca kendi aralarında dönen bir iktidar aracı olarak kullanırlar. Tabandan gelen her kıpırtı tehdit, tehdidi bastırmanın yolu “Ordu Göreve” çağrısıdır.
Özal dönemi kısırdöngülerle gelen yakın tarihin çatallaşma anıdır ve devrimcilerin hayal bile edemediği olağanüstü devrimlerle doludur. Özal “Orta direk”i yani gerçek anlamda halkı keşfetmiş; yeni ve reel sosyolojik tabanı olan bir “orta direk”in yükselişini hissetmiştir. 12 Eylül modern(!) darbesi, demokrasiye geçmek için oylama yapınca halkın çoğunluğu bunlar gitsinler diye anayasaya evet demiştir. Ancak, Evren Paşa’nın Partisi’ni de bir celsede siyaset sahnesinden silmiştir. Bu yeni bir dalgadır, daha bir müddet liderini sahnede görsek de AP’yi iktidara getiren dalgadan çok ama çok farklıdır. Ve ilk defa bugünlerde KOBİ olarak adlandırılan yeni işletmeler boy vermeye başlamış, yeni patroncuklar Özal zamanında, bazıları da Özal’ın davetiyle ilk defa yurt dışına çıkmaya başlamışlardır. Özal’dan sonrakilerin ise halkla, “orta direkle” bağlantılarını derhal koparmış, kısa sürede eski seçkinler düzeninin tek temsilcisi olan “Ortanın Solu” çizgisinden daha koyu bir totaliter çizgiye kaymışlardır. ANAP’ı iktidara taşıyan aynı dalga RP’yi iktidara taşıyınca da post modern darbe(!) zuhur etmiştir. Bu harekâtın gerçek bahanesi RP’nin dış politikadaki keskin duruşudur ve tamamen dış desteklidir. Darbenin millîsi olmaz ama Türkiye’de yaşanan ve lider kadrolarının bile belki fark edemediği kadar gayr-ı millî bir zeminde gerçekleşmiştir. Özellikle bu teamül dışı(!) darbe sonucunda askerî kurum ciddi yaralar almıştır.
AK Parti “Orta direk”in büyük bir cevabıdır ve en az post-modern darbe kadar sıra dışı bir olaydır. Refah kadrolarının ve tabanının cevvaliyetle bu partiye geçişini dindar-laik ekseninde almak hatadır; bu hatayı sürdürenler de daima sandığa toslayacaktır. Görünen o ki “Ortanın Solu”ndan hâlâ en ufak bir sapma göstermeyen ve hâlâ paşasının partisini kullanan politikacılar olayın farkında değiller. Bir zamanlar okumuş yazmışların, yüksek bürokratların v.s. odağı olarak görülen kadroların düştüğü fikirsizlik ve kavrayışsızlık vahimdir. Çünkü Türkiye’nin en büyük noksanlığı “Orta direk”i hisseden, devletçi değil toplumcu; seçkinci değil halkçı bir sol yahut sosyal demokrat eğilimin olmayışıdır. Çarşaf açılımı(!) çok arandı mı bilmem ama dâhiyane bir keşiftir. Kâşiflerin kavrama düzeyi ise ancak mizah ve karikatür konusu olabilir.
RP dini eğiliminden değil, adına yanlışlıkla TÜSİAD denilen ve “Devlet Eliyle Zenginleyenler Organizasyonu” başta olmak üzere sivil(!) güçlerin iktidarı kaybetme korkusundan dolayı hedef seçilmiştir. Bu sözde endüstriyellerin kuruluşu, DEZO kod adıyla yazılmalıdır. Askerî hangi saikin harekete geçirdiği bize malum değil… Ama başta DEZO ve yanında iki birbirine zıt görünümlü ve birinin başında da sol ve devrimci olduğunu beyan eden “D”, diğerinde Türkiye’ye işaret eden “T” harfinin varolduğu işçi sendikaları çekmiştir. Bu sendikalara da Sarı İşçi Sendikalar demek ve SİSK olarak kodlamak mümkündür. RP’yi tasfiye bahanesi olan hitabet marazlı siyasiler ise asrımızın post-modern +18 aşk hikâyeleri “Fadime ile Müslüm” yahut “Emire ve Kalkancı” gibi birer figüratif malzeme olmuşlardır. Esas dava, Özal dönemine denk düşen hareketliliğiyle yeni orta sınıflardır. Çünkü reeldirler, düzmece değildirler, kendiliğindendir ve en tehlikelisi köken itibariyle yerli ve muhafazakâr bir karartı oluşturmaktadırlar. Ben bu yeni orta sınıfların ve onların içinden sivrilen yeni müteşebbis namzetlerinin ahlaken idealize edilecek kadar mazbut olduğunu düşünmüyorum. Az sayıda hak ve adalet duygusuna sahip olanlar elbette vardır; ama çoğunluğu Hz. Ömer’in kölesine karşı adaletinden bahsederken, yanındaki işçiyi asgari ücrete talim ettirirken kanunu kullanan bir çarpıklığa sahiptir. Kapitalizmin ve onun iktidar biçimi olan son yüzyıl demokrasilerinin çirkinliklerini ortadan kaldıracak tek şeyin “Güzel Ahlak” olduğuna sonuna kadar inananlardanım.
Aynı reel orta sınıflar, AK Parti’yi iktidara taşımışlardır. Ve aynı hastalıklar, yani “Güzel Ahlak” esasına uymayı ikinci plana atarak, iktidar nimetlerini öne alma ve kendilerine “adalet beklentisiyle” bel bağlayanları tepeleme, hiçe sayma bu iktidarda giderek artan ve altını oyan bir düzeye yükselmiştir. Yanlış yere park etmesine rağmen özellikle bir siyaset sosyolojisi klasiği olarak okunması gereken Kemal Tahir’in “Yol Ayrımı” romanının anlattığı akıbet, bu gidişle mevcut iktidarı da beklemektedir. Bunu kesinlikle temenni eden birisi değilim ve bu kaderin bir daha yaşanmaması için “güzel ahlakı”n gereğini ihtar etmeyi millet-i merhumenin zarara uğramaması için borç bilirim. Her şeye rağmen, bu iktidar karşısındaki konuşlananlar beceriksizliğinden ve adaletsizliğinden değil, kendi beleşçi iktidarlarını sürdürmek için muhalefet etmektedirler. Bu karakterlerini RP iktidarını yıkma projesinde olduğu kadar sert ve alenen değilse de, Anayasa Mahkemesinde görülen post-modern davada ve şu günlerde Amerika’yı kasıp kavuran ekonomik buhranda gösterdikleri tavırla bir kez daha sergilemişlerdir.

DEZO” Neden Ağlar?
Ekonomik buhranın merkez üssü ABD’dir ve en çok etkilenen yer ise AB ülkeleri olmuştur, tabii doğal müttefik İngiltere başta olmak üzere… Asya ülkeleri ve Türkiye’de elbette etkilenecektir ama en azından tarihlere “Anayasa Fırlatma Vakası” (AFV) namıyla geçmeyi hak eden 2001 krizine benzememektedir. Bu mahalli vakayla başlayan kriz Türkiye’yi alt üst etmiş, büyük ölçekli şimdiki kriz ise merkezi sarsmıştır. AFV krizi, halkı ve KOBİ’leri fena vurmuştur, ama DEZO cemaatinin servetine servet katmış, iktidar mevkilerini güçlendirmiştir. İlk defa büyük ölçekli bir krizin ABD ve Amerika’yı sarstığını ama diğer ülkelerde derin hasarlara yol açmadığını görmekteyiz. Başbakanın “Anayasa kitabı ve ansiklopedi teşbihi” mesuliyetinin bir gereği; birilerinin “Ne yani kriz yok mu?” taarruzuyla krizin psikolojik boyutta derinleşmesini sağlama çabaları harc-ı âlem bir muhalefet tavrıdır; bu tavır alışılagelmiş bir şeydir. Garip olan, iktisadi krizlerin psikolojik boyutunu pekâlâ bilen DEZO’nun ful aksesuar boy göstermesi ve feryat figan ağlamasıdır.
DEZO neden ağlar? Çünkü krizin Türkiye’yi derinden vurmayışına üzülmüştür. Vursaydı, yeni orta sınıfların ve derin rakip görülen yeni müteşebbis hareketinin sekteye uğraması kaçınılmazdı. İktisadi gibi görünen bir siyasi tavırdır bu… Ve mevcut iktidarın reel tabanının şimdiye kadar ilk kez bulmuş olduğu manevra alanı en azından daraltılmak istemektedir. DEZO’nun post-modern dönemdeki sabıka kaydından dolayı, başbakanı kriz konusunda uyarma; hükümete yol gösterme gibi gerekçeleri inandırıcı gelmemektedir. Esas rahatsız olunması gereken, zaten fakirlik sınırının altında olan insanların dertlerini dile getirmesi gereken “SİSK”in tavrıdır. Siyasi meselelerde başta giden sararmış sendikalar, bu gibi konularda susmayı yeğlemektedir; bu hal, muhalefetin görev dağılımı icabı değerlendirilebilir.
Güncel kriz ne kadar etkili olursa olsun, değişmeyen tek şey, “Azdan az, çoktan çok gitmesi” gerçeğidir. Fakir kesimlerden gidecek olan “az” onların zaten kolay olmayan hayatlarını daha da zorlaştıracaktır. Orta direğin nisbi olarak varlıklılarından ve DEZO zenginlerinden giden “çok” ise onların hayat tarzını ve tüketim alışkanlıklarını çok da etkilemeyecektir. “Güzel Ahlak”ın ise halen güçlü olan DEZO cemaatine ve giderek güçlenen “M” temayüllü neo-zenginlerin kısm-ı azamına teğet geçtiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Tecrübe ile ve hakk- el yakîn gördüğüm şey, mevcut iktidara destek veren ve iktidar gücünü de sonuna kadar kullanmaktadırlar. Bu zümrelerin bir girişimcide olması “Kalkınma hırsları”na diyecek yok, ama “Adalet” anlayışları zayıftır. Palazlanan önce mahallesini, sonra “Yağan yağmurda beraber yürüdüğü” yakın dost ve arkadaşlarını terk etmekte; hatta daha vahim hallere düşmektedirler. ABD, tüm dünyanın önünde “Güzel Ahlak”tan nasipsiz bir süper gücün çöküşünü bize seyrettirmektedir. Güncel krizin nedeninin “zulüm ve adaletsizlik” olduğunu söylediğimde, derin bir iktisatçı dostum bıyıkaltından gülümsemişti. Öyle ya, kan ve zulüm kelimeleri iktisat bilimine girmez, bilim dediğin ahlakî ve sübjektif yargılardan uzak olmalı. Sanki ekranlardan sıçrayan kan, benim sübjektif yargım ve yanılgım.

Sonuç
Yazarınız siyasetçi değildir ama tecrübeli bir vatandaş olarak siyaset ve iktisat hususunda yazma hakkına da, tecrübesine de sahiptir. Yaşanırken farkına varılamayan, özellikle konumları gereği iktidar kastına adım atanların göremediğini göstermek çabasındadır. Bu çabanın kendisine bir şey kazandırmadığını ve kazandırmayacağını, tersine kaybettirdiğini ve kaybettireceğini pekâlâ bilmektedir. Geleneğinde varolan “Layiha Sunma” cesareti ise iktisadın ilminin babalarından Keynes’in bile telaffuz etmek zorunda kaldığı bilimsel yasaya(!) itimadının tamlığındandır: Uzun vadede herkes ölecektir! Gerçi Keynes, haklı olarak “Acil eylem, günü kurtarmaktır!” demeye getirmiştir ama ölümün kapsam alanını iktisadı kat be kat aşar. Değişmez hakikatler karşısında insanların davranışlarını ahlakları belirler; buna iktisadi faaliyetler de dahildir.
“Uzun vade” düşüncesinin “Öte ile” alakasını kurmak yerine, “Gün bu gündür” demeyi yeğleyen, azıcık palazlanınca yoldan çıkma alametleri gösteren yeni girişimci namzetleri, şu halleriyle umut vaat etmemektedir. DEZO’nun başına “M” gelecekse mevcut iktidar oyununun hiçbir anlamı yoktur. Biz de buradan DEZO gitti, MEZO geldi deriz.